Şehitlerimiz, Parti Birliği ve Zafer Yürüyüşümüzün
Öncüleridirler
Şerif Onursal
|
6 Haziran şafağında kuşatmada şehit düşen Tamer ARDA,
Atilla ERMUTLU, Doğan ÖZZÜMRÜT, Ercan YURTBİLİR. 25
Haziran’da Denizlerle kucaklaşan Ahmet SANER, Kadir
TANDOĞAN... Tüm Haziran şehitlerimiz...
İşkencede, çatışmada devrim ve sosyalizmin lekesiz sembolleri;
Nurettin GÜRATEŞ, Fehmi GÖKÇEK, Zeki YUMURTACI, Bedrettin
ŞINLAK, Tamer TABAK, Ömer ÇİMEKEN, Davut GÜNAY, Hakkı
KOLGU, Nurettin YEDİGÖL, Kasım AKKURT, Suat İĞLİ ve
yüzlerce P-C’li şehitlerimiz...
Gökyüzünün ve kavganın tamamını isteyen, Didar ŞENSOY,
Serpil POLAT ve tüm kadın şehitlerimiz...
İlk öncülerimiz, Mahir, Hüseyin, Ulaş, Necmettin, Sebahattin,
tüm şehitlerimiz...
Tarihin bu anında, Devrimci Kurtuluş için; illegal,
legal mücadelede, işçi-esnaf-öğrenci tüm toplumsal-sınıfsal
mücadelede, sokakta, zindanda, yaşamın tüm alanlarında
dövüşen kadın ve erkek savaşçılarımız.
Şimdi burada, Haziran şehitlerimiz şahsında hep beraberiz.
Aynı düşünüyor, aynı nefesi alıyor, aynı hissediyor,
aynı yaşıyor, aynı savaşıyoruz. Burada, hep birlikteyiz;
omuz omuza, yan yana, yürek yüreğe, BARİKAT’ın başında,
şafaklara sevdalıyız...
Bir tarih yazıldı; bu tarihin özgün motifleri oldu şehitlerimiz.
Şehitlerimizden, yaratılan devrimci gelenek ve mirastan,
parti çizgimizden güç alıyoruz ve tarihi yazmaya kararlıyız.
Tarih yazılacak, şehitlerimiz ve Devrimci Kurtuluş Savaşçıları,
hakettikleri mütevazi yerlerinden tarihi selamlayacaklar.
Mahir, Atilla, Serpil Yoldaşlar, yanıbaşımızda olacaklar,
yol gösterecekler, beyinlerimizi-yüreklerimizi aydınlatıp,
ışığı çoğaltacaklar...
Mahir: Yeni proleter yönelimin öncüsü
TDH’de, 71 silahlı mücadelesi yeni bir başlangıçtır.
Herşey 71 silahlı mücadelesi ile başlamıyor, ama bu
dönemde, herşey yeniden harmanlanıyor, eski yıkılıyor,
yeni kendi ayakları üzerinde kuruluyor.
Paris komününü saymazsak, Ekim Devrimi ilk proleter
devrimdir. Proletarya, ilk kez, “egemen sınıf” olarak
Ekim Devrimi ile kendini örgütlemiş, böylece, yeni bir
çağın, proleter devrimler çağının yolunu açmıştır. Paylaşım
Savaşı’nın yarattığı sonuçlardan, özellikle de emperyalistler
arası iç çelişkiden yararlanarak yükselen barış talebine
doğru yanıt veren bolşevikler, nisbeten kolay bir biçimde
iktidarı ele geçirmişlerdir. Ama Lenin’in de işaret
ettiği gibi, sosyalizmin kuruluşu, iktidarın korunması
çok daha ağır koşullarda başarılmıştır. Artık, kapitalizmin
korkulu rüyası sosyalizmdir. Avrupa kapitalizmin korkulu
hayaleti, Rusya’da gerçekliğe dönüşmüştür.
Ekim Devrimi, buzun kırılması, yolun açılmasıdır. İç
savaş, devlet kapitalizmi, tarımda ve sanayide sosyalizmin
inşaası dönemlerini geride bırakan sosyalizm, 2. Paylaşım
Savaşı öncesi, dünyanın 1/6’sında zafere ulaşmıştır.
Ancak, 2. Paylaşım Savaşı, kapitalist sistemin başta
pazar sorunu olmak üzere, bir dizi sorunlarını çözmek
bir yana, Asya ve Doğu Avrupa’ya devrimlerin yayılmasının
zeminini hazırlamıştır. Büyük Çin Devrimi ve Kore Devrimi’nin
yanı sıra, sosyalist Sovyetler Birliği’nin aktif desteği
ile, Doğu Avrupa’da, devrimler birbirini izlemiştir.
Böylece, yeryüzünün 1/3’ü kapitalist pazarın dışına
çıkmış, sosyalizm tek ülkede değil, birçok ülkede kurulma
sürecine girmiştir.
Daralan kapitalizm iki yönteme başvurmuştur. Bir yandan,
sosyalizme karşı silahlanma yarışına girmiş, ekonomisini
askerileştirmiş, diğer yandan, eski sömürgeci ve yarı-sömürgeci
ilişkiler üzerinden yeni-sömürgeciliği geliştirmiştir.
Tüm bunlar, daralan pazar ilişkisine, kapitalist sistemin
krizine “çözüm” arayışıdır.
Yeni sömürgecilik, bağımlı ülkelerde, kapitalist iç
pazarı emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmiş,
dışsal bir olgu olan emperyalizmi içsel bir olguya dönüştürmüş,
iç savaş da dikkate alınarak, faşizm yukarıdan aşağıya
örgütlenip süreklileştirilmiştir.
Özcesi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist-kapitalist
sistem, sosyalizme ve yönü sosyalizme dönük demokratik
devrimlere karşı kendini yeniden yapılandırmıştır. Ancak
herşeye rağmen, sosyalizm maddi bir güçtür, dünya halkları
için önemli bir moral değerdir. Ayrıca, Asya, Afrika,
L. Amerika ülkelerinde yükselen, resmi-geleneksel sosyalizmin
dar çemberini kıran ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesi
dev boyutlara ulaşmıştır. Küba ve Vietnam devrimleri,
güçlü bir anti-emperyalist dalga yaratmış, yeni proleter
yönelim olarak tanımlanabilecek, proleter devrimcilerin
önüne “iki-üç daha fazla Vietnam” şiarını koymuştur.
İşte, 1970’li yıllarda dünyanın özet tablosu budur..
Bu tablodan, yeni sömürge Türkiye ve sömürge Kürdistan’a
düşen kapitalizmin gelişmesi, imha inkar ve devletin,
iç savaşa göre yeniden örgütlenmesi, yani faşizm olmuştur.
Hepsi bu değil..
Sosyalizmin ve dünyayı etkileyen anti-emperyalist dalganın
da etkisi ile, 1965’li yıllar, işçilerin, köylülerin,
öğrencilerin, kısaca, tüm ezilen-sömürülen sınıf ve
toplumsal kesimlerin kendi sorunlarına sahip çıktığı
yıllardır. Kendiliğinden bir bilinç ekseninde gelişen
bu mücadele, tüm toplumu etkilemiş, güçlü gençlik eylemlerine,
toprak işgallerine, anti-emperyalist gösterilere ve
en önemlisi de 15-16 Haziran büyük işçi direnişine yol
açmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu dönemde
yaşadığı krize, böylesi bir devrimci yanıt sömürge tipi
faşizme çözümsüzlüğü yaşatmıştır. İşte 12 Mart açık
faşizmi tam da bunun üzerinde şekillenmiştir.
Partimiz THKP-C’nin öncüleri, Mahirler, Ulaşlar, Cevahirler,
bu dönemin ürünleridir. Ama, aynı zamanda, döneme, tarihe,
leninizm adına devrimci mücadelenin de kendisidir. 1965-70
döneminde, özellikle devrimci gençlik mücadelesi içinde,
bir dizi ara aşamayı yaşayan Devrimci Hareketimizin
öncüleri, 1970 sonlarında partileşmişlerdir. Bu aynı
zamanda, geleneksel-reformist soldan, köklü bir kopuş,
dünya ölçeğinde uç veren yeni proleter yönelimin ülkemizde
kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Dönemin en ciddi
siyasal ayrışma noktası, MDD-SD tezleridir; ama özünde,
MDD platformu olsun, SD’yi savunan TİP revizyonizmi
olsun, kalkınmacı bir sosyalist anlayışı içinde, demokratik
devrimin dar sınırları içinde, bağımsızlığı aşmayan
bir programa sahiptir. Bunun yanısıra, Türkiye devriminin
yoluna ilişkin bir dizi tartışma vardır. Bu tarihsel
dönemin, özellikle TİP-YÖN-MDD’nin kimi tezlerini taşısa
da, Devrimci Hareketimiz, tüm bunlardan kopuşu ifade
eder. Eksik olan Kürt Ulusal Sorunu, yanlış olan Kemalizm
saptamasını bir yana bırakırsak, partimizin, Türkiye
devriminin yoluna ilişkin, programatik platformu olan
KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3, sadece ülkemiz açısından değil,
tüm yeni sömürge ülke devrimleri açısından, yeni proleter
yönelimin en ileri siyasal çerçevesidir.
Bu çizgi; marksizm-leninizmi rehber alan, kendi özgücüne
güvenen devrimci marksizm ile ülke somutunu kaynaştıran,
eleştirel yaklaşımı diyalektik yöntemle içselleştiren,
analizci-çözümleyici, doğrularını hiç bir kaygıya kapılmadan
savunan, şablonlara/formüllere değil sınıfsal savaşıma,
gerçeğe yönünü dönen, devrimci değerleri herkesle paylaşan,
devrim ve sosyalizmin çıkarlarını herşeyin üzerinde
tutan, devrimci enternasyonalizmi yaşam biçimi olarak
kavrayan bir özelliğe sahiptir. Bundan dolayı, Devrimci
Hareketimizin öncülerinin bir dönem savundukları, bir
süre sonra, bir süreklilik içinde ama yeni bir sıçrama
noktası olarak ortaya çıkmıştır. Politik tezler, adeta
bir yenilenme, sıçrama, içinden çıkılan Kemalist-reformist-geleneksel
ortamdan birer arınma örnekleridir.
Bu önemli bir mirastır, devrim, bu miras üzerinden zafere
ulaşacaktır.
Ve Kızıldere...
‘71 silahlı mücadelesinin üç önemli devrimci bileşkesi
vardır. Bir dizi siyasal farklılığa rağmen, THKP-C,
THKO ve TKP-ML dönemin ve sonrasının en önemli ayrım
noktasıdır. Yeni bir devrimci dönemin ilk öncüleri,
Mahir, Deniz, İbrahim şahsında, silahlı devrim cephesidir.
Elbette, Küba devriminin yanlış ve kendiliğindenci bir
yorumunun izlerini taşıyan THKO ile devrimci marksizmin
bu coğrafyada ilk oluşumu THKP-C arasında bir dizi farklılılar
vardır. Bunlar, MDD ve DHD programında, ülke toplumsal
yapısının tahlilinde, parti konusunda, hatta halk savaşı
ve gerilla savaşı konusunda önemli siyasal farklılığı
içerir. Ama yine de, 12 Mart açık faşizm koşullarında,
devrimci savaşta birbirine yakın durmuşlar, Kızıldere,
bu yakınlığın, devrimci birliğin bir ifadesi olarak,
parti tarihimizde yerini almıştır.
Daha sonradan, bir dizi tartışmanın ve çarpıtmanın konusu
olan Kızıldere, politik bir yenilgi değil, öncü kadrolar
şahsında, partimizin fiziksel olarak tasfiye edildiği,
askeri bir yenilgidir.
TDH’de Kızıldere sonrası, yeni bir dönemdir. Emperyalizmin
desteğini alan tekelci sermaye, 12 Mart açık faşizmi
koşullarında hızlı gelişmiş, uluslararası işbölümüne
paralel önemli bir birikim sürecine girmiştir. Bu sadece
iç pazara yönelik bir birikim modeli değil, aynı zamanda
dış pazara yönelik bir modeldir. 12 Mart açık faşizmi,
silahlı muhalefeti dağıtmış, orta sınıfların taleplerine
de yanıt veren kimi demokratik kazanımları budamış,
kitle mücadelesini geçici de olsa geriletmiştir. 12
Mart açık faşizmi, yeni sömürgecilik ilişkileri içinde,
emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermayenin iktidarının,
devletin yeni biçim almasının ilk adımıdır, ilk operasyondur.
Bu süreç, tekelci sermayenin giderek merkezileşmesine
paralel olarak (elbette devrimci muhalefetin de konumuna
da paralel olarak) 12 Eylül açık faşizminde devam etmiş,
bugün de kendisini 28 Şubat kararlarında ifadelendirmiştir.
Kızıldere devrimci hareketin bir yenilgisi olarak ortaya
çıkmıştır ama hem siyasal mirası, hem devrimci duruşu
ile sonraki süreci etkilemiş, 74-75 döneminde bir yükselme
çizgisi yakalayan devrimci kitle mücadelesinin en önemli
moral değeri olmuştur. Ayrıca, bu dönemde, sosyalist
blokta bir dizi çelişki yaşansa da, sosyalizmin ve halk
savaşlarının prestiji oldukça yüksektir.
Bu dönemde oligarşi ikili bir taktikle kitle mücadelesini
kontrol etmek, onu düzen sınırları içinde eritmek ister.
Bir yandan, kitlelerin devrime ve sosyalizme olan sempatisini,
Kemalist-sol bir kanala akıtmak ister; bunun için Ecevit
“umut” olarak ortaya çıkar. Diğer yandan ise, resmi
devlet terörü kısmen geri çekilir, onun yerine CIA güdümlü,
kontr-gerillanın sivil çeteleri devreye sokulur. Bugün
her yönü ile açığa çıkan bu proje, sadece, ülkemize
has bir politika değildir, yeni-sömürge ve sömürge ülkelerde
sık sık başvurulan bir stratejik boyutu vardır. Sömürge
tipi faşizmin bir özelliği olarak ortaya çıkan bu proje,
“İslam” ve “Türklük” adına, “komünizme karşı mücadele”
adı altında kitle mücadelesini geriletmek, amacından
uzaklaştırmak için kullanılmıştır. Böylece oligarşi
ipin iki ucunu elinde tutmakta, ne adına olursa olsun
kitle mücadelesini düzen içine çekmek istemektedir.
1975-80 döneminin en önemli özelliklerinden biri budur.
Hemen belirtelim, bu proje, yürütülen sömürge savaşında,
PKK önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş savaşına karşı
“Türkçülük ve İslam” adına bu kez, Kürt düşmanlığı ekseninde
katıksız bir şovenizmle, oldukça boyutlu uygulanmıştır.
Ama yürütülen halk savaşı, bu projeyi her yönü ile deşifre
etmiştir...
‘75-80 döneminin bir başka temel özelliği, Kızıldere
sonrası, birçok P-C çevresinin varlığıdır. Bunlar, çoğu
kez birbirinden kopuk, Devrimci Hareketimiz’i kavrama
düzeyine paralel savunan, uygulayan bir niteliğe sahiptirler.
Kızıldere, P-C geleneğinde bir kırılma yaratmış; bu
aynı zamanda, P-C sempatizanlarının KESİNTİSİZ DEVRİM
1-2-3’deki siyasal çerçevenin, birikimin gerisinden
yeniden başlaması anlamına gelmiştir. Bu temelde, elbet
bir dizi kısırlık da yaşanmıştır. Ama dönemin bir özelliği
olarak, bir çok P-C çevresinin varlığı nesnel bir gerçekliktir.
İşte, partimizin öncüleri, bu çevrelerden sadece biridir.
Hareketimizin öncüleri Kızıldere sürecinde birer THKP-C
sempatizanı olarak Filistin’e geçmişler, savaşma arzusu
ile ülkeye dönmüşler, hiç kimseden destek almadan bağımsız
çalışmalarını yürütmüşlerdir. Ancak, ilk dönemde, ayrı
bir örgüt kurma fikri yoktur. Özgücüne dayanarak, bir
yandan devrimci çalışmayı yürütürken, diğer yandan,
değişik P-C çevreleri ile bütünleşmek temel perspektiftir.
Hatta Devrimci Hareketimiz’in eski kadrolarından bazı
beklentiler vardır. Ancak, bir süre sonra bu beklentilerin
anlamsız olduğu anlaşılır, temas halinde olunan yurt
dışı grubu ile tüm bağlar koparılır, Devrimci Gençlik
oluşumlarına mesafe konur ve politik bir irade olarak,
politik alanda yer almak bir ihtiyaç olarak belirlenir.
1975 1 Mayıs’ında, ilk kuruluş toplantısını yapan hareketimizin
öncüleri, THKP-C tüzüğü ve KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3 temel
örgüt platformu olarak kabul ederler. Yani KESİNTİSİZ
DEVRİM 1-2-3 temel politik çizgidir ve örgüt hukuku,
THKP-C tüzüğüne göre düzenlenecektir. Hareketimiz, kendini
“parti çekirdeği” olarak tanımlamış, diğer samimi P-C
çevreleri ile bütünleşmeyi önüne koymuş, dönemin taktik
politikasını da buna göre biçimlendirmiştir. Dönemin
taktik politikası, bir yandan politik mücadelenin en
yüksek biçimi olan SP temelinde mücadeleyi yükseltmek
ve samimi tüm P-C savaşçıları ile bütünleşmektir. Parti
tarihimizin yazılı materyalleri olan 1 ve 2 Nolu bültenler,
sadece dönemin ideolojik mücadelesinin değil, aynı zamanda
bu politik yöneliminde belgeleridir.
Hareetimizi bir çok devrimci oluşumdan ayıran da tam
bu noktadaki özgünlüğüdür. Bir gün, “partinin” gelip
kendilerini bulacağı hayalini kuran ve buna inananlar
vardır. Ayrıca, kendini “THKP-C” olarak tanımlayanlar
vardır, ünlü “yurt dışı grubu” etrafındaki şekilsiz
birlik budur. Bunun yanı sıra, “ideolojik birlik sağlamak”
için bir dergi çıkarmak, dernek kurmak, “ideolojik mücadele
esastır” diyerek bunun üzerinden “partiye” ulaşmayı,
hatta nerede biteceği belli olmayan, “partileşme sürecini”
dillendirenler vardır. Menşevik bir mantıkla, “önce
kitleselleşelim, sonra parti oluruz” diyenler, dönemin
bir özelliği olarak anti-faşist mücadeleyi aşamamışlardır.
Bunun yanı sıra, her türden oportünizm, THKP-C’nin ideolojik-politik
çizgisini çarpıtmakta, tahrif etmekte, hatta adeta varlık
koşulları bu saldırı ve tahrifat olmaktadır. Böylesi
bir ortamda, “temel mücadele biçiminin örgütülenmesi
partinin örgütlenmesidir” demek, bir politik iradeyi
ortaya koymak, illegal bir çelik çekirdekle, SP temelinde
kitlelere ulaşmak, bu temelde kurumlaşmak, sadece leninizmin
ilkelerine sahip çıkmak değil, kolay devrimciliğe taviz
vermeden zoru seçmektir. İktidar perspektifinden uzak,
akademik-demokratik mücadelenin cazibesine kapılanlar,
illegal mücadeleyi hiç kavramamış, bundan “dar kadro
hareketi”, “fokocu”, “sol sapma” tanımlamaları yapmışlardır.
Elbette bu sözümona eleştirilerin temeli yoktur, dolayısıyla
THKP-C’yi ve onun bir devamcısı olarak hareketimizi
hiç anlamamaktır.
Yeni sömürge bir ülkede faşizmin süreklilik gösterdiği
bir ülkede, uzun süreli halk savaşı zorunlu bir duraktır.
Anti-emperyalist anti-oligarşik DHD, tüm çelişkilerin
çözüm platformudur. Doğal olarak, uzun süreli bir halk
savaşı, yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi,
ülke gerçekleri ile uyumludur. Bu strateji, gerilla
savaşını temel çarpışma biçimi olarak tanımlar, illegal
mücadele ve örgüt biçimleri esastır, legal mücadele
buna bağlıdır. İster dönemin ihtiyacına devrimci yanıt
verilsin, isterse şu veya bu nedenle verilmesin, bu
perspektif değişmez, savaşma ve örgütlenme bu perspektifle
ele alınır. Örgütlenme ve mücadele diyalektiği, birbirine
karşıt değil, iç içe, birbirini besleyen bütünün iki
yanıdır. Hareketimiz bu perspektifle kuruluşunu izleyen
dönemde gerilla savaşını geliştirmiş, kurumlaşma ve
açılımlarını biçimlendirmiştir.
Siyasal yaşamına nufüz eden demokratik ilişkiler ve
samimi yaklaşım, kısa sürede birçok P-C çevresine ulaşmaya
hizmet etmiş, dahası bunlarla örgütsel-siyasal birlikler
gerçekleştirilmiştir. Kuruluşu izleyen dönemde, Atilla
ERMUTLU yoldaşın önderliğinde bir grup P-C’li ile, Fehmi
GÖKÇEK yoldaşın önderliğinde, “Yolumuz” dergisini çıkaran
çevre ile, Tamer TABAK önderliğindeki “sendikacılar”
grubu ile, Nurettin GÜRATEŞ önderliğinde P-C’li yoldaşlarımızla
P-C’lilerin birliği konusunda önemli adımlar atılmıştır.
Her gelişme, aynı zamanda iç sancılarıda ortaya çıkarır.
Lenin buna “büyüme sancıları” der. Elbette bu dönem,
aynı zamanda büyüme sancılarının da yaşandığı bir dönemdir.
Her şeye rağmen bir dizi eksiklik ve zaaflar yaşanmıştır.
Ama tüm bunların resmi örgüt platformlarında ele alınması,
parti yaşamının bir gereğidir. 1977’de yapılan, “birinci
genişletilmiş toplantı”, 1978 Haziran’ında yapılan “Birinci
Konferans”, 1978’de yapılan “Olağanüstü Konferans”,
örgütsel ilişkilerde Leninist ölçülerin bir ifadesi
olmakla kalmamış, sorunların çözüm mekanizmaları da
olmuştur.
Demek ki, bu dönemdeki taktik politikalarımıza ışık
tutması açısından şu temel sonuçlar, parti tarihimizin
kazanımlarıdır.
Birincisi; Leninist ölçülerle, parti çizgisi üzerinde,
yukardan aşağı örgütlenme modeline uygun olarak, illegalite
esaslarına göre bir parti yaşamı örgütlenmiş, böyle
bir kültür oluşturulmuştur.
İkincisi; önümüzdeki devrim, anti-emperyalist anti-oligarşik
DHD’dir. Bu devrim programı anti-faşist mücadeleyi aşan
bir niteliğe sahiptir. Hareketimiz, kendini hiç bir
zaman anti-faşist ve demokratik nitelikte bu hedefle
sınırlamadı, DHD karakterine uygun olarak politik mücadeleyi
yürüttü.
Üçüncüsü; bu temelde, Politikleşmiş Askeri Savaş esasına
bağlı olarak ciddi nitelikli bir şehir gerilla pratiği,
deneyi yarattı.
Dördüncü; hareketimiz, THKP-C’nin devamı ve takipçisi
olarak kendini örgütlerken dönemin niteliğine bağlı
kalarak, diğer P-C çevreleri ile yoldaşça ilişkilerini
sürdürdü, P-C’lilerin birliği açısından samimi adımlar
attı, olumlu deneylerin yaratıcısı oldu.
Bunlar parti tarihimize malolmuş kazanımlardır. Elbette
bu kazanımları, herşeyden önce şehitlerimize borçluyuz.
Çünkü, şehitlerimiz, sadece parti çizgimizin savunucuları
değil, bizzat en küçük kazanımların bile örgütleyicileridirler.
Onlar; anti-emperyalist, anti-siyonist politik hedeflerden
tutalım, anti-oligarşik nitelikte tüm silahlı eylemlere
kadar bizzat yönetici-savaşçılardırlar. Dahası en küçük
bir ilişkiden tutalım, devrimin tüm sorunlarına karşın
tam bir sorumlulukla hareket eden parti emekçileridirler.
Garanticiliğin, yarım devrimciliğin, statükoculuğun,
konformizmin, liberalizmin, bireyciliğin, darlığın,
küçük-burjuva mülkiyetçiliğin, toplumsal süreçten beslenerek
devrimci safları tehdit ettiği bir dönemde, şehitlerimizi
bu yönüyle de tanımak, parti yaşamında ve kişilikte
onların ölçülerini yakalamak görevdir, eğitimimizin
birer aracıdır.
Sözleriyle, yaşam biçimleriyle, devrimcileştiren pratik
eylemleriyle, şehitlerimiz tarihe küçük notlar düşmüşlerdir.
Bu onur şehitlerimize aittir, onur korunacaktır...
Parti yaşamında samimi olmayı ilke edinelim/ Olumsuzlukları
kazanıma dönüştürelim
“... Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki
tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına
karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten
getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli
ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle
kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya
yolaçan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrulatma
yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin
işaretleri bunlardır, bu ciddi bir parti için görevlerini
yerine getirmek, sınıf ve ardındanda yığınları eğitmek
ve bilinçlendirmek demektir....” (Lenin)
12 Eylül açık faşizmi, yükselen devrimci dalgayı kırmaya
yönelik, sömürge tipi faşizmin yeniden yapılanmasıdır.
Ekonomik-sosyal-siyasal boyutlu kapitalist sistemdeki
kriz, yeni sömürge Türkiye’ye yansımış, TDH ve KUKM’ne
karşı çözümsüzlük yaşayan oligarşi, açık faşizme başvurmuştur.
Bu yıllar koyu terörün dizginsizce sürdürüldüğü, tüm
demokratik hakların rafa kaldırıldığı, toplumun birer
kazanım olan her devrimci-demokratik adımın kırıldığı,
yasaklar eşliğinde isimlerin bile değiştirildiği karanlık
yıllardır.
Ancak, tüm kitleselliğine ve aktivitesine rağmen devrimci
hareketin 12 Eylül açık faşizm sürecinden önce kan kaybettiği
söylenebilir. Sadece, fiziki, örgütsel kayıplarla değil,
iktidar perspektifinden uzak, dar-grupçu çıkarlarla,
bir yabancılaşma biçimi olarak sol-içi çatışmalarla,
kazanımları kalıcı kurumlara dönüştürmemekle, kendiliğindenciliğe
takılmakla, reel politika yapma tarzı ve halkçılığın
yarattığı darlaşma vb. ile devrimci hareket, özünde
ciddi kan kaybı içindedir. 12 Eylül açık faşizmin açık-barbar
saldırıları bunun üzerinde gelmiş, ve oldukça kapsamlı
zararlar verilmiştir. Hatta, bu dönemde yaşanan yenilgi,
dünya ölçeğinde, reel sosyalizmin çözülmesi ile üst
üste gelmiş; böylece, tahribatların boyutu derinleşmiştir.
Yaşanılan tahribatın toplumsal zeminden beslenerek,
bugüne kadar izlerinin varlığından söz etmek mümkündür.
Elbette, bu tablo içinde, belki birçok konuda, hareketimiz,
devrimci hareketin en ileri halkasını oluşturur ama
bu siyasal süreci ters yüz etmeye yetmemiştir. Hareketimiz,
l2 Eylül açık faşizmine karşı, devrimci mevzide bir
santim geriye düşmeyi aklından bile geçirmemiş, bir
yandan bu döneme uygun taktik açılımlar içinde olmuş,
diğer yandan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ekseninde,
devrimci bir duruşu temsil etmiştir. Oldukça amatörce,
adeta bir kaçış içinde “geri çekilme” taktiklerinin
boy attığı bir dönemde, parti geleneği ve çizgisine
uygun olarak bir dizi politik-askeri eylem örgütlemiştir.
Dahası, uzun süreli halk savaşı ekseninde, Atilla yoldaşın
da ifade ettiği gibi, “Latin Amerika’da olduğu gibi
bir gerilla savaşı” hazırlıkları, bu yönde açılımlar
söz konusudur. Her şey yeniden düzenlenecektir, l2 Eylül
öncesinde başlayan kan kaybı hızla önlenecek, tutsak
yoldaşlar özgürlüğe kavuşturulacak, Kadir TANDOĞAN ve
Ahmet SANER yoldaşların olası bir idamına anında yanıt
verilecek, yılgınlık karşısında direniş barikatı oluşturulacak,
bu temelde bir dizi adım bizzat örgütlenip bunlar, Leninist
bir partiye uygun olarak konferansa taşınacaktır. Dönemin
taktik politikası budur; bu yönde önemli adımlar da
atılmıştır.
Tarihin her döneminde böyle olmuştur, iki sınıfın iradesinin
en çıplak çatıştığı dönemde eğer faşizmin programını
bozamazsa devrim, kendi programı bozulmuştur. Oligarşi,
ekonomik-sosyal-siyasal boyutlu, özünde tekelci sermayenin
ve emperyalizmin çıkarlarını temsil eden programı için,
devrimci hareketi dağıtmak zorundadır. Bundan dolayı,
öncelikle devrimci iradeyi kırmak istemekte, bunun için
dizginsiz terör politikasını tırmandırmaktadır. Devrimci
hareketin her adımını ezmek, örgütsel-fiziksel olarak
tasfiye etmek başlıca politikasıdır. Ve sonuç olarak
alınan darbeler, faşizmin programının önünü açmakta,
devrimin programını bozmaktadır. İşte, Haziran Şehitleri
şahsında partimizin almış olduğu darbe, programımızı
önemli ölçüde bozan bir niteliktedir.
Yine de şu söylenebilir; TDH l2 Eylüle karşı zayıf bir
direniş göstermiştir, faşizmin programını bozmaktan
uzaktır. Hareketimiz, onca fiziki darbeye rağmen, bu
zayıf direniş çizgisinin önemli bir bileşkesidir ama
oligarşinin programını bozacak güçten de yoksundur.
Herşeye rağmen, l985 yılına kadar, direniş geleneğini,
örgütsel mekanizmalarını korumuş, ama bundan sonra yaşanan
bir dizi olumsuzluk devrimci safları olumsuz etkilemiştir.
‘85’li yıllar, kendiliğinden de olsa, kitle hareketinde
bir yükselme eğilimini taşır. En önemlisi de, PKK önderliğinede
KUKM, halk savaşı stratejisine paralel olarak önemli
bir çıkış yapmıştır. Böylesi bir dönemde, devrim ve
sosyalizm için küçük ama önemli adımlar atılmasının
anlamı büyüktür. Ama hareketimiz için, objektif olarak,
tam da bu dönemde bundan uzaklaşma, kimi sağlıksız ayrışmalarla
kan kaybı sözkonusudur. Sık sık vurguladığımız “geç
kalmışlık...” bu dönemin beslediği bir olgudur. Bu yıllar
kayıp yıllardır, yaşanan tahribatın parti saflarını
boyutlu etkilediği yıllardır.
Bu bir olumsuzluktur, elbette ciddi politik dersleri
içermektedir. Ders alınmıştır, parti yaşamında özümlenmiştir.
Bu süreç, “akıntıya karşı kürek çekilerek” aşılmıştır.
Parti tarihimizin ışığında, çok yönlülük esasına bağlı
olarak kurumlaşmak, “büyüme sancıları”nı gelişmenin
dinamizmine dönüştürmek, tarihsel görevin bilincinde
olarak günün görevlerine yüklenmek bugünün görevleridir.
Elbette kimi zaman bir “sıkışma” yaşanır, yönümüz geleceğe
dönüktür. TDH’de sadece bir “devrimci duruş” sahibi
olmak bizim işimiz değildir, bu “devrimci duruşu” devrim
ve sosyalizmin ihtiyaçlarına her düzeyde yanıt olmaktır.
Hedef budur, iddia budur, Hedefi ve iddiası olmayanların,
buna ulaşma şansı yoktur...
Dönem üzerine bir kaç not
Yaşadığımız an tarihtir ve tarihin önemli bir kavşağında
olduğumuz açıktır. Dönemin daha iyi anlaşılması için,
özetle temel özellikleri ifade etmekte yarar vardır.
-Ülkemiz, 2. Paylaşım Savaşı sonrası uygulanan yeni
sömürgeciliğin ilk boy attığı ülkedir. Bu süreç, kendi
içinde bir dizi aşamadan geçerek, her düzeyde varlığını
kurumsallaştırmıştır. Bir dönem uygulanan ithal ikameci,
yeni iç pazara yönelik kapitalizmin geliştirilmesi modeli
bir yana bırakılmış, ithal ikameci birikim modelini
de aşan bir evreye sıçramıştır. Bu her düzeyde bağımlılıktır,
emperyalizmin, “tek kutuplu”, “Yeni Dünya Düzeni”nde
Türkiye’ye yeni rol verilmesidir. ABD emperyalizmi emperyalist-kapitalist
sistemin en güçlü patronudur ve Orta-doğu ve Kafkaslarda,
Türkiye emperyalizmin adına yeni rol oynamaktadır. ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye
merkezli bu yönelim, Bağımlı Türk kapitalizminin evrimine
uygundur.
-Yeni sömürgecilik ve içsel bir olgu olan emperyalizm,
sömürge tipi faşizmin temel dayanağıdır. Ancak, hem
iç gelişmelere, yeni sınıfsal-ulusal çelişkilere paralel
olarak, hem de yukarıda ifade ettiğimiz emperyalizmin
yeni açılımına uygun yeni rolüne paralel olarak, faşizm
kendini yeniden yapılandırmaktadır. Komünizme karşı
“yeşil kuşak” tezlerini bir yana atan emperyalizm, “Pan
Türkizm” temelinde, TC faşizmine yeni rol vermektedir.
Bundan dolayı ekonomik ayağı özelleştirme olan, siyasal
ayağı tüm muhalif seslerin susturulmasını içeren bir
proje uygulanmak istenmekte. Faşizm yeniden yapılandırılırken,
bu projede, Kürde, işçiye, toplumun muhalif kesimlerine
baskı düşmektedir.
-Yeni sömürgeci sistem, kapitalizm sürekli kriz içindedir.
Bu tanımlama, politik değerlendirme, l970’den bu yana
partimizce yapılmaktadır, önemlidir, geleneksel soldan
bizi ayıran temel noktalardan biridir. Emperyalist-kapitalist
sistemdeki sorunların, çıkmazların, bunalımların, yeni
sömürgecilik ekseninde yansımasının yanı sıra, çarpık
kapitalizmin özgün bunalımları, sürekli krizin kaynaklarıdır.
Ayrıca ve asıl olarak, bu sürekli kriz, KUKM ve TDH’nin
etkisi ile derinleşmiştir.
Ancak, hiç bir sistem, kendiliğinden yıkılmaz. Kapitalizm,
son sömürücü toplum biçimidir, yerini sosyalizme bırakacaktır,
ama bu Marksist önerme tek başına çok fazla anlamlı
değildir. Hatta, evrimci sosyalizm savunucuları, reformist-revizyonist
akımların tam da buradan beslendikleri, Marksizmi çarpıttıkları
biliniyor. Leninizm, bu evrimci sosyalizme, emperyalist
çağda devrimci Marksist yanıttır. Demek istediğimiz
şudur; yeni sömürgeci sistem sürekli bir kriz içindedir,
devrimin nesnel koşulları oldukça olgundur, devrimci
durum vardır ama öznel koşullar, kitlelerin devrim için
örgütlülüğü ve mücadelesi zayıf olduğundan, sistem her
şeye rağmen kendini yeniden üretmektedir.
-Yeni sömürgeci sisteme karşı, en ciddi toplumsal muhalefet,
anti-emperyalist anti-sömürgeci bir eksende gelişen,
KUKM’dir. Ancak, uzun süreli bir halk savaşında stratejik
denge aşamasına ulaşan PKK önderliğindeki KUKM bir dizi
iç zaafiyet sonucu yenilgi yaşamıştır. TDH ise bir dizi
iç zaafiyet yaşamakta, halkların devrimci birliği için,
gerekli desteği Kürdistan devrimine sunamamaktadır.
Emperyalizmin silahlı bir PKK’ye tahammülü yoktur. Yeni
Dünya Düzeni projesinde PKK önemli bir engeldir. Bundan
dolayı, ilkel Kürt milliyetçiliğine, Talabani-Barzani’ye
dayanmış, kimi farklılıklara rağmen sömürgeci TC’ ile
uyum halindedir. Hatta, reel sosyalizmin çözülmesine
paralel olarak, emperyalistlerarası çelişkinin hızlandığı
ve bunun Kürt sorununda da yansımasını bulduğu söylenebilir.
Ancak, aradaki çelişkilerin abartılması önemli bir politik
hatadır; KUKM önderliği bu politik hatayı uzun yıllar
yapmıştır.
En önemlisi de, ‘93 yılında, bir taktik politika olarak
ortaya konulan, “ateşkes”, o gün için kimi kaygılar
yaratsa da, PKK’yi ve KUKM’ni devrimci bir mevzide tutmuştur.
Ancak, bir taktik politika olarak ortaya çıkan “ateşkes”,
bu temeldeki yönelim, Kürdistan devriminin önünü bulanıklaştırıcı
bir niteliğe devinmiştir. Roma süreci, tüm iddialara
rağmen bir taktik yenilgiye yol açmış, programatik hedef
sürekli bir daralma eğilimi göstermiş, devrim sorunu
kimlik sorununa, bu temelde bir barış sorununa indirgenmiştir.
Bunlar, taktik politikanın stratejik bir nitelik alması
yönünde önemli zaaflarıdır. Aynı zamanda önemli bir
noktaya ulaşan Kürdistan devriminin bu tip iç zaafları,
İmralı’da, “D.C” projesi ile tam bir teslimiyete dönüşmüştür.
Elbette, TDH’de bir sosyal şoven damar vardır ve bu
damar, misak-ı millici bir mantığa, Kürdistan’ı ayrı
bir ülke, Kürtleri de bir ulus olarak görmemeye kadar
uzanan, eşit ve özgür birliği devrim sonrasına erteleyen,
hatta halkçı-ulusalcı bir söylemle halklar arası kardeşliği
zedeleyen, Kürt ulusal hareketi ile ayrışmaya ve onu
tecrit etmeye çalışan bir eksende devinmektedir. Ve
bu kesim, Türkiye ve Kürdistan devriminin, halkların
eşit ve özgür birliğinin önünde ciddi bir engeldir.
Tam bu noktada, özgüce dayalı, eşit ve özgür ilişkiler
temelinde, “iki ülke-iki devrim” ama halkların birleşik
cephesi temelinde, stratejik bir ittifak önem kazanmaktadır.
Türkiye ve Kürdistan devrimini zafere taşıyacak perspektif
budur.
-Oligarşi, bizzat seçim sonuçları ve 1 Mayıs sürecine
de yansıdığı gibi, devrimci haraketle kitleler arasındaki
“mesafe” konusunda önemli adımlar atmıştır.
Birçok yazımızda ifade ettigimiz gibi, bu “mesafe” özünde
bugün değil, kökleri 12 Eylül’e kadar uzanan,”reel sosyalizmin”
çözülmesi ile desteklenen, ama ‘90’ lı yılların başından
itibaren Yeni Dünya Düzeni ekseninde toplumsal-siyasal
zeminden de beslenen bir projenin sonucudur. Bu projeye,
zaman zaman “devrimci hareketin tecriti”, “marjinalleştirilmesi”
adını da verdik. Ve gelinen aşamada elbette devrimci
hareketin iç zaaflarının da etkisi ile, özellikle ‘96’
dan bu yana olumsuz bir süreç yaşandığı açıktır, devrim
için nesnel koşullar olgundur ama kitleler devrimci
hareketle de mesafelidir.
TDH’de reformizm ile devrimcilik, halkçılık ile sosyalizm,
legalizm ile illegalite, enternasyonalizm ile sosyal
şovenizm hep ayrışma noktasıdır. Bugün de bu ayrışma
devam etmektedir. Hatta oldukça ilginç bir tablonun
çıktığı açıktır. Dahası hem bu ayrım noktalarında hem
de bunun devamı olarak silahlı savaşımın konusunda bir
boşluktan da sözedilebilir. Tarihsel anlamda bu konuda
ciddi kazanımlar vardır, hatta bazı adımlarda pratik
olarak söz konusudur ama ciddi bir boşluğu doldurmaktan
uzaktır.
Silahlı mücadelede bir boşluk vardır. Ve bunun sadece
silahların eleştiri gücü ile yetinmek, politikaya silah
unsurunu katmak değil, devrimci marksizmle bütünleşen
bir silahlı mücadele olacağı açıktır. Reformist değil
devrimci, popülist değil sosyalist, legal mücadeleden
yararlanan ama illegaliteye sıkı sıkı bağlı, enternasyonal
bir hatta silahlı mücadele elzemdir.
Döneme ilişkin başka özellikler de sıralamak mümkündür,
ama bunların temel noktalar olduğu açıktır.
Elbette, tüm bunlar bizlerin asıl yönelimini de ifade
etmektedir. Devrimci marksizm, Marx’tan, Lenin’den,
Mao’dan, Che’den bu yana, 150 yıllık bir birikime sahiptir.
Bu birikime dayanarak, leninizmin tekrarı değil, yeniden
üretimi ekseninde sosyalizm anlayışını biçimlendirmek,
bunu siyasal-örgütsel yaşamda somutlamak önemlidir.
Bunun yanı sıra, buradan beslenerek, uzun süreli bir
halk savaşı temelinde, günün görevlerine yüklenmek,
tarihin bu anında iğne ile kuyu kazımak, akıntıya kürek
çekmek, devrimciliğin en doğal gereğidir.
Bu temelde yoğun bir emek seferberliğinde olmak, şehitlerimize
verilen devrim sözünün bir gereğidir...!
Söz verilmiştir; Devrimci Kurtuluşçuların görevi, verilen
söze sahip çıkmaktır.
Söze sahip çıkılacaktır...
Parti birliğimizin ve proleter enternasyonalizmin
harcı: Serpil Polat
Tarih yeniden harmanlanıyor. Tarih, “başka başka doğrultularda
etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki
çeşitli yankılarının bileşkesi” (Engels) oluyor. Ve
insanlar, sınıflar kendi tarihlerini, elbette verili
koşullarda, kendileri yaparlar.
Tarihte bir irade olarak, marksist politik irade olarak,
birliğimiz güçleniyor. Serpil Polat, Serpil heval bu
birliğin tuğlası-harcı oluyor.
Devrim kitlelerin eseridir; işçi sınıfının kurtuluşu
işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. Ama, ne tek başına
işçi sınıfı kendi kurtuluşunu sağlayacak, ne de kitleler
tek başına devrim yapacaklar. Proletarya kendi öncüsünü,
öncü partiyi yaratacak, sınıf ve kitlelere, “dışarıdan”
sosyalist bilinç taşınacak, sınıf ve kitleler devrim
için, somut siyasal talepler etrafında örgütlenecek,
mücadele edecek; işte devrim böylesi örgütlenmiş kitlelerin
eseri olacaktır.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. İktidara
ancak devrimden çıkarı olan sınıfların örgütlü gücü
ile yürünür, ancak örgütlü kitleler iktidarı alabilir.
İşte, parti birliği, örgütlü kitlelerin birliği, giderek
halkların enternasyonal birliği, iktidar savaşında vazgeçilmez
silahlardır. Eğer devrimde samimiysek, iktidar mücadelesi
yapıyorsak, o halde, birlik sorununa da samimi, ilkeli,
devrimin ihtiyaçları açısından yaklaşmak zorundayız.
Birlik, iktidar savaşında anahtar kavramdır, anahtar
bir role sahiptir. Bundan dolayı Lenin, “birlik büyük
şiardır...” der.
Serpil Heval, ateşten mesajı ile, parti birliğimizin,
P-C’lilerin birliğinin, yaşanan tarihsel anda, Kürt
ve Türk halklarının devrimci birliğinin adı olmuştur.
O, tüm bunların anlamlı, en özlü karşılığıdır.
Uluslararası bir komplo ile tutsak edilen PKK Genel
Başkanı Abdullah ÖCALAN’ın şahsında Kürt ulusuna yönelik
kapsamlı saldırı söz konusudur. Ve, Serpil heval, özgün
bir süreç yaşayan HKG’den yoldaşlarımızla yaşanan bütünleşmenin
çoşkusu ile hem birliğimizi ateşten selamlamış hem de
“Devrimci önderler yargılanamaz” diyerek, partimiz adına,
KUKM’inde şafağın kızıllığından bir parça sunmuştur.
Tarihi, yaşanan anı, P-C tarzını en iyi Serpil heval
anlamış, sürecin devrimci yanıtı olmuştur.
Bizlere bıraktığı son mektubu okuyalım;
Yoldaşlar;
Sizi sürecin sıcaklığıyla, mevcutta eksiksiz tamamlanan
özgün durumumuzun gücünde, zafer yürüyüşümüzün çoşkusuyla
ateşten selamlamaya hazırlanırken ses vermeye çalışıyorum.
Hepimize “öncü savaşı” yürüyüşümüzde dopdolu anlar yaşamayı
diliyorum.
Sesim yeterince güçlü değil. Çünkü silahlarımızla dağ
doruklarında, gerilla birliğindeki yerimi alacağım zamanı
beklemiyorum. Alanlarda düşmanla göğüs göğüse çarpışmayı,
sömürü ve zulüm düzeninin sahiplerini, para babalarını
inlerinde titretecek eylemlerde olmayı, sınıfla, fabrikalarda,
alanlarda kavga türküleri çağırmayı, halaya durmayı
önder Mahir’le yoldaşlığı büyütecek Politikleşmiş Askeri
Savaş Stratejisini birlikte hayata geçiren çalışmalar
içerisinde olmayı ve daha nice şeyi beklemiyorum. Kendi
içinde çelişik bir durum bu. Ancak bu devrimci önderlere
yönelik saldırılara verilen yanıta baktığımızda tarihimizde
Kızıldere’de yaratılan; devrimci önderlerden Deniz,
Hüseyin ve Yusuf yoldaşlara yönelik saldırıya verilen
onurlu bir direniş destanını bulmak örnek oluyor.
Aynılaştırmıyorum, buna hakkım da yok. Fakat bulunduğum
koşullarda düşmanı yakmanın, saldırıya karşılık savaşı
kendimde büyütmenin, bir ateşli yolu bu.
Anlayıp kucak açmanızı bekliyorum. Zafere kilitlenmişliğimizde
“devrimin sarp ve dolambaçlı yollarını” aşarken yükselen
“Devrimci Kurtuluş” bayrağını ben de taşımak istiyorum.
Yargılanamaz şafakların kızıllığından bir parça kızıl
verin, dağ doruklarına savurun, yaylaların pınar suyundan
bir yudum su, sokaklardan çocuk gülüşleri, Cumartesi
analarının sevgi dolu yüreği, yoldaşlığın büyüklüğü,
grev çadırlarındaki sınıfın dost sıcaklığından layık
olduğum oranda verin. Suni dengeyi parçalayan öncü savaşımızın
neferi olmak istiyorum. Hep Parti-Cephe çizgisinde yürümek
istediğime, örgütsel kimliğimin büyüklüğü yanıt oluyor.
Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği’ne üye
adayı olarak, üyeliği hak etmediğime inanıyorum. Emperyalizmin,
oligarşilerinin devrimci önder Abdullah ÖCALAN şahsında
genelde halklara özelde Kürt halkına yönelik saldırılarını
kınıyor, devrimci önder Abdullah ÖCALAN’ın yargılanamayacağını
belirterek, öfkemin büyüklüğünü bedenimdeki alevle düşmana
kusmanın hazırlığını tamamlıyorum.
Yoldaşlar kendimi anlatmanın dilini ve zamanını yakalayamadım.
Ancak anlaşılacağıma inancım tamdır. Sizleri ve tüm
dostları devrimci onurumla tekrar selamlıyorum.
Devrimci Önderler Yargılanamaz...
PKK Genel Başkanı Serbest Bırakılsın...
Kahrolsun Oligarşi Yaşasın Devrimci Kurtuluş...
Kahrolsun Emperyalizm...
Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz...
Yaşasın Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği...
Devrimci Selamlar
Serpil POLAT
Serpil Heval, uzun dönem THKP-C çizgisinde örgütlenen
HKG saflarında mücadele etti. Bir P-C’li olarak, Kürdistan
devrimi için, Che ruhu ile Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu
saflarında savaştı. İşkencede, zindanda bir P-C’li gibi
devrimin ve sosyalizmin bayrağını yükseklerde tuttu.
Yaşamda, savaşta, kişilikte partili ölçüleri yakaladı.
Ve“özgün süreçte MLSPB’nin ilk şehidi olacağım...” diyerek
ateşten komutan oldu, ölümsüzleşti. Serpil Hevalın ateşten
mesajı birliği, kavgayı, enternasyonalizmi büyütendir!
Ateşten mesaj alınmış, görevlerimizi bu mesaj daha da
somutlandırmıştır. Şimdi bunun gereğini yapma zamanıdır...
Bu vesile ile, P-C güçlerinin birliği üzerine bir yaklaşım,
özet bir çerçeve sunmak zorunludur.
Öncelikle ifade edelim, P-C’lilerin birliği, partimizin
ilk oluşum aşamasından bugüne samimi bir özlemdir, politik
tarzının önemli bir parçasıdır. Bunun bir ifadesi olarak
parti birliği ekseninde, özellikle 75-80 döneminde birçok
olumlu örnek yaşanmıştır. Hatta o tarihsel koşullarda,
THKP-C/Eylem Birliği ile başarısız bir süreç, daha doğrusu
amacına ulaşmayan bir girişim vardır. Bunda DEVRİMCİ
KURTULUŞ, bir kazanım olarak, parti tarihimizde yerini
almıştır. Böylesi bir yaklaşımın sahibi partimiz, ‘99
başlarında, P-C’li yoldaşlarımızla, HKG’den yoldaşlarımızla
bütünleşmeyi örgütlemiştir. Sosyalizmin “tarihin sonu”
söylemi ile yok sayıldığı, düzen içi-reformist-tasfiyeci
rüzgarların çoğaldığı, hatta TDH’de yeni ayrışmaların
yaşandığı bir dönemde, bu mütevazi ama anlamlı bir adımdır.
Serpil yoldaşın ateşten mesajı ile bu mütevazi adımı
çoğaltmak hareketimizin görevidir.
Adımları çoğaltmak için tarihsel kazanımları bilince
çıkarmak, bu temelde, önümüzü açmak zorunludur.
Tam bu noktadan, geriye, tarihimize baktığımız zaman
parti tarihimizedeki olumlu, onurlu, mütevazi adımları
incelediğimizde karşımıza, P-C’lilerin birliği konusunda
iki temel ölçü çıkmaktadır. Birincisi, ideolojik açıdan,
KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’te ifadesini bulan parti çizgisini
savunmak. İkincisi, tasfiyeci akımlardan uzak, mücadeleye
samimi yaklaşmaktır. Bu ölçüler, sınıf savaşımında P-C
ruhu ile kaynaştığı ölçüde tarihsel-sınıfsal kazanımlar
ortaya çıkmaktadır. Yaşananlar da öz olarak budur.
Ancak sınıflar savaşımının nesnel mantığı, bu çerçeveyi
yetersiz kılmaktadır. Bu doğaldır; çünkü, akıp giden
yaşam, sınıfsal-toplumsal ilişkiler bütünü yeni olgular
ortaya çıkarmaktadır. Yaşamla örtüşmeyen hiç bir formül
anlamlı değildir. Yönünü geleceğe dönenlerin eski formüllerle
yetinmesi mümkün değildir. “Teori gridir, yaşam ağacı
hep yeşildir”.
Bu anlamda, bugün P-C güçlerinin birliği, P-C ruhu ile,
KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü savunmak, bu temelde samimi
bir çaba içinde olmak yetersizdir. Birlik için, güven
ve samimiyet olgusunu bir yana bırakırsak, ki bu olgu
olmazsa olmazdır, bugün, şu temel noktalar önem kazanmıştır.
Özetle vurgulayalım..
- Proletarya sosyalizminin veya devrimci marksizmin,
özellikle Marx ve Lenin’e dayanarak, tüm birikimine
dayanarak, kapitalizmin ve “reel sosyalizmin” eleştirisi
üzerinde, bilimsel sosyalizmi, leninizmi savunmak; bu
temelde bir sosyalizm anlayışına ulaşmak. Ekonomik indirgemeci
anlayışlarla, idealist tezlerle mesafeli olmak, leninizmi
yeniden üretmek.
Partimiz, tam bu noktada eleştirel yaklaşımla doğru,
leninist üretim içindedir, bakış açısını kamuoyuna sunmuştur.
Bu politik çizgimizin önemli bir ayağıdır, tüm parti
kültürünü etkileyen niteliktedir.
- Yeni sömürge ülkede, DHD zorunlu bir duraktır, bu
stratejik hedefe ulaşmanın yolu Politikleşmiş Askeri
Savaş Stratejisidir. Bu temelde, emperyalizmin üçüncü
bunalım döneminin, bu dönemin temel teorik çerçevesini
açıklayan KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3 parti çizgimizin ilk
ve en önemli platformudur. Ancak, değişen toplumsal-siyasal
koşullar, bu siyasal çerçeveyi büyütmeyi, geliştirmeyi
zorunlu kılmaktadır. Ayrıca KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’de,
Kemalizm değerlendirmesi yanlıştır. Kürt ulusal sorunu
eksiktir. Tam bu noktada MDD-TİP-YÖN çizgisinin, halkçı-popülist
izlerinden bahsetmek de mümkündür.
Partimiz, tüm bunları doğru, Mahir tarzına sadık kalarak
ele almış, geliştirmiştir. Bu anlamda, süreklilik içinde
bir sıçramayı ifade eden parti çizgimiz, yeni proleter
yönelimin bugünkü aşamada en ileri çerçevesini temsil
eder.
Anlaşılacağı üzere, parti birliği için, bu siyasal çerçeve
ideolojik birlik için zorunludur. Bugün, “Kesintisizleri
savunuyoruz...” demek yeterli değildir, yaklaşık çeyrek
asır ışığında, bunun nasıl savunulduğu önemlidir.
- Tüm bunlara bağlı olarak, bunların bir devamı olarak,
politik tarz ve parti kültürü, yaşamda nasıl somutlandığı
önemlidir. Bazı kavramlar değil, kavramların arkasındaki
tarz, kültür, parti birliği için zorunludur.
Partimiz, tüm bu noktalarda önemli adımlar atmış, bunları
parti yaşamında kazanıma dönüştürmüştür. Elbette bu
temelde, samimi tüm P-C’li yoldaşlarımızla bunu paylaşmayı,
bu temelde birlik adımları atmayı P-C’li olmanın bir
gereği sayıyoruz.
Böylesi bir çerçeve, parti birliği için zorunludur.
Parti; ideolojik birliktir, bu ideolojik birlik üzerinde
geleceğin toplumunun, sosyalist ilişki ve kültürün örgütlenmesidir;
aynı perspektiften bakmak, aynı ruhu yakalamak, aynı
davranışı politikleştirmektir. Partimiz böyle bir partidir,
leninist ölçü budur.
Yeri gelmişken, TDH’de, sıksık kullanılan bir kavram,
“köken” kavramı üzerine de bir kaç söz söylemek yararlıdır.
Parti birliğinin anlaşılmasına hizmet edecektir.
“Köken” kavramı, yaygın olarak kullanılan bir kavram
olup, özünde, bir genellemeyi, kaba bir tasnifi içermektedir.
Özünde bu yöntem bilimsel değildir. Örneğin, “Türk Solu”
kavramı, bir genel söylem olmakla beraber, Türkiye solunun
ayrım noktalarını açıklamaktan nasıl uzaksa, “köken”
kavramı da ayrıntıyı, farklılığı gizleyen bir kavram
olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki ihtiyaçlara,
siyasal mücadeleye yanıt vermekten uzaktır.
Bu kavram, biraz da, ‘71 silahlı mücadelesi sonrası,
THKP-C, THKO ve TKP/ML geleneği içinde ortaya çıkan
bir dizi oluşumdan dolayı kullanılmıştır. Hatta, bu
oluşumların bir kısmı, legalist-reformist hatta olsalar
da, önemli bir kısmı devrimci mevzide, bu mevzinin bileşkelerini
oluştururlar. Yaşanan tarihe bugünden baktığımızda,
Engels’in ifade ettiği gibi, “her devrimde de kaçınılmaz
olarak bir çok hata yapılır ve nihayet insanlar olayları
eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar
yatışınca, kaçınılmaz olarak, şu sonuca varılır; yapılmadan
kalması çok daha iyi olacak bir çok şeyi yaptık ve yapılsa
daha iyi olacak bir çok şeyi yapmadık.” (Engels) denilebilir.
Bir dönem, örneğin ‘80 öncesi, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü
savunmak, “köken” bağı için yeterli olmuştur. Bu doğaldır
da. Ama, sınıfsal mücadele yeni olgular ortaya çıkarmış,
nesnel toplumsal ilişkilerden beslenerek, yeni ideolojik
karakterler kazanılmıştır. Yeni ideolojik karakter,
yeni kültür demektir; bu da “köken” kavramını geride
bırakmaktadır. Bilinen ve en çarpıcı örneği D.Yol öncülerinin
ilk adımında bir çok ideolojik savrulma görülmüştür.
Ama bu köken kavramını bir yana atmayı gerektirmemiştir.
D. Yol, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ü referans aldığını
iddia etmiştir, yeni sömürge toplum yapısından, özellikle
orta sınıflardan beslenerek ciddi bir potansiyele de
ulaşmıştır. Tam da bu zemin, beslendiği toplumsal ilişkiler
ve ideolojik tasfiyecilik, D. Yol’u, legal bir partide,
reformlar için mücadeleye itmiştir. Bugün ÖDP’li D.
Yol’cularla hiçbir “köken” bağıda kalmamıştır.
Demek ki, “köken” kavramı yetmiyor. O halde, bizler,
“köken”i değil, siyasal evrimin bugününden olguları
incelemeliyiz. P-C’lilerin birliğini de, yine bugünün
siyasal çerçevesinden ele almalıyız.
Devam edelim...
Serpil Heval’de cisimleşen birlik ruhu, sadece parti
birliğimizle sınırlı değildir. Serpil Heval’deki birlik
ruhunu parti birliği ile sınırlandırmak, onu, onun kişiliğinde
ve ateşten eylemindeki birlik ruhunu hiç anlamamaktır.
Serpil’de cisimleşen birlik, bir dünya devrimi perspektifi
ile, proletarya enternasyonalizminin, Kürdistan devrimi
ile Türkiye devrimi arasındaki enternasyonal köprünün
en anlamlı biçimidir. Ufku dünya devrimine, komünizme
açılmayan hiç bir devrim, hiç bir birlik anlamlı değildir...
Türkiye ve Kürdistan devrimleri, iki ülkede farklı sınıfsal-ulusal
çelişkilerin bir sonucu olarak zafere ulaşacaktır. Tüm
resmi ideoloji ve onun sol versiyonlarına rağmen Türkiye
ve Kürdistan, iki ayrı ülkedir. Yeni sömürge Türkiye,
sömürge Kürdistan farklı toplumsal ilişkileri, çelişkileri
bünyesinde taşır; tüm bu çelişkilerin çözüm platformu,
toplumsal devrimdir. Bu nesnel bir gerçektir. Dolayısıyla
iki ülke devrimleri herşeyden önce kendi toplumsal zemininde
yükselecektir. Ancak, kapitalizmin gelişmesi, ulusal
çitleri parçalamakta, tarihsel bağlarla birlikte, her
iki ülke devriminin hedefleri aynılaşmaktadır. Bu olgu,
Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimini birbirine bağlamakta,
“özgür bir Kürdistan aynı zamanda özgür bir Türkiye”
anlamına gelmekte, “ezen ulus özgür olamaz” betimlemesi
tereddütsüz iki ülke devrimlerinde anlamını bulmaktadır.
Bundan dolayı, stratejik bir yönelim olarak, halkların
devrimci birliği iki ülke devrimi için zorunludur.
Kürdistan, emperyalizm ve sömürgeci güçler tarafından
dört parçaya bölünmüş bir ülkedir ve Kürtler parçalanmış,
göçe zorlanmış bir ulustur. Elbette bu ülke proletaryası
kendi öncüsünü yaratmak, öncüsü etrafında ulusal-demokratik
haklarını kullanmak isteyecektir. Bu Kürdistan proletaryasının
en doğal hakkıdır, hiç kimse ne adına olursa olsun bu
hakkı engelleyemez, sulandıramaz, çarpıtamaz. Türkiye
ve Kürdistan devrimleri açısından stratejik bir öneme
sahip, halkların devrimci birliği, ancak eşit ve özgür
ilişkiler temelinde kurulur, anlamlılaşır. Doğal olarak,
bu “eşitlik” ve “özgürlük”, Kürdistan proletaryasının,
hatta Kürt ulusunun demokratik-sosyalist haklarını kendi
adına, kendi kimliği ile kullanması demektir. Yani,
halkların devrimci birliği, “ortak düşman”, “aynı örgütlenme”,
“seksiyon”, “önce devrim sonra hakların kaderini istediği
gibi kullanma...” vb. adına, Kürdistan proletaryasının
bağımsız örgütlenmesi, kendini bağımsız bir kimlikle
ifade etmesi engellenerek yaratılamaz. Tam tersine,
ulusların kendi kaderini tayin hakkı Leninist bir ilkedir;
bu ilke, bağımsız örgütlenme dahil tüm hakkın o ulus
tarafından, ulusal harekete önderlik eden proletarya
tarafından kullanılmasını öngörür.
Ayrıca, ulusal sorun gibi demokratik sorunlar somut
koşullar ışığında ele alınması, ezilen ulusun haklarını
sıkı sıkı koruyarak genel sosyalizmin, dünya devriminin
çıkarları doğrultusunda ele alınması gerekmektedir.
Tam bu noktada, leninizmin tüm öngörülerine rağmen,
ezen ulus devrimcilerinin “ayrılık” değil, misak-ı milli
sınırları içinde bir “birlik” tezini savunmaları katı
sosyal şovenizmdir, bu birincisi.
21. yüzyıla girerken, Avrupa merkezli bir yaklaşımla
ulusal sorunun çözümü, hem geride kalmıştır hem de somut
gelişmelerden uzaktır. Sosyalizm, ulusal sorunun çözümünü
ifade eder, ama, “reel sosyalizmin” çözülmesi sonucu,
ulusal-milliyetçi çelişkilerin hızlanması elbet kapitalizmin
kışkırtmasıdır ama Avrupa merkezli bir çözümün de pratikle
örtüşmediğinin bir ifadesidir. TDH’indeki sosyal şovenizm,
tam da buradan beslenmektedir, bu ikincisi.
Ayrıca, Kürt ulusal sorunu, örneğin 1970’lerden farklıdır;
tüm Kürdistan’ı ulusal-demokratik haklar temelinde etkileyen,
ona örgütleyen, dillendiren, ona kimlik kazandıran bir
aşamaya ulaşmıştır. İmralı çizgisi bu kazanımı tasfiye
etme, emperyalist YDD’ne eklenme projesidir. Hiçbir
biçimde Kürt ulusunu özgürlüğe ulaştıramaz, Kürt ulusunu
temsil edemez.
Buna rağmen, KUKM’nin silahlı mücadele temelinde ciddi
kazanımları olmuştur. Öyle ise bu olgu yok sayılarak
değil, bunu gözeterek, hatta buna güç vererek, Kürt
ulusal sorununu ele almakla, bizlerin, marksist-leninistlerin
görevidir.
Halkların devrimci birliği bu görevle sıkı sıkıya bağlıdır,
bu üç.
Ve elbette proleter enternasyonalizm, herşeyden önce
ülke devrimine yüklenmektir, proletaryanın bağımsız
siyasetini yürütmektir.
Ancak, proletarya enternasyonalizmi bununla sınırlı
değil, onu ezilen ulusun tüm ulusal-demokratik haklarını
desteklemek, bir dünya devrimine bağlamaktır. Bu anlamda,
bağımsız politikada ısrar, Türkiye devrimini yükseltmek
görevi ile Kürdistan devrimine karşı devrimci görevler
bir bütünün halkalarıdır. Halkların devrimci birliği
de bu halkaların doğru biçimde tutulması ile yükselecektir,
bu dört.
Serpil yoldaşın ateşten mesajı aynı zamanda budur; enternasyonalizmin
ateşle ifadesidir.
Demek ki, Serpil Heval’de somutlaşan devrimci birlik,
partimizin sıkı sıkıya örülmesinden halkların devrimci
kardeşliğine, oradan dünya devrimine uzanan bir ufuktur,
bu genişliğin partili kişilikte somutlaşmasıdır. Tüm
“ben merkezci”, insana yabancı, mülkiyetçi, sekter,
ulusalcı, halkçı, şovenist anlayış ve kişiliklerin yerle
bir edilmesi, Birlik-Mücadele-Zafer şiarının yaşamda
cisimleşmesidir.
Bu aynı zamanda politik bir kültürdür; Mahir-Atilla-Serpil
çizgisi, kültürü budur. Şehitlerimiz bu kültürün lekesiz
temsilcileridir. Şehitlerimize ve onların yarattığı
bu kültüre layık olmak tüm P-C’lilerin, tüm Devrimci
Kurtuluşçuların görevidir...
Atilla, Tamer, Doğan, Ercan bir şafak vakti düştüler...
Kadir, Ahmet bir şafak vakti, “yaptıklarımdan hiçbir
zaman pişmanlık duymadım. Şunu bilin ki dünyaya bir
daha gelsem aynı mücadeleyi, aynı şeyleri bir daha yaparım
(...) Amerikan emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı
mücadele verdim. Verdiğim mücadele de doğru bir mücadeleydi.
Bundan dolayı üzüntü duymuyorum” dediler, zafer işareti
ile ölümü yenen, eylem yoldaşları Hakkı Kolgu ile kucaklaştılar.
Bir şafak vakti, binlerce acıyı yendi Nurettin, Bedrettin
işkence tezgahında... Bir şafak vakti, işkencede yendiği
zalimlerce kurşuna dizildi Zeki YUMURTACI... Ve , “MLSPB’nin
özgün sürecinin ilk şehidi ben olacağım... Devrimci
önderler yargılanamaz...” diyerek, bir şafak vakti gövdesinden
ateş yaktı, Mahir’in, Che’nin, Sema’nın yoldaşı Serpil
POLAT...
Bu yüzden, şafaklara sevdalıdır Devrimci Kurtuluşçu...
Şafaklar; sınıf öfkemizdir, şehitlerimize ve parti çizgisine
sınırsız bir bağlılıktır, tüm prangaları parçalayan
özgürlüktür, yoldaşlıktır, devrimdir, sosyalizmdir...
Serpil heval, tüm şehitlerimiz adına, “şafakların kızıllığından
bir parça kızıl verin, dağ doruklarına savurun, yaylaların
pınar suyundan bir yudum su, sokaklardan çocuk gülüşleri,
Cumartesi Analarının sevgi dolu yüreği, yoldaşlığın
büyüklüğü, grev çadırlarındaki sınıfın dot sıcaklığından
layık olduğum oranda verin...” dedi.
Şehitlerimize, tüm gökyüzünü, şafağı, devrim ve sosyalizmi
armağan edeceğiz...
Herşey THKP-C için herşey zafer için...
Kurtuluşa kadar savaş...
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi...
|