Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

A. Karabina

Oligarşinin yeniden yapılanma stratejisi içinde gündeme gelen hücre tipi cezaevi tartışması giderek boyutlanıyor. Özelleştirme, İmralı Süreci, tahkim ve ardından cezaevlerinin gündeme gelmesi aslında bir rastlantı değil, tam aksine başlatılmış ve hala devam etmekte olan reorganizasyonun stratejik bir hedef üzerindeki ciddi odaklaşmasıdır. AB sürecine girişle birlikte yaratılan sanal demokratikleşme vaadlerine inananları derin bir düş kırıklığına uğratacak daha merkezi bir devlet yapılanmasının adımları örülürken görülen odur ki, egemen güçlerin ihtiyacı demokrasi değil daha faşizan, daha merkezi ve daha militer bir devlet aygıtıdır.
Dışarıda sosyalistlere en acımasız şiddetle yaklaşan, KUKM’nin çevresinde ördüğü akrep ateşinin sınırlarında danseden, bütün toplumu gözetim altında tutup en küçük bir demokratik muhalefete dahi tolere edemeyip açık yüzünü her gün gösteren devlet aygıtı, stratejik hedeflerinin yaşama geçmesini engelleyebilecek, bugün değilse bile yarın bir tehlike oluşturması muhtemel devrimcileri cezaevlerinde teslim alma ya da yoketme politikasını da bir an önce hayata geçirme telaşındadır.
Bütün toplumsal muhalefetin yokedildiği bir dikensiz gül bahçesinde demokrasicilik oynamak egemenler açısından elbette en tercih edilir dans olmalı.

Hücre: Bir “demokrasi”(!) biçimi
Hücre tipi cezaevi tartışmasının gecikmiş bir şekilde olsa da boyutlandığını söylemiştik. Devlet açısından tartışmanın genel seyrinde bir değişiklik olmaksızın insan hakları ve Avrupa standartlarına uygun oda tipi cezaevi tarifi demogojisi devam ederken, bu demogoji “demokratik bir toplum” olmanın gereği olarak “sivil toplum örgütleri” ile paylaşılıyor. Kopenhag kriterleri çerçevesinde “Avrupalı olmanın gereği” olarak gösterilen hücre tipi cezaevi modeli bu sahte sivil toplum örgütlerinden vize alıyor. Belli başlı birkaç meslek örgütü, belli sendikalar ve aslen insan hakları savunucularıyla sosyalistler dışında ciddi bir karşı çıkışla karşılaşmayan yetkililere, maalesef aydınların büyük bir kısmı “terörle mücadele yasasında söz ettikleri 1-3 kişilik hücrelerin” oda olup olmadığını sormuyor. İdeolojik denetime alınarak çoktan hücresel deneyime uyum sağlamış büyük çoğunluk, tarihin kanlı yapraklarını çevirip Nazi izolasyon hücreleriyle, ABD, Almanya, İngiltere ve İtalya’daki tabutluklarla, Güney Amerika’daki kaplan kafesleriyle yüzleşmiyor. Susmanın ortak olmak demek olduğunu hafızasının derin karanlıklarına itmiş sessiz çoğunluk hücresinden başını çıkarmak için devrimci kanı akmasını bekliyor. Devletin cezaevlerinde mafya üzerinden gerçekleştirdiği provakatif eylemlilikler ise sesini yitirmiş vicdanlar için iyi bir malzeme oluşturuyor.
Devrimcilere gelince, onlar hücreleri tanıyorlar. Dünya devrimci hareketinin tarihinde egemenlerin teslim alma, dönüştürme, yok etme konsepti çerçevesinde uygulamaya çalıştığı tabutluk sistemine karşı yükseltilen direnişlere de yabancı değil onlar. Devrimciler bugüne dek, ıslah olmayacaklarını, bütün süslü hukuksal ifadelerine rağmen oligarşinin ceza ve infaz hukuku normları karşısında tabiyet ilişkisine girmeyeceklerini defalarca kanıtlamışlardır. Onlar gerektiğinde ölebildikleri gibi muhakkak sağ kalmak zorunda olduklarında da yaşamasını bilmişlerdir.
Tabutluklar başta ABD olmak üzere Almanya ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin kendi ülkeleri ve sömürgelerindeki politik örgütlerin kadrolarına yönelik olarak geliştirdikleri çok boyutlu bir konsepttir. Mimari bir tasarım olarak hücrenin tercih edilmesi, burada uygulanacak olan psiko-terör, işkence uygulamalarıyla bir bütünlük arz etmesinden kaynaklanmaktadır. Hücrenin bir yapı olarak adının telaffuzundan çok önce, başta politik kadrolar olmak üzere her türlü sistem muhalifini değiştirip dönüştürecek “bilimsel” yöntem, teknik ve araçların keşfi için inanılmaz bütçeler ayrılarak onlarca yıl süren araştırmalar yapılmıştır.
CIA, ABD Savunma Bakanlığı, büyük üniversitelerin psikiyatrist, nörolog, nöroşirürjisyen, psikolog, davranış bilimcisi profesörlerin, “bilim adamları”nın dahil edildiği çok ciddi araştırmalar yalnızca tek amaca yöneltilmiştir: “İnsanın zihinsel mekanizmalarının işleyişini değiştirmek.”
Hatta bir ara aldıkları yoldan çok hoşnut olan CIA psikiyatristleri “toplumsal düzene zarar verecek tüm beyinleri değiştirebilme ütopyasının hayata geçirilmesine çok az kaldığını” büyük bir heyecanla “bilimsel ön raporlarında” ifade edebilmiştir! “Maalesef” uzun yıllar devam ettirilen çalışmaların neticesinde elektroşok, nöroşirurji deneyleri, davranış kontrol çalışmaları, farmokoterapi girişimlerine rağmen insan zihninin tümden değişiminin imkansızlığı ile karşılaşmıştır.
Bunun ardından çalışmalar algısal ve duyumsal yoksunluk yaratacak izolasyon koşullarındaki değişimin niteliğine odaklanmış ve ABD, Almanya üniversite kliniklerinde denekler üzerinde uzun yıllar çalışmalar yürütülmüştür.
Mengelelerin yürüttükleri bu çalışmalar ve daha sonra elde edilen bilgiler çerçevesinde izolasyon şartlarında yavaş yavaş duyuların yitirildiği, algılama ve anlamlandırma işlevlerinin zayıfladığı, boşluk ve hiçlik duygusuyla koşut depresif bir mizaç gelişiminin ortaya çıktığı, sıkıntı ve huzursuzluk duygusunun hakim olduğu sürekli bir ankisitenin yaşandığı; şüpheciliğin eşlik ettiği bir saldırganlık, gerçeklik algısında yanılma, halüsinasyonlar, dikkat dağınıklığı, benlik parçalanması, iletişim kurmada güçlük gibi bazı patolojik bulguların ortaya çıktığı gözlenmiştir.
Uzun süre izolasyonda kalan RAF tutsaklarının ifadeleri ve Nazilerin izolasyon odalarında tutulan yazar Stefan Zweig’in anlatımları bu bulguları doğrulamaktadır. Zweig, “Satranç” adlı romanında şöyle yazar: “Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? Ama biz “önemli kişi”leri yirmişer yirmişer buz gibi bir barakaya tıkmayıp da oldukça iyi ısıtılmış, ayrı bir otel odasında barındırmaktaki amaçları kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı. Çünkü ağzımızdan gerekli kanıtı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da bedensel işkenceden daha incelikli bir uygulamaydı: Akla gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla. Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz... Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla... Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler düşüncelerde bir dayanma noktasına gereksinim duyarlar, onlar da hiçliğe katlanamaz... Ama en kötüsü, sorgulama değildi. En kötüsü sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti... Bu otel odası sisteminin ne kadar şeytani ve akıllıca, ne kadar psikolojik işkence amaçlı olduğunu ancak şimdi anlıyordum.”
Maksimum denetim ve maksimum şiddeti hedefleyen bir işkence yöntemi olarak hücre, cezaevi kurgusunun bir üst boyutudur. Kapitalizmin, modern uygarlığın bir ürünü olarak ortaya çıkan cezaevi, sistemin bir bütün olarak insan unsuru üzerinde yarattığı tahribatın etkileriyle diyalektik bir ilişki içindedir. Piyasa ekonomisinin deterministik mantığı insan varoluşunun genel ve tarihsel bakımdan özgül özelliklerinde derin bir parçalanma yaratmıştır.
Aslen ekonomik anlamda üretilmiş olmayan insan emeğini, parayı ve toprağı birer metaya dönüştüren bu sistem emek sözleşmesi yoluyla “homo economicus” niteliğinde bir birey yaratarak; insan ekonomisinin özünü, insanın varlığını sürdürebilmesi için doğaya ve diğer insanlara olan ontolojik bağlılığını piyasa kurallarına tabi kılmış, kişiyi yalnızca bir atoma dönüştürerek insan toplumsallığını ihmal etmiştir.
Böyle bir ekonomik sistemin, insanı üretime, varoluşuna yabancılaştıran bir uygarlığın cezalandırma sistemindeki yansısı olarak ortaya çıkan cezaevleri aracılığıyla, kapatılan kim olursa olsun sistem kendisini yeniden üretir. Kapatılanlar aracılığıyla sistem, safralarını boşaltarak temizlenir ve dışarıdakilere ne kadar steril olduklarını, herşeyin onlar açısından ne kadar yolunda olduğu yanlış bilincini aşılar. Cezaevleri toplumsal olarak ürküntü verici mekanlar olarak algılatılır. “Mapushane” çevresinde örülen haleyle dışarıdakilerin üzerinde öteleyen bir şiddet yaratılır.
Bu şiddet dışarıdakilere bir tehdit, içeridekilere ikinci bir tecrit olarak yansır. Bir anlamda sistemi ayakta tutan bir ideolojik aygıt olarak cezaevlerinin amacına aykırı her tutum sistemi sarsar. Yarattığı katliamlarda bile otoritesinin sarsıldığını hisseden düzen bekçilerinin “cezaevlerine hakim değiliz” telaşının özünde yatan yaşadıkları bu ideolojik sarsıntıdır.
Maddi olduğu kadar manevi anlamda da onu tehdit eden tutsaklara dönük yeni şiddet projelerinin özünde yatan, dönemsel krizlerini atlatmak kadar stratejik hedeflerine de ulaşmaktır:
Sessizlik ve itaat.
Egemenler bugün tabutluklar yoluyla itaat ve sessizliğe ulaşacaklarına inanmaktadırlar. Peki hücre onlara hangi imkanları tanımaktadır?
İzolasyon
Dünya deneyleri değişik izolasyon/tecrit modellerinin varlığını göstermektedir. Tek kişilik izolasyon, küçük grup izolasyonu, yüksek güvenlik/tabutluk izolasyonu. Tek kişilik izolasyonda genellikle tüm iletişim kanallarını tıkayacak şekilde hücrenin çevresindeki diğer hücreler boş tutulmaktadır. Bugün inşa edilen F tipi cezaevlerinde tasarlanmış olan hücre şöyledir: 7.2 metrekarelik yaşam alanı ve 0.8 m2 lik banyo alanı olmak üzere toplam 8 m2 lik, 17.6 m3 lük hacmi olan, 0.8x0.8 boyutlarında ve 0.9x1.80 boyutlarında yatak içeren dolayısıyla kullanım alanı 4.40 m2 olan ve lavabo, tuvalet içeren bir yapı.
Genel olarak kullanım alanı 8 m2 olan alanın en az aydınlatma alanı 13 m2 olması gerekirken hücreden dışarı bir açıklık olmayıp, 0.9 m2’lik bir havalandırma bacası mevcuttur.
Hücreye ve havalandırmaya açılan kapıların üzerinde 15x15 cm’lik mazgal delikleri mevcuttur.
Her hücrenin önünde 5x6 m’lik ve yaklaşık 8 metre yüksekliğinde duvarla çevrili bir havalandırma bulunmaktadır.
Yüksek güvenlik birimleri konusunda şu ana dek elde edilmiş somut bir bilgi olmamasına rağmen dünyadaki uygulamalar çok daha küçük, sese karşı yalıtılmış, sürekli kamera ve mikrofonla izlenip denetlenen bu mekanların önder politik kadrolar için tasarlandığını göstermektedir.
Gözetim
Hücre yoluyla gerek mimari tasarım (panopticon/lineer sistem) gerekse teknolojik aygıtlar ve insani unsurlarla tutsak 24 saat gözetim altında tutulur.
Denetim
Sürekli gözetim altında tutulan kişinin davranışları izlenerek psikolojik yapı değerlendirilir, elde edilen sonuçlara göre davranış kontrol teknikleri geliştirilir.
Deney Ortamı
Sürekli gözetlenen ve denetlenen kişi üzerinde “kişiye özgü” değişik tekniklerle dönüştürme stratejisi uygulanır.
İşkence
İzole edilen tutsak üzerinde intikam amaçlı ya da itirafçılığa dönük fiziksel işkence gerektiğinde uygulanır.
Sınıflandırma
Tutsaklar hiyerarşik bir şekilde arzettikleri tehlikeye göre ayrılır.
Hücre ortamıyla elde edilen tüm avantajlar sistematik bir işkence sürecinin parçası olarak tasarlanmıştır. Uzun süre tecritte kalmış bir RAF tutsağı bu süreci şöyle anlatmaktadır: “Tecritte en küçük bir şey için savaş vermek zorundasın. Onlar senden ne isterse bunun tersini yapıyorsun. Onların yaptırımına asla uymamak gerekiyordu. Onların elinde bir objeye, yani bir alete dönüşmemelisin. Cezaevinde hep savunmadasın ama orada işin öznesi olduğunda güçlüsün ve bu sistemi ancak böyle yenebilirsin. Belirleyici olan sensin. Bunun için de en önemli şey kendinle yüzleşebilmektir. Çünkü düzen seni kendinle yüzleştirmek istiyor. Sen kendinle yüzleşmeyi başarabilirsen o sana zarar veremez. Tecrit, tutsak kendini kurban görmeye başladığında etkili olmaya başlıyor. Çünkü o zaman gerçekten bir kurban oluyorsun. Bu yüzden cezaevindeki direnişi hep bir savaş, bir gerilla savaşı olarak görüyorum. Eğer onlar senin elindekileri almayı istiyorlarsa reddetmelisin, yaptırımlarına karşı çıkmalısın. Havalandırma yarım saatse ve yarıda kesip içeri girmeni istiyorlarsa buna karşı çıkmalısın. İzolasyon sistemi şantaj üzerine kurulmuştuur. Kimliğinden siyasi görüşlerinden vazgeçersen, koşulsuz teslim olup başkalarının teslim olmasını sağlarsan senin durumunu iyileştireceklerini söylerler. Bu teslim oluşu genellikle küçük şeylerden başlatıyorlar. Örneğin kaç kitap alabileceğin veya ölümcül durumdaki hastaların tahliyesine karşılık olarak pişmanlığın dayatılması gibi. Bizdeki büyük çoğunluk teslim olmadı, bu oyuna gelmedi. Onun için izolasyona karşı mücadele yaklaşık 30 yıldır devam ediyor. Cezaevi koşullarındaki bütün düzeltmeleri savaşarak aldık; açlık grevleri, eylemler ve dış desteklerimizle tabii ki...”
Hücre tipi cezaevi bir işkencedir, insanlık onuru işkenceyi yenecektir.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92