Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Şerif Onursal

6 Haziran şafağında kuşatmada şehit düşen Tamer ARDA, Atilla ERMUTLU, Doğan ÖZZÜMRÜT, Ercan YURTBİLİR. 25 Haziran’da Denizlerle kucaklaşan Ahmet SANER, Kadir TANDOĞAN... Tüm Haziran şehitlerimiz...
İşkencede, çatışmada devrim ve sosyalizmin lekesiz sembolleri; Nurettin GÜRATEŞ, Fehmi GÖKÇEK, Zeki YUMURTACI, Bedrettin ŞINLAK, Tamer TABAK, Ömer ÇİMEKEN, Davut GÜNAY, Hakkı KOLGU, Nurettin YEDİGÖL, Kasım AKKURT, Suat İĞLİ ve yüzlerce P-C’li şehitlerimiz...
Gökyüzünün ve kavganın tamamını isteyen, Didar ŞENSOY, Serpil POLAT ve tüm kadın şehitlerimiz...
İlk öncülerimiz, Mahir, Hüseyin, Ulaş, Necmettin, Sebahattin, tüm şehitlerimiz...
Tarihin bu anında, Devrimci Kurtuluş için; illegal, legal mücadelede, işçi-esnaf-öğrenci tüm toplumsal-sınıfsal mücadelede, sokakta, zindanda, yaşamın tüm alanlarında dövüşen kadın ve erkek savaşçılarımız.
Şimdi burada, Haziran şehitlerimiz şahsında hep beraberiz. Aynı düşünüyor, aynı nefesi alıyor, aynı hissediyor, aynı yaşıyor, aynı savaşıyoruz. Burada, hep birlikteyiz; omuz omuza, yan yana, yürek yüreğe, BARİKAT’ın başında, şafaklara sevdalıyız...
Bir tarih yazıldı; bu tarihin özgün motifleri oldu şehitlerimiz. Şehitlerimizden, yaratılan devrimci gelenek ve mirastan, parti çizgimizden güç alıyoruz ve tarihi yazmaya kararlıyız. Tarih yazılacak, şehitlerimiz ve Devrimci Kurtuluş Savaşçıları, hakettikleri mütevazi yerlerinden tarihi selamlayacaklar. Mahir, Atilla, Serpil Yoldaşlar, yanıbaşımızda olacaklar, yol gösterecekler, beyinlerimizi-yüreklerimizi aydınlatıp, ışığı çoğaltacaklar...

Mahir: Yeni proleter yönelimin öncüsü
TDH’de, 71 silahlı mücadelesi yeni bir başlangıçtır. Herşey 71 silahlı mücadelesi ile başlamıyor, ama bu dönemde, herşey yeniden harmanlanıyor, eski yıkılıyor, yeni kendi ayakları üzerinde kuruluyor.
Paris komününü saymazsak, Ekim Devrimi ilk proleter devrimdir. Proletarya, ilk kez, “egemen sınıf” olarak Ekim Devrimi ile kendini örgütlemiş, böylece, yeni bir çağın, proleter devrimler çağının yolunu açmıştır. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı sonuçlardan, özellikle de emperyalistler arası iç çelişkiden yararlanarak yükselen barış talebine doğru yanıt veren bolşevikler, nisbeten kolay bir biçimde iktidarı ele geçirmişlerdir. Ama Lenin’in de işaret ettiği gibi, sosyalizmin kuruluşu, iktidarın korunması çok daha ağır koşullarda başarılmıştır. Artık, kapitalizmin korkulu rüyası sosyalizmdir. Avrupa kapitalizmin korkulu hayaleti, Rusya’da gerçekliğe dönüşmüştür.
Ekim Devrimi, buzun kırılması, yolun açılmasıdır. İç savaş, devlet kapitalizmi, tarımda ve sanayide sosyalizmin inşaası dönemlerini geride bırakan sosyalizm, 2. Paylaşım Savaşı öncesi, dünyanın 1/6’sında zafere ulaşmıştır. Ancak, 2. Paylaşım Savaşı, kapitalist sistemin başta pazar sorunu olmak üzere, bir dizi sorunlarını çözmek bir yana, Asya ve Doğu Avrupa’ya devrimlerin yayılmasının zeminini hazırlamıştır. Büyük Çin Devrimi ve Kore Devrimi’nin yanı sıra, sosyalist Sovyetler Birliği’nin aktif desteği ile, Doğu Avrupa’da, devrimler birbirini izlemiştir. Böylece, yeryüzünün 1/3’ü kapitalist pazarın dışına çıkmış, sosyalizm tek ülkede değil, birçok ülkede kurulma sürecine girmiştir.
Daralan kapitalizm iki yönteme başvurmuştur. Bir yandan, sosyalizme karşı silahlanma yarışına girmiş, ekonomisini askerileştirmiş, diğer yandan, eski sömürgeci ve yarı-sömürgeci ilişkiler üzerinden yeni-sömürgeciliği geliştirmiştir. Tüm bunlar, daralan pazar ilişkisine, kapitalist sistemin krizine “çözüm” arayışıdır.
Yeni sömürgecilik, bağımlı ülkelerde, kapitalist iç pazarı emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmiş, dışsal bir olgu olan emperyalizmi içsel bir olguya dönüştürmüş, iç savaş da dikkate alınarak, faşizm yukarıdan aşağıya örgütlenip süreklileştirilmiştir.
Özcesi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist-kapitalist sistem, sosyalizme ve yönü sosyalizme dönük demokratik devrimlere karşı kendini yeniden yapılandırmıştır. Ancak herşeye rağmen, sosyalizm maddi bir güçtür, dünya halkları için önemli bir moral değerdir. Ayrıca, Asya, Afrika, L. Amerika ülkelerinde yükselen, resmi-geleneksel sosyalizmin dar çemberini kıran ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesi dev boyutlara ulaşmıştır. Küba ve Vietnam devrimleri, güçlü bir anti-emperyalist dalga yaratmış, yeni proleter yönelim olarak tanımlanabilecek, proleter devrimcilerin önüne “iki-üç daha fazla Vietnam” şiarını koymuştur.
İşte, 1970’li yıllarda dünyanın özet tablosu budur..
Bu tablodan, yeni sömürge Türkiye ve sömürge Kürdistan’a düşen kapitalizmin gelişmesi, imha inkar ve devletin, iç savaşa göre yeniden örgütlenmesi, yani faşizm olmuştur.
Hepsi bu değil..
Sosyalizmin ve dünyayı etkileyen anti-emperyalist dalganın da etkisi ile, 1965’li yıllar, işçilerin, köylülerin, öğrencilerin, kısaca, tüm ezilen-sömürülen sınıf ve toplumsal kesimlerin kendi sorunlarına sahip çıktığı yıllardır. Kendiliğinden bir bilinç ekseninde gelişen bu mücadele, tüm toplumu etkilemiş, güçlü gençlik eylemlerine, toprak işgallerine, anti-emperyalist gösterilere ve en önemlisi de 15-16 Haziran büyük işçi direnişine yol açmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu dönemde yaşadığı krize, böylesi bir devrimci yanıt sömürge tipi faşizme çözümsüzlüğü yaşatmıştır. İşte 12 Mart açık faşizmi tam da bunun üzerinde şekillenmiştir.
Partimiz THKP-C’nin öncüleri, Mahirler, Ulaşlar, Cevahirler, bu dönemin ürünleridir. Ama, aynı zamanda, döneme, tarihe, leninizm adına devrimci mücadelenin de kendisidir. 1965-70 döneminde, özellikle devrimci gençlik mücadelesi içinde, bir dizi ara aşamayı yaşayan Devrimci Hareketimizin öncüleri, 1970 sonlarında partileşmişlerdir. Bu aynı zamanda, geleneksel-reformist soldan, köklü bir kopuş, dünya ölçeğinde uç veren yeni proleter yönelimin ülkemizde kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Dönemin en ciddi siyasal ayrışma noktası, MDD-SD tezleridir; ama özünde, MDD platformu olsun, SD’yi savunan TİP revizyonizmi olsun, kalkınmacı bir sosyalist anlayışı içinde, demokratik devrimin dar sınırları içinde, bağımsızlığı aşmayan bir programa sahiptir. Bunun yanısıra, Türkiye devriminin yoluna ilişkin bir dizi tartışma vardır. Bu tarihsel dönemin, özellikle TİP-YÖN-MDD’nin kimi tezlerini taşısa da, Devrimci Hareketimiz, tüm bunlardan kopuşu ifade eder. Eksik olan Kürt Ulusal Sorunu, yanlış olan Kemalizm saptamasını bir yana bırakırsak, partimizin, Türkiye devriminin yoluna ilişkin, programatik platformu olan KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3, sadece ülkemiz açısından değil, tüm yeni sömürge ülke devrimleri açısından, yeni proleter yönelimin en ileri siyasal çerçevesidir.
Bu çizgi; marksizm-leninizmi rehber alan, kendi özgücüne güvenen devrimci marksizm ile ülke somutunu kaynaştıran, eleştirel yaklaşımı diyalektik yöntemle içselleştiren, analizci-çözümleyici, doğrularını hiç bir kaygıya kapılmadan savunan, şablonlara/formüllere değil sınıfsal savaşıma, gerçeğe yönünü dönen, devrimci değerleri herkesle paylaşan, devrim ve sosyalizmin çıkarlarını herşeyin üzerinde tutan, devrimci enternasyonalizmi yaşam biçimi olarak kavrayan bir özelliğe sahiptir. Bundan dolayı, Devrimci Hareketimizin öncülerinin bir dönem savundukları, bir süre sonra, bir süreklilik içinde ama yeni bir sıçrama noktası olarak ortaya çıkmıştır. Politik tezler, adeta bir yenilenme, sıçrama, içinden çıkılan Kemalist-reformist-geleneksel ortamdan birer arınma örnekleridir.
Bu önemli bir mirastır, devrim, bu miras üzerinden zafere ulaşacaktır.
Ve Kızıldere...
‘71 silahlı mücadelesinin üç önemli devrimci bileşkesi vardır. Bir dizi siyasal farklılığa rağmen, THKP-C, THKO ve TKP-ML dönemin ve sonrasının en önemli ayrım noktasıdır. Yeni bir devrimci dönemin ilk öncüleri, Mahir, Deniz, İbrahim şahsında, silahlı devrim cephesidir. Elbette, Küba devriminin yanlış ve kendiliğindenci bir yorumunun izlerini taşıyan THKO ile devrimci marksizmin bu coğrafyada ilk oluşumu THKP-C arasında bir dizi farklılılar vardır. Bunlar, MDD ve DHD programında, ülke toplumsal yapısının tahlilinde, parti konusunda, hatta halk savaşı ve gerilla savaşı konusunda önemli siyasal farklılığı içerir. Ama yine de, 12 Mart açık faşizm koşullarında, devrimci savaşta birbirine yakın durmuşlar, Kızıldere, bu yakınlığın, devrimci birliğin bir ifadesi olarak, parti tarihimizde yerini almıştır.
Daha sonradan, bir dizi tartışmanın ve çarpıtmanın konusu olan Kızıldere, politik bir yenilgi değil, öncü kadrolar şahsında, partimizin fiziksel olarak tasfiye edildiği, askeri bir yenilgidir.
TDH’de Kızıldere sonrası, yeni bir dönemdir. Emperyalizmin desteğini alan tekelci sermaye, 12 Mart açık faşizmi koşullarında hızlı gelişmiş, uluslararası işbölümüne paralel önemli bir birikim sürecine girmiştir. Bu sadece iç pazara yönelik bir birikim modeli değil, aynı zamanda dış pazara yönelik bir modeldir. 12 Mart açık faşizmi, silahlı muhalefeti dağıtmış, orta sınıfların taleplerine de yanıt veren kimi demokratik kazanımları budamış, kitle mücadelesini geçici de olsa geriletmiştir. 12 Mart açık faşizmi, yeni sömürgecilik ilişkileri içinde, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermayenin iktidarının, devletin yeni biçim almasının ilk adımıdır, ilk operasyondur. Bu süreç, tekelci sermayenin giderek merkezileşmesine paralel olarak (elbette devrimci muhalefetin de konumuna da paralel olarak) 12 Eylül açık faşizminde devam etmiş, bugün de kendisini 28 Şubat kararlarında ifadelendirmiştir.
Kızıldere devrimci hareketin bir yenilgisi olarak ortaya çıkmıştır ama hem siyasal mirası, hem devrimci duruşu ile sonraki süreci etkilemiş, 74-75 döneminde bir yükselme çizgisi yakalayan devrimci kitle mücadelesinin en önemli moral değeri olmuştur. Ayrıca, bu dönemde, sosyalist blokta bir dizi çelişki yaşansa da, sosyalizmin ve halk savaşlarının prestiji oldukça yüksektir.
Bu dönemde oligarşi ikili bir taktikle kitle mücadelesini kontrol etmek, onu düzen sınırları içinde eritmek ister. Bir yandan, kitlelerin devrime ve sosyalizme olan sempatisini, Kemalist-sol bir kanala akıtmak ister; bunun için Ecevit “umut” olarak ortaya çıkar. Diğer yandan ise, resmi devlet terörü kısmen geri çekilir, onun yerine CIA güdümlü, kontr-gerillanın sivil çeteleri devreye sokulur. Bugün her yönü ile açığa çıkan bu proje, sadece, ülkemize has bir politika değildir, yeni-sömürge ve sömürge ülkelerde sık sık başvurulan bir stratejik boyutu vardır. Sömürge tipi faşizmin bir özelliği olarak ortaya çıkan bu proje, “İslam” ve “Türklük” adına, “komünizme karşı mücadele” adı altında kitle mücadelesini geriletmek, amacından uzaklaştırmak için kullanılmıştır. Böylece oligarşi ipin iki ucunu elinde tutmakta, ne adına olursa olsun kitle mücadelesini düzen içine çekmek istemektedir. 1975-80 döneminin en önemli özelliklerinden biri budur.
Hemen belirtelim, bu proje, yürütülen sömürge savaşında, PKK önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş savaşına karşı “Türkçülük ve İslam” adına bu kez, Kürt düşmanlığı ekseninde katıksız bir şovenizmle, oldukça boyutlu uygulanmıştır. Ama yürütülen halk savaşı, bu projeyi her yönü ile deşifre etmiştir...
‘75-80 döneminin bir başka temel özelliği, Kızıldere sonrası, birçok P-C çevresinin varlığıdır. Bunlar, çoğu kez birbirinden kopuk, Devrimci Hareketimiz’i kavrama düzeyine paralel savunan, uygulayan bir niteliğe sahiptirler. Kızıldere, P-C geleneğinde bir kırılma yaratmış; bu aynı zamanda, P-C sempatizanlarının KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’deki siyasal çerçevenin, birikimin gerisinden yeniden başlaması anlamına gelmiştir. Bu temelde, elbet bir dizi kısırlık da yaşanmıştır. Ama dönemin bir özelliği olarak, bir çok P-C çevresinin varlığı nesnel bir gerçekliktir.
İşte, partimizin öncüleri, bu çevrelerden sadece biridir. Hareketimizin öncüleri Kızıldere sürecinde birer THKP-C sempatizanı olarak Filistin’e geçmişler, savaşma arzusu ile ülkeye dönmüşler, hiç kimseden destek almadan bağımsız çalışmalarını yürütmüşlerdir. Ancak, ilk dönemde, ayrı bir örgüt kurma fikri yoktur. Özgücüne dayanarak, bir yandan devrimci çalışmayı yürütürken, diğer yandan, değişik P-C çevreleri ile bütünleşmek temel perspektiftir. Hatta Devrimci Hareketimiz’in eski kadrolarından bazı beklentiler vardır. Ancak, bir süre sonra bu beklentilerin anlamsız olduğu anlaşılır, temas halinde olunan yurt dışı grubu ile tüm bağlar koparılır, Devrimci Gençlik oluşumlarına mesafe konur ve politik bir irade olarak, politik alanda yer almak bir ihtiyaç olarak belirlenir.
1975 1 Mayıs’ında, ilk kuruluş toplantısını yapan hareketimizin öncüleri, THKP-C tüzüğü ve KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3 temel örgüt platformu olarak kabul ederler. Yani KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3 temel politik çizgidir ve örgüt hukuku, THKP-C tüzüğüne göre düzenlenecektir. Hareketimiz, kendini “parti çekirdeği” olarak tanımlamış, diğer samimi P-C çevreleri ile bütünleşmeyi önüne koymuş, dönemin taktik politikasını da buna göre biçimlendirmiştir. Dönemin taktik politikası, bir yandan politik mücadelenin en yüksek biçimi olan SP temelinde mücadeleyi yükseltmek ve samimi tüm P-C savaşçıları ile bütünleşmektir. Parti tarihimizin yazılı materyalleri olan 1 ve 2 Nolu bültenler, sadece dönemin ideolojik mücadelesinin değil, aynı zamanda bu politik yöneliminde belgeleridir.
Hareetimizi bir çok devrimci oluşumdan ayıran da tam bu noktadaki özgünlüğüdür. Bir gün, “partinin” gelip kendilerini bulacağı hayalini kuran ve buna inananlar vardır. Ayrıca, kendini “THKP-C” olarak tanımlayanlar vardır, ünlü “yurt dışı grubu” etrafındaki şekilsiz birlik budur. Bunun yanı sıra, “ideolojik birlik sağlamak” için bir dergi çıkarmak, dernek kurmak, “ideolojik mücadele esastır” diyerek bunun üzerinden “partiye” ulaşmayı, hatta nerede biteceği belli olmayan, “partileşme sürecini” dillendirenler vardır. Menşevik bir mantıkla, “önce kitleselleşelim, sonra parti oluruz” diyenler, dönemin bir özelliği olarak anti-faşist mücadeleyi aşamamışlardır. Bunun yanı sıra, her türden oportünizm, THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisini çarpıtmakta, tahrif etmekte, hatta adeta varlık koşulları bu saldırı ve tahrifat olmaktadır. Böylesi bir ortamda, “temel mücadele biçiminin örgütülenmesi partinin örgütlenmesidir” demek, bir politik iradeyi ortaya koymak, illegal bir çelik çekirdekle, SP temelinde kitlelere ulaşmak, bu temelde kurumlaşmak, sadece leninizmin ilkelerine sahip çıkmak değil, kolay devrimciliğe taviz vermeden zoru seçmektir. İktidar perspektifinden uzak, akademik-demokratik mücadelenin cazibesine kapılanlar, illegal mücadeleyi hiç kavramamış, bundan “dar kadro hareketi”, “fokocu”, “sol sapma” tanımlamaları yapmışlardır. Elbette bu sözümona eleştirilerin temeli yoktur, dolayısıyla THKP-C’yi ve onun bir devamcısı olarak hareketimizi hiç anlamamaktır.
Yeni sömürge bir ülkede faşizmin süreklilik gösterdiği bir ülkede, uzun süreli halk savaşı zorunlu bir duraktır. Anti-emperyalist anti-oligarşik DHD, tüm çelişkilerin çözüm platformudur. Doğal olarak, uzun süreli bir halk savaşı, yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, ülke gerçekleri ile uyumludur. Bu strateji, gerilla savaşını temel çarpışma biçimi olarak tanımlar, illegal mücadele ve örgüt biçimleri esastır, legal mücadele buna bağlıdır. İster dönemin ihtiyacına devrimci yanıt verilsin, isterse şu veya bu nedenle verilmesin, bu perspektif değişmez, savaşma ve örgütlenme bu perspektifle ele alınır. Örgütlenme ve mücadele diyalektiği, birbirine karşıt değil, iç içe, birbirini besleyen bütünün iki yanıdır. Hareketimiz bu perspektifle kuruluşunu izleyen dönemde gerilla savaşını geliştirmiş, kurumlaşma ve açılımlarını biçimlendirmiştir.
Siyasal yaşamına nufüz eden demokratik ilişkiler ve samimi yaklaşım, kısa sürede birçok P-C çevresine ulaşmaya hizmet etmiş, dahası bunlarla örgütsel-siyasal birlikler gerçekleştirilmiştir. Kuruluşu izleyen dönemde, Atilla ERMUTLU yoldaşın önderliğinde bir grup P-C’li ile, Fehmi GÖKÇEK yoldaşın önderliğinde, “Yolumuz” dergisini çıkaran çevre ile, Tamer TABAK önderliğindeki “sendikacılar” grubu ile, Nurettin GÜRATEŞ önderliğinde P-C’li yoldaşlarımızla P-C’lilerin birliği konusunda önemli adımlar atılmıştır.
Her gelişme, aynı zamanda iç sancılarıda ortaya çıkarır. Lenin buna “büyüme sancıları” der. Elbette bu dönem, aynı zamanda büyüme sancılarının da yaşandığı bir dönemdir. Her şeye rağmen bir dizi eksiklik ve zaaflar yaşanmıştır. Ama tüm bunların resmi örgüt platformlarında ele alınması, parti yaşamının bir gereğidir. 1977’de yapılan, “birinci genişletilmiş toplantı”, 1978 Haziran’ında yapılan “Birinci Konferans”, 1978’de yapılan “Olağanüstü Konferans”, örgütsel ilişkilerde Leninist ölçülerin bir ifadesi olmakla kalmamış, sorunların çözüm mekanizmaları da olmuştur.
Demek ki, bu dönemdeki taktik politikalarımıza ışık tutması açısından şu temel sonuçlar, parti tarihimizin kazanımlarıdır.
Birincisi; Leninist ölçülerle, parti çizgisi üzerinde, yukardan aşağı örgütlenme modeline uygun olarak, illegalite esaslarına göre bir parti yaşamı örgütlenmiş, böyle bir kültür oluşturulmuştur.
İkincisi; önümüzdeki devrim, anti-emperyalist anti-oligarşik DHD’dir. Bu devrim programı anti-faşist mücadeleyi aşan bir niteliğe sahiptir. Hareketimiz, kendini hiç bir zaman anti-faşist ve demokratik nitelikte bu hedefle sınırlamadı, DHD karakterine uygun olarak politik mücadeleyi yürüttü.
Üçüncüsü; bu temelde, Politikleşmiş Askeri Savaş esasına bağlı olarak ciddi nitelikli bir şehir gerilla pratiği, deneyi yarattı.
Dördüncü; hareketimiz, THKP-C’nin devamı ve takipçisi olarak kendini örgütlerken dönemin niteliğine bağlı kalarak, diğer P-C çevreleri ile yoldaşça ilişkilerini sürdürdü, P-C’lilerin birliği açısından samimi adımlar attı, olumlu deneylerin yaratıcısı oldu.
Bunlar parti tarihimize malolmuş kazanımlardır. Elbette bu kazanımları, herşeyden önce şehitlerimize borçluyuz. Çünkü, şehitlerimiz, sadece parti çizgimizin savunucuları değil, bizzat en küçük kazanımların bile örgütleyicileridirler. Onlar; anti-emperyalist, anti-siyonist politik hedeflerden tutalım, anti-oligarşik nitelikte tüm silahlı eylemlere kadar bizzat yönetici-savaşçılardırlar. Dahası en küçük bir ilişkiden tutalım, devrimin tüm sorunlarına karşın tam bir sorumlulukla hareket eden parti emekçileridirler. Garanticiliğin, yarım devrimciliğin, statükoculuğun, konformizmin, liberalizmin, bireyciliğin, darlığın, küçük-burjuva mülkiyetçiliğin, toplumsal süreçten beslenerek devrimci safları tehdit ettiği bir dönemde, şehitlerimizi bu yönüyle de tanımak, parti yaşamında ve kişilikte onların ölçülerini yakalamak görevdir, eğitimimizin birer aracıdır.
Sözleriyle, yaşam biçimleriyle, devrimcileştiren pratik eylemleriyle, şehitlerimiz tarihe küçük notlar düşmüşlerdir. Bu onur şehitlerimize aittir, onur korunacaktır...
Parti yaşamında samimi olmayı ilke edinelim/ Olumsuzlukları kazanıma dönüştürelim
“... Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yolaçan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrulatma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıf ve ardındanda yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir....” (Lenin)
12 Eylül açık faşizmi, yükselen devrimci dalgayı kırmaya yönelik, sömürge tipi faşizmin yeniden yapılanmasıdır. Ekonomik-sosyal-siyasal boyutlu kapitalist sistemdeki kriz, yeni sömürge Türkiye’ye yansımış, TDH ve KUKM’ne karşı çözümsüzlük yaşayan oligarşi, açık faşizme başvurmuştur.
Bu yıllar koyu terörün dizginsizce sürdürüldüğü, tüm demokratik hakların rafa kaldırıldığı, toplumun birer kazanım olan her devrimci-demokratik adımın kırıldığı, yasaklar eşliğinde isimlerin bile değiştirildiği karanlık yıllardır.
Ancak, tüm kitleselliğine ve aktivitesine rağmen devrimci hareketin 12 Eylül açık faşizm sürecinden önce kan kaybettiği söylenebilir. Sadece, fiziki, örgütsel kayıplarla değil, iktidar perspektifinden uzak, dar-grupçu çıkarlarla, bir yabancılaşma biçimi olarak sol-içi çatışmalarla, kazanımları kalıcı kurumlara dönüştürmemekle, kendiliğindenciliğe takılmakla, reel politika yapma tarzı ve halkçılığın yarattığı darlaşma vb. ile devrimci hareket, özünde ciddi kan kaybı içindedir. 12 Eylül açık faşizmin açık-barbar saldırıları bunun üzerinde gelmiş, ve oldukça kapsamlı zararlar verilmiştir. Hatta, bu dönemde yaşanan yenilgi, dünya ölçeğinde, reel sosyalizmin çözülmesi ile üst üste gelmiş; böylece, tahribatların boyutu derinleşmiştir. Yaşanılan tahribatın toplumsal zeminden beslenerek, bugüne kadar izlerinin varlığından söz etmek mümkündür.
Elbette, bu tablo içinde, belki birçok konuda, hareketimiz, devrimci hareketin en ileri halkasını oluşturur ama bu siyasal süreci ters yüz etmeye yetmemiştir. Hareketimiz, l2 Eylül açık faşizmine karşı, devrimci mevzide bir santim geriye düşmeyi aklından bile geçirmemiş, bir yandan bu döneme uygun taktik açılımlar içinde olmuş, diğer yandan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ekseninde, devrimci bir duruşu temsil etmiştir. Oldukça amatörce, adeta bir kaçış içinde “geri çekilme” taktiklerinin boy attığı bir dönemde, parti geleneği ve çizgisine uygun olarak bir dizi politik-askeri eylem örgütlemiştir. Dahası, uzun süreli halk savaşı ekseninde, Atilla yoldaşın da ifade ettiği gibi, “Latin Amerika’da olduğu gibi bir gerilla savaşı” hazırlıkları, bu yönde açılımlar söz konusudur. Her şey yeniden düzenlenecektir, l2 Eylül öncesinde başlayan kan kaybı hızla önlenecek, tutsak yoldaşlar özgürlüğe kavuşturulacak, Kadir TANDOĞAN ve Ahmet SANER yoldaşların olası bir idamına anında yanıt verilecek, yılgınlık karşısında direniş barikatı oluşturulacak, bu temelde bir dizi adım bizzat örgütlenip bunlar, Leninist bir partiye uygun olarak konferansa taşınacaktır. Dönemin taktik politikası budur; bu yönde önemli adımlar da atılmıştır.
Tarihin her döneminde böyle olmuştur, iki sınıfın iradesinin en çıplak çatıştığı dönemde eğer faşizmin programını bozamazsa devrim, kendi programı bozulmuştur. Oligarşi, ekonomik-sosyal-siyasal boyutlu, özünde tekelci sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarını temsil eden programı için, devrimci hareketi dağıtmak zorundadır. Bundan dolayı, öncelikle devrimci iradeyi kırmak istemekte, bunun için dizginsiz terör politikasını tırmandırmaktadır. Devrimci hareketin her adımını ezmek, örgütsel-fiziksel olarak tasfiye etmek başlıca politikasıdır. Ve sonuç olarak alınan darbeler, faşizmin programının önünü açmakta, devrimin programını bozmaktadır. İşte, Haziran Şehitleri şahsında partimizin almış olduğu darbe, programımızı önemli ölçüde bozan bir niteliktedir.
Yine de şu söylenebilir; TDH l2 Eylüle karşı zayıf bir direniş göstermiştir, faşizmin programını bozmaktan uzaktır. Hareketimiz, onca fiziki darbeye rağmen, bu zayıf direniş çizgisinin önemli bir bileşkesidir ama oligarşinin programını bozacak güçten de yoksundur. Herşeye rağmen, l985 yılına kadar, direniş geleneğini, örgütsel mekanizmalarını korumuş, ama bundan sonra yaşanan bir dizi olumsuzluk devrimci safları olumsuz etkilemiştir.
‘85’li yıllar, kendiliğinden de olsa, kitle hareketinde bir yükselme eğilimini taşır. En önemlisi de, PKK önderliğinede KUKM, halk savaşı stratejisine paralel olarak önemli bir çıkış yapmıştır. Böylesi bir dönemde, devrim ve sosyalizm için küçük ama önemli adımlar atılmasının anlamı büyüktür. Ama hareketimiz için, objektif olarak, tam da bu dönemde bundan uzaklaşma, kimi sağlıksız ayrışmalarla kan kaybı sözkonusudur. Sık sık vurguladığımız “geç kalmışlık...” bu dönemin beslediği bir olgudur. Bu yıllar kayıp yıllardır, yaşanan tahribatın parti saflarını boyutlu etkilediği yıllardır.
Bu bir olumsuzluktur, elbette ciddi politik dersleri içermektedir. Ders alınmıştır, parti yaşamında özümlenmiştir.
Bu süreç, “akıntıya karşı kürek çekilerek” aşılmıştır. Parti tarihimizin ışığında, çok yönlülük esasına bağlı olarak kurumlaşmak, “büyüme sancıları”nı gelişmenin dinamizmine dönüştürmek, tarihsel görevin bilincinde olarak günün görevlerine yüklenmek bugünün görevleridir. Elbette kimi zaman bir “sıkışma” yaşanır, yönümüz geleceğe dönüktür. TDH’de sadece bir “devrimci duruş” sahibi olmak bizim işimiz değildir, bu “devrimci duruşu” devrim ve sosyalizmin ihtiyaçlarına her düzeyde yanıt olmaktır. Hedef budur, iddia budur, Hedefi ve iddiası olmayanların, buna ulaşma şansı yoktur...

Dönem üzerine bir kaç not
Yaşadığımız an tarihtir ve tarihin önemli bir kavşağında olduğumuz açıktır. Dönemin daha iyi anlaşılması için, özetle temel özellikleri ifade etmekte yarar vardır.
-Ülkemiz, 2. Paylaşım Savaşı sonrası uygulanan yeni sömürgeciliğin ilk boy attığı ülkedir. Bu süreç, kendi içinde bir dizi aşamadan geçerek, her düzeyde varlığını kurumsallaştırmıştır. Bir dönem uygulanan ithal ikameci, yeni iç pazara yönelik kapitalizmin geliştirilmesi modeli bir yana bırakılmış, ithal ikameci birikim modelini de aşan bir evreye sıçramıştır. Bu her düzeyde bağımlılıktır, emperyalizmin, “tek kutuplu”, “Yeni Dünya Düzeni”nde Türkiye’ye yeni rol verilmesidir. ABD emperyalizmi emperyalist-kapitalist sistemin en güçlü patronudur ve Orta-doğu ve Kafkaslarda, Türkiye emperyalizmin adına yeni rol oynamaktadır. ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye merkezli bu yönelim, Bağımlı Türk kapitalizminin evrimine uygundur.
-Yeni sömürgecilik ve içsel bir olgu olan emperyalizm, sömürge tipi faşizmin temel dayanağıdır. Ancak, hem iç gelişmelere, yeni sınıfsal-ulusal çelişkilere paralel olarak, hem de yukarıda ifade ettiğimiz emperyalizmin yeni açılımına uygun yeni rolüne paralel olarak, faşizm kendini yeniden yapılandırmaktadır. Komünizme karşı “yeşil kuşak” tezlerini bir yana atan emperyalizm, “Pan Türkizm” temelinde, TC faşizmine yeni rol vermektedir. Bundan dolayı ekonomik ayağı özelleştirme olan, siyasal ayağı tüm muhalif seslerin susturulmasını içeren bir proje uygulanmak istenmekte. Faşizm yeniden yapılandırılırken, bu projede, Kürde, işçiye, toplumun muhalif kesimlerine baskı düşmektedir.
-Yeni sömürgeci sistem, kapitalizm sürekli kriz içindedir. Bu tanımlama, politik değerlendirme, l970’den bu yana partimizce yapılmaktadır, önemlidir, geleneksel soldan bizi ayıran temel noktalardan biridir. Emperyalist-kapitalist sistemdeki sorunların, çıkmazların, bunalımların, yeni sömürgecilik ekseninde yansımasının yanı sıra, çarpık kapitalizmin özgün bunalımları, sürekli krizin kaynaklarıdır. Ayrıca ve asıl olarak, bu sürekli kriz, KUKM ve TDH’nin etkisi ile derinleşmiştir.
Ancak, hiç bir sistem, kendiliğinden yıkılmaz. Kapitalizm, son sömürücü toplum biçimidir, yerini sosyalizme bırakacaktır, ama bu Marksist önerme tek başına çok fazla anlamlı değildir. Hatta, evrimci sosyalizm savunucuları, reformist-revizyonist akımların tam da buradan beslendikleri, Marksizmi çarpıttıkları biliniyor. Leninizm, bu evrimci sosyalizme, emperyalist çağda devrimci Marksist yanıttır. Demek istediğimiz şudur; yeni sömürgeci sistem sürekli bir kriz içindedir, devrimin nesnel koşulları oldukça olgundur, devrimci durum vardır ama öznel koşullar, kitlelerin devrim için örgütlülüğü ve mücadelesi zayıf olduğundan, sistem her şeye rağmen kendini yeniden üretmektedir.
-Yeni sömürgeci sisteme karşı, en ciddi toplumsal muhalefet, anti-emperyalist anti-sömürgeci bir eksende gelişen, KUKM’dir. Ancak, uzun süreli bir halk savaşında stratejik denge aşamasına ulaşan PKK önderliğindeki KUKM bir dizi iç zaafiyet sonucu yenilgi yaşamıştır. TDH ise bir dizi iç zaafiyet yaşamakta, halkların devrimci birliği için, gerekli desteği Kürdistan devrimine sunamamaktadır. Emperyalizmin silahlı bir PKK’ye tahammülü yoktur. Yeni Dünya Düzeni projesinde PKK önemli bir engeldir. Bundan dolayı, ilkel Kürt milliyetçiliğine, Talabani-Barzani’ye dayanmış, kimi farklılıklara rağmen sömürgeci TC’ ile uyum halindedir. Hatta, reel sosyalizmin çözülmesine paralel olarak, emperyalistlerarası çelişkinin hızlandığı ve bunun Kürt sorununda da yansımasını bulduğu söylenebilir. Ancak, aradaki çelişkilerin abartılması önemli bir politik hatadır; KUKM önderliği bu politik hatayı uzun yıllar yapmıştır.
En önemlisi de, ‘93 yılında, bir taktik politika olarak ortaya konulan, “ateşkes”, o gün için kimi kaygılar yaratsa da, PKK’yi ve KUKM’ni devrimci bir mevzide tutmuştur. Ancak, bir taktik politika olarak ortaya çıkan “ateşkes”, bu temeldeki yönelim, Kürdistan devriminin önünü bulanıklaştırıcı bir niteliğe devinmiştir. Roma süreci, tüm iddialara rağmen bir taktik yenilgiye yol açmış, programatik hedef sürekli bir daralma eğilimi göstermiş, devrim sorunu kimlik sorununa, bu temelde bir barış sorununa indirgenmiştir. Bunlar, taktik politikanın stratejik bir nitelik alması yönünde önemli zaaflarıdır. Aynı zamanda önemli bir noktaya ulaşan Kürdistan devriminin bu tip iç zaafları, İmralı’da, “D.C” projesi ile tam bir teslimiyete dönüşmüştür.
Elbette, TDH’de bir sosyal şoven damar vardır ve bu damar, misak-ı millici bir mantığa, Kürdistan’ı ayrı bir ülke, Kürtleri de bir ulus olarak görmemeye kadar uzanan, eşit ve özgür birliği devrim sonrasına erteleyen, hatta halkçı-ulusalcı bir söylemle halklar arası kardeşliği zedeleyen, Kürt ulusal hareketi ile ayrışmaya ve onu tecrit etmeye çalışan bir eksende devinmektedir. Ve bu kesim, Türkiye ve Kürdistan devriminin, halkların eşit ve özgür birliğinin önünde ciddi bir engeldir.
Tam bu noktada, özgüce dayalı, eşit ve özgür ilişkiler temelinde, “iki ülke-iki devrim” ama halkların birleşik cephesi temelinde, stratejik bir ittifak önem kazanmaktadır. Türkiye ve Kürdistan devrimini zafere taşıyacak perspektif budur.
-Oligarşi, bizzat seçim sonuçları ve 1 Mayıs sürecine de yansıdığı gibi, devrimci haraketle kitleler arasındaki “mesafe” konusunda önemli adımlar atmıştır.
Birçok yazımızda ifade ettigimiz gibi, bu “mesafe” özünde bugün değil, kökleri 12 Eylül’e kadar uzanan,”reel sosyalizmin” çözülmesi ile desteklenen, ama ‘90’ lı yılların başından itibaren Yeni Dünya Düzeni ekseninde toplumsal-siyasal zeminden de beslenen bir projenin sonucudur. Bu projeye, zaman zaman “devrimci hareketin tecriti”, “marjinalleştirilmesi” adını da verdik. Ve gelinen aşamada elbette devrimci hareketin iç zaaflarının da etkisi ile, özellikle ‘96’ dan bu yana olumsuz bir süreç yaşandığı açıktır, devrim için nesnel koşullar olgundur ama kitleler devrimci hareketle de mesafelidir.
TDH’de reformizm ile devrimcilik, halkçılık ile sosyalizm, legalizm ile illegalite, enternasyonalizm ile sosyal şovenizm hep ayrışma noktasıdır. Bugün de bu ayrışma devam etmektedir. Hatta oldukça ilginç bir tablonun çıktığı açıktır. Dahası hem bu ayrım noktalarında hem de bunun devamı olarak silahlı savaşımın konusunda bir boşluktan da sözedilebilir. Tarihsel anlamda bu konuda ciddi kazanımlar vardır, hatta bazı adımlarda pratik olarak söz konusudur ama ciddi bir boşluğu doldurmaktan uzaktır.
Silahlı mücadelede bir boşluk vardır. Ve bunun sadece silahların eleştiri gücü ile yetinmek, politikaya silah unsurunu katmak değil, devrimci marksizmle bütünleşen bir silahlı mücadele olacağı açıktır. Reformist değil devrimci, popülist değil sosyalist, legal mücadeleden yararlanan ama illegaliteye sıkı sıkı bağlı, enternasyonal bir hatta silahlı mücadele elzemdir.
Döneme ilişkin başka özellikler de sıralamak mümkündür, ama bunların temel noktalar olduğu açıktır.
Elbette, tüm bunlar bizlerin asıl yönelimini de ifade etmektedir. Devrimci marksizm, Marx’tan, Lenin’den, Mao’dan, Che’den bu yana, 150 yıllık bir birikime sahiptir. Bu birikime dayanarak, leninizmin tekrarı değil, yeniden üretimi ekseninde sosyalizm anlayışını biçimlendirmek, bunu siyasal-örgütsel yaşamda somutlamak önemlidir. Bunun yanı sıra, buradan beslenerek, uzun süreli bir halk savaşı temelinde, günün görevlerine yüklenmek, tarihin bu anında iğne ile kuyu kazımak, akıntıya kürek çekmek, devrimciliğin en doğal gereğidir.
Bu temelde yoğun bir emek seferberliğinde olmak, şehitlerimize verilen devrim sözünün bir gereğidir...!
Söz verilmiştir; Devrimci Kurtuluşçuların görevi, verilen söze sahip çıkmaktır.
Söze sahip çıkılacaktır...

Parti birliğimizin ve proleter enternasyonalizmin harcı: Serpil Polat
Tarih yeniden harmanlanıyor. Tarih, “başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi” (Engels) oluyor. Ve insanlar, sınıflar kendi tarihlerini, elbette verili koşullarda, kendileri yaparlar.
Tarihte bir irade olarak, marksist politik irade olarak, birliğimiz güçleniyor. Serpil Polat, Serpil heval bu birliğin tuğlası-harcı oluyor.
Devrim kitlelerin eseridir; işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. Ama, ne tek başına işçi sınıfı kendi kurtuluşunu sağlayacak, ne de kitleler tek başına devrim yapacaklar. Proletarya kendi öncüsünü, öncü partiyi yaratacak, sınıf ve kitlelere, “dışarıdan” sosyalist bilinç taşınacak, sınıf ve kitleler devrim için, somut siyasal talepler etrafında örgütlenecek, mücadele edecek; işte devrim böylesi örgütlenmiş kitlelerin eseri olacaktır.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. İktidara ancak devrimden çıkarı olan sınıfların örgütlü gücü ile yürünür, ancak örgütlü kitleler iktidarı alabilir. İşte, parti birliği, örgütlü kitlelerin birliği, giderek halkların enternasyonal birliği, iktidar savaşında vazgeçilmez silahlardır. Eğer devrimde samimiysek, iktidar mücadelesi yapıyorsak, o halde, birlik sorununa da samimi, ilkeli, devrimin ihtiyaçları açısından yaklaşmak zorundayız. Birlik, iktidar savaşında anahtar kavramdır, anahtar bir role sahiptir. Bundan dolayı Lenin, “birlik büyük şiardır...” der.
Serpil Heval, ateşten mesajı ile, parti birliğimizin, P-C’lilerin birliğinin, yaşanan tarihsel anda, Kürt ve Türk halklarının devrimci birliğinin adı olmuştur. O, tüm bunların anlamlı, en özlü karşılığıdır.
Uluslararası bir komplo ile tutsak edilen PKK Genel Başkanı Abdullah ÖCALAN’ın şahsında Kürt ulusuna yönelik kapsamlı saldırı söz konusudur. Ve, Serpil heval, özgün bir süreç yaşayan HKG’den yoldaşlarımızla yaşanan bütünleşmenin çoşkusu ile hem birliğimizi ateşten selamlamış hem de “Devrimci önderler yargılanamaz” diyerek, partimiz adına, KUKM’inde şafağın kızıllığından bir parça sunmuştur. Tarihi, yaşanan anı, P-C tarzını en iyi Serpil heval anlamış, sürecin devrimci yanıtı olmuştur.
Bizlere bıraktığı son mektubu okuyalım;

Yoldaşlar;
Sizi sürecin sıcaklığıyla, mevcutta eksiksiz tamamlanan özgün durumumuzun gücünde, zafer yürüyüşümüzün çoşkusuyla ateşten selamlamaya hazırlanırken ses vermeye çalışıyorum. Hepimize “öncü savaşı” yürüyüşümüzde dopdolu anlar yaşamayı diliyorum.
Sesim yeterince güçlü değil. Çünkü silahlarımızla dağ doruklarında, gerilla birliğindeki yerimi alacağım zamanı beklemiyorum. Alanlarda düşmanla göğüs göğüse çarpışmayı, sömürü ve zulüm düzeninin sahiplerini, para babalarını inlerinde titretecek eylemlerde olmayı, sınıfla, fabrikalarda, alanlarda kavga türküleri çağırmayı, halaya durmayı önder Mahir’le yoldaşlığı büyütecek Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini birlikte hayata geçiren çalışmalar içerisinde olmayı ve daha nice şeyi beklemiyorum. Kendi içinde çelişik bir durum bu. Ancak bu devrimci önderlere yönelik saldırılara verilen yanıta baktığımızda tarihimizde Kızıldere’de yaratılan; devrimci önderlerden Deniz, Hüseyin ve Yusuf yoldaşlara yönelik saldırıya verilen onurlu bir direniş destanını bulmak örnek oluyor.
Aynılaştırmıyorum, buna hakkım da yok. Fakat bulunduğum koşullarda düşmanı yakmanın, saldırıya karşılık savaşı kendimde büyütmenin, bir ateşli yolu bu.
Anlayıp kucak açmanızı bekliyorum. Zafere kilitlenmişliğimizde “devrimin sarp ve dolambaçlı yollarını” aşarken yükselen “Devrimci Kurtuluş” bayrağını ben de taşımak istiyorum. Yargılanamaz şafakların kızıllığından bir parça kızıl verin, dağ doruklarına savurun, yaylaların pınar suyundan bir yudum su, sokaklardan çocuk gülüşleri, Cumartesi analarının sevgi dolu yüreği, yoldaşlığın büyüklüğü, grev çadırlarındaki sınıfın dost sıcaklığından layık olduğum oranda verin. Suni dengeyi parçalayan öncü savaşımızın neferi olmak istiyorum. Hep Parti-Cephe çizgisinde yürümek istediğime, örgütsel kimliğimin büyüklüğü yanıt oluyor. Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği’ne üye adayı olarak, üyeliği hak etmediğime inanıyorum. Emperyalizmin, oligarşilerinin devrimci önder Abdullah ÖCALAN şahsında genelde halklara özelde Kürt halkına yönelik saldırılarını kınıyor, devrimci önder Abdullah ÖCALAN’ın yargılanamayacağını belirterek, öfkemin büyüklüğünü bedenimdeki alevle düşmana kusmanın hazırlığını tamamlıyorum.
Yoldaşlar kendimi anlatmanın dilini ve zamanını yakalayamadım. Ancak anlaşılacağıma inancım tamdır. Sizleri ve tüm dostları devrimci onurumla tekrar selamlıyorum.
Devrimci Önderler Yargılanamaz...
PKK Genel Başkanı Serbest Bırakılsın...
Kahrolsun Oligarşi Yaşasın Devrimci Kurtuluş...
Kahrolsun Emperyalizm...
Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz...
Yaşasın Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği...
Devrimci Selamlar
Serpil POLAT

Serpil Heval, uzun dönem THKP-C çizgisinde örgütlenen HKG saflarında mücadele etti. Bir P-C’li olarak, Kürdistan devrimi için, Che ruhu ile Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu saflarında savaştı. İşkencede, zindanda bir P-C’li gibi devrimin ve sosyalizmin bayrağını yükseklerde tuttu. Yaşamda, savaşta, kişilikte partili ölçüleri yakaladı. Ve“özgün süreçte MLSPB’nin ilk şehidi olacağım...” diyerek ateşten komutan oldu, ölümsüzleşti. Serpil Hevalın ateşten mesajı birliği, kavgayı, enternasyonalizmi büyütendir!
Ateşten mesaj alınmış, görevlerimizi bu mesaj daha da somutlandırmıştır. Şimdi bunun gereğini yapma zamanıdır... Bu vesile ile, P-C güçlerinin birliği üzerine bir yaklaşım, özet bir çerçeve sunmak zorunludur.
Öncelikle ifade edelim, P-C’lilerin birliği, partimizin ilk oluşum aşamasından bugüne samimi bir özlemdir, politik tarzının önemli bir parçasıdır. Bunun bir ifadesi olarak parti birliği ekseninde, özellikle 75-80 döneminde birçok olumlu örnek yaşanmıştır. Hatta o tarihsel koşullarda, THKP-C/Eylem Birliği ile başarısız bir süreç, daha doğrusu amacına ulaşmayan bir girişim vardır. Bunda DEVRİMCİ KURTULUŞ, bir kazanım olarak, parti tarihimizde yerini almıştır. Böylesi bir yaklaşımın sahibi partimiz, ‘99 başlarında, P-C’li yoldaşlarımızla, HKG’den yoldaşlarımızla bütünleşmeyi örgütlemiştir. Sosyalizmin “tarihin sonu” söylemi ile yok sayıldığı, düzen içi-reformist-tasfiyeci rüzgarların çoğaldığı, hatta TDH’de yeni ayrışmaların yaşandığı bir dönemde, bu mütevazi ama anlamlı bir adımdır. Serpil yoldaşın ateşten mesajı ile bu mütevazi adımı çoğaltmak hareketimizin görevidir.
Adımları çoğaltmak için tarihsel kazanımları bilince çıkarmak, bu temelde, önümüzü açmak zorunludur.
Tam bu noktadan, geriye, tarihimize baktığımız zaman parti tarihimizedeki olumlu, onurlu, mütevazi adımları incelediğimizde karşımıza, P-C’lilerin birliği konusunda iki temel ölçü çıkmaktadır. Birincisi, ideolojik açıdan, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’te ifadesini bulan parti çizgisini savunmak. İkincisi, tasfiyeci akımlardan uzak, mücadeleye samimi yaklaşmaktır. Bu ölçüler, sınıf savaşımında P-C ruhu ile kaynaştığı ölçüde tarihsel-sınıfsal kazanımlar ortaya çıkmaktadır. Yaşananlar da öz olarak budur.
Ancak sınıflar savaşımının nesnel mantığı, bu çerçeveyi yetersiz kılmaktadır. Bu doğaldır; çünkü, akıp giden yaşam, sınıfsal-toplumsal ilişkiler bütünü yeni olgular ortaya çıkarmaktadır. Yaşamla örtüşmeyen hiç bir formül anlamlı değildir. Yönünü geleceğe dönenlerin eski formüllerle yetinmesi mümkün değildir. “Teori gridir, yaşam ağacı hep yeşildir”.
Bu anlamda, bugün P-C güçlerinin birliği, P-C ruhu ile, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü savunmak, bu temelde samimi bir çaba içinde olmak yetersizdir. Birlik için, güven ve samimiyet olgusunu bir yana bırakırsak, ki bu olgu olmazsa olmazdır, bugün, şu temel noktalar önem kazanmıştır. Özetle vurgulayalım..
- Proletarya sosyalizminin veya devrimci marksizmin, özellikle Marx ve Lenin’e dayanarak, tüm birikimine dayanarak, kapitalizmin ve “reel sosyalizmin” eleştirisi üzerinde, bilimsel sosyalizmi, leninizmi savunmak; bu temelde bir sosyalizm anlayışına ulaşmak. Ekonomik indirgemeci anlayışlarla, idealist tezlerle mesafeli olmak, leninizmi yeniden üretmek.
Partimiz, tam bu noktada eleştirel yaklaşımla doğru, leninist üretim içindedir, bakış açısını kamuoyuna sunmuştur.
Bu politik çizgimizin önemli bir ayağıdır, tüm parti kültürünü etkileyen niteliktedir.
- Yeni sömürge ülkede, DHD zorunlu bir duraktır, bu stratejik hedefe ulaşmanın yolu Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisidir. Bu temelde, emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin, bu dönemin temel teorik çerçevesini açıklayan KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3 parti çizgimizin ilk ve en önemli platformudur. Ancak, değişen toplumsal-siyasal koşullar, bu siyasal çerçeveyi büyütmeyi, geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Ayrıca KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’de, Kemalizm değerlendirmesi yanlıştır. Kürt ulusal sorunu eksiktir. Tam bu noktada MDD-TİP-YÖN çizgisinin, halkçı-popülist izlerinden bahsetmek de mümkündür.
Partimiz, tüm bunları doğru, Mahir tarzına sadık kalarak ele almış, geliştirmiştir. Bu anlamda, süreklilik içinde bir sıçramayı ifade eden parti çizgimiz, yeni proleter yönelimin bugünkü aşamada en ileri çerçevesini temsil eder.
Anlaşılacağı üzere, parti birliği için, bu siyasal çerçeve ideolojik birlik için zorunludur. Bugün, “Kesintisizleri savunuyoruz...” demek yeterli değildir, yaklaşık çeyrek asır ışığında, bunun nasıl savunulduğu önemlidir.
- Tüm bunlara bağlı olarak, bunların bir devamı olarak, politik tarz ve parti kültürü, yaşamda nasıl somutlandığı önemlidir. Bazı kavramlar değil, kavramların arkasındaki tarz, kültür, parti birliği için zorunludur.
Partimiz, tüm bu noktalarda önemli adımlar atmış, bunları parti yaşamında kazanıma dönüştürmüştür. Elbette bu temelde, samimi tüm P-C’li yoldaşlarımızla bunu paylaşmayı, bu temelde birlik adımları atmayı P-C’li olmanın bir gereği sayıyoruz.
Böylesi bir çerçeve, parti birliği için zorunludur. Parti; ideolojik birliktir, bu ideolojik birlik üzerinde geleceğin toplumunun, sosyalist ilişki ve kültürün örgütlenmesidir; aynı perspektiften bakmak, aynı ruhu yakalamak, aynı davranışı politikleştirmektir. Partimiz böyle bir partidir, leninist ölçü budur.
Yeri gelmişken, TDH’de, sıksık kullanılan bir kavram, “köken” kavramı üzerine de bir kaç söz söylemek yararlıdır. Parti birliğinin anlaşılmasına hizmet edecektir.
“Köken” kavramı, yaygın olarak kullanılan bir kavram olup, özünde, bir genellemeyi, kaba bir tasnifi içermektedir. Özünde bu yöntem bilimsel değildir. Örneğin, “Türk Solu” kavramı, bir genel söylem olmakla beraber, Türkiye solunun ayrım noktalarını açıklamaktan nasıl uzaksa, “köken” kavramı da ayrıntıyı, farklılığı gizleyen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki ihtiyaçlara, siyasal mücadeleye yanıt vermekten uzaktır.
Bu kavram, biraz da, ‘71 silahlı mücadelesi sonrası, THKP-C, THKO ve TKP/ML geleneği içinde ortaya çıkan bir dizi oluşumdan dolayı kullanılmıştır. Hatta, bu oluşumların bir kısmı, legalist-reformist hatta olsalar da, önemli bir kısmı devrimci mevzide, bu mevzinin bileşkelerini oluştururlar. Yaşanan tarihe bugünden baktığımızda, Engels’in ifade ettiği gibi, “her devrimde de kaçınılmaz olarak bir çok hata yapılır ve nihayet insanlar olayları eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar yatışınca, kaçınılmaz olarak, şu sonuca varılır; yapılmadan kalması çok daha iyi olacak bir çok şeyi yaptık ve yapılsa daha iyi olacak bir çok şeyi yapmadık.” (Engels) denilebilir.
Bir dönem, örneğin ‘80 öncesi, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü savunmak, “köken” bağı için yeterli olmuştur. Bu doğaldır da. Ama, sınıfsal mücadele yeni olgular ortaya çıkarmış, nesnel toplumsal ilişkilerden beslenerek, yeni ideolojik karakterler kazanılmıştır. Yeni ideolojik karakter, yeni kültür demektir; bu da “köken” kavramını geride bırakmaktadır. Bilinen ve en çarpıcı örneği D.Yol öncülerinin ilk adımında bir çok ideolojik savrulma görülmüştür. Ama bu köken kavramını bir yana atmayı gerektirmemiştir. D. Yol, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü referans aldığını iddia etmiştir, yeni sömürge toplum yapısından, özellikle orta sınıflardan beslenerek ciddi bir potansiyele de ulaşmıştır. Tam da bu zemin, beslendiği toplumsal ilişkiler ve ideolojik tasfiyecilik, D. Yol’u, legal bir partide, reformlar için mücadeleye itmiştir. Bugün ÖDP’li D. Yol’cularla hiçbir “köken” bağıda kalmamıştır.
Demek ki, “köken” kavramı yetmiyor. O halde, bizler, “köken”i değil, siyasal evrimin bugününden olguları incelemeliyiz. P-C’lilerin birliğini de, yine bugünün siyasal çerçevesinden ele almalıyız.
Devam edelim...
Serpil Heval’de cisimleşen birlik ruhu, sadece parti birliğimizle sınırlı değildir. Serpil Heval’deki birlik ruhunu parti birliği ile sınırlandırmak, onu, onun kişiliğinde ve ateşten eylemindeki birlik ruhunu hiç anlamamaktır. Serpil’de cisimleşen birlik, bir dünya devrimi perspektifi ile, proletarya enternasyonalizminin, Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki enternasyonal köprünün en anlamlı biçimidir. Ufku dünya devrimine, komünizme açılmayan hiç bir devrim, hiç bir birlik anlamlı değildir...
Türkiye ve Kürdistan devrimleri, iki ülkede farklı sınıfsal-ulusal çelişkilerin bir sonucu olarak zafere ulaşacaktır. Tüm resmi ideoloji ve onun sol versiyonlarına rağmen Türkiye ve Kürdistan, iki ayrı ülkedir. Yeni sömürge Türkiye, sömürge Kürdistan farklı toplumsal ilişkileri, çelişkileri bünyesinde taşır; tüm bu çelişkilerin çözüm platformu, toplumsal devrimdir. Bu nesnel bir gerçektir. Dolayısıyla iki ülke devrimleri herşeyden önce kendi toplumsal zemininde yükselecektir. Ancak, kapitalizmin gelişmesi, ulusal çitleri parçalamakta, tarihsel bağlarla birlikte, her iki ülke devriminin hedefleri aynılaşmaktadır. Bu olgu, Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimini birbirine bağlamakta, “özgür bir Kürdistan aynı zamanda özgür bir Türkiye” anlamına gelmekte, “ezen ulus özgür olamaz” betimlemesi tereddütsüz iki ülke devrimlerinde anlamını bulmaktadır. Bundan dolayı, stratejik bir yönelim olarak, halkların devrimci birliği iki ülke devrimi için zorunludur.
Kürdistan, emperyalizm ve sömürgeci güçler tarafından dört parçaya bölünmüş bir ülkedir ve Kürtler parçalanmış, göçe zorlanmış bir ulustur. Elbette bu ülke proletaryası kendi öncüsünü yaratmak, öncüsü etrafında ulusal-demokratik haklarını kullanmak isteyecektir. Bu Kürdistan proletaryasının en doğal hakkıdır, hiç kimse ne adına olursa olsun bu hakkı engelleyemez, sulandıramaz, çarpıtamaz. Türkiye ve Kürdistan devrimleri açısından stratejik bir öneme sahip, halkların devrimci birliği, ancak eşit ve özgür ilişkiler temelinde kurulur, anlamlılaşır. Doğal olarak, bu “eşitlik” ve “özgürlük”, Kürdistan proletaryasının, hatta Kürt ulusunun demokratik-sosyalist haklarını kendi adına, kendi kimliği ile kullanması demektir. Yani, halkların devrimci birliği, “ortak düşman”, “aynı örgütlenme”, “seksiyon”, “önce devrim sonra hakların kaderini istediği gibi kullanma...” vb. adına, Kürdistan proletaryasının bağımsız örgütlenmesi, kendini bağımsız bir kimlikle ifade etmesi engellenerek yaratılamaz. Tam tersine, ulusların kendi kaderini tayin hakkı Leninist bir ilkedir; bu ilke, bağımsız örgütlenme dahil tüm hakkın o ulus tarafından, ulusal harekete önderlik eden proletarya tarafından kullanılmasını öngörür.
Ayrıca, ulusal sorun gibi demokratik sorunlar somut koşullar ışığında ele alınması, ezilen ulusun haklarını sıkı sıkı koruyarak genel sosyalizmin, dünya devriminin çıkarları doğrultusunda ele alınması gerekmektedir. Tam bu noktada, leninizmin tüm öngörülerine rağmen, ezen ulus devrimcilerinin “ayrılık” değil, misak-ı milli sınırları içinde bir “birlik” tezini savunmaları katı sosyal şovenizmdir, bu birincisi.
21. yüzyıla girerken, Avrupa merkezli bir yaklaşımla ulusal sorunun çözümü, hem geride kalmıştır hem de somut gelişmelerden uzaktır. Sosyalizm, ulusal sorunun çözümünü ifade eder, ama, “reel sosyalizmin” çözülmesi sonucu, ulusal-milliyetçi çelişkilerin hızlanması elbet kapitalizmin kışkırtmasıdır ama Avrupa merkezli bir çözümün de pratikle örtüşmediğinin bir ifadesidir. TDH’indeki sosyal şovenizm, tam da buradan beslenmektedir, bu ikincisi.
Ayrıca, Kürt ulusal sorunu, örneğin 1970’lerden farklıdır; tüm Kürdistan’ı ulusal-demokratik haklar temelinde etkileyen, ona örgütleyen, dillendiren, ona kimlik kazandıran bir aşamaya ulaşmıştır. İmralı çizgisi bu kazanımı tasfiye etme, emperyalist YDD’ne eklenme projesidir. Hiçbir biçimde Kürt ulusunu özgürlüğe ulaştıramaz, Kürt ulusunu temsil edemez.
Buna rağmen, KUKM’nin silahlı mücadele temelinde ciddi kazanımları olmuştur. Öyle ise bu olgu yok sayılarak değil, bunu gözeterek, hatta buna güç vererek, Kürt ulusal sorununu ele almakla, bizlerin, marksist-leninistlerin görevidir.
Halkların devrimci birliği bu görevle sıkı sıkıya bağlıdır, bu üç.
Ve elbette proleter enternasyonalizm, herşeyden önce ülke devrimine yüklenmektir, proletaryanın bağımsız siyasetini yürütmektir.
Ancak, proletarya enternasyonalizmi bununla sınırlı değil, onu ezilen ulusun tüm ulusal-demokratik haklarını desteklemek, bir dünya devrimine bağlamaktır. Bu anlamda, bağımsız politikada ısrar, Türkiye devrimini yükseltmek görevi ile Kürdistan devrimine karşı devrimci görevler bir bütünün halkalarıdır. Halkların devrimci birliği de bu halkaların doğru biçimde tutulması ile yükselecektir, bu dört.
Serpil yoldaşın ateşten mesajı aynı zamanda budur; enternasyonalizmin ateşle ifadesidir.
Demek ki, Serpil Heval’de somutlaşan devrimci birlik, partimizin sıkı sıkıya örülmesinden halkların devrimci kardeşliğine, oradan dünya devrimine uzanan bir ufuktur, bu genişliğin partili kişilikte somutlaşmasıdır. Tüm “ben merkezci”, insana yabancı, mülkiyetçi, sekter, ulusalcı, halkçı, şovenist anlayış ve kişiliklerin yerle bir edilmesi, Birlik-Mücadele-Zafer şiarının yaşamda cisimleşmesidir.
Bu aynı zamanda politik bir kültürdür; Mahir-Atilla-Serpil çizgisi, kültürü budur. Şehitlerimiz bu kültürün lekesiz temsilcileridir. Şehitlerimize ve onların yarattığı bu kültüre layık olmak tüm P-C’lilerin, tüm Devrimci Kurtuluşçuların görevidir...
Atilla, Tamer, Doğan, Ercan bir şafak vakti düştüler... Kadir, Ahmet bir şafak vakti, “yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Şunu bilin ki dünyaya bir daha gelsem aynı mücadeleyi, aynı şeyleri bir daha yaparım (...) Amerikan emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı mücadele verdim. Verdiğim mücadele de doğru bir mücadeleydi. Bundan dolayı üzüntü duymuyorum” dediler, zafer işareti ile ölümü yenen, eylem yoldaşları Hakkı Kolgu ile kucaklaştılar. Bir şafak vakti, binlerce acıyı yendi Nurettin, Bedrettin işkence tezgahında... Bir şafak vakti, işkencede yendiği zalimlerce kurşuna dizildi Zeki YUMURTACI... Ve , “MLSPB’nin özgün sürecinin ilk şehidi ben olacağım... Devrimci önderler yargılanamaz...” diyerek, bir şafak vakti gövdesinden ateş yaktı, Mahir’in, Che’nin, Sema’nın yoldaşı Serpil POLAT...
Bu yüzden, şafaklara sevdalıdır Devrimci Kurtuluşçu... Şafaklar; sınıf öfkemizdir, şehitlerimize ve parti çizgisine sınırsız bir bağlılıktır, tüm prangaları parçalayan özgürlüktür, yoldaşlıktır, devrimdir, sosyalizmdir...
Serpil heval, tüm şehitlerimiz adına, “şafakların kızıllığından bir parça kızıl verin, dağ doruklarına savurun, yaylaların pınar suyundan bir yudum su, sokaklardan çocuk gülüşleri, Cumartesi Analarının sevgi dolu yüreği, yoldaşlığın büyüklüğü, grev çadırlarındaki sınıfın dot sıcaklığından layık olduğum oranda verin...” dedi.
Şehitlerimize, tüm gökyüzünü, şafağı, devrim ve sosyalizmi armağan edeceğiz...
Herşey THKP-C için herşey zafer için...
Kurtuluşa kadar savaş...
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi...

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92