"Dünya Devrimi" Seatle'dan mı Geçiyor?
A. İçen
|
Yeni süreç yeni olgular
1990'lı yıllarda oluşmaya başlayan yeni dünya manzarası
devrimci hareketin önüne çözümlenmesi gereken bir dizi
yeni kavram ve sorun çıkardı, çıkarmaya da devam ediyor.
Belki ilk yıllarda, yani 1991-92'de filan değil ama
zaman ilerledikçe ve "yeni" gibi görünen dünya
sistemi yavaş yavaş yerine oturdukça, bütün o toz dumanın
içinde, esaslı veriler ele alınabilir hale geliyor ve
sağlıklı çözümlemeler için zemin oluşturuyor.
Şüphesiz olup bitenlerin daha genel bir çerçeveden değerlendirilerek
devrimci hareketin dönemsel tezleri açısından tartışılması,
yeni belirlemelere varılarak bunların sistematize edilmesi,
devrimci bir görev olarak önümüzde duruyor. M. Çayan'dan
devralınmış bir teorik cüretkârlıkla davranacağı kesin
olan devrimci hareketimiz, önümüzdeki süreçte bu değerlendirmeleri
yapacaktır; yürünecek yolun teorik bakımdan düzlenmesi
yürümeye niyetli olanlar için şüphesiz tarihsel bir
zorunluluktur.
Ancak bu arada, hızla gelişen süreç ve genel olarak
solda ortaya çıkan, çıkması muhtemel kimi yanlış anlayışlar,
en azından bazı ön uyarıları gerekli kılmaktadır.
90 sonrasında belirginleşen ve genel geçer politik söylemde
"küreselleşme" kavramıyla tanımlanan durumla
ilgili bazı politik yorumlar ve (henüz üstü kapalı biçimde
ifade edilen) bazı önermeler bu çerçeveye girmektedir.
Elbette bu tür kavramların kendileri de aslında tartışılmaya
muhtaçtırlar. Örneğin, genel geçer politik literatürde
mevcut bir dizi kavramın, (küreselleşme, yeni dünya
düzeni, vb.) tırnak içine alınarak bile olsa devrimci
çözümlemelerde kullanılmasının ideolojik bir sorun oluşturup
oluşturmadığı önemli bir tartışmadır. Kavramların "masum"
ve "nötr" olup olmadığı, şu ya da bu kavramın
kullanılmasının ne ölçüde sorun teşkil ettiği gibi şeyler
çok tartışmalıdır. "Dünya Savaşı" yerine "Paylaşım
Savaşı" denilmesi basit bir tercih değildir örneğin;
II. Paylaşım Savaşı sonrası dönemi nitelendirirken M.
Çayan'ın genel literatürdeki "soğuk savaş"
deyimi yerine "Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi"
kavramını kullanması da son derece önemlidir. Çünkü,
emperyalizmin sosyalist dünyaya yönelik yeni saldırganlığını
ifade eden "soğuk savaş" kavramı bir şeydir,
sistemin bunalımının bir evresini ifade eden "bunalım
dönemi" kavramı başka bir şey... Dolayısıyla, bir
durumun bize ait olmayan kavramlarla tanımlanmasının
doğruluğu salt kavramsal bir tartışma değildir, öze
ilişkin unsurlar da içerir.
Ayrıca, bugünkü dünya manzarası içersinde neyin "yeni"
olduğu, neyin olmadığı da ayrı bir tartışmanın konusunu
içermektedir. Komünist Manifesto'daki o muazzam "küresel
kapitalizm" tanımını okumuş olan herkes, kapitalizmin
aslında ne olduğu konusunda yeniden düşünme fırsatını
bulacaktır kuşkusuz. Kapitalizmin, başından beri "bütün
dünya için" bir sistem olduğu, son yetmiş yılda
olan şeyin ise aslında "lanet olası bir duruma
katlanmak" olarak tanımlanabileceği, şimdilik söylenebilecek
en belirgin şeylerdir. Hatta bunun için herhangi bir
Çokuluslu Şirket'in ta 60'lardaki kuruluş amaçlarını
incelemek bile, onun mantığının aslında "en ucuz
maliyet/en yüksek kâr" projesi üzerine oturduğunu
ve sermayenin sınırsız dolaşımı gibi bir önkabule dayandığını
anlamamıza yetecektir. Bu dolaşımı engelleyen politik
çerçevenin bugün dağılmış olması, dünkü hayalleri ve
projeleri yaşamla buluşturmaktadır elbette; ama bu,
kendi başına olup bitenleri "yeni" kılmamaktadır.
Bütün bunların hepsi önemli. Hepsi, çok tartışma gerektiriyor.
Ama biz şimdilik okurun kafasına bir iki soru işareti
bırakarak bu temel sorunların üzerinden geçmek ve biraz
sonuçlar üzerinden giderek bu yazıyı daha özel bir sorun
çerçevesinde geliştirmek istiyoruz.
Sözü edilen sorun, "sermayenin küresel saldırısı"
saptaması üzerinden üretilen "küresel karşılık"
teziyle ya da bu tezin belli bir yorumlanış biçimiyle
ilgilidir.
Tarihsel dönemeç
Emperyalist sistemin işleyişi ve karşıt güçle ilişkisi
bakımından 90'la başlayan sürecin tarihsel bir dönemeç
oluşturduğu sanırız bütün tartışmaların ötesindedir.
Gerçekten de, reel sosyalist dünyanın gürültülü çöküşü,
uluslararası tarih bakımından aynı dünyanın "kuruluşu"
kadar önemli bir değişiklik olmuştur. Kuşkusuz böylece
oluşan değişiklik, emperyalist sistemin bir süredir
geliştirdiği arayışlara da denk düşmüş, onlarla birlikte
anlam kazanmıştır.
60'ların ve 70'lerin tarihi biliniyor. Neredeyse dünyanın
1/3'ünü kapsayan bir sosyalist dünya, çeşitli biçimlerde
emperyalist kampa tavır alabilen, en azından soğuk davranan
sosyalizm-dışı güçler ve dünyanın dört köşesinde sermaye
yatırımlarını riskli hale getirerek krizi büyüten halk
savaşları ve kapitalist ülkelerde yükselen devrimci
dalga, bu manzaranın asli unsurlarıdır. Sistem, bir
yandan sıkışmakta, diğer yandan ise tıkanma noktalarını
aşmaya çalışmakta ama bunu yaparken oldukça zorlanmaktadır.
Rahatça at oynatabileceği bir dünya manzarasına kavuşamayan
emperyalizm, bir yandan bilimsel-teknolojik sıçramalarla
kendini onarmaya çalışmakta, diğer yandan da hatırı
sayılır bir ekonomik gücü "ülke markajlarına, sosyalizme
karşı soğuk savaş önlemlerine ayırmaktadır. Ama dönemin
genel çizgisine bakıldığında hemen anlaşılacağı gibi,
bu saldırganlık da sürecin hızını kesmek bakımından
yeterince etkili olamamaktadır.
Tıkanma vardır, çünkü, "sermayenin korkunç bir
seviyede yoğunlaşması" ile "dünyanın 1/3'ünün
kapitalist sömürünün dışına çıkması" arasında korkunç
bir gerilim vardır. Söz konusu durum, "kapitalizm
için metropolün dışında pazarların korkunç derecede
daralması" sonucunu doğurmaktadır. Bu gerilim ve
bu sonuç, gerçekten de dönemi karakterize etmektedir.
Asıl sorun ise bu daralmanın bilinen yollarla giderilemiyor
olmasıdır. Yani sistemin egemenlik alanı, yüzölçüm itibarıyla
daralmaktadır ama buna karşılık 1914 ve 1940'ta denenmiş
olan "genişleme" yollan da -esas olarak sosyalist
sistemin varlığından ötürü- artık fiilen tıkalıdır.
Kesintisiz Devrim'deki ifadeyle, "Emperyalistlerarası
uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çıkması, ancak bu
çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici olarak
çözümleyememeleri ve zorunlu olarak entegrasyona gitmeleri
kapitalizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demektir."
Gerçekten de savaş sonrası dönem, özellikle de 1960'lar
ve daha sonra 1970'li yıllar, sistemin ciddi şekilde
zora girdiği, bütün şatafat ve güç gösterilerine karşın
sosyalist cephe karşısında -üstelik derin çizgilerle
bölünmüş bir sosyalist cephe karşısında- telâşa düştüğü
yıllar olmuştur. 70'li yıllar bütün bağımlı ülkelerde
ithal ikameci modellerin çöktüğü yıllar olurken, 80'ler
artık düpedüz kriz yılları olarak anılmaktadır. Krizin
ağırlaştığı her noktada bağımlı ülke ekonomilerini sırtından
silkeleyen ya da onları IMF aracılığıyla "kendi
yağında kavrulmaya" zorlayan sistem, böylece Afrika,
Asya ve Latin Amerika'da kişi başına düşen GSMH'nın
inanılmaz seviyelere inmesine neden olmakta, yalnızca
çeperde değil metropollerde bile milyonlarca insanı
yoksulluğa sürüklemekte, bütün bu gelişmeler ise yeni
devrimci atılımlar olarak geri dönerek yine sistemi
vurmaktadır.
Şüphesiz bu arada emperyalist kampta "çözüm"
arayışları da devam etmektedir. 80'lere doğru gelinirken,
ithal ikameci sistemle birlikte bütün o "karma
ekonomi" saçmalıkları da yeni vahiylerle cehenneme
gönderilmekte, onların yerine dizginsiz bir para hareketi
ve bütün sosyal harcamaları kısan bir vahşi liberalizm
geçmektedir. Politik alanda olabildiğince despot olan
bu yeni tarz, ekonomik alanda ise "altta kalanın
canı çıksın" serbestliğine sıkı sıkıya bağlıdır,
"ABD'yi yeniden bir numara yapmak" vaadiyle
ortaya çıkan Reagan ve İngiltere tarihinin en gerici
ve en Amerikancı başbakanı olarak tarihe geçen Thatcher,
bu dönemin ürünleridir. Şili ve Türkiye "mucize"leri
aynı döneme denk düşer.
Öte yandan aynı dönemde, henüz çıplak gözle pek görülemeyen
bir başka gelişme de ağır ağır kozasını örmekte, sosyalist
sistemde özellikle 1960'lardan beri bir eğik düzlem
üzerinden devam eden kayma, gitgide hız kazanmaktadır.
Kavranılması daha zor olan bir başka gelişme ise aynı
dönemde, dıştan bakıldığında büyük sıçramalar yapıyormuş
gibi görünen ve gerçekten de büyük fiziksel sıçramalar
yapan dünya devrimci hareketinin de aslında ağır bir
sıkıntıyı yaşamakta oluşudur. Dünyanın çeşitli köşelerindeki
devrimci hareketler kuşkusuz sürece müdahale potansiyellerini
yitirmiş değillerdir, hatta çok iyi gelişme çizgilerinin
yakalandığı yerler de vardır; ama öte yandan uluslararası
ideolojik odakların tahakkümü altında bunalmakta olan
devrimci güçler, çözümleme güçlerini yitirmekte, 1980'lere
gelindiğinde, emperyalist sistem, kendi tıkanmasına
bir biçimde çözüm aramaya çalışırken, kendi konseptini
klasik biçimlere göre belirlemiş olan devrimci hareketler,
durum karşısında soluksuz kalma belirtileri göstermeye
başlamaktadırlar.
Emperyalist sistemin Friedman'da simgelenen yeni politikaları,
bu dönemde biraz Aşil'in topuğu hikâyesini andırmaktadır;
ama ters yönden! Yeni keşfedilen efsunun gücü henüz
ancak "topuğu" korumaya yetmektedir, geri
kalan her şey yaralanmaya açık haldedir! Sınırsız para
dolaşımı ve üretimin kısılmasına dayalı yeni politikalar,
toplumsal muhalefeti ağır baskı altında tutan Türkiye
gibi ülkelerde belki bir ölçüde başarı kazanır gibi
görünmektedir ama "denizin suyunun bitmesi"
aslında pek yakındır. Metropollerde de her şey o kadar
sancısız gerçekleşmemekte, İngiltere'deki büyük madenci
grevinde ya da "kelle vergisi" protestolarında
olduğu gibi, işçi sınıfı, önüne sürülen tatsız bulamacı
pek de iştahla yememektedir. Ayrıca, "erken-globalizm"
denilebilecek sermaye dolaşımı süreci de daha geniş
bir yüzölçüme gerek duymaktadır; 80'lerdeki biçimiyle
bu dolaşım biraz minyatür kale maçına benzemektedir.
Alan henüz dardır ve Asya'daki "mucize"lerin
de nereye kadar gidebileceği belirsizdir.
Son derece ironiktir; taraftarlarınca "mucize"
olarak nitelenen neo-liberal vahiyler, ancak pek de
umulmadık bir "kıyamet" günü, yani reel sosyalizmin
çöküşü yardıma yetiştiğinde kendi güvenlerini kazanabilmişler,
90'lara doğru kapitalizmin büyük bir "çöküntü"
yaşayacağı saptamalarıyla rahat uyuyamayanlar, 2000'leri
dikensiz gül bahçesi tarafından "ertelenmiş"
bir krizin endişeli sevinciyle karşılama imkânına sahip
olmuşlardır.
Sonuçta, 90'lara gelinmiştir artık; köpeksiz köyde dolaşmanın
rahatlığı, kapitalist ekonomiyi daha sağlıklı kılmamaktadır
belki ama inanılmaz bir gözükaralığın yolunu açtığı
kesindir.
Ama sorun yalnızca iktisatla da ilgili değildir. Böylece
oluşan manzara, insanoğlunun ufkunu ve umudunu da sakatlayan
bir politik sonuç yaratmış, daha on yıl önce, inanılmaz
bir kaosun pençesinde kıvranarak dertlerine deva arayan
emperyalist sistem, böylece yeni geliştirdiği spekülatif
para politikaları için en önemli koz olan psikolojik
trendi yakalamıştır. Böylece ortaya çıkan şey, artık
nezle ya da grip gibi gelip geçici bir durum değildir;
çünkü çöküş momentine ("çöküş"ün gerçekleşmesinde
de rol oynayacak bir zamanlamayla!) kapitalizmin tarihindeki
en büyük iletişim teknolojisi devrimi de denk düşmüş
ve böylece dünya hakikaten (maalesef insanoğlunun fikri
dünyası anlamında da) küçülürken, çöküşün moral etkisi
kapitalist sistem lehine katlanmış ve sistemin kendini
yeniden üretme gücü sanal olarak kanıtlanmıştır. Reel
sosyalizmin çöküşü sonucunda açılan verimli ekonomik
alanlarla, kullanılabilir hale gelen yeni kaynakların
önemi şüphesiz çok büyüktür ve bu alanlar/kaynaklar
sistemin iktisadi eğrilerini yukarı çekmiştir. Ama aslında
bundan çok daha önemli olan faktör, emperyalist sistemin
böylece kazandığı ve bazı zedelenmelere rağmen henüz
yitirmediği psikolojik/siyasal üstünlüktür; çünkü bu
üstünlük, iktisadi trendleri yukarı çeken ve iç-güven
sağlayan etkilerinin yanında, esas olarak sistemin dışında
duran ya da ondan zarar gören sınıfların, halkların
üzerinde yarattığı eziklik/acz duygusuyla iş görmektedir
ki, bu da, netice olarak geriye dönüp sistemin iç-güvenini
pekiştirmektedir.
Büyük rulet masası
Yani, burada gerçekten "yeni" olan şey, bütün
bunlara izin veren konjonktür sayesinde sözkonusu politikaların
"köpeksiz bir köyde" akıl almaz risklerle
birlikte bir kumar noktasına dek sürüklenmiş olmasıdır.
Eski 12 Mart bakanı ve IMF uzmanı Karaosmanoğlu'nun
deyişiyle, "ticaret kontrolünün azalması ve liberalizasyon,
ticareti dünya GSMH'sından hızlı geliştirmiş, sermaye
hareketleri ise ticaretten de hızlı büyümüştür."
Artık burada, üretimden bağımsız olarak dolaşan, inanılmaz
bir karışıklık içinde her yana akıp giden milyarlarca
dolarlık spekülatif sermaye sözkonusudur; ucuz işgücünün
bulunduğu alanlara yönelen ve iyi kötü bir şeyler üretip/alan-satan
bölümü, bu büyük para denizinin yalnızca bir sektörünü
oluşturmaktadır. Öte yanda, görünürde hiçbir somut/maddi
nesne üretmeksizin bir yerden başka bir yere "tuşlanan"
akıl almaz miktarlar sözkonusudur. Ekonominin neredeyse
tamamen finans dünyasının hizmetine sokulduğu şartlarda,
riziko yüklenmeye hazır yatırımların fonlarını toplayıp
dünya çapında spekülasyon yapan ve Hedge Fonds adı verilen
bu insiyatiflerin vadeli işlemlerinin hacmi (40 trilyon
dolar), dünyanın yıllık üretiminin hayli üstündedir;
aynı miktar ABD'nin yıllık üretiminin 5 katıdır. Aynı
insiyatiflerin 1997 dünya işlem hacmi, 360 trilyon dolar
gibi akıllara sığmayan bir rakamdır. Üstelik bütün bu
fonlar, hiçbir ciddi özkaynağa dayanmaksızın, çok yüksek
risk oranlarıyla çalışmakta, iktisat teorilerini alt
üst eden bir tür ip cambazlığı gösterisi sunmaktadırlar.
ABD şirketlerinin net kârları 1990'dan bu yana yalnızca
%75 artmışken, aynı dönemde hisse senedi piyasasının
7 misli artış göstermesi de herhalde benzer bir göstergedir.
Metropolden çeper ülkelere, özellikle Asya'ya kayan
bu fonlar bir tür taşeron sanayi geliştirerek ucuz işgücünün
yarattığı olağanüstü kârlarla para havuzunu her geçen
gün daha da büyütmüş ve bu uçsuz bucaksız havuz, bu
kaygan fonlar, kapitalist üretimin klasik formunu büyük
ölçüde değiştirerek kitaplardan tanıyıp bildiğimiz şu
klasik sermaye sahibi tipinin yerine, spekülasyona dayalı
yeni dünyanın kumarbazlarını geçirmiştir. Sonuç, sahip
olduğu sabit sermaye miktarının yüzlerce katını kullanan,
çekip çeviren riskli şirketler curcunasıdır.
O kadar ki, 1995'te Kanada'da düzenlenen bir seminerde
konuşan ABD federal rezervlerinin eski yöneticisi Paul
Volcker gibileri, telâşla, "Eğer bu değişmeleri
kontrol altına almazsak, bir şekilde izleme imkânına
sahip olmazsak, bir süre sonra dünya ekonomisi haydutlarla
korsanların eline kalacak." diyebilmektedirler,
(akt. Karaosmanoğlu) Dahası, yine Karosmanoğlu'nun aktardığına
göre, aynı yönetici grup, yüksek kârlar için riskli
ülkelere kaynak gönderen ve bu denetimsiz kaynaklarla
oynayanların "işlerin kötüye gitmesi" halinde
kaçışının önlenmesini, mağdur olan ülkeye "borç
ödememe" hakkı tanınmasını içeren önlemler paketini
de hazırlamış durumdadırlar. Şüphesiz bu yakınmalar
samimi filan değildir, büyük balıklar suyun bulandığı
yerlerden kaçtığında kimsenin buna karşı bir önlem alacağı
da yoktur. Ayrıca, "uluslararası muhasebe ve şeffaflık"
gibi önerilerin de ciddi bir kıymeti harbiyesi yoktur;
çünkü nihayetinde dünya ekonomisinin bugünkü hastalıklı
neşesi, tam da o yakınılan spekülasyon hareketinden
kaynaklanmaktadır. Samir Amin'in bir yerde çok iyi bir
biçimde ifade ettiği gibi, sistemin patronları -başıbozukluktan
en çok şikayet edenler de dahil olmak üzere-artık "krizi
sona erdirmeyi değil, onu yönetmeyi" ilke olarak
saptamış bulunmaktadırlar.
Ayrıca söz konusu "kriz yönetimi", sermayeyi
aşırı hareketli kılarken emek pazarını sa-bitleyen yöntemlerle,
karşıtını felç edici bir fonksiyon da yüklenmektedir
ki, bunun şikayet edilecek yanı yoktur. Yani, sermaye,
herhangi bir ülkede herhangi bir toplumsal risk ile
karşılaştığında kolayca dünyanın şimdilik risk içermeyen
bir başka bölgesine kaçabilmekte, böylece riski önleyemeyen
ülkenin ekonomisi cezalandırılırken, aynı hareketliliğe
sahip olmayan emek, yoksulluğun batağına doğru sürüklenmektedir.
Normal mesai düzenini ortadan kaldırarak bir yandan
reel ücretleri düşürürken, diğer yandan da emekçiler
arasındaki rekabeti artırarak örgütlenme eğilimini bastıran
"esnek çalışma" düzeniyle de desteklenen bu
çapulculuk, Volcker gibileri ne kadar yakınırsa yakınsın
bugünkü dünya ekonomisinin temel taşıdır ve işlerin
onsuz yürümesi mümkün değildir.
Ama, öte yandan, toplam üretimin kat be kat üzerine
çıkan, giderek üretimin kendisinden de koparak denetimsiz
bir ırmak gibi her yana doğru akan bu para-sermaye kitlesinin
içerdiği potansiyel tehlike, artık suyun başındakiler
tarafından da farkedilmekte, burjuva literatürde "sosyal
patlama riski" şeklinde ifade edilen kaygılar artmaktadır.
Yani, kısacası, bugünkü durumda "tehlike"
ve "avantaj" aynı sebepten kaynaklanmaktadır;
çünkü, dünyayı kocaman bir rulet masasına çeviren bu
ekonomik işleyiş, esas olarak sistem karşıtı güçlerin
zayıflığından kaynaklanan bir rahatlığı veri almaktadır.
Gitgide normal "rulet" kurallarından taşarak
tam bir "Rus Ruleti"ne dönüşen bu çılgın sermaye
akışı ve dünyanın bütün köşelerinin bu yoldan birbirine
bağlanışıysa, devrimci bir müdahalenin imkânlarını yaratmakta
ve yollarını işaretlemektedir.
Sosyal patlamalar ve uluslarası boyut
Hiç kuşku yok ki, bütün bu olup bitenler, dünya ekonomisinin
halkalarının artık Stalin'in bir zamanlar söylemiş olduğundan
da daha sıkı bağlarla birbirine bağlanmış olması, devrimci
cephe bakımından da bir anlam ifade etmektedir. Dünyanın
önemli bir bölümünün aşırı yoksullaşması pahasına sağlığını
koruyabilen yeni ekonomik düzen, böylece çok geniş bir
muhalefet cephesini de ortaya çıkarmakta, en önemlisi
de böylece ortaya çıkan tepkinin her yerel parçası,
kapitalizmin işleyişine bağlı olarak "küresel"
bir anlam ifade etmektedir. Bu durum, bir yandan ortaya
daha önceleri pek rastlamadığımız türden uluslararası
protesto biçimlerini çıkarırken, öte yandan da dünyanın
herhangi bir köşesindeki az çok önemli bir silahlı eylemi
bile enternasyonal gündeme taşımaktadır.
Bu anlamda biz, 1990'lı yılların sonunda ipuçları ve
örnekleri görülmeye başlanan uluslararası anti-kapitalist
protestolara şüphesiz büyük değer biçiyoruz, biçmeliyiz.
2000'li yıllar boyunca artacağı anlaşılan bu türden
enternasyonal girişimler ve dünyanın çeşitli köşelerinde
patlaması muhtemel yoksul ayaklanmaları -ki emperyalist
kurumların raporları da bu yöndedir- sistemin yarattığı
ideolojik hegemonyayı sarsıntıya uğratan yanıyla son
derece önemlidirler. Üretim sürecini ve para sermayenin
dolaşımını son derece esnekleştirerek tek tek ülkelerdeki
emek pazarının ötesinde dünya çapında bir soygunu örgütleyen
emperyalist sisteme dünya çapında karşılıklar verilmesi,
bütün ülkelerdeki kitle ve sınıf örgütlerinin ortak
organizasyonlar aracılığıyla bir araya gelerek yaygın
protestolar örgütlemeleri, hatta fiili dayatmalarda
bulunmaları bugün hayati bir önem kazanmıştır. Bu girişimlerin
bugün olduğundan daha iyi organize edilmesi ve kapitalist
haydutluğa karşı genel bir koordinasyonun yaratılması
için çaba göstermek de bütün yerel devrimci güçlerin
görevidir.
Ayrıca, 2000'lerin dünyasında tek tek ülkelerdeki güçlü
devrimci eylemlerin (Peru ve Meksika örneklerinde görüldüğü
gibi) enternasyonal bir etki yarattığı, bu durumun herkese
yüksek bir sorumluluk yüklediği de kesindir. Devrimci
hareketlerin silahlı ya da silahsız politik eylemlerini
enternasyonalist ihtiyaçtan gözeterek organize etmeleri
de bugün olağanüstü bir öneme sahiptir.,Dünyanın bütün
köşelerindeki iktisadi/politik hayatın, hatta günlük
hayatların bile birbirine bağlandığı bugünkü koşullarda,
artık her ciddi politik eylem, dahası her ciddi grev
otomatik olarak uluslararası etkiye sahip olmuştur.
Bu, belki hemen değil ama bir süre sonra, uluslararası
iletişim ağının vaktiyle reel sosyalizmin yıkılışı sırasında
oynadığı "etki genişletici" rolün tersine
dönmesinin imkânlarını yaratacak, bu silahın sahibini
vurması mümkün olabilecektir. Bu anlamda, dünyanın bütün
köşelerindeki devrimci hareketlerin sınıf örgütlenmelerinde
ve politik faaliyetlerinde bunu görmezlikten gelmesi
mümkün değildir. Kısacası, yeni devrimci sürecin geçmişe
göre çok yüksek uluslararası dayanışma ve kollektif
davranış biçimleriyle yürüyeceği, böylece geçmişte teorize
edilmiş bulunan "bölgesel devrimci çemberler"
yaklaşımının da yeni biçimler kazanabileceği kesin gibidir.
Artık zayıf halkalar yok mu?
Ama bütün bu olup bitenler, leninizmin evrensel tezleri
arasında bulunan "eşitsiz gelişme" ve "zayıf
halka" tezlerini geçersiz mi kılmaktadır? Süreçle
ilgili canalıcı soru budur.
Son dönemlerde hızla yaygınlaşan ve çoğu durumda bir
kaçış eğilimine denk düşen "ultra-entemasyonalist"
teoriler, henüz çok üstü kapalı biçimleriyle ortaya
konulsalar da, yukarıdaki soru bakımından tartışılmayı
hakediyorlar. Bugünkü durumun yüzeysel bir çözümlemesine
dayanan ve dünya çapındaki haydutluk örneklerinin yarattığı
dehşet etkisiyle de beslenen bu eğilim, şimdilik "global
saldırıya global düzeyden yanıt verilebilir" gibi
akıllıca ve masum görünen argümanların arkasına saklanıyor.
Özünde, imkânsız bir durumu düşleyerek asli görevden
uzaklaşmayı rasyonalize eden bu mantık şüphesiz kendisini
doğrudan bir biçimde ortaya koymuyor; hiçbir yayın organında
"bu iş artık olacaksa bütün dünyada olur"
gibi açık ifadelere rastlanılmıyor. Ama genel bir "global
protesto" övgüsü gitgide ortalığı kaplarken,(1)
daha derinde bir yerde, özellikle günümüzdeki gerileme
koşullan tarafından zihni sakatlanmış olan genç sempatizanların
kağıda dökülmeyen dünyasında böyle bir "umutsuzluk"
teorisi kendisine yer bulabiliyor.
Bir devrimin gerçekte nasıl bir şey olduğu konusunda
hiç düşünmemiş olan, toplumsal süreç sanki bir bilgisayar
oyunuymuş gibi bütün teorik çözümlemelerini sanal/kurgusal
ortamda yapan kesimlerde 90'lı yıllarda gelişen "Ekim'de
iktidar alınmalı mıydı, alınsa da korunmalı mıydı"
gibi ahmakça tartışmalar belki bugün yeniden hatırlanabilir.
Herhangi bir somut anda iktidarın alınmasıyla, reel
koşullar altında bu iktidarın atabileceği adımların
sınırlılığı arasındaki gerilimin, her sosyalist devrimin
kaçınılmaz sorunsalı olduğunu ve bu olgunun "iktidarsızlık"
için bir kanıt oluşturmadığını bize unutturmaya çalışan
bu liberal soldan geçmişte az çekmedik doğrusu. Bu yutturmacanın
bugüne taşınan yanları da şüphesiz vardır. Ama herhalde
bugün karşı karşıya olduğumuz şey, artık daha ciddi
sıkıntılara yol açmaktadır; aynı gün aynı kanalda emperyalizmin
bir Afrika ülkesindeki muhalefeti boğması haberiyle
Washington'daki IMF karşıtı gösteri haberini ardarda
izleyen yeni kuşak devrimcimizin kafasında oluşan tablo,
sıradan bir ukalalıktan daha önemlidir. Çünkü böyle
bir durumda söz konusu olan şey, artık bir meyhane muhabbeti
değil, genç bir devrimcinin bocalaması olmaktadır ve
bu yüzden önemlidir. Güç gösterisi yapan emperyalist
sistem, böylece dünyanın herhangi bir köşesindeki sıradan
insanları etkilediği kadar devrimci sempatizanları da
etkilemekte ve "tek tek ülkelerdeki devrimci girişimlerin
şansı olup olmadığı" konusunda ciddi kuşkular yaratmakta,
aynı sürece denk düşen "global anti-kapitalist
protestolar" ise "acaba böyle bir yoldan mı
yürünmeli" sorusunu doğurmaktadır. Böylece çok
önemli bir teorik/pratik ayrım zihinlerde bulanıklaşmakta,
uluslararası protestoların küçümsenemez önemi ile "devrim"
dediğimiz şey birbirine kanştırılabilmektedir.
Üzerinden atlanan şey, kısaca şudur: "Devrim"
dediğimiz olgu, yani somut bir eylem olarak mevcut devlet
mekanizmasının parçalanarak yeni bir iktidar aracılığıyla
toplumsal düzenin değiştirilmesi olayı, herhangi bir
protesto ya da dayanışma eyleminden başka bir şeydir.
O konuda işleyen süreç, son derece açıktır; onun mekanizması
bizim keyfimize göre çalışmaz, bizim güzel düşlerimize
her zaman denk düşmez. Klasiklerde "devrimin objektif
şartlannın varlığı" olarak tanımlanan durum da,
bu işleyişi anlatmaya yetmez. Çünkü bu saptama, emperyalist
döneme ilişkin genel ve sürekli bunalım olgusunu belirler
ve artık herhangi bir ülkede bir devrimin imkânlarının
varlığı yokluğu tartışmasını sona erdirerek genel düzeyde
bir olanağı ortaya koyar. Herhangi bir devrimin "ne
zaman", "nerede" ve "nasıl"
olacağı sorularının karşılığı ise, kapitalizmin "eşitsiz
gelişme" yasasında, "zayıf halka" tezinde
gizlidir. Çok kabaca söylenirse, süreci belirleyen olgu,
dünya yüzeyindeki çelişki ve ilişkilerin seyri sonucunda,
genel ve sürekli bunalımın belli bir noktada, belli
bir ülkenin koşullarında derinleşmesi, milli bir krize
yol açmasıdır. Leninist terminolojide "devrim aşaması"
olarak da tanımlanan bu duruma devrimci bir insiyatifin
de denk düşmesi halinde bir devrimin gerçekleşmesi en
azından mümkün hale gelir. Tarihsel dönemlerin özelliklerine
dayanarak bazen belli bir ülkeler kategorisinin genel
düzeyde "zayıf halka" olarak saptanması (örn:
yeni-sömürgeler) ya da bu ülkeler için yapılan "sürekli
milli kriz" belirlemesi, son tahlilde bu genel
işleyişi bozmaz. Çünkü, burada bir toptancı anlayış
yoktur; devrim denilen somut olgu, yine de tek tek ülkeler
için mümkündür; bir devrimin diğerlerini motive etmesi
ayrı şeydir, "eşzamanlı" devrim tezi ayrı
şeydir. Daha sonra değineceğimiz "bölge devrimleri"
perspektifi de esasen bu kuralı dışlamaz ya da reddetmez;
o perspektif son derece reel bir bakış açısının üstüne
oturur.
Mesele genel olarak budur ve günümüzdeki gelişmeler
de bu genel işleyişi ortadan kaldıracak veriler ortaya
koymamaktadır. Yukarıda özetlediğimiz gelişmeler, kapitalist
sistemin doğasında bulunan "eşitsiz gelişme"
kuralını ortadan kaldırmamakta, emperyalist zincirin
"en zayıf halkadan kırılması" biçimindeki
leninist tezi geçersiz kılmamaktadır. 2000'li yılların
kapitalist sisteminin 1900'lere oranla çok daha fazla
birbirine bağlanmış halkalardan oluştuğu, üstelik spekülatif
sermaye akışının niteliğinden ötürü bu halkaların çok
daha hassas dengeler üzerine oturduğu, dolayısıyla her
sarsıntının son derece büyük bir hızla bütün sistemi
etkileyeceği şüphesiz doğrudur; ama bu etkileşimin "krizin
yükünün daha aşağılara devri" kuralından ötürü
öncelikle en zayıf halkaları çökerteceği, oralarda devrimci
imkânlar yaratacağı da aynı ölçüde doğrudur. Dünya kapitalist
sistemi, kendi işleyişi gereği "zayıf halkalar
yaratmakta, oralarda devrimci potansiyelleri biriktirmektedir.
Çünkü bu sistemin işleyişinin temel kuralı, her şeye
rağmen bir fabrikada olup bitenlerden çok farklı değildir;
her sıradan işçi şu basit gerçeği bilir: İşkolundaki
kriz, ilk bakışta yekpare bir bütünlük gibi görünen
"fabrika toplumu"nu(!) hızla parçalar ve krizin
yükü asla eşit olarak paylaşılmaz. İşveren için "egzotik
bir tatilin ertelenmesi" anlamına gelen ekonomik
sıkıntı, işçiler için sefalet anlamına gelir. Dünya
kapitalist sistemi de başka bir işleyişe sahip değildir;
o düzeyde de sistemin bütün parçalan tarafından sıkıntının
eşit paylaşılması söz konusu olamaz. Sistem, hem kategorik
düzeyde (genel olarak yeni sömürgeler bakımından) hem
de bu kategorinin tek tek parçaları açısından zayıf
halkalara sahiptir; çünkü dünya kapitalizmi bir hayır
kurumu mantığıyla çalışmaz, onun işleyişi en alttakilerin
daha da dibe itilmesi üzerine kuruludur.
Yani, bugünkü sistemin bütünlüğü üzerine yapılan her
iki vurgu da, (sistemin yıkılamazlığı ve sistemin ancak
bütün olarak yıkılabileceği) temelinden yanlıştır. Dünya
çapında bir saldırıya girişmiş olan sermaye gücüne karşı
dünya çapında karşılıklar üretmek ayrı şeydir, bu gücün
gedik verdiği yerlerde "yönetenlerin yönetemez,
yönetilenlerin yönetilmek istemez" bir noktaya
sürüklenmeleri ayrı şeydir. İki faktör şüphesiz birbirini
etkileyecek, hızlandıracaktır, gelecek dönemde bu "hızlandırma"nın
bugünden tahmin edemeyeceğimiz biçimleriyle de karşılaşmamız
mümkündür. Ama iki faktörün birbirine karıştırılmasının
tek tek ülkelerdeki görevlerden ciddi bir kaçışı beslemekte
olduğu da kesindir.
Üstelik bu, çıkmaz bir yoldur da. Böylece oluşan ve
Ümraniye'den çok Londra'yla ilgilenmeyi seven, Seatle'da
olanları ağzı açık izlerken her gün otobüsle önünden
geçtiği tersaneyi görmeyen tuhaf bir devrimci tipi,
aslında bu çarpık "enternasyonalizmin" nasıl
bir "NGO üretim merkezi" haline geldiğini
farketmemektedir. Çünkü, uluslararası muhalefet biçimlerini
devrimin yerine koyduğumuz her noktada, bir yandan olanaksız
bir düşün içinde boğulunmakta, öte yandan da bu ülkede,
derinleştirilmesi mümkün bir milli krizin ortada durduğu
gözden kaçırılmaktadır.
Zor ama mümkün
Sonuçta, mesele açıktır: Dünyanın çeşitli köşelerindeki
devrimci gelişmelerin birbirleri üzerinde yarattıkları
etki ve bu etkinin günümüz koşullarında katlanan gücü
son derece önemli olmakla birlikte, somut bir iktidarın
kitle eylemi yoluyla somut bir biçimde devrilmesi ve
bu silahlı iktidara dayanarak yeni bir düzenin inşasına
başlanması anlamında devrim, tek tek ülkeler boyutunda
düşünülebilecek bir olgudur. Bu devrimler sonucunda
oluşacak tek tek ülkelerdeki iktidarların yaşamasının
koşullan ise ayrı bir tartışma konusudur. Elbette bu
devrimler, belki Ekim günlerinden daha zor koşullarda
işe başlamak durumunda kalacaklar ve ezilme tehlikesiyle
iç içe yaşayacaklardır. Meseleye böyle bakıldığında,
"sosyalist bağımsızlık" üzerine yeni tartışmalar
yapmak mümkündür ve yapılmalıdır. Günümüz koşullarında
herhangi bir devrimci iktidarın varlığını korumasının
fiziki sınırlar ve güvenlik önlemleriyle mümkün olamayacağı,
"içe kapanma" olarak da tanımlanabilecek dar
bir "bağımsızlık" anlayışının bize yetmeyeceği
herhalde kesindir. Sosyalist inşa için mutlaka gerekli
olan "bağımsızlığın" ancak politik bir yoldan
korunabileceği ve bunun da dünyadaki bütün devrimci
ve muhalif güçlerin dayanışmasına yaslanacağını da şimdiden
söylemek hiç yanlış olmaz.
Ancak bu tartışma başka bir şeydir, emperyalist şiddetin
yarattığı korkuyla geri çekilmek ve pratikte imkânsız
olan bir ütopyayı öne sürerek demogojiye yönelmek başka
bir şeydir.
Enternasyonal dayanışmanın gelecekte alabileceği yeni
biçimlerle, sosyalist hareketi "yurttaş hareketi"
seviyesine çeken, iktidar perspektifini körelterek onu
"global muhalif baskı grubu" biçiminde şekillendirmek
isteyen ve bu amaçla da bugün örnekleri görülen protestoları
devrimci mücadelenin tek mümkün biçimiymiş gibi sunan
neo-liberal solcu yaklaşımın birbirinden kesin çizgilerle
birbirinden ayrılmaktadır. AB'ye girmeyi de bu türden
bir "enternasyonalizmin"(!) önşartı sayan
ve "tek tek ülkelerdeki devrimlerin artık çok şansının
olmadığı", dolayısıyla "üretici güçlerin daha
gelişkin olduğu metropollerin önem kazandığı" laflarını
geveleyip duran (özellikle "Biradım" dergisindeki
AB tartışmalarına ve E. Aydın'ın söylediklerine bakınız)
bu eğilimler, özünde devrimci çizgiden esaslı biçimde
kopmuşlardır. Dünya devrimi, -biçimi değil ama özü itibarıyla-
Ekim'in açtığı yoldan, zayıf halkalardaki devrimler
yolundan yürüyecek ve tek tek ülkelerdeki devrimci gelişmenin
birbirine eklenmesi yoluyla bölgesel/genel düzeyde sonuçlara
yol açacaktır, Bunu görmemek, yalnızca bugünkü durumun
fotoğrafıyla yetinmek, kapitalist krizlerin bütün dünyayı
sarsacağı yolundaki beylik laflarla oyalanırken, bu
krizlerin tek tek ülkelere eşitsiz biçimde yansıyacağı
gerçeğini, yani kapitalizmin temel kuralını hasıraltı
etmekten başka bir şey değildir. Bu, açıkça enternasyonal
dayanışma ve muhalefet hareketleriyle "devrim"
denilen özel olguyu birbirine karıştırmak anlamına gelmektedir.
Tarihin motoru eskidi mi?
Öte yandan, insanlığı yeni bir geleceğe, altın çağa
taşıyacak bir devrimci mücadele sürecinde işçi sınıfının
sonuna kadar gidebilecek tek güç olduğu konusundaki
Ekim dersi de geçerliliğini yitirmiş değildir. 2000'lerin
başında kapitalist üretimin aldığı biçimler ne olursa
olsun, tarihin, kendi günlük hayatları içinde kaotik
amaçlar peşinde koşan tek tek bireyler ve onların günlük
hayat içinde parçalanmış, film karelerine bölünmüş hareket(sizlik)leri
tarafından değil, toplu duran, topluluk halinde hareket
edebilen güçler, yani toplumsal sınıflar tarafından
yapılacağı kesindir. Yaşadığımız süreçte, esasen marksist
teori ve hareket tarafından ihmal edilmiş bulunan alanlardan
doğarak belirgin bir güç kazanan ve bu anlamda varlıkları
itibarıyla değil, ama toplumsal hareketteki boşlukta
kazandıkları güç bakımından "yeni" olan "yeni
toplumsal hareketler", bu "lokomotif görevinin
dengi ve karşılığı değildirler. Zaman zaman açığa çıkardıkları
-devrimci değil ama- "muhalif" enerji açısından
önemli sayılabilecek bu hareketler, (bu enerjiyi "bizden
çaldıklarını" ya da bizim onlara armağan ettiğimizi
hiç unutmadan) şüphesiz dikkate alınmalı ama söz konusu
güçlere yeni sürecin lokomotifi olma payesi biçen postmodern
yaklaşımlara da prim verilmemelidir. Tarihin komünizme
doğru yürüyüşünün öznesi, her biri kendi geçici ve dar
alana sıkışmış amaçlarının ardından koşan toplumsal
güçler değildir, bu toplumsal güçlerin soluğunun ve
ufkunun kendi özgün hedeflerine bağlı olduğunu ve çoğu
durumda da bu ufkun burjuva çerçeveyi aşmadığı, aşamayacağı
da açıktır. Dolayısıyla tarihin "yapılışı"
eylemi, bizim bakımımızdan, sınıflı toplumun yarattığı
bütün sorunların çözümünü de kapsayan bir ufka sahip
olan gücün, işçi sınıfının sırtındadır; bu, tarihin
lokomotifi olma misyonuna sahip olan gücün bütün muhalif
güçlerle işbirliğinin önünde engel değildir; ama onun
kendi bağımsızlığını korumasını da şart koşmaktadır.
Ancak o bağımsız duruş ve devrimci iradedir ki, dalganın
yükseldiği her noktada, söz konusu toplumsal güçleri
parçalanmalara zorlayacak, bütün sınırların havaya uçurulmasını
isteyenlerle "arkadaşıma dokunma" demenin
ötesine geçmeyenler, kapitalizmi tümden yıkmak isteyenlerle
sahilden çöp toplayanlar birbirinden ayrışacaktır.
Sonuç ve bir perspektif: Bölge Devrimi
Ama her şeye karşın, tek tek ülkelerde gerçekleşecek
olan bu devrimler, kategorik olarak belli bir benzeşme
ya da karşılıklı etkileşim içinde olmayacaklar mı?
Elbette, zayıf halka tezi bizim açımızdan bir rastgelelik
barındırmamaktadır. Biz, genel geçer saptamalarla yetinmek
durumunda değiliz. Bu anlamda, geçen yüzyılın ortalarında
Mao tarafından ortaya konulmuş olan "emperyalizmin
zayıf karnı" tesbitinin, bugün de hâlâ önemli olduğunu,
sistemin yükünü çeken ve aynı zamanda soluk borularını
oluşturan geri bıraktırılmış ülkeler kategorisinin genel
olarak bir devrimci havza oluşturduğunu düşünüyoruz.
Ne zaman, nerede, neyin olacağı üzerine konuşmak kuşkusuz
spekülatif bir şeydir; ama bu ülkeler çerçevesinin genel
olarak "sürekli" bir milli krizle iç içe yaşadığı,
dolayısıyla devrimci imkânlar bakımından son derece
avantajlı bir konum tuttuğu kesindir.
Ayrıca bu genel çerçevenin ötesinde, bölgesel odaklanmaların
varlığı da açık kanıtlarıyla birlikte ortadadır. Geçmişte
Che tarafından ortaya atılan ve bölgemizdeki ifadesini
"Ortadoğu Devrimci Çemberi" kavramında bulan
"Kıtasal Devrim" öngörüsü bu bakımdan önümüzdeki
süreçte de olağanüstü bir öneme sahiptir. "Benzer
iktisadi/politik yapılara ve yakın bir coğrafî/kültürel
yapıya sahip ülkelerin birbiri ardından devrimci sürece
girmesi" biçiminde tanımlanabilecek olan ve iddia
edildiği gibi "toptan" bir hareketi değil,
bölgedeki bir devrimin diğer ülkeleri etkileyip motive
etmesini ifade eden bu yaklaşım, emperyalist sistemin
bugünkü bölgesel politikalarıyla birlikte düşünüldüğünde,
gerçekten de büyük bir anlam kazanmıştır.
Tamamen ayrı bir yazıda ele alınmayı hakedecek kadar
anlamlı olan bu teorik saptamanın en önemli yanı, "dünya
devrimi" üzerine yapılagelen boş gevezelikler ve
tatlı düşlerin önünü kesmesi ve ortaya son derece pratik,
gerçekleşebilir bir hedef koymasıdır.
Böylece, "zayıf karın" esprisi bir adım ileriye
götürülmekte ve emperyalizmin bölgesel stratejilerine
karşılık veren, bölgesel ayaklar üzerinden devrimci
motivasyonu yükselten bir güzergâh saptanmaktadır. "Küresel
karşılık" tezinden yola çıkarak eninde sonunda
bizi "dayanışmacı Avrupa yurttaşı" olmaya
çağıran gevezelik türleriyle kıyaslandığında, bu yaklaşımın
çok daha sağlam ve reel olduğu tartışma götürmez bir
gerçektir. Biz spekülatif tartışmalar peşinde değiliz.
Mesele bizim açımızdan yeterince nettir. Emperyalist
sistemin her saldırısının mümkün olan en geniş uluslararası
dayanışma yoluyla püskürtülmesi, bu dayanışmanın gitgide
daha organize edilmesi konusunda en küçük bir kuşkuya
sahip değiliz. Bütün bunların devrimci atılımlara da
denk düşmesi halinde, bugünden tam kestirilemeyecek
avantajların ortaya çıkacağından da kuşku duymuyoruz.
"Yeni" ekonomik düzen çerçevesinde düşünüldüğünde,
Endenozya'da olup bitenlerin Brezilya'da ya da Paris'te
ne gibi etkiler yaratacağı, önümüze nasıl devrimci imkânlar
çıkaracağı, herhalde yeni yüzyılımızın en heyecan verici
gözlemlerinin konularını oluşturacaktır. Bu anlamda,
önümüzdeki uzun tarihsel sürecimizi, yeni devrimci kurgulara
asla tümüyle kapalı tutmayız. Ama, devrimci kurgulara!
İşin püf noktası da budur zaten. Devrim ve iktidar perspektifinden
bir an olsun sapmak niyetinde değiliz ve her neye bakıyorsak
böyle bir yerden bakarız. Ve işte bu yer, bu duruş noktası,
bütün lafazanlıkların ötesindedir. Bu noktadan bakıldığında
devrim, iradi müdahale yoluyla geliştirilebilecek bir
şeydir ve o, "uluslararası dayanışma" biçimlerinden
hiçbiriyle aynı kategoride durmaz. O, burada, önümüzdeki
bir şeydir ve somuttur. Zordur, sıkıntılıdır, acılarla
dolu bir yoldan yürür; bütün bunlara katlanamayıp düşler
dünyasını tercih ettiğinizde ise, bu düzlem üzerinden
nereye kadar kayabileceğiniz belirsizdir. O kadar ki,
bu kayma, çok toptancı (ve çok enternasyonalist!) görünen
bir yerden başlayıp, çok parekende bir yere, burjuvazinin
hizmetkârlığına dek varabilir.
DİPNOT
(1) Bu arada, toz duman içersinde meselenin pek görülmeyen
bir yanı da, söz konusu protestoları örgütleyenlerin
nitelikleridir. Kendi payımıza bizim herhangi bir önyargımız
yok, kim nerede kapitalizmi protesto ediyorsa, iyi bir
şey yapıyordur, bunu önemli buluruz, onlarla, o an için,
bir ortak payda varsa yakalamaya çalışırız. Ama bu eylemleri
dergilerinde övenlerin bazılarının, o eylemlerin örgütleyicileriyle
bir fotoğraf karesine girmeleri herhalde çok ilginç
olurdu. Yeşilin her tonundan pembenin her biçimine dek
uzanan, anarşistleri, troçkist grupları, otonomistleri,
eşcinsel hareketleri, vb. kapsayan bu çok renkli yelpazenin
muhtemelen hiçbir köşesiyle uyum halinde olamayacak
olan çevrelerin övgü yazılarında ölçüyü kaçırması gerçekten
de çok komik görünmektedir. Üstelik bu yapıların çoğu,
bu ülkede, kendilerine çok daha fazla benzeyen devrimci
yapılarla bile biraraya gelmekte zorlanan hareketlerdir.
|