Küreselleşme ve İnsan Hakları
A. Karabina
|
İnsan hakları kavramının “söylemde” tarihinin altın
çağını yaşamakta olduğu, bugünlerde çok sık vurgulanıyor.
Yalnızca yaşadığımız sürecin değil, bir asrın yani üçüncü
bin yılın temel değerleri olarak ilan edilen insan hakları,
adeta dinsel bir motif gibi algılanıyor, bütün devletler
uluslararası insan hakları standartlarını kabul ettiklerini
ve bunlara bağlı kaldıklarını sürekli olarak açıklama
gereğini duyuyorlar. “İnsan haklarını ihlal” suçlaması
son zamanlarda bir devlete yöneltilebilecek en önemli
suçlamalar arasında sayılıyor.
Bu “söylem” İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde işlemeye
başlayan ve giderek hız kazanan insan haklarını uluslararası
alanda pozitifleştirme süreciyle birleştiğinde ortaya
son derece heyecan verici bir tablo çıkmakta.
Bu süreçte hazırlanıp, yürürlüğe konmuş uluslararası
insan hakları belgelerinin sayısı gerçekten heyecan
vericidir. Dünya devletlerinin yarısı bu sözleşmeleri
imzalayarak uluslararası hukuksal yükümlülükler altına
girmiş, yarısı da bunların içeriğine bağlı olduklarını
ilan etmiştir. Bu duruma bakıldığında “insan hakları
sorunu”nun dünyanın her tarafında çok büyük oranda çözülmüş
olmasını beklemek ve “insan haklarının evrenselliği”
konusunda kaygıya düşmemek gerekirdi.
Bununla beraber realite bu beklentiyi doğrulamak bir
yana, tam tersini ortaya koymaktadır. Bugün kabul edilecek
tartışmasız bir olgu varsa o da insan hakları ihlallerinin
ve ihlal yöntemlerinin evrenselliğidir.
Küreselleşen dünyanın egemenlerinin insan hakları manifestolarına
rağmen konuyla ilgili devletlerarası kuruluşlardaki
tutumları tam bir ikiyüzlülük örneğini sergilemektedir.
BM Antlaşması ile temeli atılan insan hakları hukukunun
temel metni olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bile
herhangi bir güvence mekanizmasını öngörmemekte, üye
devletlerden yalnızca “bu hakların fiilen tanınmasını
ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmelerini” istemekle
yetinmektedir.
Önsöz ve 30 maddeden oluşan bildirge, BM üyesi olan
devletler arasındaki bir uzlaşma temeline dayanan bazı
hakları sayar. Ama bu uzlaşma başta ABD olmak üzere
BM’e egemen olan kapitalist devletlerin baskı ve dayatmasıyla
sağlanmış olduğundan Bildirge’ye damgasını vuran anlayış
da bu devletlerin ideolojisine uygun olarak liberal
insan hakları anlayışıdır. İzleyen yıllarda isim çerçevresinde
genel ve özel konulu olmak üzere çok sayıda insan hakları
metni hazırlanmış olmasına rağmen bunların yaşama geçmesini
sağlayacak etkili mekanizmalar geliştirilmemiştir. Gerçi
BM’nin insan hakları sistemi içinde merkezi bir konuma
sahip olan İnsan Hakları Komisyonu seksenli yılların
başından itibaren, hem bütün bir ülkedeki ihlalleri
hem de belli ihlal türlerini incelemek üzere raportör
görevlendirme işlemini giderek yaygınlaştırdıysa da
aynı süre içinde insan hakları ihlallerinin de yaygınlaşması
bu konuda elde edilen başarının(!) bir göstergesi olarak
ele alınabilir.
Objektif/yapısal şartları nedeniyle BM gibi uluslararası
resmi örgütler devletlerin çıkarlarının belirleyiciliği
altındadır. Bu örgütlerde kurumsal olarak güvence altına
alınmış demokratik bir meşru düzen sözkonusu değildir.
Bu anlamda bugünkü yapısı içinde uluslararası resmi
düzen baskı aygıtlarının bir birliği olmaktan öteye
geçmez.
Devletlerarası örgütler, mevcut eşitsizlik ve egemenlik
koşullarının aşılması amacıyla değil, uluslararası statükoyu
(siyasal, ekonomik, kültürel vb. alanlarda) korumak
ve pekiştirmek amacıyla kurulmuşlardır.
Bu noktadan ayrılma eğilimi gösteren kuruluşlara karşı
ise gerekli tedbirler geciktirilmeden devreye sokulmuştur.
Üçüncü dünya ülkelerinin görece daha etkili oldukları
UNESCO ve UNCTAD gibi kuruluşlar seksenli yıllar içinde
hem parasal hem de siyasal açıdan bilinçli olarak zayıflatılıp,
marjinalleştirilmişlerdir. BM bünyesindeki belli kuruluşlar
dışında bir bütün olarak örgütü hedef alan “haddini
bildirme” örnekleri de sözkonusu olabilmektedir. Yetmişli
yıllarda global ekonomik kriz, Vietnam Savaşı, ülke
içindeki muhalefetin yükselmesi gibi nedenlerle BM içindeki
hegemonik konumunda sarsılma yaşayan ABD, bağımsızlıklarına
kavuşan ve BM’e üye olan üçüncü dünya ülkelerinin sayısı
hızla arttığında, Genel Kurul’daki dengelerin aleyhine
dönmesiyle birlikte BM bütçesinde kendisine düşen %30’luk
katkı payını ödememe konusunda ısrarcı olmuştur. 1980’lerde
de kısmen devam eden bu tutum, ABD’nin BM üzerinde denetimini
kaybetme ihtimali karşısında örgütü fiilen felce uğratmak
yoluyla tehdit etme çabasına bir örnek oluşturmaktadır.
Tekrar vurgulamak gerekir ki, devletlerin temsili esasına
dayanan uluslararası resmi düzenin belirleyici fonksiyonu
bir baskı aracı olmalarıdır. Bu nedenle demokrasi ve
insan hakları mücadelesinde uluslararası resmi düzene
umut bağlamak çok büyük bir yanılgıdır. İnsan hakları
devletlerin değil, insanların ve halkların hakları olduğundan
hakların yaşama geçirilmesi konusunda asıl işlevi bu
öznelerin göreceği açıktır.
Bu açıdan bakıldığında hakların ihlalcisi olan devletler
ve sermaye düzeni açısından insan hakları, dış politik
faaliyetler için, -eğer bu faaliyetler başka yararlar
sağlamıyorlarsa- bir temel oluşturmazlar. Buna karşın
aşağı yukarı tüm ülkelerde ekonomi, güvenlik ve ideoloji
ağırlıklı unsurlar devletlerarası politikanın asıl dayanaklarını
oluştururlar. Eğer bu temel dayanaklarla çelişiyorsa,
insan hakları her zaman için bu çatışmadan yenik çıkacaktır.
Emperyalist devletler insan hakları adına etkili girişimlerde
bulunmak yerine, diğer ülkelerdeki insan hakları ihlallerini
gözardı eder ya da bu haklara zarar verici çalışmalarda
bulunurlar. Örneğin insan haklarını ihlal eden rejimlere
yapılan ekonomik ve askeri yardımlarla, insan hakları
ihlallerini yaygınlaştırmada bu yönetimlere hem maddi
güç hem de cesaret verirler.
Bütün bunlarla beraber insan hakları belgelerinin hakların
özneleri açısından önemli işlevleri vardır. Bu işlev
“meşruluğun eleştirel ölçütleri” olmalarında yatar.
İnsan hakları ihlalleri ile karşılaşan toplumlar, hem
kendileri için hem de dayanışma gösterdikleri başka
toplumlar için bu belgeleri kullanarak ihlalci devletlerin
politikalarının gayri meşruluğunu ortaya koyup onları
zorlayabilirler.
Küresel insan hakları rejiminin bu durumuna karşılık
daha etkili gibi görünen Avrupa rejimini ele alacak
olursak, burada da insan hakları kaygılarından çok politik
çıkarların belirleyici olduğunu görmek mümkün.
Öncelikle “Avrupa İnsan Hakları Rejimi”nin temelini
oluşturan “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” ile ilgili
bir yanılgıyı düzeltmekte fayda vardır. Sözleşmenin
ortaya çıkışı başlıbaşına insan hakları ihlallerini
önlemeye yönelik değildir. Temel amaç, aynı zamanda
Batı ideolojisine somut bir çerçeve sağlamak, Batı sistemini
Doğu’dan kesin çizgilerle ayırıp korumaktır. AİHS, Doğu-Batı
çatışmasında Batı sisteminin elindeki en etkin siyasal
propaganda araçlarından biri olarak ortaya çıkmıştır.
Sözleşme ile getirilen sistem de devletlerin egemenliğinin
çok kısıtlanmamasını sağlayacak ve her türlü siyasal
manevra alanlarını açık tutan bir sitemdir.
Özellikle tek tek hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasına
geniş imkanlar tanınması ve devletlere “bunalımlı durumlar”da
hakların korunmasını askıya alma yetkisinin tanınmış
olması bunun göstergesidir. Zaten sözleşme de bu sayede
yürürlüğe girmiştir. Diğer yandan sözleşmenin temeli
olan bireysel başvuru hakkının ve İnsan Hakları Mahkemesi’nin
yargı yetkisinin devletlerin kabulüne bağlı olması devletlerin
kollandığının başka bir göstergesidir. Kaldı ki, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlarının ve komisyon üyelerinin
devletler tarafından belirlenmesi de insan hakları normlarının
değil, siyasi öngörülerin egemen olmasını beraberinde
getirmektedir.
Bariz sistematik işkence uygulamaları dışında silahlı
muhalif örgüt üyelerinin sözleşme kapsamındaki hak ihlalleri
iddiaları komisyon tarafından çoğunlukla reddedilmiştir.
Örneğin uzun süreli ve sistematik olarak hücrede izolayon
uygulamasına maruz kalan IRA tutsaklarının başvuruları
komiyon tarafından kabul edilmemiştir.
Bütün bunlara rağmen sistem bir kez ortaya çıktıktan
sonra kendi dinamiklerini de yaratmaktadır. Bütün bu
mekanizmalar ve haklar artık hakların öznelerinindir;
bu hakların etkin bir şekilde kullanımı, mekanizmaların
insanların ve halkların lehine çevrilmesi öznelerin
dinamik gücüne bağlıdır.
İnsancıl bir düzen mi?
Hal böyleyken ne olmuştur da yeni dünya düzeninin egemenleri
insan hakları havariliğine soyunmuştur? İnsan haklarını
evrenselleştirmek küreselleşme politikalarının temel
hedefi midir? Yoksa emperyalizmin bu aşamasının daha
fazla insan hakları ihlaline gebe olması nedeniyle yaraya
önceden pansuman mı hazırlanmaktadır?
Küreselleşme olgusu da son on-onbeş yıldır insan hakları
kadar sık işittiğimiz bir kavram. Çoğu kez yandaş veya
karşı olma temelinde tüketilen bu kavram aslen bu temelde
tartışılamayacak kadar objektif ve subjektif yönlere
sahip. Küreselleşme olgusu her ne kadar doksanlı yılların
başında gündemimize girmişse de siyasi projenin iktisadi
temelleri l970’li yıllarda kendisini göstermeye başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan kapitalizmin
Fordist modelinin yetmişli yıllarda içine düştüğü global
kriz toplumsal gelişme yasalarından kaynaklanan nesnel
bir süreç olarak küresel ekonomik politikaları doğurmuştur.
Bu yeni ekonomik evre emperyalizmin ulaştığı bir aşama
olarak algılanmalıdır. l980’li yılların başında geliştirilen,
doksanlı yıllarda olgunlaştırılan küresel siyasi, toplumsal,
kültürel, felsefi projeler, bir anlamda sermayenin yeni
uluslararasılaşmasından göreli olarak bağımsız değerlendirilebilecek
projelerdir. Elbette bu projelerin gerisinde son derece
örtük ve bir o kadar da açık bir şekilde dünyanın egemen
ekonomilerinin ulusal çıkarları ve ihtiyaçları yatmaktadır.
Bu durumu bir komplo teorisiyle açıklamak yerine dünyanın
bu merkezlerin çıkarları temelinde yeniden şekillendirilmesi
olarak değerlendirmek gerekir. Bu, nesnel bir süreçtir.
Sermaye ve üretimin giderek büyüyen ve tüm dünyaya yayılan
genişleme hareketi, uluslararası tekellerin endüstriyel
ve finansal çalışmalarını küresel plana yaymaları, iletişim
ve ulaştırma alanında meydana gelen olağanüstü teknolojik
gelişmeler, dünyanın yeniden düzenlenmesini zorunlu
kılmıştır. Küresel siyasetin ana belirleyicileri olan
neo-liberal politikalar, merkezi devletin çözülmesi,
yerel yönetimlerin ve “sivil” toplumun güçlendirilmesi,
kültürel anlamda postmodernizm, sınıfsal anlamda esnek
piyasalar, esnek imalat sistemleri, toplam kalite yönetimi
ile yaratılan marjinalizm ve dualizm, sosyal ve ekonomik
hakların yok sayılması, sendikaların işlevsizleştirilmesi,
ekolojik açıdan sınır tanımaz bir saldırganlık, bilim
ve siyasetin militarizasyonudur. Bu süreçte ulus devletler
yeni bir yapılanma içine girmiştir.
Sermayenin dolaşımı açısından sınırların aşılması olgusunun
yanısıra ulus devletler ortadan kalkmamış tam aksine
bölgesel politikalar temelinde körüklenen ve nesnel
temelleri de bulunan milliyetçi hareketlerin gelişimiyle
birlikte ulus devletlerin sayısı artmış, yalnızca işlevleri
değişmiştir. Neo-liberal politikalar ekseninde devletler
eğitim, sağlık, adalet, çevre, sürekli istihdam gibi
geleneksel kamusal yüklerini özel alana devrederek bir
tür toplumsal deregülasyon politikası içine girmişlerdir.
Asıl ağırlıklarını güvenlik, kolluk güçlerinin modernize
edilmesi, kontrol, denetim, istihbarat gibi alanlara
kaydırmışlardır. Bunun doğal sonucu ise, ağırlığı ülkeden
ülkeye değişse de bir tür polis devletleri olgusudur.
Devletlerin sosyal işlevlerinden sıyrılması, bu işlevleri
yüklenecek kesimlere olan ihtiyacı arttırmıştır.
Kamusal harcamaların desantralize edilmesi, yerel yönetimlere
hatta “sivil” toplum kuruluşlarına sosyal işlevlerin
göstermelik olarak yüklenmesi daha önce bu kamusal hizmetlerden
yararlanan kesimlerin artık bu haklardan yoksun kalmasıyla
sonuçlanmıştır.
Meşruluğunu demokrasi ve insan hakları retoriği ile
etik bir temele oturtmayı hedefleyen küreselleşme ideolojisinin
sonuçları ya da yansınmaları malumdur. Giderek pekişen
ve büyüyen ekonomik ve soyal eşitsizlikler, büyük halk
topluluklarının ve bölgelerin yoğun bir şekilde yoksullaştırılması...
Küreselleşmenin mantığı, her şeyden önce maddi yaşam
standartlarının düşürülmesinde, sömürünün yoğunlaştırılmasında
ve durgun piyasanın canlandırılmasına yönelik yeni ürünler
yaratılmasında yatar. Kapitalist üretim ve tüketim döngüsü,
dünya nüfusunun çok küçük bir bölümü için sürekli hızını
arttırarak dönerken, insanlığın geri kalan kısmı “gelişme”
konusunda hiçbir şansa sahip olmaksızın duruyor.
Küreselleşme stratejisi yalnızca bu sonuçları doğurmakla
kalmamış, önemli siyasal etkiler de yaratmıştır. Konumuz
açısından en önemli sonuç demokratik kurumların içinin
artan ölçüde boşalmasıdır.
Biçimsel olarak engelsiz işleme görüntüsüne karşın,
siyasal sistem giderek daha fazla otokratikleşmiştir.
Sınır tanımaz hale gelmiş olan sermayeye optimal şartların
sunulması konusundaki baskı, siyasetin belirleyici noktası
olmuştur. Teknolojiden istihdam politikasına, sosyal
politikadan kültür politikasına kadar bütün devletsel
faaliyetler; bu baskıya tabi durumdadır. Siyasi partilerin
alternatif politikaları ise daha çok dünya pazarına
eklemlenmelerin değişik imkânları etrafında seyretmektedir.
Bu çerçevede partiler arasındaki farklılıklar ortadan
kalkmaktadır. Bu gelişmeler sermayenin meşruluk stratejisinin
önemli bir unsuru olan burjuva demokrasisinin biçimsel
kurumlarının da içini boşaltmış, daha doğrusu bu boşluğun
çıplak bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bütün bu olguların sonuçları daha yoğun insan hakları
ihlalleri pratiğidir. Artan sınıf eşitsizlikleri ve
sömürünün sonucunda hızlanan yoksullaşma süreci, temel
hak ve özgürlüklerin kullanımını ortadan kaldırırken,
çokuluslu şirketlere yatırım için ihtiyaç duydukları
“sosyal-siyasal şartlar”ın sunulması hak ve özgürlüklerin
sistematik bir şekilde tahribini doğurmaktadır. Buna
karşı oluşan sosyal ve siyasal tepkileri bastırmayı
sağlamak için sürekli geliştirilen güvenlik aygıtı,
temel hak ve özgürlükleri, ekonomik ve sosyal hakları
gasbederken, muhalefete verilen yanıt, polis devletinden
başkası değildir. Çokuluslu şirketlerin taleplerini
karşılamak ve onları rahatlatmak için devletin hukuk
tanımazlığının bizdeki örneği, siyanürlü altına karşı
mücadele eden Bergamalı köylülere reva görülen uygulamadır.
Bu konudaki en çıplak şiddetin örneği ise, Nijerya’da
petrol çıkartan Shell’in yarattığı ekolojik felaketlere
karşı mücadele eden Ogani halkının muhalefet önderliğini
yapan yazar Ken Saro-Wiwa ve sekiz arkadaşının Nijerya
askeri cuntası tarafından idam edilmeleridir.
Daha önce bu küresel saldırı dalgasının neo-liberal
siyasi söylem aracılığıyla insan hakları retoriğini
kullanarak meşru bir düzleme oturmayı hedeflediği belirtilmiştik.
Ama insan hakları söylemine gösterilen ilgide başka
kaygılar da aramak gerekmektedir.
Son yirmi yılda muhalif hareketlerin kimliğinde önceki
yıllardan farklı olarak insan hakları savunuculuğunun
daha belirgin olduğu bir gerçekliktir. Kuşkusuz bunun
nesnel temelleri vardır. İnsan hakları ihlallerinin
giderek tırmanması, yeni tip sosyal hareketlerin ortaya
çıkışı, spesifik global sorunlar karşısında özgül hak
hareketlerin gelişmesi, sosyalizmin güçlü bir cazibe
merkezi olmaktan uzaklaşması nedeniyle farklı kimlik
arayışlarının belirmesi bu nedenlerden başlıcaları olarak
sayılabilir.
Çin ve sosyalist bloktaki muhalif hareketler bir yana
konulacak olursa, Avrupa dahil olmak üzere bu gelişen
insan hakları hareketi sol nitelik taşımaktadır. Bu
yeni muhalefetin ideolojik olarak işlevsizleştirilmesi,
egemen toplumsal formların içine yerleştirilmeleri kuşkusuz
egemenler için önem taşımaktadır. Devletleri, onun baskı
aygıtlarını, kapitalizmi, emperyalizmi hedef alan yeni
bir muhalefetin “içerilerek bastırılması” kuşkusuz ciddi
bir problemdir. Egemenlerin meşruluk kaygısı dışında
bu alanda bir ideolojik hegomanya yaratarak mevcut muhalefet
hareketlerinin iç ve dış dinamikler yoluyla etkisini
kırma çabası küçümsenemeyecek bir çabadır.
Özellikle Batı’da insan hakları hareketi ve yeni sosyal
hareketlerin yaşadıkları süreçler önemli derslerle doludur.
Bu gelişim gözlendiğinde, söz konusu hareketlerin hem
siyasi ifade formları hem maddi hedefleri açısından
mevcut anti-kurumsal ve kültürel anlamda devrimci özelliklerini
yitirmeleri dikkat çekicidir.
Bu hareketlerin hem politik hem de kültürel açıdan giderek
artan bir şekilde toplumsal formların içine yerleşmeleri,
burjuva politikası ve yaşam tarzına yönelik eleştirel
tutumdan teorik ve pratik olarak uzaklaşmaları onların
yenilgisinin en önemli nedeni olmuştur. İnsan hakları
mücadelesi aynı anda birçok toplumsal mücadele alanını
kesen bir içeriğe sahip olmasına karşın, özellikle pratikte
ortaya çıkan özerk bir alana da sahiptir.
Bu özerk alanın kendi ilkelerinin belirlenmesi, kuramsal
bir kaygının eşlik ettiği, liberal ve neo-liberal insan
hakları kuramına eleştirel bir mesafede duruşun örülmesi
sanıldığı kadar kolay değildir.
Sosyalist hareketin -maalesef- bugüne dek bu özerk alana
ilişkin özgün politika üretme kaygısından uzak duruşu
da bu zorluğu arttıran bir faktör olmuştur. Dünya genelinde
yaşanan bu sıkıntılar elbette Türkiye için de geçerlidir.
Özellikle Kürt sorununa dünya ölçeğin de duyulan ilgi
nedeniyle insan hakları hareketi azımsanmayacak bir
merakla izlenmiştir. Bu merakın yakın bir ilgiye dönüşmesi,
özellikle ilginin öznelerinin devletler-arası kuruluşlar
olması, bu ilgiye nasıl yanıt vereceğini formüle edemeyen
insan hakları gruplarının yapısal olarak dönüşümüne
de neden olmuştur.
Bugün Türkiye’deki insan hakları gruplarının önemli
bir bölümünün genel hareket mantığına bakıldığında,
egemen kurumlara karşı bir protestonun artık belirleyici
olmadığı ve sorunların toplumsal sebepleri üzerinde
ciddiyetle durulmadığı görülür.
Buna bağlı olarak bu hareketliliklerin enerji, dikkat
ve ilgilerini devlet veya küresel ekonomik mekanizmalar
gibi egemen kurumların radikal bir biçimde dönüştürülmesine
değil, olumsuz sonuçların düzeltilmesine yoğunlaştırdıklarını
görmekteyiz. İnsan hakları hareketliliklerine yönelik
bu eleştirilerin amacı onların mevcudiyetini ve işlevlerini
değerden düşürmek değil, işlevsizleşme tehlikesinin
mevcudiyetine işaret etmektir.
Bu açıdan insan hakları hareketlerinin tüm NGO’lar gibi
devletler ve devletlerarası kurumlarla ilişkilerinde
kendine güvenen fakat ilkeli tutumlar almaları elzem
görünmektedir. Adı zikredilen kurumlarla siyasi ve mali
tabiyet ilişkisine girilmesi, hangi bazda olursa olsun
o yapıyı içten çürütmektedir. Özellikle bizim gibi yeni
sömürge ülkelerle bu yapıların tercih ettikleri insan
hakları ilişkileri, “proje bazında mali yardım”dır.
Çoğunlukla meşrulaşmak ve ekonomik açıdan rahatlamak
için girilen bu ilişkiler yoluyla, aslında o yapının
çalışma tarzı ve alanı belirlenmektedir.
Örneğin Kürt bölgesinden “göç”le ilgili bir proje finanse
edilmezken “çevre hakkı”na ilişkin bir başka proje kabul
görebilmektedir. Mali bağımlılık ilişkisinin yanısıra
çalışma tarzına ilişkin kültürel aktarımlar da belirleyici
hegemonik ilişkilere dönüşebilmektedir. Bizim gibi ülkelerde
daha militan ve kitlesel seyretmesi gereken insan hakları
mücadelesi, çok bürokratik kalıpların içine çekilebilmektedir.
Kitlesellikten uzak bürokratik çalışma demokratik kanalları
tıkadığı gibi mevcut hareketin beslenebileceği yerel
imkânları da ortadan kaldırmakta ve bir yabancılaşma
yaratmaktadır.
Bir diğer sorun sahte NGO veya GONGO (Government organized
non-governmental organization) dediğimiz yapılardır.
Avrupa ve Kuzey Amerika’daki NGO’ların çoğunun, AT dışı
NGO’larla ilişki kurarken aslında kendi devletlerinin
bir tür dışişleri seksiyonu gibi çalıştıklarını pekçok
kişi bilir.
Bunların parasal kaynakları aslında yurttaş bağları
değil, devletin aktardığı vergilerdir. OECD Gelişme
Merkezi’nin istatistiklerine göre NGO’lar ABD, japonya,
Almanya ve Fransa’dan sonra dünyaya para aktaran beşinci
güçtür ve NGO’ların yaptığı parasal yardımların %25’i
doğrudan hükümet fonlarından karşılanmaktadır. Yani
IMF politikalarının belirleyicisi olan devletler aynı
zamanda bir NGO’nun güçlenip zayıflamasını belirleyebilecek
durumda gözükmektedirler.
Bağımsız bir insan hakları hareketi için
Buraya kadar söylediklerimizden ortaya çıkan sonuç,
insan hakları hareketinin günümüzde ciddi bir tehlike
altında olduğudur. İdeolojik yönlendirme, mali kontrol
ve bütün bunların yetmediği yerde, fiziki baskı... Sistem
böyle işlemektedir. Gitgide daha çok artan ihlallerin
üzerinde yükselen ve zaten işleyiş bakımından buna zorunlu
da olan “yeni” düzen, bağımsız hareketlerden korkmakta
ve geçmişte Anti-Sovyet kampanyalar için harcadığı mali
ve fiziki enerjiyi, şimdi bu hareketlerin manipülasyonu
için harcamaktadır.
Dolayısıyla, bugün gelinen noktada insan hakları hareketinin
acil sorunu, bu bağımsızlığın korunması ve geliştirilmesidir.
İnsan hakları mücadelesinin gerçek öznelerinden kopmayan,
gerekirse bunun için mali sıkıntılara katlanabilen militan
ve kitlesel bir hareket, bugünün şartlarında elzemdir.
Ki, bu yaklaşım aynı zamanda, insan hakları alanında
geçmişten beri var olan iki ana akım arasında bir tercihtir.
Daha çok ABD manipülasyonu altında gelişen “tuzu kuru”
bir “özgürlükçü” söylemle, özellikle dünyanın Latin
Amerika, Afrika gibi sıcak bölgelerinde filizlenen “baldırıçıplak”
tarz arasındaki tercihimiz şüphesiz ikincisinden yana
olmalıdır. Bu anlamda, ilk elde önem verilmesi gereken
konu, bu anlayışa sahip örgütlerin ve grupların aynı
niteliğe sahip insan hakları örgütleriyle buluşmasının
tüm imkânlarının zorlanması, bir uluslararası dayanışma
ağı oluşturmasıdır.
Bugünün insan hakları savunucuları, bu mücadeleyi kamusal
alandan, özellikle de verili siyasi koşullardan bağımsızlaştırarak
yalnızca bir hakemlik mertebesine indirgeyen burjuva
liberal anlayıştan kopmanın kuramsal kaygısını taşımalı,
kendi özel alanlarına ilişkin geliştirdikleri çözümleri
küresel bir politik proje çerçevresine yerleştirme çabasında
olmalıdırlar.
İnsan hakları alanında yeni dünya düzeninin egemenlerinin
ideolojik hegomanyası kırılmadığı sürece küresel saldırıya
karşı küresel bir insan hakları direnişinin sergilenemeyeceği
bilinciyle hareket edilmelidir.
|