Amerika'da cezaevlerindeki insan
sayısı giderek artıyor, sürekli yeni cezaevleri
açılıyor. Çünkü dünyanın devi, cezaevlerini büyük
kazanç kapısı olarak görüyor. Bu yüzden ucuz işgücü
için suç teşvik ediliyor, cezalar ağırlaştırılıyor.
Hem dış hem de iç politika bakımından Amerikan
siyaseti çelişkilerlerle dolu. Özgürlük ve demokrasi
konusundaki ününe karşın, bu ülkenin en çelişkili
taraflarından biri hapishaneleri. Atlantic Monthly
dergisinin Aralık 1999 tarihli sayısına göre,
"Birleşik Devletler, hapishanelerindeki insan
sayısı bakımından dünyanın birinci ülkesi ve muhtemelen
beş yüz bin farkla komünist Çin'i de geçmiş."
Bu çok tuhaf bir durum. İşin doğrusu Birleşik
Devletler hükümeti oldukça otoriterdir. Çoğu Amerikalı
bunu anlamayacak kadar edilgen veya kayıtsız.
Ünlü Alman devlet adamı ve yazarı Johann Wolfgang
von Goethe'nin söylediği gibi "Öyle olmadığı
halde özgür olduğuna inandırılmış bir insandan
daha umutsuzca köleleştirilmiş biri olamaz".
Birleşik Devletler Adalet Bakanlığı'nın
NCJ175687 numaralı bültenine göre, 1998 yılı sonu
itibarıyla hapishanelerde tutulanların sayısı
1.825.400 idi. Şimdi bu sayı iki milyonu aşmış
ve yükselmeye devam ediyor. William Blum, Rogue
State: A Guide to the World's Only Superpower
( Serseri Devlet: Dünyanın Tek Süpergücü'nün Rehberi)
adlı kitabında, "1991-1999 yılları arasında
Birleşik Devletler hapishanelerindeki insan sayısının
yüzde ellinin üzerinde artış gösterdiğini"
yazıyor. Yani hapishanelerdeki mevcut hücreler
şimdiden dolmuş durumda. Durmadan yeni hapishaneler
açılıyor.
İçerdekilerin sayısındaki artışın
ana nedenlerinden biri, bazı eyaletlerde kabul
edilmiş gaddar ceza yasaları. Kaliforniya'da halkı
uslanmaz suçlulardan korumak için "üç hata"
yasası çıkarıldı. Küçük hırsızlık suçlarından
dolayı insanlar 25 yıl hapisle cezalandırılır
oldu. New York'ta iki ons [bir ons 28.3 gram]
uyuşturucu satmaktan mahkûm olmuş biri 15 yıl
hapis cezası alıyor; bu, bir katile verilen cezanın
aynısıdır.
Bugün uyuşturucu yüzünden sadece
New York eyaletinde hapsedilenlerin sayısı, 1978
yılında tüm suçlardan dolayı hapishanelerde bulunanların
iki katından daha fazla. 1990'dan bu yana kadın
hükümlü sayısındaki artış yüzde 92 . Çoğu anne
olan bu kadınlar çocuklarını ya akrabalarına ya
da devletin tayin ettiği üvey ailelere bırakmak
zorundalar. İstatistiklere göre, annesi babası
hapishaneye girmiş çocukların kendilerinin de
buralara düşme olasılıkları çok fazla.
Beyaz ırktan olmayan insanlar ceza
sisteminde orantısızca temsil ediliyor. Ulusal
Adalet Komisyonu'na göre Afrika kökenli Amerikalılar
ülke nüfusunun yüzde 12'sini, uyuşturucu kullanan
nüfusun ise yüzde 13'ünü oluşturuyor. Ama şaşırtıcı
olan, uyuşturucu bulundurmak suçundan hapiste
olanların yüzde 74'ünün kendilerini savunacak
iyi avukatlar tutma olasılığının, ekonomik durumlarının
kötülüğünden dolayı çok daha zayıf olan Afrika
kökenli Amerikalılar olması. 35 yaşın altındaki
genç siyah erkek nüfusun yaklaşık olarak yüzde
80'i sabıkalı. Çok sayıda insan mahkûmiyetleri
yüzünden oy kullanamıyor. Üniversite eğitimi için
parasal yardım almaları da önlenen bu insanların
çoğu etnik azınlık gruplarından.
Ceza sistemindeki en son gelişmelerden
biri hapishanelerin özelleştirilmesi oldu. Uluslararası
Af Örgütü'ne göre: "Devletler, maliyetleri
düşürmek için artan bir biçimde çeşitli tesislerin
ve sağlık gibi hizmetlerin yönetimini özel firmalara
devrediyor. Bunun sonucu hapishaneler, yarattıkları
büyük kârlarla Birleşik Devletler'de en hızlı
büyüyen iş alanlarından biri oluyor." Bu
endüstride kâr etmek, hücrelerin insanlarla dolu
olmasına bağlı. Bu yüzden cezaevlerine düzenli
bir mahkûm akışı gerekiyor. Özel cezaevi işletmeleri
kâr edebilmek için yüzde 90-95 doluluk oranını
tutturmak zorundadır. Hapishanelerdeki mahkûmlara
doğrudan veya aracıları yoluyla iş veren şirketler
arasında AT&T, Bank of America, Boeing, Chevron,
Costco, Dell Computers, Eddie Bauer, IBM, Microsoft,
and Starbucks gibi tanınmış büyük şirketler var.
Cezaevlerinin özelleştirilmesi
hakkında Texas'ta Aralık 1996 yılında yapılan
bir konferansın broşüründe şunlar yazıyordu: "Tutuklamalar
ve mahkûmiyetler sürekli artarken kazanılabilecek
kârlar var - suçlardan kazanılacak kârlar bunlar.
Siz de patlama yapan bu endüstride şimdiden yerinizi
alın". Deniz aşırı ülkelerde az ücretlerle
sağlıksız koşullarda işyerleri açmaktansa, yurt
içindeki mahkûm insanların emeğini kullanmak hem
daha kolay hem daha ucuz. Cezaevlerindeki tutuklu
insanların saati 45 sentten günde 9 saat çalıştırılmaları
yaygın bir uygulama. Bu yolla üretim yapan şirketler
şimdi ürünlerine övünerek "Amerikan Malı"
etiketini de takabilmektedirler. Özel şirketlerin
maliyetleri düşürmede daha güçlü çıkarları olduğundan,
içerdeki insanlara kötü davranmaları ve onları
kötü yaşam koşullarına mahkûm etmeleri daha yüksek
bir olasılık. Personel, mesleki eğitim, sağlık,
eğitim ve rehabilitasyon programları ve hatta
yiyecek ile ilgili harcamaları azaltmaya girişebilirler.
Hem Uluslararası Af Örgütü hem de İnsan Hakları
İzleme Örgütü özel cezaevlerinde mahkûmlara fiziksel
eziyet uygulandığını belgelemiş durumdalar.
Birleşik Devletler hükümeti sadece
ceza yasalarını sertleştirerek cezaevlerinin dolmasına
yardım etmiyor, aynı zamanda kullanıcılarını hapishaneye
düşüren uyuşturucuların sağlanmasında da hükümetin
parmağı var. Bunu görmek için İran-kontra skandalına
bakmak yeterli. David McGrow, Derailing Democracy:
The America the Media Don't Want You to See (Rayından
Çıkan Demokrasi: Medyanın Görmenizi İstemediği
Amerika) adlı kitabında Merkezi Haber Alma Örgütü'nün
(CIA) kongrenin yasağını delerek Nikaragua'daki
karşı devrimcilere yasal olmadığı halde para desteği
sağlamak için Birleşik Devletler'e tonlarca kokainin
sokulmasına nasıl göz yumduğunu, hatta bu işi
nasıl desteklediğini de anlatıyor. Bu durum, tam
da uyuşturucu kullanıcıları ve pazarlayıcılarının
pahalı beyaz tozu küçük "krak" külçelerine
çevirerek ucuzlatmaya çalıştığı bir zamanda Los
Angeles şehir merkezinde büyük miktarlarda kokain
dağıtımına yol açtı. 1980'ler ve 1990'ların ilk
yıllarında da CIA, Afganistan'da Sovyet destekli
hükümete karşı savaşan Mücahidin adlı isyancı
grupları haşhaş ekiminde desteklemişti. CIA bu
ülkede sadece eski müttefikimiz Usame bin Ladin
gibi militanlar yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda
ülkenin haşhaş üretimini büyük oranda arttırmaya
zemin hazırlayan siyasi koruma ve lojistik yardımı
da sağlamıştı. Rogue State adlı çalışmasında Blum'un
yazdığına göre, CIA'nin Afganistan'daki bu operasyonu
tahmini olarak Birleşik Devletler'de bir yılda
tüketilen eroinin yarısını, Avrupa'daki yıllık
tüketiminse yüzde 75'ini karşılamıştı.
Anlaşılan o ki 1980'lerdeki "Uyuşturucuya
Karşı Savaş" aslında Birleşik Devletler hükümetinin
şehirlerdeki fakir insanlarına karşı açmış olduğu
bir savaştı ve hükümet bu savaşta krak, kokain
ve eroini silah olarak seçmişti. Uyuşturucu bağımlılığı
belli bir yaygınlığa ulaştığında da bu sefer devlet
tarafından ağır ceza yasaları çıkarıldı. Çemberin
son halkası ise inşa edilip kâr etmek için işletilen
cezaevleri ile tamamlanıyor.
Birçok Amerikalı, hükümetlerinin
geçmişte ve şimdi neler yaptığının ve hükümetleri
tarafından nasıl işletildiklerinin farkında değil.
Milliyeçi bir alıklık içinde bayrak sallayarak,
"Özgürler Ülkesi" yazan tişörtler sırtlarında
, George W. Bush'tan alıntılar yaparak ortalıkta
dolaşıyorlar. Bunlar olanların farkında olmayan,
kolay inanan, iyi niyetli vatandaşlar. Adolf Hitler
bir keresinde şöyle demiş: "Yönettiği ülkede
düşünmeyen insanların olması bir hükümet için
ne büyük şans!" Anne Frank, Holocaust trajedisine
tanık olmuş biriydi ve bir toplama kampında ölmeden
önce o korkunç dehşeti bizzat yaşamıştı. İnanılmaz
kötülükteki bu insanlık dışılığın iğrenç bir biçimde
sergilenmesine rağmen, günlüğüne şu satırı yazacak
cesareti göstermişti: "Hâlâ inanıyorum ki
insanların kalbi gerçekten iyidir." Ben de
onunla aynı düşüncedeyim. İnsanların çoğu iyi
niyetlidir, her şeyi berbat eden aslında küçük
bir gruptur. Hatta bu gruptakilerin niyeti bile
büyük olasılıkla iyidir; en iyi niyetleri bile
yozlaştıran açgözlülüktür.
Martin Luther King Jr. "Ezen,
özgürlüğü hiçbir zaman gönüllü olarak vermez,
onu ezilen talep etmelidir" diyor. Dalai
Lama, The Art of Happiness (Mutluluk Sanatı) adlı
kitabında şunları yazıyor: "İnanıyorum ki
hayatımızın asli amacı mutluluğu aramaktır. Dini
inancımız olsun olmasın hepimiz hayatta daha iyi
bir şeyler arıyoruz. Yani zannedersem hayatımızın
en temel hareketi mutluluğa doğrudur." Tek
başına hücresinde oturan Afrika kökenli Amerikalı
da mutlu olmak istiyor. Cezaevindeki gardiyanlar
da, cezaevi müdürü de mutlu olmak istiyor. Cezaevini
işleten şirketin yöneticisi de. Siz de. Ben de.
Toplumumuzun ve dünyamızın en savunmasız
insanlarıyla sanal demokrasiye biçim ve içerik
kazandırmak isteyen insanlarına ulaşmalı ve onlarla
birleşmeliyiz. Hayatın anlamının, anlamlı bir
hayat olduğunu duymuştum. Bu dünyadaki zamanımızı
başkalarına ve dolayısıyla da kendimize yardım
ederek geçirmekten daha anlamlı ne olabilir?
Yazımı Rabindranath Tagore'nin
bir şiiri ile bitiriyorum: "Uyudum ve rüyamda
gördüm ki bir sevinçmiş hayat/ Uyandım ve gördüm
ki hayat hizmet etmekmiş /Hizmet ettim ben de
ve bakın hizmet etmenin sevincini yaşadım!"
Not: Yazıyı yazan Barthelemy
Santa Cruz'daki Kaliforniya Üniversitesi Tarih
Bölümü mezunu ve 25 yaşında. Bu yazı The Humanist
dergisinin 2000 yılında gençler adına düzenlediği
bir yarışmada kendi yaş kategorisinde üçüncülük
ödülü kazanmış..
|