Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

DİDAR ABLA

Savaşımızda Yaşanacaksın
Savaşımızda Yaşayacaksın


Yayına Hazırlayanlar: Ayşe Hülya Özzümrüt/Ümit Efe
BARİKAT Dergi ve Yayıncılık
Genişletilmiş İkinci Baskı Eylül 1993

 

Devrimci
Tutsak
Ailelerine...

DURUN!
Bekleyin biraz!
Didar Şensoy geçiyor sokağınızdan
bakın!
pencerenizin tam altından
sarmaşıklara sürünerek.
Tarayın saçlarınızı,Gömleğinizin yakasını düzeltin
ve dik durun.
Maltanızdan, avlunuzdan geçiyor
Didar Şensoy
Parmaklıkları kanıyla eriterek...
...
Bekleyin biraz, bekleyin!
Herşeyin sırası var!

 

 

 

 

 

İKİNCİ BASKI İÇİN...

"DİDAR ABLA" kitabı BARİKAT dergisinin henüz ilk günlerinde yayınlanmıştı. O günden sonra yaklaşık iki yıllık bir süre geçti ve son yedi-sekiz aylık sürede de kitap konusundaki isteklere sürekli olumsuz yanıt vermek zorunda kaldık. Uzun süre bürodaki on-onbeş kitapla yetinmeye çalıştık. Ama bu ölüm yıldönümünde artık ikinci bir baskı kesin gereklilik oldu.
Çünkü bu bir tarihtir. Didar Şensoy ismi Türkiye'nin bir döneminin tarihi içinde kendince bir yer tutar. Bu dönem generaller çetesinin ülkeyi kana buladığı bir dönemdi. Bütün ülkenin kocaman bir işkencehaneye çevrildiği, darağaçlarında halkın en yiğit çocuklarının katledildiği, cezaevlerinin dolup taştığı günleri yaşıyorduk. Toplumsal muhalefetin kitlesel biçimleri ve örgütleri ezilmiş, devrimciler büyük darbelerle sarsılmışlardı. Bugün anti-militarist kabadayılıklar yapan basın tekelleri cunta şakşakçılığı içine gırtlaklarına kadar batmışlar, burjuva aydın takımı ise fırtınanın geçmesini yüzkızartıcı bir sessizlik içinde bekliyorlardı.
Bu ortamda, içi-yüreği yanmış bir avuç insan sokaklardaydı... Bir avuç dertli insan, oğullarının, kızlarının ardından hapishane hapishane, karakol karakol koşuşturuyorlar, yaralı kartallar gibi zulüm yuvalarırın üzerinde uçuyorlardı.
Önce kendi dertlerinin peşinde koşuyorlardı. Daha sonra, yavaş yavaş kendi oğullarının, kızlarının bir büyük ailenin parçası olduğunu farkettiler. Ve sonra, bir gün, kendilerini de o büyük ailenin parçası olarak buldular.
Yağmur, çamur, hakaretler, coplar, ölüm tehditleri onları yıldırmadı. İnatla, ısrarla zulmün üstüne üstüne yürüdüler.
İşte burada, bu kitapta, Didar Şensoy'un kişiliğinde anlatılan onların hikayesidir.
Onlara borçluyuz. Devrim davasının, özgürlük davasının bu yılmaz savaşçısına çok şey borçluyuz.
Bugün, cunta günlerini kat kat aşan zulmüyle "kirli savaş" ve "topyekun saldırı" günlerindeyiz. Artık katliamların, sokak ve ev infazlarının hesabının bile tutulamadığı, köylerin, kasabaların tümden ateşe verildiği, insanların güpegündüz kaçırılıp kaybedildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Öyle ki, örneğin, son bir yılda devletin katlettiği insanların yalnızca isimlerini ve resimlerini basacak olsak, bu kitabın sayfaları kesinlikle yetmeyecektir.
Böyle bir ülkede, böyle günlerde yaşarken Didar Abla gibi değerlerimizi öne çıkarmak, onların yaşamlarından gelecek için bir şeyler öğrenmek bir gereksinmedir.
İkinci baskı böyle bir anlam taşıyor.
Bu baskıyı hazırlarken Didar Şensoy üzerine yapılmış daha eski bir çalışmayı da değerlendirmeyi uygun bulduk.
EKİN Yayınları'ndan çıkmış olan "Bir İnsanlık Onuru Savaşçısı: DİDAR ŞENSOY" isimli broşürü de bu ikinci baskının içine aldık.
Böylece kitabın daha yeterli bir hale geldiğine inanıyoruz.
Direnenlere ve direnecek olanlara saygıyla...

O, ÇOK KATLI BİR KARANLIĞIN
ÇOK BOYUTLU IŞIĞIDIR!

Kalabalık sayılmazlardı...
Bir zamanlar, yüzbinlerin, özgürlük adına, sosyalizm adına toplandığı, sloganlar haykırdığı, marşlar söylediği bir ülke meydanları için sayıları çok azdı.
Kalabalık sayılmazlardı ama, dönemin koşulları içinde yaptıkları öyle kolay kolay azımsanacak iş değildi. Tutuklu yakınıydılar. Metris zindanında insan olarak sahip oldukları onuru ayakta tutmak amacındaki evlatlarının başlattığı açlık grevinin sesi olmaya çalışıyorlardı ve daha bir iki yıl önce mangalda kül bırakmayan kalemlerin büküldüğü, meydanları dolduran o kitlesel dalganın çözüldüğü, halk adına, halkın önderi olmak adına yola çıkanların, kavgadan ve onun getirdiklerinden çark etmeye başladığı o günlerde, onlar; yalnızca kendi varlıklarına dayanarak meydanlardaydılar.
Ülkede yaşanan, tam anlamıyla toplumsal bir karabasandı. Canlı vücutların yerini karamsarlık ve umutsuzluk, belli ölçülerde de olsa kitlelere malolabilmiş özgüvenin yerini, boyuneğme ve çözülme tavrı almıştı. Onlar tanklarıyla, tüfekleriyle, her türlü karşı çıkışı ezme, her türlü "aykırı" sesi boğma tavrıyla toplumun tepesinde, onun üzerindeki baskının aracı olarak apaçık ortadaydılar. Postallarıyla kentleri ve kırları doldurmuşlardı. Halkın tepesinde sallanan bir kılıç değil ama, kocaman bir cop vardı. İnsanları her türlü değere yabancılaşmış "şey"lere dönüştüren bir çarktı işleyen. Ve "otorite"nin copu indikçe çözülme tohumları ekiyor; fabrikalarda, okullarda duyulan yalnızca postal sesi oluyor; tarlalar postalların altında eziliyordu. En çok gereksinme duyulan bir dönemde, devrimci eylem de en alt sınırına inmişti. Arabesk bir "kültür" empoze ediliyor, "kaçış"ın ve yozlaşmanın her türü gelişme yolunda mükemmel bir zemin buluyordu. Bu yolda "teorileşme" başlamıştı bile...
İşte bu uzun Eylül'ün, ona karakteristik özelliklerini veren atmosferin en yoğun biçiminde duymsandığı bir aşamada, 1981 Ekim'inde, sayıları ancak elli dolayında olan tutuklu yakınlarının, üstelik 1. Ordu Merkezi'nin önünde toplanmaları, evlatlarının haklarını aramaları azımsanacak şey değildi.
Direnişçi evlatlarının gün gün erimlerine seyirci kalmamak gerekiyordu. Bu yolda elden ne geliyorsa yapılmalıydı. İlk elde yapabildikleri de 1. Ordu Merkezi'ne gitmek ve Adli Müşavir'e evlatlarının sorunlarını anlatmak ve çözüme zorlamaktı...
Sonraları bu tür girişimlerde yanlarında bulacakları "duyarlı" destekleyiciler henüz yoktu. Basın böyle bir haberi yazmamak için kaçıyordu onlardan. Dünyanın başka köşesinde gidilen bir açlık grevi ya da çeşitli ülkelerin insan hakları sorunu işlenebilirdi, ama bu ülkede binbeşyüz insanın açlık grevine gitmelerinin, yakınlarının coplanmalarının, tartaklanmalarının, "haber" değeri yoktu.
"Ne olursa olsun dağılmayacağız, Adli Müşavir'le mutlak görüşmeli, sorunları anlatmalı ve çözülmesini sağlamalıyız" diyordu "O". Öyle de davrandılar. Coplanmalarına, itilip kakılmalarına, kendilerini lütfen kabul eden ve yalnızca bir şekil, bir suret olan Adli Müşavir'in tehditkar üslubuna ve hakaretlerine karşın dağılmadılar. O, herkesi gayrete getiriyor, dağılmamaları gerektiğini ısrarla haykırıyordu. Temsilci olarak görüştüğü Adli Müşavir'in tutuklama tehdidi bu ısrarını değiştirmeyecekti elbette. Sonuçta dağılmamakta direndikleri için coplandılar ve gözaltına alındılar. Ama yaptıkları direniş etkisini gösterecek, evlatlarının geçici bir soluklanma ortamı elde etmelerine önemli bir katkıda daha bulunacaklardı.
Onbeş gün sonra salıverildiklerinde, O, bu deneyden daha bir güçlenmiş ve inandığı yolda daha bir kararlılık yüklenmiş olarak çıkıyordu.
Karşı çıkışı boğduğu oranda "otorite", yılgınlığı yaydığı oranda "güçlü" olan, her türlü yolu deneyerek bu görüntüyü yayan, yarattığı atmosferi sürekli kılacak bir kurumsallaşma ve ona uygun hukuksal çerçeveyi oluşturma yolunda yürüyen hakim sınıf ve katların karşısında, insan haklarını ve demokratik değerleri savunmak, bu yolda ilerlemek, gün geçtikçe daha güçlü ve bilinçli bir kavgacılık, onun sonraki yıllarının başta özelliği olacak ve yaşamını yitirene kadar sürecekti. Kardeşine bağlılığından ve sevgisinden, onun kavgasına gönül vermekten, onun haklarını savunmaktan yola çıkarak, önce MLSPB tutuklularının, sonra tüm Metris ve bütün cezaevlerinin ablası olmuş, sevgisi yayıldıkça çoğalmış, çoğaldıkça güçlenmiş ve bilinçlenmişti.
Gazetelerde onunla ilgili haberler artık kanıksanır bir durum olmuştu. Grevdeki Netaş işçisine "Kavganız Kavgamızdır" diyen, YÖK baskısına karşı açlık grevi yapan öğrencilerle birlikte üniversite önünde oturarak açlık grevine de giden, coşkusuyla onları yüreklendirme yolunda bir mücadele simgesiydi O.
Didar Şensoy'un yaşantısından çıkarılması gereken önemli dersler vardır. Kırk yaşından sonra "ev kadınlığı"ndan insan hakları savaşçılığına uzanan yaşantısı, bu yolda can vermeyi göze alan kararlılığı örnek olmalıdır. Eğer bugün Türkiye'nin gündeminde insan hakları sorunu, işkence ve baskıya karşı tavır sorunları varsa, eğer bu sorunlar tartışma gündeminde önemli bir yer tutuyorsa, bunda, hiç kuşkusuz tutuklu yakınlarının 12 Eylül boyunca boyutlarını artırarak sürdürdükleri çabaların payı büyüktür.
Onun mücadeledeki yeri, küçük ve basit hesaplarla uğraşan, devrimci politik ahlak ile grupçu politikaları birbirine karıştıran dar kafaların dışında herkesin bildiği, bilmesi gereken bir gerçektir. 12 Eylül dönemi boyunca süren kitlesel işkence, baskı, insanları boyuneğmeye ve değerlerinden uzaklaştırmaya yönelik politikaya karşı direnmeyi yükseltmiş ve devrimci güçlerin faaliyetlerinin asgariye indiği, aydınların çok olumsuz bir grafik çizdiği bir dönemde, direniş büyük ölçüde cezaevlerinde sürmüş, tutuklu yakınları bu direnişten ilk elde etkilenenler olmuş, direnişin içinde yer almış, giderek artan oranda politikleşmiş ve bilinçli, örgütlü bir mücadelenin yürütücüsü durumuna gelmiştir. Bu süreç doğallıkla önderlerini de yaratmıştır. Didar Abla'nın misyonu budur. O bir devrimcinin ablası olarak başladığı yolda tüm devrimcilerin, yurtseverlerin ablası olmayı, ablalık değerlerinin yerine insan hakları ve devrimci demokratik değerleri koymayı bilmiş, sahip olduğu mücadeleci kişiliği onu bir kitle önderi yapmıştır.
Evet, uzun bir sonbahardı toplum olarak yaşadıklarımız... Alabildiğine uzun sürmüş , rüzgarlarıyla alabildiğine savurmuş, toprağımızı boyluboyunca kanatmış, yıllara yayılmış bir sonbahar... Her yanı sancılarla kavrulan, yekinip te doğrulamayan, yer yer gücünü, dermanını ihanetlere salmış, zincirlerle kuşatılmış, mermilerle delik deşik edilmiş, darağaçlarıyla lanetlenmiş bir sonbahar...
Halkların tarihinde böyle sonbaharlarda yazılır kimi zaman. Onun karanlığını yaşar. O mevsimlerin kurşun gibi ağır zulmünde yaralanır. Ne var ki, yarası ne kadar ağır olursa olsun; günü gelir tekrar buluşur aydınlığın şimşekleriyle. Tekrar gözgöze gelir güneşle ve bu kez ona bakışı daha bilgedir, daha ustadır ve daha ışıklıdır.
Ülkemiz 12 Eylül açık faşist diktatörlüğünün cenderesinde, Türkiye Kürdistan'ı topraklarındaki soykırımdan, İstanbul sokaklarındaki katliamlara, köylerdeki baskı ve zulümden, işkencehanelerdeki, zindanlardaki teröre kadar uzanan bir fırtınanın karabasanı altındaydı. Ve ne yazık ki, çeşitli nedenlerle bu dehşetli fırtına karşısında savaş yükseltilerek yürüyüşe devam edilemedi. Birer direniş abidesine dönüştürülen zindanlar olsa da, darağaçlarında ve kuşatmalarda mücadele şiarları emekçi halkların kırılmaz dalları olarak kavgayı teslim etmesede uzun yürüyüşümüz bir süre için kesintiye uğramıştı.
Bu uzun toplumsal karabasanın bitmekte olduğunu müjdeleyen günlerden biri de 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir kardelen, bir sonbahar kardeleni fırtınaya rağmen topraktan sökülemezliğiyle, hayatı hayatla savunma biçimiyle, saldırının tek yanıtının direnmek, direnmenin ise mücadele etmek olduğunu, katmerli karanlığa rağmen gösteren ışığıyla, ülkesinin doğrudan güzelden yana bütün yürekleriyle ölümle buluştu. Kendi yüreğinin ve kafasının ve giderek bütün yaşamının, her anının hasredildiği tek olgu haline gelen o yüreklerde, bir direnişçiye yaraşır biçimiyle, direnişin en önünde canını vererek bir anda tek boyut haline geliyordu.
Ülkenin basını, "Didar Abla artık yaşamıyor" başlıklarıyla çıkıyor ve bu tek cümle herşeyi anlatmaya yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını yine ülkesinin zincirini parçalama müjdesiyle bütünleşmiş yaşamının bir direniş sayfasından gönderiyordu. "Ölümün öldürülmesi" gerçeği buydu işte. Gerçekten Didar Abla artık yaşamıyor muydu? Yoksa ülkesinin bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta direnmek ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini zindanlardan alanlara, ilk işçi direnişlerine, ilk yeniden kıpırdanışlara, protestolara taşıyarak adı onur ve direniş çağrısı haline gelmiş bu elli yaşındaki soylu ve güzel kadın yeni yaşam boyutları mı kazanmış ve kazandırmıştı? Böyle olduğundan kuşkusu olan mı var? Didar Şensoy'un ölümüne rağmen, özellikle öylesi koşulların direnişçilerinin ölümünün, bir ölüm değil, halkların emperyalizme , yerli egemenlere ve faşizme karşı direnişinin, mücadelesinin, bazı süreçlerde suskun kalsa da yenilmemesinin, yani tarihin nesnel kıldığı zaferin ışığı olduğu konusunda kuşkusu olan var mı halâ?
Giderek daha fazla yüklemle donanan, her geçen gün daha aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen, daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan Didar Şensoy, "İnsan Hakları" nın demokratik mevzilerini tesis etmekten grevlere, faşizmin her türlü kıpırdanışı pervasız bir terörle ezmeye çalıştığı günlerin dahi ödünsüz bir avuç göstericisiyle ulaşabildiği her yerde mücadele vermekten, işkencehanelerde düşmana değil sır vermek, nefretini, isyanını haykırmaya kadar uzanan bir boyut zenginliği içinde yaşadı. Alanlarda hiç kimse yokken, bir avuç mücadele arkadaşı ve O vardı. Zindanların kapılarının boşluğunu gerektiğinde tek başına doldurmaya çalıştı. Elbette binlerce ışığın içinde yanan bir ışık olmakla böylesine karanlık süreçlerin ender ışıklarından olmak eşdeğer değildir. Devrimci bir kardeşin savaşına saygı, güven ve destekle başlayan bir süreç, kendine giderek daha ileri ufuklar açmış ve bir kitle önderi yaratmıştı. Ki o kadın, artık 50 yaşında, bu yükü ağır yaşamın artırdığı rahatsızlıkları olan bir kadın, bir anne, bir büyükanneydi. Ölümünde de yanında olan tutsak analarından biri "O, yanımızda olduğu zaman gücümüz artar, kendimize güvenimiz gelirdi" diye tanımlıyordu.
Karanlığa çok renkli ışıklar vermiş bu kardelenin ölme eylemi de değişik ve önemli etkiler sunacaktı ortama elbette. Faşizm bu pervasız ve iğrenç cinayetinin uyandırdığı tepki ve geniş yankı üzerine paniğe kapılıyor, olayı nasıl örtbas edeceğini, çarpıtacağını bilemiyordu. Sadece meclise dilekçe vermek amacında olan bir ana, bir abla, sadece bu olay nezdinde karşılaştığı günlerce süren baskı, gözetim, takip ve nihayet coplanma, dövülme sonucu Meclis bahçesinde yaşamını yitiriyordu. 60 kişinin de göz altına alındığı ve üç otobüs dolusu tutuklu yakınının tavrını içeren sözkonusu "Meclis'e dilekçe verme eylemi" sırasında en önde olan Didar Abla'nın yaşamını yitirdiğinin öğrenilmesi üzerine, orada bulunan diğer tutuklu yakınları; "Çiğnediler onu, dövdüler. Böyle olacağı belliydi" diye haykırırken, polis olayı resimleyen gazetecileri de dövüyor, gözaltına alıyor ve yetkililer Didar Şensoy'un zaten "şeker hastası olduğu", "kalpten öldüğü", "vücudunda kesinlikle darp izi bulunmadığı" yolunda ardı ardına açıklamalar yapıyorlardı. Ancak tepkiler karşısında Ankara Valisi Bayar; "Polisin tutumu üzücü" diyordu.
İstanbul'dan başlayıp Çanakkale, Bursa ve Eskişehir cezaevlerini de kapsayarak Ankara'da Meclis önünde son bulan bu yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle yola çıkan direnişçiler yol boyunca Arjantin'li Plaza Del Mayo analarının simgeleştirdiği bayaz eşarbı ve karanfilleriyle önlerinde yürüyen Didar Abla'nın cenazesiyle dönüyorlardı.
İnsanların yaşamları işte böyle destanlaşıyordu. İnsanlar işte böyle evrensel olgularla buluşuyor, bir gövdede binlerce çoğalıyorlardı. Faşizm böyle onurlu insanların ak kanlarında karanlıklara gömülüyor ve egemenlikler her şeye rağmen bu kararlılıklarla yerle bir ediliyordu. Bir ana Meclis'in merdivenlerine yumruklarıyla vurarak "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" diye haykırıyor ve işte böyle bir ülkenin mazlum halkları en zorlu süreçlerde bile o merdivenleri parçalayarak güneşe merdivenler dayama gerçeğinden kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için gençlerin tutuklanması oyununu tezgahlayan oligarşi, Didar Şensoy'un Meclis önüne oturarak "Çocuklarımı serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz" diye haykırması ve bir kitle önderinin coşkusuyla gerçekten kalkmaması, gerçekten dediğini yapması ve ölmesi ile yerle bir oluyordu.
Devrimcisi, ilericisi, demokratı ile uzun yılların suskunluğunun basıncıyla yaslı ve her yöresinde ondan izler taşıyan İstanbul, bu ağırlığı onun cenazesini binlerce kişinin seferberliği ile karşılayarak atar gibiydi. Ya cezaevlerindeki tutsaklar?
Evet, devrimler kanla, canla yazılan bir manifestoydu. Bu insanlar katliamlara ve göreve gidercesine gittikleri-gidilen ölümlerle tanıştılar, amaç son derece büyük bedeller isteyecek denli önemliydi, zorluydu. Bunu biliyorlardı. Ama bu ölüm, bu süreçte ve böylesine gelen onurlu ölüm isyanla, gözpınarlarını çaresizlikle örmüştü ansızın. Zindanların bacısını kaldırmak nasıl güç olmayacaktı şimdi? Savaşın bütün benliği sarıp sarmaladığı gövdelerde, savaşmamayı, böyle ölümleri demir parmaklıkların ardında, sessizlik içinde kabullenmek olası mıydı?
Diğer bütün eylemlerin yanısıra özellikle 12 Eylül sonrası cezaevleri direnişçilerinin dışarıdaki soluklarından olmuş, adının geçtiği, başka nedenlerle bulunduğu çeşitli ortamlarda, zındanlarda faşizme karşı boyun eğmeme tavrının çağırşımı haline gelmiş bu ananın ablanın ölümünü duvarların içinde yaşamak daha da güç değilmiydi?
Sadece onu uzun yıllardır tutsaklık koşullarında ve dışarıda, hem ana sıcaklığı hem de mücadeleci kişiliğiyle omuzbaşında görme onurunu ve kıvancını yaşayan MLSPB'liler, MLSPB tutsakları değil, bütün devrimciler ve ilericiler birşeyler yapabilmenin çabası içinde yoğunlaşıyor, dilediklerini yapamamanın acısıyla kıvranıyorlardı ve duvarlardan günler boyu "Didar Şensoy Ölümsüzdür", "Didar Şensoy'un Hesabını Soracağız" sloganları yankılanıyordu.
Metris cezaevinden oğulları, kızları, kardeşleri diyorlardı ki; "Yıllardır tüm ilerici, demokrat ve devrimcilere yönelen baskı ve işkence ile çeşitli uygulamalara karşı insan onurunu koruma mücadelesini aktif olarak destekleyen ve yaşamı pahasına en önlerde sürdüren, yürekli ve sevgi dolu anamız, Didar Şensoy'u yılmadan yürüttüğü mücadelemiz içinde yitirdik. Adını ve yaşamının başeğmezliğini onurlu bir mücadelenin simgesi olarak yaşatacağız."
Aydın E Tipi Cezaevi "Acımız ve öfkemiz sonsuzdur. Onun mücadeleci ve yılmaz kişiliği hepimize örnek olacaktır" diye haykırıyordu. Ankara Kapalı Cezaevi tutsakları; "Seni kalbimize gömdük. Örnek yaşamın, mücadelen yolumuzu aydınlatacaktır" diyorlardı.
Mamak Cezaevi'nden; "Onurumuzla başımız dimdik yürüyebiliyorsak, bunu sana, sizlere borçluyuz, saygıyla anıyoruz. Sen varken ölüm uzaktı. Ölüm geldiğinde, özgürlük yolunda uğraşınla yanımızdasın, yüreğimizde, bilincimizdesin" diyordu.
Gaziantep'teki tutsaklar; "Yüreği sımsıcak sevgilerle dolu anamızı kalbimize gömdük".
Ermenek'teki siyasi tutsaklar, "Halkımızın gönlünde sonsuza kadar yaşayacak" mesajlarını iletirken, yine Metris'ten; "Tarih, karanlığı yenme kararlılığı, direnişidir. Yarına attığımız köprüde, zulme karşı yürüyüşümüzde, omuzbaşımızda yiğit ana sıcaklığını duyarken onurluyduk. Şimdi ise; O içimizde yaşattığımız canlı başeğmezliğinle karanlığın maskelerini nasıl indirdiğini yaşamın kadar ölümünle de kanıtladın. Direnirken ve ölürken sunduğun çağrı yaşayacak. Ne mutlu bize, böyle canlarımız var. Ne mutlu yarınların aydınlığı böylesine insanlık duyarlılığının üzerinde yükselecek. Büyük acımızı, onurlu anısı önünde içtiğimiz andımızı yaşama dönüştüreceğiz" deniyordu.
Malatya, Diyarbakır, Erzurum, Erzincan, Çanakkale, Mersin, Eskişehir, Samsun cezaevlerinden de aynı mesajlar veriliyordu.
Onun yine uzağında olmadığı ve aynı yılın ilkbaharıyla birlikte toprağın yüzeyinde can tutan öğrenci gençlik hareketinin de Didar Ablalarına ilişkin mesajları ve andları vardı: "Sen yaşama açılan bir penceresin. Seni unutmayacağız" diyorlardı. "Ablamız Şensoy'u yitirdik, yaşamı örnek olsun" diyorlardı. "Yükselttiğin insanlık ve özgürlük mücadelesi bayrağını biz omuzladık" diyorlardı.
Ve ülkenin içinde siyasi tutsak bulunan onlarca cezaevinde açlık grevleri yükseliyor, geleceğin onurlu ve insanca yaşam için mücadele edenlerin olacağı, Didar Abla kimliğinde bir kez daha vurgulanıyordu: Metris cezaevindekiler "Siyasi tutukluluk hakkının kabulü ve buna uygun düzenlemelere yönelik genel talepler için ve cezaevlerindeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi için başlattığımız açlık grevi, baştan saptadığımız şekilde 265 kişi ile 15 gün toplu ve daha sonra gruplar halinde dönüşümlü olarak 41. gününü doldurarak başarıyla 23.9.1987'de sona erdirilmiştir.
Bizlere anlamlı desteklerini sunan tutuklu yakınlarına, yakın ilgisi dolayısıyla demokratik kamuoyuna teşekkürlerimizi sunuyor, mücadelemizde şehit düşen Didar Şensoy'un anısı önünde saygıyla eğiliyoruz" diyorlardı. Aynı şekilde Gaziantep, Bursa, İstanbul-Sağmalcılar, Diyarbakır, Ankara Merkez ve Mamak, Antakya, Bartın, Erzurum cezaevleri açlık grevlerine gidiyor, yüzlerce tutsak şehit ablalarını bir kez de bu biçimde selamlıyorlardı.
Yurt dışında ise değişik görüşlerden gruplar Atina'da Anadolu Ajansını basarak, "Şensoy, hüriyet yolunda verdiği mücadelede, Türk Faşist Cuntası tarafından öldürüldü" mesajını geçerken, Amsterdam'da, Dam Meydanı'nda kırmızı karanfil işli beyaz eşarplı ve çoğunluğunu siyasi mülteci kadınların oluşturduğu göstericiler Didar ablayı selamlıyorlardı.
"Analar yine yırtıyor yazmalarını
Kara haberler koşuyor heryerde
Telgraf tellerinde
Haber bültenlerinde
İlk çağların bir uzay çağdaşlığı
Okunuyor yine kan efsanelerinde"
İstanbul, bu kez Kardelen'i, onun alışageldiği eylem yolculuklarından; kara gözlerinde bir görevi daha yapmanın gururlu ifadesi, mağrur gövdesiyle dikilişiyle, dönerken değil, ıssız bir mücadele sürecinin bir avuç mücadelecisinin en önündeki bu erdemli ve yiğit kadını, artık bir direniş şehidi olarak ve silahların onca suskunluğunun orta yerinde ve bildik isyancılığının Marmara'yı utandıran dinginliğinden ötürü ellerini yüzüne kapatarak; karanfilleriyle, beyaz eşarplarla donatılmış tabutu içinde karşılıyordu.
Emperyalizmin, oligarşinin ve faşizmin zincirlerini parçalamak için seferberlik kaçınılmazdı. Ve bu ülkenin namuslu evlatları, erdemli anaları seferberlik nedir çok iyi bilirlerdi. Didar Abla'nın cenazesini yılların unutayazdırdığı bir seferberlikle karşıladılar. Yüreklerin dinginliği boranlarla kavruldu, tüm ikirciklenmeler, buncasına tahammül edememenin isyanıyla sıkılı yumruklarda 'and'a durdu.
Bu çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı direnmeyi ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele mevzisi yaparak yıllar boyu işkenceyi yenmeyi somutlayan savaş tutsaklarının yılmaz ablası değil, proletaryanın bütün sınırlı haklarının da gaspedildiği bir süreçte ülkenin sömürücü işbirlikçilerine tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren sınırlı sayıda işçinin "onurunuz onurumuzdur" diyen omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay önce yükselmeye başlayan öğrenci gençliğin hareketliliğinin de içinde, onların direnişlerinin de orta yerinde bulunmak isteğiyle yanıp tutuşan ve bu gençleri Didar Ablalarını akademik zeminde yükselen eylemlerine çağırmadıkları için azarlayandı da. Aynı zamanda yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının da en önündeydi ve İnsan Hakları Derneği kurucusu, Af Komisyonu üyesi, SHP üyesi kimlikleriyle ülke siyasal gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim, ölümü karşısında, aydını, yazarı, sanatçısı, vb. ile ülkenin kafasını ve yüreğini karanlığa teslim etmemiş bütün kesimlerden gelen tepkiler, O'nun mücadeledeki yerini ve kaybın büyüklüğünü gösteriyordu.
Özellikle bu zifiri gecede işkenceden, baskıdan ve zulmün her türlüsünden bir an soluk alıp başlar gökyüzüne çevrildiğinde görülen ender yıldızlardan biriydi Kardelen. Düşmanın bütün silahlarına rağmen silahsız kuşatılmışlığın girdabında, sadece hiç kınına sokulmamış gövdeler kuşanılıp yürünürken onun sıcaklığını omuzbaşında duymak, o gerçek aslanın "direnin aslanlarım, direnin yiğitlerim" diyen sesiyle çoğalmak, dünyanın yaşanabilecek en güzel duygularındandı. Yine biliniyordu ki, yenildik zannedenlerin yenilgisi sadece kendi cahil, korkak ve bahtsız kimliksizliklerindeydi. Ve işte Kardelen aynı yıllarda yenilmezliği; yaşamıyla da, ölüme duran eylemiyle de düşmanın dahi yadsıyamadığı ölçüde görkemli kılmıştı. Yaşananlar elbette güçtü. Acılar elbette zorluydu. Ama öylesine büyük amaçlar çizilmişti ki ve öylesine tarihin öznesi olunmuştu ki, bunlara rağmen bunları bilerek yürürken kolaylıktan sözetmek imkansızdı. Çevredeki pasifikasyon ve yılgınlık çemberinin basıncı, ucuz yaygaraların, demogojik çalımların, sınıfımızla ilgisi olmayan siyasi haydutların sınıfımızdan çaldıkları sahte sloganların sefaleti ortadaydı. Bu sefalet tablosunda, karşı devrimin kurşunlarının fazla sekmeyeceği, en öndekilerin soylu gövdelerini bulmakta gecikmeyeceği bir gerçeklikti. Ve savaşçılar şimdi de zulme karşı olmanın, proletarya ve onun müttefiklerinin zaferi için savaşmanın Türkiye'li selamını, tarihin bütün zamanlarına ve sınıf savaşlarının bütün boyutlarına hem bir omuzdaşlarının hem de sevgili ablalarının ölümüyle gönderiyorlardı.
Bir kadının savaşı, bir kadının direnişçiliği, bir ananın yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur, daha derindir. Çünkü bir kadın halk savaşçısı, bir kadın önder çok daha fazla zincir parçalayarak yürümek zorundadır.
Bu, çok katlı bir karanlığın çok boyutlu ışığı ile gurur duymak, ona daha fazla sahip çıkmak ve onun mücadelesiyle daha fazla özdeşleşmek, onun bütün erkek ve kız çocuklarının, erkek kardeşlerinin ve kız kardeşlerinin içinde elbette daha fazla ülkesinin kızkardeşlerinin ve onun kız evlatlarının hakkıdır. Çünkü onların, Kardelen'in parçaladığı zincirler içinde yakalayacakları çok daha fazla halka vardı. Ve ondan dolayı onlar, bu yaşamın yiğitliğinde biraz daha fazla gurur payına sahiptirler. Ve ondan dolayı 1 Eylül'de bundan böyle ülkemizin bütün emekçi kadınlarının ve savaş yolunda yürüyen bütün kadınların coşku ve mücadelesi haykırılacaktır. Türkiye'li kadınların parçaladığı zincirlerin ve onların önderliğinin simgesi Didar Abla adıyla duyulan gurur halkın bütün kadınlarının başlarında kardelen taçları olarak takılacaktır ve her 1 Eylül'de biraz daha yükselen devrimci savaş; onlarca, yüzlerce, binlerce Didar Şensoy'la meydanlarda, fabrikalarda, okullarda, dağlarda, zindanlarda çoğalarak bütün dünya emekçi kadınlarına muştulanacaktır.
Kuşkusuz, bunlar Didar Abla için ilk solukta söylenmesi gereken ve söylenebilecek sözlerdir. Ama daha önemlisi, onun mücadele ettiği, yaşadığı ülkesinin koşullarını, öğrettiklerini bıraktığı dersleri görebilmektir.

İNSAN HAKLARI MÜCADELESİNDE
DİDAR ŞENSOY'UN YERİ
VE ÖĞRETTİKLERİ


Kabul etmek gerekir ki, insan haklarını yerleştirme ve savunma olgusunun bilinçli bir nitelik kazanması, 12 Eylül sonrasına rastlar. 12 Eylül öncesinde onca iri söze, iddialı hedeflere karşın mücadelenin bu yönlerine ilişkin konularda, bu karekterde adımlar ve ayakları yere basan bir pratik yoktur. Devrimci bir dalga boyutlarına ulaşan kitle potansiyeline karşın, mücadelenin niteliği ve yürütülüş biçimi, birçok hata, eksik ve zaafı da içermiş, diğer eksiklikler yanında, insan hakları doğrultusunda bir eğitim, bu temelde demokrat bir kamuoyu yaratmak, insanları bu değerler çerçevesinde eğitmek eksik bırakılmıştır. Durumun bu özellikler kazanmasında somut güncel çabanın, genel politik mücadeleye tabi kılınma adına eksik bırakılmasının da payı vardır kuşkusuz. Söz konusu olan toplumsal çizgilerin devrimci saflardaki izdüşümleridir.
Toplum olarak bu bağlamda öne çıkan eksiklikleri, genel bir olgu olarak demokratik değerlere sahip çıkmaması, demokratik taleplerin yaygın bir taban bulmamış olması biçiminde özetleyebiliriz. Bu durumun toplumsal pratik içinde aldığı somut biçimi ise en yaygın anlatımla "hak verilmez, alınır" gerçeğinin Türkiye'de yeterince kavranamaması ve bu temelde bir mücadele geleneğinin yeterince oluşmaması şeklinde belirtebiliriz. Mücadele içinde kazanılmış haklar olmadığından bu hakların bilincine varmak, savunmak ve kalıcı mevzilere dönüştürmek, sonuç olarak da nihai çözümü ancak böylesi bir sürecin üzerinde değerlendirmek gerçeği toplumsal pratik içinde yeterli bir düzeyde ses bulamamış, nihai çözüm adına pek çok şey ertelenmiş, ya da söylenenler ancak teorik söylem düzeyinde kalabilmiştir.
Kuşkusuz bu durum, burjuva devrim sürecinin özellikleriyle bağlantılıdır. Türkiye'de burjuva devrimi süreci demokratik bir içerikle birlikte gelişmemiş, feodalizme karşı tavır, toprak sorununun hareketlendirdiği köylünün bu talebine karşı çıkmak ve onu feodalizme karşı mücadelenin etkin bir unsuru olarak kullanmak, burjuva demokratik kurum ve olguları kitlelerin talepleri olarak, bu taleplerin üzerinde yükselterek topluma maletmek gibi özellikleri içermemiştir. Burjuvazinin kapitalizmin gelişme özelliklerine sahip olarak kazandığı nitelik, burjuva devrimine çarpık ve eksik bir karekter kazandırmış, dolayısıyla da demokrasi ve özgürlük sorunlarının toplum açısından anlamı, iç dinamizme dayalı gelişme eksenine sahip toplumlardan oldukça değişik yanlar içermiştir.
Türkiye'nin tarihi, bu yönüyle bir çelişkiler tarihidir. Halk bir çok durumda haklarının gasbına tavırsız kalmış ya da en azından tepkisini ifade edememiş, mücadele edemeden verilmiş "haklar"ın gasbına tavır alacak, bu haklara sahip çıkacak bilincin topluma yeterli ölçülerde mal olmadığı birçok kez ortaya çıkmıştır. Burjuva değerlerin ve demokratik hak ve bu kurumların, toplumsal bir talep olmadan topluma mal edilmesi çabasının tipik bir sonucudur bu. Ve bir çok durumda tutuculuğun güçlenmesi, ya da taban bulmasının önemli etkenlerinden olmuştur. Halkın 1961'de onayladığı Anayasa'nın 20 yıl sonra bu kez büyük bir çoğunlukla değiştirilmesi yönünde oy kullanarak tüm haklarının gaspını onaylamasının, rekor düzeye ulaşmış grevlerin bir günde bıçakla kesilircesine sona ermesinin kökeninde yatan en önemli nedenlerden biri de budur. Toplumsal gelişme düzeyinin henüz bir talep durumuna getirmediği düzenlemelerin topluma empoze edilmeye çalışılması, hem toplumun onları benimsememesini getirmiş, bu çelişkili durum halkın otorite karşısında sahip olduğu edilgen özellikleri destekleyen, harekete geçmesini engelleyen temellerden biri olmuş, birçok açıdan bu yurtsever güçler de bu durumdan önemli ölçüde etkilenmişlerdir.
Bu niteliğin bir ürünü olan ve emperyalist kültürün en uç örneklerinin en yoz biçimde ses bulabildiği, etkili olduğu, öte yandan ona tepki olarak fanatizme varan bir tutuculuğun önemli taban bulabildiği, çarpık kültürel ortama 12 Eylül ile birlikte eklenen yılgınlığın, yozlaşmanın, kaçışın her türden ifadesi, her türden iz düşümü, devrimci eylemin olmadığı, devrimci kültürün çözüldüğü, otoritenin güç gösterisi koşullarında, daha bir yaygınlaşmış, kültürel çarpıklık ve yabancılaşma daha bir etkili olmuş, sancılı ve zor bir süreç, dönemin her açıdan öne çıkan özelliği olmuştur.
İşte bu ortam, tüm zorluklar, sancılar, tüm bu çarpıklıklar, kaderci ve boyuneğen kültürel ortam, Didar Abla'yı ve onun bayraktarlığını yaptığı mücadeleyi daha iyi anlamamızı sağlayacak, bu mücadelenin kökeninde yatan, onun çıkış mantığı olan ve mücadelenin başlangıcı için dar bir çevreyle sınırlı da olsa, sorunları gelişecek olan, daha da gelişeceği, yaygınlaşacağı kaçınılmazlaşan bir özelliğini, sancılı ve zorlu bir süreç sonucunda kazanılmış bir niteliğini bize vermektedir: "Hak verilmez, alınır" .... Elbette bu onlarla başlamış değildir. Daha öncesinde de bu ülke bu anlayışın ifadesine ve bu çerçevede eylemlere tanık olmuştur. Ancak bu kez, ileri ve nihai çözüm adına, bu nihai çözüme tabi kılınarak ele alınan, ne var ki çoğu kez somutlaştırılamamış, güncelleştirilememiş, sorunların toplumsal pratik içinde anlamlandırılması söz konusudur. 12 Eylül süreci boyunca diğer bir çok alanda olduğu gibi, insan hakları çerçevesinde de gasbedilen, fütursuzca çiğnenen değerleri savunma temelinde oluşan ve adım adım bilinçlenmeyi içeren bir sürecin sonucudur bu.
Yani geçmişte çoğu kez soyut birer söylem olan sorunlar bu dönem somutlaşmış, sınırlı bir çerçevede de olsa, halk içinden bilinçli bir destek bulmuş, kendisine güçlü bir temel oluşturmuştur. İnsan hakları ve demokratik değerlerin savunulması bunlardan biri ve başlıcasıdır ve söz konusu niteliğe oturması da büyük ölçüde tutuklu ailelerinin mücadeleleri ile oluşmuştur.
Bu kuşkusuz rastlantı değildir. İşkence olayının alabildiğine yaygınlaştığı, ülkenin açık bir cezaevine dönüştürüldüğü, kitle halinde işkencelerin uygulandığı bir dönemde, işkenceye bizzat uğrayanlar ya da onun acılarını en çok duyanlar, birinci derecede tanığı olanlar, doğallıkla ona karşı hareketin başını çekmiş, bu bağlamda bir kamuoyu yaratmaya, bir temel oluşturmaya yönelmiştir.
Soyut bir işkence söylemi değil, bizzat onu yaşayanların başlattığı bir temeldir sözünü ettiğimiz. Ve bugün, insan hakları sorununun bu ülkede bir kamuoyu yaratmış olmasının kökeninde yatan da bu nedendir.
Çıkışı ise, cezaevlerinde 12 Eylül'le birlikte başlayan direnişlere dayanır.
12 Eylül'le birlikte boyutlanan işkencenin, cezaevleri için içerdiği anlam, tutukluları sahip oldukları siyasal kimlikten uzaklaştırmak, kişiliklerini ezmek, devrimci yurtsever değerlerinden uzaklaştırılmak, bu değerlere yabancılaştırılmak, ezik, yılgın, pişman bireylere dönüştürmek çabasıdır.
Cezaevlerindeki sürekli, yani aylar, yıllar sürecek bir işkence ortamının muhalifler üzerinde yıldırıcı bir etki yaratacağı hesap edilmiş ve bu temelde topluma, sesinizi çıkarırsanız sizi bekleyen sonuç bu olacak mesajının verilmesi amaçlanmıştır. Bu çabanın birebir karşılığı pişmanlık duygularının açıktan dile getirilmesi değil elbette. Bu nitelik daha değişik biçimlerde de ifade edilebilir, ediliyor. Dönemin koşullarına egemen olan baskı ve yılgınlık ortamı, toplumu birbirine yabancılaşmış bireyler toplamına dönüştürme çabası, çeşitli düzeylerde ses bulmuş ve olayların cezaevlerine yansıyış biçimi yaygın ve fütursuz bir baskı, sürekli bir işkence olmuştur.
Emperyalist rehabilitasyon programlarının deneyleri ile, bu yönde oluşturulan birikimin üzerinde yükseltilen söz konusu politika, hiç kuşkusuz direnişi de beraberinde getirmiş ve ilk elde kitlesel direnişin gündeme geldiği yerlerden biri olan İstanbul cezaevleri faşizme karşı direniş odaklarından biri olmak işlevini de yüklenmiştir.
Bu tavır doğallıkla tutuklu yakınlarını yakından etkilemiş, devrimci hareketin bir eksikliği olarak, politik ortamın devrimci kavganın dışında sayılabilecek, politikayla ilgileri daha çok bir devrimcinin yakını olmak düzeyinde kalan bu insanlar, işkencenin ve etkilerinin doğrudan bir parçası, fakat ona karşı mücadelenin de önemli bir halkası durumuna gelmiş ve bu noktada bilinçlenme başlamıştır.
Sürekli baskı ve işkence koşullarının, onca direnişe, açlık grevine karşı bir türlü son bulmaması, onları neden'li, niçin'li sorulara itmiş, işkencenin somut sorumlusu olarak cezaevi idarelerini gören yaklaşımların olayların gelişmesi sürecinde sorunu daha yakında görmelerini getirmiş ve bu gözlemleme sürecinin aynı zamanda sürekli bir uğraşma ve çalışmayı içermesi, bilinçlenme ile kararlı bir mücadelenin gerekliliğini, sorumluluk duygusu ile çözüm yolunda örgütlenmenin öneminin kavranmasını içermiştir. Sonucu herkes biliyor. Bu sonuç işkenceye karşı mücadele sorumluluğundan uzak çevrelerin değil, işkenceyi bizzat yaşayanların başlattıkları direnişin, onların yakınlarının elinde ses bulması, onların bilinçlenmesi ve örgütlenmeye yönelmesi temelinde yükselmesi gerçeğidir.
Didar Abla'nın bize öğrettiklerinden çıkarılması gereken sonuç budur. Yani halka gerçekleri kavratmanın biricik yolunun soyut bir söylem ya da devrimci eylemin ayakları yere basmayan bir çerçevede yürütülüşü değil, devrimci eylemin halkı etkileyebildiği, mücadeleye seferber edebildiği , somut ve düzenin işleyişini teşhir edici bir temele oturabildiği oranda kazanılmış bir bilinç ve mevziler elde edebilme gerçeği...12 Eylül koşullarında işkenceye karşı, devrimci eylemin aldığı biçim, nesnel olarak cezaevlerinde yükselen direniş dalgası olmuş ve direnişler, işkencenin gerçek niteliğinin, amaçlarının kavranmasının yolunu açmış, tutuklu yakınlarını harekete geçirdiği oranda güçlenmiş, süreklilik kazandığı oranda bilinçlendirmiş, örgütlenmeye itmiştir.
Belli bir aşamadan sonra, tutuklu yakınlarının bağımsız insiyatif kazanmalarını, yıllarca yakınları ile görüşemedikleri hareket gerekliliğini kavramalarını, örgütlenmelerini, bu yolda kendi çoçuklarını şaşırtacak başarılar elde etmelerini, kazanılmış değerler oluşturmalarını getirmiştir. Çocuklarına karşı duyarlılıktan yola çıkan bilinçlenme, onları grevci işçinin, direnişçi öğrencinin yanında dayanışma eylemlerine kadar götürmüş ve kendi yaşantıları ile mücadele edilmeden hak elde edilemeyeceğini görmüş, kavramışlardır.
Didar Abla, tutuklu yakınlarının adım adım bilinçlenmesi ve kazanılmış değerler oluşturmaya yönelmesi sürecinin başlatıcısının, bu ölümsüz sembolün yaşantısının gösterdiği ikinci önemli sonuç ise ; onun bilinçlenmesi ve kendini yenilemesi sürecinde yaşayarak öğrendiği ve pek çokları için hala söylem olmaktan öte gitmeyen bir diğer gerçek, hakları almanın, onların gerektiği biçimde savunulmaması durumunda, fazlaca bir şey ifade etmeyeceği gerçeğidir.
Didar Abla, daha önce soyut olarak bildiklerini yaşayarak görmüş, cezaevlerindeki her direnişle, her açlık grevi ile birlikte elde edilen hakların, birkaç ay sonra yeniden gasp edilmesinin nedenlerini yeterince kavramıştır.Kazanılmış haklar mevzilere dönüştürülmüyorsa, tek başlarına ciddi bir açıklayıcılığa sahip değildi ve çözüm olabilmekten uzaktı. Kazanılmış bir mevzi ise, sürekli mücadele anlamına geliyordu. Bu nedenle durmadan, ara vermeden, kendi özel yaşantısını her şeyi ile feda ederek elde edilmiş hakları koruma yolunda sürekli bir çabayı sürdürmekte, duyarlılığı canlı tutmaya çalışmaktaydı.
Tutuklular için mücadele etmek yalnızca kardeşinin bulunduğu cezaevindeki durumla bağlantılı olmaktan çıkıyordu giderek. Cezaevinde açlık grevinin olduğu sıralarda doruğa çıkan tutuklu yakınlarının girişimleri giderek onda sürekli bir çalışma anlamını kazanmıştı.Artık Türkiye'nin neresinde baskı ve işkenceye karşı bir direniş gelişse, O oradaydı. Böyle bir ortamın olmadığı zamanlarda bile, ara vermeden, bıkmadan, usanmadan her kapıyı çalıyor, bir suret olmayı aşamayan "yetkililer"le dişe diş boğuşarak, bu sorunların herkesin sorunu olduğu inancıyla, uzanabileceği her insanla, her çevreyle ilişki kurarak, konuşarak, onları sorunlara ortak etmeye çalışıyor, uzanabildiği tutuklu yakınlarını yeni girişimler için seferber ediyor, hazır tutuyordu.
Politikayla ilgisi başlangıçta kardeşine duyduğu sevgi, mücadelesine duyduğu saygı ile sınırlı olan bir kadının yaşayarak öğrendiği bu gerçekler bizlere de bir şeyler öğretebilmelidir. Unutmayalım ki, bu ülke her zaman küçük başarılarla yetinmenin günü birlik pratiklerle erken başarı çıkarımları yapmanın ve bu yaklaşımların yıkımının örnekleriyle doludur.
Anımsayacak olursak, 1975-80 sürecinin boyutları, birçok açıdan ciddi bir devrimci dalga anlamına gelmekteydi. Kitlesel düzeyde ulaşılan güç, devrim beklentisinin yalnızca örgütlü kitleyi değil, aynı zamanda toplumun hemen her kesitini önemli oranda etkileyebilmiş olması, sosyalizmin bir umut, bir seçenek olarak yarattığı etki alanı bu tür bir çıkarıma yeterli temeli oluşturmakta. Ne var ki, söz konusu durumda bir devrimci dönüşüm gerçekleştirilemedi ve kabarış karşı devrim tarafından boğuldu. 11 Eylül günü rekor düzeyde olan grev sayısının 13 Eylül günü sıfırlanmış olmasının kökeninde yatan gerçek, devrimci dalganın bir abartma, bugünden düne bakarak yapılmış bir yakıştırma olduğu anlamına gelmez. Bu gerçek; sahip olunan gücü, kitle potansiyelinin değerlendirilememesini vermektedir bize... Yaşanan süreç içinde önemi ve anlamı tam olarak kavranamayan kitlesel yükseliş, politik iktidar mücadelesine kanalize edilemediği, süreci dönüştürücü nitelik ve çapta öncü bir örgüt potasına akıtılamadığı ve karaktere uygun biçimde mevzilendirilemediği için, sonuç çözülme olmuştur. Ancak bizim güçsüzlüğümüz oranında güçlü, bizim faaliyetsizliğimiz oranında otorite yaratan karşı devrim, yarattığı bu görüntüyü, yenilmezliğinin bir kez daha kanıtlanması ve kendisine karşı hareket eğiliminin kökünü kurutma yolunda etkin biçimde kullanılmış, yıllarca politik eylemin en güdük, en düşük düzeyinde kaldığı koşullarda tüm olanaklarıyla bu ortamı sürekli kılmaya, yenilmezliğini mutlaklaştırma anlayışlarını doğurmaya yönelmiş ve devrim beklentilerine, sosyalizmin " umut" olma niteliğine büyük bir darbe vurmuştur. Tüm bu sürecin açığa çıkardığı bir gerçek olarak, "kitlelere mal olma" nın yetmediği, ezilen sınıf ve katları militanlaştırma ve onların hareket eğilimlerini devrimci eyleme dönüştürmedikçe, sağlanan başarıların ancak yüzeysel kalacağı ve bu niteliğiyle yenilen her darbenin, devletin yenilmezliğinin "mutlak gerçeklik" olarak kavratılması çabasına hizmet edeceği gerçekleri, karşımızda durmaktadır.
Geçmişte bu gerçeği ancak soyutlama düzeyinde kavramanın, toplumsal pratik içinde ona ters düşmenin sonucu; Türkiye solu açısından, geçmişinin çok gerisinde bir noktaya düşmek olmuştur. Bugün bu gerçeği soyut bir söylem olmaktan çıkararak, geri bir noktadan da olsa savaşı sürdürmek göreviyle karşı karşıyayız. Bu yolda saptanacak taktikler, bu gerçeği soyut bir söylem olmaktan çıkararak, geri bir noktadan da olsa savaşı sürdürmek göreviyle karşı karşıyayız. Bu yolda saptanacak taktikler, bu gerçeği kavramanın, kazanılmış mevziler oluşturabilmenin yolunda bir ön koşul olmasına dayanmalıdır.Ve kazanılmış mevzilerin içermesi gereken anlamı açmak zorundadır.
Didar Şensoy'un ve önderliğini yaptığı tutuklu ailelerinin yıllarca yürüttüğü çalışmalar, bize, bu yönde çok şey öğretmelidir. Onlar çok sınırlı sayıda insanla başlayarak, baskının ve yılgınlığın en yoğun olduğu bir dönemde bilinçlenme, ilerleme ve örgütlenme süreçlerini iç içe yaşayarak toplumsal pratik içinde, onun bir parçası, hem tanığı ve hem de yapıcıları olarak gösterdiler ki, halka mal olmuş değerler çok şeydir. Ne coplanmak, ne tutuklanmak, ne işkence görmek ve ne de hakarete uğramak, tehdit edilmek onları yıldıramamıştı. Yerlerde sürüklenirken bile biliyorlardı ki, yaşadıkları insanlık görevidir. İşte bu bilince ulaştıkları andan başlayarak, hiçbir neden; evet hiçbir neden onları birşeyler yapma istek ve kararlılığından uzaklaştıramazdı. İşkenceye maruz kalmak ve evet, ölmek, artık caydırıcı olmayacaktı onlar için, çünkü, bir kez gerekli bilinci toplumsal pratik içinde yaşayarak öğrenmişlerdi ve çünkü anlamışlardı ki, sürekli mücadele olmadıkça, baskının kurumsallaştığı bir ülkede "hak" denilen şey ancak göreceli olabilir.
Didar Abla, daha baştan, sosyalizmin, sosyalist eylemin bir taraftarı, coşkulu bir savunucusuydu. Ama bu tutumu mücadele ile, üzerine düşenleri yapma ve bununla da yetinmeyerek daha ilerilere taşıma gerekliliği ile tamamlaması ve giderek daha çok bilinçli bir temelde, toplumsal pratik içinde genel mücadelenin, politik iktidar mücadelesinin bir parçası durumunda yürütülmesine yönelmesi, daha sonra sürecin bir parçası durumuna gelmesiyle yükselmiştir.
Bugün kadercilikten "anarşizme", yeşilciliğe kadar her çeşit düşüncenin ve her çeşit sapkınlığın taban yaratmaya çalıştığı, dergileriyle yazılarıyla ses bulmaya, etki alanı oluşturmaya çabaladığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu düşünsel karmaşa, yenilgi sonrası ortamın bu karakteristik özellikleri, kuşkusuz politik iktidar mücadelesinin yeniden ve daha güçlü temellerde yükselişi ile birlikte paramparça olcak.
Çünkü onların, tüm bu "sivil toplumcu", yeşil, alternatif, vb. saçmalıkların görmedikleri gerçek, Türkiye gibi bir ülkede, her türlü muhalefete ilişkin çıkarımlarıdır. Bu temel ve bu çıkarımların anlamına verilecek karşılık, günümüzde birey olarak, bulunulan konumu belirleyecek, "ne yapmak gerekir" sorusunun karşılığını verecektir.
Böyle bir yöntemin hareket mantığı olarak kullanılması durumunda, yozlaşma ve kaçışlarının sahip olduğu gerçek nitelik kendisini kaçınılmazcasına gösterecektir. Siyasal düzene cepheden karşı olmayan her türlü akımın özelliği boş, kuru, soyut bir söylem ve böyle olduğu oranda da düzenden yana onun korunmasına ve yerleşmesine hizmet eden bir karakterden başka bir şey değildir.
12 Mart ve 12 Eylül dönemleri yeterince açığa çıkarmıştır ki, parlamentarist uygulamalar ve ona uygun kurumsallaşma, bu ülkede ancak yüzeysel kalabilmektedir. Gerçekten yeni sömürgeleşmeye koşut süren ve 12 Eylül döneminde kurumsallaşmasını tüm boyutlarıyla tamamlayan, geçmiş sivil faşist hareketin yarattığı tabanı bu yönde kadrolaşma sorununun çözümü yolunda kullanan bir niteliktir, söz konusu olan.
Parlamentarizm bu niteliğin maskelendiği, kalıcı olmaktan; bu yolda bir gelenek yaratabilmekten, gereksindiği kurumları oluşturabilmekten uzak bir temelde sürmekte ve gücü bir gecede ortadan kalkmasına engel olmayacak düzeyde kalmaktadır.
"Türkiye'de çok şey değişti" diye tekrarlanıp durulan ve her defasında yozlaşmanın yeni tonlarını yüklenen söylem, olayı ne derce çarpıtırsa çarpıtsın bu gerçek değişmemektedir.
Evet, Türkiye'de pek çok şey ve bu arada kafalar önemli ölçüde dönüşmüştür. Ancak bu dönüşüm devletin sahip olduğu niteliği değiştirmeye yetmemiş, tam tersine onun yeni kurumlar oluşturması sürecini içermiştir. Toplumsal muhalefetin yaygınlaşması ve düzenin bazı kurumlarını değil, doğrudan kendisini hedef alan toplumsal bir pratikle birleştiğinde bu gerçek yeterince ortaya çıkacak kuşkusuz. Ancak böyle bir düzeye ulaşmadan da bu gerçeğin çarpıtılmasına karşı çıkılması ve bu temelde oluşan yapay ortamın etkisizleştirilmesi yolunda mücadele edilmesi gerekmektedir.
Türkiye'de tek tek kurumların, yani parçaların düzeltilmesi ve bunun kalıcı bir niteliğe oturtulması, bütünün niteliğinin en temelde değişmesi ile mümkündür. Bu olmadan, açıkcası bir devrimle sorun çözülmeden birşeylerin değiştirilmesi ve iyileştirilmesi geçici olmak durumundadır. Faşist kurumlaşmanın ulaşmış olduğu düzey bunun dışında seçenekleri daha baştan ölü doğmak yazgısıyla karşı karşıya bırakıyor. Dolayısıyla değişik düzey ve içeriklere sahip olsak da her türden "hak"kın ancak ve ancak mücadele ile elde edilebileceğini, bu mücadelenin sürekliliği ile savunulabileceğini, kitleye mal edilmesi durumuna gelebileceğini ve bu kitle hareketinin genel politik iktidar mücadelesine aktarılması ile bir anlam kazanabileceğini görmek zorundayız. Tersi durumda sürekli çelişkilerin durmadan yılgınlık üreten yenilgilerin her soluklanmada, mücadelenin her iniş kalkışında, yeni teorik açıklamalar üretmeye ve yeni bir toplumsal konumlanışa savrulmak yazgısına mahkum insanlar olmaktan kurtulamayız.
Didar Ablamız, hayatını verdiği mücadelesiyle bunu anlatmıştı. Başlangıçta bir taraftarı olduğu sosyalizmin biricik ve gerçek kurtuluş anlamına geldiğini görmüştü. Çalınan her bir devlet kapısı, konuşlan her yetkili, yeni zorlar, yeni bir engel anlamına geliyordu. Her direnişte elde edilen haklar, bir kaç ay sonra yeni bir saldırı dalgasının ya da kendini kanıtlamak isteyen yeni bir yetkilinin kurbanı oluyor ve her biri kendi denemelerine, saldırılarına gerekli dayanağı fazlasıyla buluyordu.
Askerlerin gidip sivillerin gelmesiyle, değişen yalnızca biçim olmuştu. Askerlerin yerini alan müdürler, bürokratlar, aynı karakterin değişik binalarına yerleşmiş değişik elbiseli suretleriydi sadece. Üstelik bu yeni görüntüye uygun olarak çıkarılan yasalar, kararnameler daha fazla işleme karşı daha fazla uğraş anlamına geliyordu. Öte yandan her geçen gün düzen içi seçeneklerin ne kadar boş ne kadar umutsuz olduğunu daha fazla açığa çıkarmaktaydı. Kendilerine "sosyal demokratlığı" yakıştıranların, sorunlarını dinlerken gösterdikleri duyarlılığın, yalnızca dinledikleri anla sınırlı kaldığını, onların gerçekte bu doğrultuda bir yaklaşımdan ve çabadan çok uzak olduklarını, temelde farklı olmayan bir niteliğin değişik bir görüntüsü olduklarını yeterince anlamışlardı. Af vaadlerinin, işkenceye karşı mücadele sözlerinin sahteliğinin ayrımına varmışlardı. Kendisine, "demokratik solcu" diyen bir partinin onu kongresine alması bir rastlantı değildi elbette. O, insan hakları ve demokrasi sorunlarının gerçek çözümünün ancak düzenin niteliğinin değişmesi ile, sosyalizmle mümkün olabileceğini görmüş, anlamıştı. 1971'de başlayan ve ölene kadar yılmadan sürdürdüğü mücadelesinde yeterince öğrenmişti ki, bu düzen sınırları içinde elde edilecek haklar, her an gasp edilmeye, her an ortadan kaldırılmaya mahkumdur. Ve onları koruma yolunda çaba, ancak politik iktidar mücadelesine aktarılabilir, onun bir parçası olarak değerlendirilebilirse gerçek bir çaba olur. Nitekim Didar Abla'mızın uğrunda canını verdiği haklar, üzerinden daha bir yıl geçmeden bir kez daha gasp edildi. Verilen onca söz, onca vaad unutuldu ve bir kez daha sürgünle cezalandırma ile infaz yapma tehditleri ile karşı karşıya kalındı. Çünkü devrimcilerin varlığı onların korkusu idi.
Öte yandan Didar Abla'nın mücadelesinden ve öğrettiklerinden bahsederken, mücadelede kadının yerine değinmeden edemiyoruz. Çünkü o aynı zamanda bir kadındı ve öğrettiği, bu doğrultuda da hatırlattığı gerçekler vardır.

Devam Etmek İçin Tıklayın


 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92