Portakal Ağacında Oturan Kadın
Çağıl Toprak
|
Büyük romanların ancak büyük devrimlerin bağrından
doğduğu artık biliniyor. Şimdilerde herkesin unutmak
istediği ya da en azından salt eleştiri yapmak için
andığı Nikaragua devrimi, belki yüzyılın en büyük devrimi
değildi, belki sonu hüsranla bitmiş olduğu için bugünlerde
pek hor görülüyor ama 70’li yılların sonunda bu devrimin
Orta Amerika’da yarattığı sıcaklık, hiç de küçümsenecek
gibi değildi.
Ve Nikaragua devrimi, bütün diğer devrimler gibi bize,
dünyanın öbür ucundaki Türkiye’ye dek uzanan bir dizi
roman da bıraktı. Omar Cabezas’ın “Dağdan Kopan Ateş”i
bunlardan en çok bilinenidir. Ama Nikaragua devrimi
ile ilgili romanlar arasında aslında hakettiği ilgiyi
pek görmeyen, pek çok ihmal edilen bir başkası daha
var ki, son derece önemli: Gioca Belli’nin “Portakal
Ağacında Oturan Kadın”ı... Bu önem bir çok nedenden
kaynaklanıyor; bir devrimci mücadelenin tanıklığının
yanısıra Belli’nin kitabı devrimci mücadele içinde kadının
konumu üzerine çok çarpıcı dersler veriyor...
Sandino’nun Ülkesi
Bütün Latin Amerika’nın en kanlı diktatörlüğünün, Somoza’nın
ülkesindeyiz...
Ülkenin tek hakimi ve en büyük hırsızı Somoza, korkunç
bir yoksulluğun üzerinde hüküm sürmekte, yoksulların
Generali Sandino’nun katlinden sonra Amerikalı dostlarıyla
birlikte ülkeyi soyup soğana çevirmektedir . Yalnızca
küçük bir azınlık, uçsuz bucaksız zenginliklerin sahibidir.
Hatta onların bile durumu pek sağlam değildir. Tam bir
aile çetesi olan Somoza’ların dışında kalan eski soylular
bile horlanmaktadır. Ülkenin en büyük sanayiciler örgütünün
yöneticisinin bile tutuklanabildiği bir ülkedir Nikaragua.
Somoza ailesi, yalnızca zenginlerin simgesi değil, aynı
zamanda ülke servetinin büyük bölümünün sahibi ve denetleyicisidir.
Bu durum Somoza’ya karşı mücadelede muhalif burjuvaziyi
de zaman zaman radikal bir noktaya sürüklemektedir.
Bunun en büyük sebebiyse Somoza’nın ülkeyi kendi çiftliği
gibi kullanması ve ailesi dışında hiçbir güce soluk
alma fırsatı vermemesidir.
FSLN’nin (Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi) Silvia
Mayanga, Thomas Borge ve efsanevi lider Carlos Fonseca
tarafından oluşturulması da işte böyle koşulların ürünüdür.
1963’te oluşan FSLN’nin 1969’daki programı son derece
nettir: “FSLN düşmanlarına karşı doğrudan mücadele yoluyla
siyasi iktidarı ele geçirebilecek, halkımızın geçmişte
karşı karşıya kaldığı sömürü ve sefaleti ortadan kaldıracak
bir toplumsal sistemi kurabilecek bir öncü örgüte Nikaragua’nın
sahip olma zorunluluğundan doğdu.”
Bizim alıştığımız türden bir örgüt olmayan FSLN, Somoza
diktatörlüğüne karşı mücadele eden pek çok gücü birleştirmektedir.
Önceleri yaşanan foco deneyimlerinin başarısızlığı sonucunda
uzun süreli halk savaşına yönelen FSLN, zaman zaman
görüş ayrılıklarıyla parçalanmış ama sonradan yeniden
toparlanabilmiştir.
Daha sonra 1977’ler ve 78’ler gelir... Büyük günler...
Gösteriler, çatışmalar, kent ayaklanmaları, garnizon
basmalar, rehin almalar, kışlalara saldırılar, kamulaştırmalar...
1978’de Somoza’nın kurmay başkanı Vega cezalandırılır.
Eylül 1978’de Sandinistler Ulusal Saray’ı işgal ederler.
Neredeyse Nikaragua oligarşisinin tümü ellerinde rehindir.
Sonuç, siyasal tutukluların serbest bırakılması, bir
milyon dolar ve Sandinist bildirilerin yayınlanmasıdır.
Ve sonra nihai ayaklanma günleri gelir... Kırmızı-siyah
bayrakların Managua caddelerinde dalgalanacağı günler
artık yakındır...
Sonraki seçim yenilgisi nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin,
çok önemli derslerle dolu bir süreçtir Nikaragua devrimi...
Bir küçük kadın...
Romanın kahramanı Lavinia ile tam da bu karmaşanın içinde
tanışırız. Halasından kalma, portakal ağacıyla süslü
bir evde yalnız başına yaşayan bir mimar... Kendine
güvenen, inatçı, işinin ehli, güzel bir kadın... Eski
Nikaragua’nın soylu ailelerinden, iyi eğitilmiş bir
aristokrattır o...
Yüksek mevkisinin verdiği avantajlarla iyi bir firmada
işe girdiğinde, yaşamında da bir dönüm noktası gerçekleşmiştir.
İlk bakışta herşey normaldir belki. İş arkadaşları olan
diğer mühendisler de kendisinden çok farklı görünmemektedirler.
Biri dışında: Felipe...
Bir süre sonra âşık olacağı bu adam, aslında bir türlü
tanıyamadığı, tuhaf bir karakterdir. Az görüşmeleri,
anlam veremediği zamansız ayrılıkları ve Felipe’nin
esrarengiz tutumları onu üzmektedir. Sonradan öğreneceği
gibi Felipe, bir ulusal kurtuluş savaşçısıdır.
Lavinia, Felipe’nin yaşamından hoşnutsuzdur. Korkuları,
kaygıları vardır ve onun gibi olmaktan da çok uzaktır;
hatta aslında onun ne olduğunu da anlamamaktadır. Bir
devrimci olarak insanları örgütlemekle yükümlü olan
Felipe için ise o, böyle bir örgütleme çabasının parçası
değildir. Lavinia, küçük, huzur verici bir kadındır
Felipe için... Yalnızca işler iyice karıştığında, Felipe’nin
çatışmada yaralanan arkadaşını saklamak gerektiğinde,
her şeyden haberi olur... Ama yine de o, Felipe için
“iş dışı” bir unsurdur, iş başka özel yaşam başkadır!
Lavina, zor ve tehlikeli günlerin sonunda Felipe’nin
kendini güvenli, huzurlu ve rahat hissettiği bir limandır.
“Biliyorum, biz birlikte yüzemeyiz”, demektedir Felipe,
çok sıkıştığında: “Sen benim kıyımsın. Eğer birlikte
yüzebilseydik bizi hangi kıyı karşılardı ki?” Bütün
romanın düğüm noktası belki de bu cümledir; çünkü aslında
bu sözcükler, İspanyolca ya da Türkçe ya da İngilizce,
Rusça da söylenebilir. Ve bu anlamda, içerdiği anlam,
devrimci hareketlerdeki genel mantığı ifade eder.
Oysa o, Lavinia, kendisiyle, yaşamıyla ve bu zor yaşamı
kaldırabileceğine inanmayan Felipe ile çatışmaya başlamıştır
bile. Bu çatışmadan galip çıkmak, yaşamın iki ayrı yönünü
görüp tercihini zor, tehlikeli ama onurlu olandan yana
yapmak elbette pek kolay olmayacaktır. Ama artık yanında
hemşire Flor da vardır...
Flor, bir bakıma Lavinia’nın tam tersi ve çubuğun öteki
ucudur. Nikaragua toplumunun en alt kesiminden, fahişelikten
gelip daha sonra Sebastian’ın yardımıyla ama şüphesiz
kendi iradesiyle ulusal kurtuluş savaşçısı olan biridir.
Sonuçta, Lavinia ile artık hayatın başka bir alanında,
gerilla mücadelesinin içinde yeniden karşılaşırız. İşin
başından beri romanın arka planını oluşturan ve bir
anlamda bütün kıtanın isyancı ruhunu simgeleyen kızılderili
bilge kadın İtza ile yaptığı iç konuşmalarının da yardımıyla
kararını vermiştir; o artık bir savaşçıdır.
Kıyı ya da ırmak...
Lavinia’nın hikâyesi, ne basit ne de yereldir... O,
aslında biraz da bize ait bir hikâyedir...
Yüzyıllar boyunca ikinci cins muamelesi gören, horlanan,
aşağılanan ve evin içine tıkılan kadın, bir biçimde
devrimci saflara geldiğinde de henüz savaşı bütünüyle
kazanmış olmuyor. Alt sınıflardan gelenlere göre çok
daha ayrıksı bir yerde duran Lavinia bile bu genel kuralın
dışında değildir.
Sonuçta, Felipe belki onu basit anlamda bir cinsel bir
meta olarak görmemektedir. Hatta daha da ötede, Felipe’nin
Lavinia’ya karşı Nikaragua (ve Türkiye!!) standartlarının
çok çok ötesinde saygılı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Lavinia’nın Felipe’den tek bir kez tokat yemeyeceği
konusunda da emin olabiliriz. Ama işte zaten meselenin
(ve romanın) bütün inceliği de buradadır: Belli, soruna
kaba bir alt sınıf ilişkisi üzerinden değil, devrimcilerin
düzleminden yaklaşırken, erkek egemen işleyişin en ince
biçimine parmak basıyor. Böylece yazar, çoğu kez farkına
varmadığımız bir yarayı yeniden kanatıyor.
Devrimci mücadelenin kadınlarla erkeklerin omuz omuza
yaptıkları bir iş olduğunu elbette biliyoruz; ama doğrusu
bu omuzların yürüyüş kolu sırasında nasıl durdukları
da aynı ölçüde önemlidir. Ve artık hiç gizlenecek yanı
kalmamıştır: dünyayı değiştirme mücadelesinin tam içinde
de kadın, kollanması gereken bir nesne olarak durmakta
ve ancak çok nadir hallerde ve ancak kendi savaşımıyla
bu konumdan kurtulabilmektedir.
Lavinia, belki de bu bakımdan bir örnek ve bir işaret
fişeğidir. “Kadınları kollamayı” vazife edinmiş erkek
devrimciler bakımından olduğu kadar, mızmızlığı ve salt
şikayetçi konumu içselleştirmiş kadınlar için de iyi
bir örnektir o. Çünkü artık öğrenmiş olmalıyız ya da
en azından Lavinia bize bunu öğretmiş olmalı, kadınların
devrimci hareketteki rolü sorunu, hiçbir biçimde “kota”lardan
ve lütfedilmiş imtiyazlardan geçmiyor. Onlar, öne geçmek
için, dirseklerini ve yumruklarını kullanmak zorundadırlar
ve hiç şüphemiz olmasın ancak böyle kazandıkları konumlar
kadınlar için sağlam ve kalıcı olacaktır.
Kısacası sorun, Felipe’nin bencil isteğine doğru yanıtı
verip vermemekle ilgilidir: Gerçekten, “kıyı” olmaya
razı olacak mıyız? Yoksa, coşkun bir nehir gibi akmayı
mı tercih edeceğiz? Bütün mesele budur.
|