Devrim İçin Hazır ve Güçlü Olmak
Nevval Deniz Polat
|
“Kendimi devrimci mücadele için yeterince hazır, yeterince
güçlü hissetmiyorum.” Devrimci mücadeleye sempati duyan
ancak aktif olarak katılmaktan çekinen pek çok insanın
ve aktif mücadelede yer alırken tıkanıp geri çekilme
tutumu içerisine giren devrimci sempatizanların çoğunun
durumlarını yukarıdaki cümlede özetlenen düşünce temelinde
açıkladıkları görülür.
Ama bir insanın “güçlü olması” nedir? Yani “güç” dediğimiz
şey, (fiziksel gücü bir kenara bırakırsak) “bilmek”
ve “yapmak”la ilgili değil midir? Çözümleme ve dönüştürme
dinamikleri güç olgusunun özünü oluşturmaz mı? İnsanı
doğadaki bütün canlılardan ayıran ve yetkin kılan da
bu dinamikler değil midir? Dahası, tarihin en büyük
kitlesel ayaklanmalarında bile, ulaşılan zafer noktasında,
yenilmiş olan zorbalık gücü aslında hâlâ kendisini yenenlerden
fiziksel bakımdan güçlü değil midir? Yani onun, aslında
hâlâ büyük fiziki güçleri kontrol edebildiği halde fiilen
yenilmiş olmasının anlamı nedir?
Ta en başa gittiğimizde bile gördüğümüz budur. İnsan
yaşadığı doğal ortamı, çok yavaş da olsa çözümleyerek
ve değiştirerek farklılaşmış, kendi doğal çevresine
egemen olabilmiş, varlığını sürdürebilmiştir; insanın
insanlaşması budur.
Çözümleme, değiştirme yetenek ve faaliyetleri insanın
sadece varlığını sürdürebilmesini sağlamış ona başka
değerler de kazandırmıştır. Birincisi çözümleme ve değiştirme
dinamikleri gelişen insan yavaş yavaş korkuyu da yenmiştir.
Daha doğrusu korktuğu şeyler azalmıştır. Ateşten korkan
insan onu kavradığında çözümleyip işe yarar hale getirdiğinde
korkmak bir yana ondan vazgeçemez hale gelmiştir.
Prometheus’un öyküsü insanın daha önce müthiş korktuğu
ateş için tanrılardan korkmamayı öğrenmesinin öyküsüdür.
Tabii kavramak, çözümlemek, hele de değiştirmek kolay
iş değil. Bir bedeli gerektiriyor. Çözümlediğin, değiştirmeye
çalıştığın şeyin ya da sürecin önemi ve derinliği ödenecek
bedelin büyüklüğünü de belirliyor.
İkinci olarak, çözümlemek ve değiştirmek insanlaşmak,
sosyalleşmek demek. İnsan, doğal ortamını olduğu gibi
kabullenmediği için yabanıllığı aştı. İnsanlaşma, uygarlaşma
sürecine girdi. Yani insanlaşma bir yanıyla reddediştir,
kabullenmeyiş, isyan ediştir. Bu, şüphesiz hiçbir zaman
salt düşünsel alan tarafından belirlenmiş bir şey olmamıştır;
insanın evrimi maddi varlıkların üretiminin de aşamalarını
oluşturuyorsa eğer, esas olarak yaşamın gereksinmeleri
onun doğayı aynen kabullenmemesinde etken olmuştur.
Ama insan, kendi tarihinin belli bir noktasından sonra,
bundan fazla bir şeydir. O, artık, belli bir tarihe
ve koşullarla değişebilen bir düşünsel yapıya da sahiptir
ve “insanlaşma” dediğimiz bu özelliği, onun her adımını
etkileyen başka bir süreç yaratmıştır. Yani insan, salt
o andaki en acil ihtiyacını gideren basit bir hayvan
olmaktan öteye geçip, bütünsel çözümlemeler ve gelecek
tasarımları yapabilen bir noktaya ulaşmıştır. Böylece
o, metafizik anlamda değil ama beyninin gelişmesinin
vardığı aşamalar bakımından bir “doğa”ya ve temel değerlere
sahip olmuştur.
Bu, insanın değişmez bir “doğası” olduğunu reddeden
ve onun ancak koşullara ve tarihe bağlı bir davranış
çizgisinin olabileceğini ısrarla vurgulayan marksizme
aykırı değildir. Çünkü, insanın bir düşünme yetisine
ve öyleyse çözümleyip değiştirme yetisine sahip olması,
marksizmin de temel verisidir.
Bu anlamda, statükoculuk, boyun eğme, mevcut verili
ilişkilere basit bir uyumluluk gösterme ve benzeri şeyler,
insanı insan yapan ve istisnasız her insanın şu ya da
bu ölçülerde taşıdığı bu yetiye yabancıdır.
Bu nedenle de gericilik olarak nitelendirilir, insanı
toplum dışına iter, giderek hayvanlaştırır. İnsanların
statükoculuğunun, boyun eğişinin, olaylar ve sorunlar
karşısında edilgen kalışının “koyun sürüsü gibiler”
biçiminde tanımlanması bundan olsa gerek. İş, mutfak,
yatak üçgeninde sıkışmayla hayvanın otlaması, geviş
getirmesi, üreme faaliyeti arasında da benzer bir ilişki
bulunabilir.
Ama insanın çözümleme ve değiştirme yetenekleri doğal
olarak kendiliğinden değil, sürekli savaş içinde gelişmiştir.
Çünkü bir olguyu ya da süreci çözümlemek, o şeydeki
çelişkiyi yaşamak, böylece çelişkinin taraflarını tanımlamak,
aralarındaki zıtlığı anlamak (yani çelişkinin özünü)
ve bu çelişkiyi, zıtlığı aşmanın bilgisini, yollarını
üretmektir.
İnsanın doğa ile ilişki ve mücadelesini anlatmaya gerek
yok.
Bugünün temel sorunuysa, daha yabanıllıktan çıkışının
ilk anından itibaren, insanın çözümleme ve değiştirme
yeteneklerinin gelişmesinin önündeki en büyük engeli
yine insanların oluşturmasıdır.
Bu nedenle insanlık binlerce yıldır ikili görevle karşı
karşıya; bir yandan doğayı, bir yandan da kendi ilişkilerini
çözümlemeye ve değiştirmeye çalışıyor. İnsan bu süreç
içinde daha da insanlaşıyor. Çözümleme ve değiştirme
yetenekleri daha da artıyor. Daha doğrusu insanlık daha
da güçleniyor.
İnsanlığın güçlenme süreci karşıtıyla birlikte gelişiyor,
süreç her adımda insanlığın önüne çözümlenmesi gereken
daha büyük ve zorlu sorunlar koyuyor. İnsanın insanlaşması,
güçlenmesi bu sarmal ekseninde gelişiyor.
Bir de ödenecek bedel var tabii. Dikkat edilirse insanlığın
gelişimi, evrimi, ilerleyişi yani çözümleme ve değiştirme
yeteneklerinin artması sorunsuz olmamış, aksine insanlık
gelişimini büyük bedellerle sağlayabilmiştir. Yaşadığımız
yüzyılı düşününce korkunç hızdaki ilerlemelere, korkunç
boyutlardaki savaşların, yıkımların eşlik ettiği hemen
görülüyor.
Kendisi ile doğa ve kendi içindeki çelişkileri çözümlemeye
ve dönüştürmeye başlayan insan, bu faaliyet içinde güçlendikçe
bu gücü sadece doğayı değil, başka insanları da tahakküm
altına almak için de kullanmıştır. İnsanların bir bölümü
bu doğrultuda doğayı da, insanlığı da tahrip ediyor,
tüketiyor. Doğayı tahrip etme öyle boyutlara vardı ki
tahrip edicileri de ürkütmeye başladı. Tahrip edicilerin
geliştirdiği çevrecilik modası da onun yan ürünü olarak
ortaya çıktı.
Ancak insanı, insanlığı tahrip olanca hızıyla sürüyor.
İnsanlık nasıl tahrip ediliyor? Bu tahribat, insanların
çözümleme ve değiştirme yetenekleri, birikimleri köreltilerek,
engellenerek, sadece egemen sınıflara hizmet edecek
biçimler ve alanlar içine hapsedilerek yani insan güçsüzleştirilerek
yapılıyor.
Tüm insanlar aslında aslana benzetilebilir. Ancak sınıflı
toplumlarda insan hayvanat bahçesinde kafesler içindeki
aslan gibidir, en fazla da doğal parklarda belirli alanlar
için özgür olabilen (ki bu da burjuva demokrasisindeki
duruma benzer) aslandır. Halbuki aslan kolay boyun eğmeyen
özgür ve yırtıcı bir canlı olarak bilinir. İnsan ise
ondan daha güçlü, daha doğuştan itibaren bilinçli faaliyete
hazır, çözümleme ve değiştirme yeteneklerine sahiptir.
Ama tahrip ediciler ne yapıyor? Özgür aslanı yemekle,
kırbaçla, kafesle köle haline getiriyor. İnsanlara karşı
da aynı yöntem geçerli. Polisle, askerle, işkenceyle,
katliamla, birkaç kuruş parayla ve benzeri şeylerle
insanlık köle haline getiriliyor, tarihin karanlıklarına
gömülmek isteniyor.
İnsanlığa “kendini sorgulama, çözümleme, değiştirme
gibi seni insan yapan özelliklerini unut, bizim belirttiğimiz
alanın dışına çıkarsan, kırbaç, kurşun ve demir parmaklıklar
seni bekliyor” diyorlar.
İşte bu büyük yanılgı, insanlığın henüz tümüyle aşamadığı
-gerçekte ise daha yabanıllıktan kurtulduğu anda yenme
gücüne kavuştuğu- bu olumsuzluktur, bizlere, tüm insanlığa
dayatılan.
Ancak bu dayatma, bedeli ne olursa olsun insanlık tarafından
her zaman çok kolayca kabullenilmedi. Yeteneklerinin
ve doğadaki rolünün farkına vardığı her noktada insan,
dayatılan statükoları ve köleliği yıkıp geçti. Çözümleme
ve değiştirme yeteneklerinin boyutlarını kavrayan insanlar,
konumları, maddi olanakları ne denli kötü olursa olsun
güçlü olduklarını, olabileceklerini anladılar ve oldular
da. Tarihi de onlar yaptı, ilerletti.
Ama çözümleme ve değiştirme yetenekleri, yani insan
olduğunu farketme ve buna uygun davranma ise genellikle
sanıldığı gibi tamamen “bilgi” sorunu değil, esas olarak
pratik sorunudur. Başka bir deyişle değiştirme bilinci
ya da insanın değişimi, daha önceden boşlukta bir yerde
değil, değiştirme eyleminin içinde gelişmektedir. Yanlış
fikirlerin karşısına doğru fikirlerin konulması yolundan
değil, bizzat gerçek insanın pratik eylemi üzerinden
yürüyen tarihin mantığı da böyledir.
Spartaküs’ü ve onun önderliğindeki onbinlerce özgürlük
savaşçısını düşünelim. Okuma yazma bilmeyen, boyun eğmiş,
köle olmuş insanlar, onlardaki insani yan bir kez açığa
çıkarılınca bir anda tarihin aydınlık yüzü oldular.
Binlercesi yollarda çarmıha gerildiğinde tek bir aman
bile demediler. Çünkü bir iki yıl bile özgür yaşamak
köleliğin bir daha kabullenilmesini olanaksız kılıyor.
Peki kazanan kim? Tabii ki Spartaküs ve yoldaşları.
½imdi Spartaküs’te cisimleşen değerleri gönül rahatlığı
ile haykıracak, savunacak milyonlarca insan var; ama
Roma’nın tiranlarının değerlerini savunacak herhalde
azdır.
İnsanlık tüm tiranları, zalimleri altetmeyi sağlayacak
güce artık çok yakın. Çünkü insanlığın çözümleme ve
değiştirme yetenekleri artık kapitalist statükoculuğun,
köleliğin sunduğu alanlara sığmıyor. İnsanlık bir yanıyla
kendisini de vuran, tahrip eden çözümleme ve değiştirme
yeteneklerini, yani gücü, tümüyle doğayı ve insanı güzelleştirecek
bir güce, insanlığın tümünün hizmetinde olan ve bu doğrultuda
kontrol edilebilen bir güce dönüştürmeye tarihsel açıdan
en yakın döneminde. Bu artık son raund ya da Avusturya
İşçi Marşında söylendiği gibi “son kanlı kavga”dır.
Bu nedenle taraflar güçlerini sonuna kadar kullanıyorlar,
dişe diş ve şiddetli bir mücadele yaşanıyor.
Tarihin akışı belli; ilerleme, ilerleyişi daha insani
daha yüksek ilişkiler düzeyine ulaşmayı hiç bir güç
engelleyemez. Ama bu yalnızca teorik bazda, varsayım
olarak böyledir. Yoksa, nihai planda bütün sürecin kaderi,
insanlığın ilerleme yönündeki iradesine ve onu sürükleyecek
olan lokomotif güçlerin kararlılığına bağlıdır. İnsanlar
bu dişe diş mücadelede, ya statükoların aktif üreticileri
ve koruyucuları olacaklar, yani eskinin, geri olanın,
sömürü ve zulmün belirlediği alan içinde kalıp çürüyecekler
ya da insan olma bilincini bütünlüklü olarak edinip
yeni ve ileri olanı üretecekler, eskiyi ezip geçecekler.
Bunun dışında seçenek yok.
Güç ve güçlülük olgusunun özü kabaca bu; tanıma, çözümleme
ve değiştirme dinamikleri. Her insanda şu ya da bu ölçüde
doğuştan var olan şeyler. Bir insanın “güçüzlüğüne”
ya da gücüne böyle bakmak gerek.
Bir insanın güçlü olması için, çözümleme ve değiştirme
dinamiklerini açığa çıkarması için, her şeyden önce
yaşadığı ilişkilerin, ortamın ona dar gelmesi, onu tatmin
edememesi yani bir anlamda kendisini güçsüz hissetmesi
gerek. İlerlemenin, yeniyi, daha etkin olmayı sağlayacak
olanı üretmenin, yani güçlenmesinin diyalektiği bu.
Başlangıç noktası güçsüz olduğunu kavramak.
“Kendimi mücadele için, devrim için yeterince güçlü
hissetmiyorum” demek, süreci yaşamı kısmen çözümledim
ama onu değiştirme dinamiklerim yok demektir. Aslında
değiştirme dinamikleri yukarıda da bellirtildiği gibi
her insanda var, sorun bunları açığa çıkarmak, görmek,
herşeyden önemlisi de gündelik yaşam içinde somutlaştırmaktır.
İnsan herşeyden önce buna inanmalı, ben mevcut statükolara
sığmam, bu statükoları aşabilirim demelidir. Bu yaşamın
üzerinde oynanılan bir nesnesi değil, onu değiştirebilen,
biçimlendirebilen öznesi olmak istiyorum demektir. Bu,
özgürlüğü üretmeye hazır insan haline gelmektir.
Güçsüzlüğünü görüp de kabullenmek ya da ciddi bir biçimde
ve köktenci bir yaklaşımla üzerine gitmemek ise gönüllü
köleliktir. İşte güçsüzlüğünü kavramış insan bu iki
seçenekten birini kabul edecektir. Hangisini tercih
edeceğini de pek çok şey belirliyor. Ama temel etken
kendi dinamiklerini gücünü görebilmek, insanın doğadaki
konumunu kavrayabilmek. Özgürlük ve güçlü olma kendi
seçeneğini bununla, yani insanın kendisini tanımasıyla
kabul ettiriyor. Kölelik ise zorbalıkla, kolay ve rahat
görülen ama insana yabancı olan şeylerle (kırbaçla,
kurşunla, küçük maddi çıkarlarla vs.) kendisini dayatıyor.
½imdi bir düşünelim, kendi ayakları üzerinde durup yaşamına
geleceğine sahip çıkmaya çalışan insanlar, devrimciler,
dağdaki köylü kadın gerillalar, milyonlarca özgürlük
savaşçısı nasıl böyle ve hangi konumda böyle bir tavır
alış içine giriyorlar? Bu insanlar birer özgürlük savaşçısı
olmaya karar verdiklerinde, tüm korkularından, kaygılarından
arınmış çok güçlü insanlar mıydı? Hayır. Tam aksine
“kendimi devrimci mücadele için yeterince hazır, yeterince
güçlü hissetmiyorum” diyen insanların yaşadığı korkuları,
kaygıları onlar da yaşadılar. Onlar yol ayrımına bu
düzen içinde güçüz olduklarının farkına vararak bu durumun
korku ve kaygılarını tanıyarak geldiler. Ama tercihlerini
özgürlükten yana koydular. Kendi dinamiklerini değiştirme
gücünü gördüler, bu noktada netleştiler.
Korkular, kaygılar, kendisine güvensizliğin her türlü
belirtisi, işte bu netleşmenin ardından aşılır.
Önce bu doğrultuda bir irade oluşmalı ki, onun pratik
ürünleri ortaya çıksın. İnsan kendi yaşamını özgürce
belirleme isteğini pratik bir gerçekliğe dönüştürdükçe,
yani değişimi bizzat gerçekleştirdikçe, kendi gücünü
yaşam içinde gördükçe, korkuları, kaygıları da giderek
azalıyor, süreç içinde yok oluyor.
Sonuç olarak eğer özgür yaşamak için, devrim için mücadele
etmek istiyorum, sömürü ve zulüm düzenine boyun eğmeden
yaşamak istiyorum ama kendimi zayıf, bilgisiz, güçüz
hissediyorum deniyorsa güçlenmenin tek yolu var.
Ulaştığın netlik doğrultusunda harekete geçmek.
Gücün ve yeteneklerin ölçüsünde bir mücadele pratiği
yaratmak, hepimizin ortak değeri olan örgütle düzenin
barikatlarını yıkmak... Bu süreç, düzenin değil özgür
olmak isteyen insanların daha güçlü olduğunu gösterecektir.
|