Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Yaşam
Direniş Zafer
Ali Kemal DOĞAN
|
Giriş
Yaşam, direniş, zafer", sözcükleri, devrimci
savaşımın sonsuz zenginliklerinin tanımlanışıdır.
Bizler, yaşamın ve kavganın yorumuyla yetinenler
değiliz. Toplumsal, siyasal süreçlerin içinde, tüm
sorunları kendimize "dert" edinen, bunların
çözümü için onurlu bir kavgaya tutuşan, kavganın
içinde öğrenen ve öğreten bir akımın, onun her düzeyden
örgütlenişinin birer parçasıyız.
Bu yanıyla, dünyayı değişik biçimlerde yorumlama
eylemi ile kendimizi sınırlayamayız. "Toplumsal
yaşam, özünde pratiktir" ve asli olan, "onu
değiştirme" eylemidir.
Hedefimiz nettir: Toplumsal bir devrim... Bir dizi
evreyi, doğru bakış açısı ve sonsuz emek seferberliği
ile aşarak, hedefe mutlaka ulaşacağız.
Ama, bilinmektedir ki her çatışma, kendi içinde,
taktik kazanımları ve kayıpları da içerir. Her dönemin
nesnel-öznel tüm koşulları, o çatışmanın kaderini
tayin eder, kazanımların veya kayıpların özelliklerini
belirler...
Dolayısıyla, devrim tarihleri, küçük kazanımların
toplamının zafere taşınması örnekleri ile sınırlı
değildir; aynı zamanda büyük direnişlerin, küçük
birer nokta halinde kalması trajedisini de yazar...
"Yaşam-Direniş-Zafer" de tanımlananlar,
bir yaşanmışlığın aktarımıdır. "Yaşam-Direniş-Zafer"in
her sözcüğü, ulaşılan sonuçlar, yaşam sıcaklığında
ifade edilmiştir. Bir yanıyla ülkemiz koşulları
açısından ne yazık ki genel olmasına karşın; bu
yanıyla da; özgündür, bir yaşamın sözcüklere dönüşmesidir.
Bu deney-süreç, kendi içinde iki aşamada aktarılmıştır:
Birinci aşama, Oligarşi'nin cellatlarına tutsak
düşme ve işkence aşaması. Burada, her adım, her
tavır, "bire bir" mücadele ekseninde yaşanmaktadır...
İkinci aşama ise, birinci aşama sonrasındaki kaçınılmaz,
bildik tutsaklık koşullarıdır.
Bu aşamada, 96 genel direniş süreci de aktarılmıştır...
Ancak, her iki aşamanın ortak paydası, Yaşam-Direniş-Zafer'dir.
Bu üç kavramın birbirinden kopmadan, aynı mecrada
harmanlanıp özümlenmesi ve somutlaşmasıdır.
Konunun öyküsü, ülkemizde her gün yaşanan ve ne
yazık ki yaşanmaya devam edileceği gözüken bir özelliğe
sahiptir...
Devrim ve sosyalizm kavgasında, bir grup savaşçı,
tutsak düşer. Onbeş gün süren işkence-sorgu ve direniş
dönemi yaşanır. Burada, Oligarşi'nin iğrenç yöntemleri
bir yana, "çözülme" ve "direniş",
içice yaşanır. Ama ayrı ayrı iki yaşam biçimini
somutlar. "Çözülme", bir yaşam biçimi
olarak mahkum edilir ve direniş, "küçük muharebeyi"
zafere taşır...
Yaşam durmuyor, her gün bir başka güne gebe. Devrimci
tutsaklar tutuklanır, direniş, bu kez açlığın koynunda
zafere ulaşacaktır.
İşte, bu sayıda başladığımız "yaşam-direniş-zafer"
dizisi, tam 80 günlük bir süreci, iki ana bölümde
anlatır. Ve açlık grevi içinde, direniş yürütülürken
kaleme alınmıştır. Yaşam sonsuz zenginlik içinde,
direniş ekseninde devam eder, ama her aşamayı sözlere
dökmek, bilince çıkarmak, onu savaşçılara ve halklarımıza
sunmak, her zaman önemli bir görevdir. Bu görev,
açlığın koynunda, sonuca adım adım, hücre hücre
yürürken gerçekleştirildiği için, dağılan düşünceleri
ve hareket güçlüğünü, vücudun acılarını da dikkate
alırsak, bu kez daha güç olmuştur... Ama yaşanan
deneyimler, bu deneyi yaşayanlarla sınırlı kalmamalı,
Devrimci Kurtuluş kavgasında, bu kavganın en ileri
unsurlarına, insanlığın en yüksek aşamasını yaşayanlara
armağan edilmelidir!
Birinci ana bölüm olan, "İşkence-Direniş-Zafer"
bölümü, bu konuda söylenen ilk sözler değildir,
son sözler ise, hiç olmayacaktır...
Hem Türkiye ve Kürdistan devrim tarihinde, hem de
parti tarihimizde, 1970'ten bu yana bu konuda, ciddi
bir bilinç oluşmuştur. Ve bu bilinç, binlerce devrimci-yurt-sever-komünist
insanın, tırnak ve diş ile yarattığı direnişlerin
sonucudur; ilk sözler hep olağanüstü emekle, kanla
söylenmiştir. Bu onur, herşeyden önce, işkence tezgahlarında
düşen şehitlerimize aittir. Bu yazıyla tanımlananlar
ise, direniş cephesine taşınan binlerce "tuğladan"
biridir.
Ayrıca birinci ana bölümün bir amacı daha vardır.
Partimizin kadın şehitlerinden ve aynı zamanda bir
insan haklan mücadelecisi olan Didar Abla'nın anısına,
"İşkence ve Tıp" başlıklı bir akademik
çalışma yapma görevi, bir yoldaşımıza birkaç yıl
önce verilmiştir. Görevi yerine getiren yoldaş çalışmayı
tamamlamış, ama o günün koşullarında, bu çalışma
siyasi boyutlarıyla genişletilmesi düşüncesiyle
bekletilmiştir. Bunun için uzun bir "önsöz"
tasarlanmış, hatta bazı notlar alınmış, ama tasarlanan
"önsöz", çeşitli nedenlerle tamamlanamamıştır...
"İşkence ve Tıp" çalışması, tasarlanan
"önsöz" olmadan baskıya hazırlanmıştır.
İşte "İşkence-Direniş-Zafer"in ana bölümü,
biraz da bu çalışmaya tasarlanan "önsöz"
niteliğindedir. Böylece, Didar Abla'ya ve 'İşkence
ve Tıp' çalışmasını yapan yoldaşımıza verilen söz
de, yerine getirilmiş olmaktadır.
Bu süreçte, bütün devrim dönemlerinde ve direnişlerde
yapılması gerekenler yeniden ve yeniden değerlendirme
çabasından nasibini alacak, önümüzdeki yıllarda
farklı biçimlerde yeniden tartışılacak, her devrimci
grup ve yapı kendi açısından, yeni dönemlerinin
formülasyonları üzerinden, soruna yaklaşacaktır.
Doğal olarak genel direniş ve süreç daha yaygın
biçimde bilince çıkacak, söylediğimiz ilk sözlere
başka sözler, değerlendirmeler, eleştiriler eklenecektir...
Direniş, yaşam biçimidir; tüm toplum ilişkilerinin,
siyasal, ekonomik, kültürel ilişkilerin devrimci
mayasadır. İşkence tezgahlarında ve tutsaklık koşullarında,
Oligarşi ile yüz yüze, birebir süren kavgada direniş,
devrimci yaşamın en önemli unsurlarından biridir.
Ancak direnişi bununla sınırlamak mümkün değildir.
Devrim tarihi sıkça tanık olmuştur; işkence tezgahında
"direnen" ama onu içselleştirip yaşam
biçimine dönüştüremeyen kişi veya çevre/örgütler
var olmuştur. Ya da tutsaklık koşullarında tükenen
veya "en az direnme noktasında duran"
ama "özgürlüğe" adımını atar atmaz, düzenle
bütünleşen, onun bir parçası, hem de çirkin bir
parçası olan binlerce insan olmuştur...
Bu yaşam örneklerindeki "direnişler",
devrimci kişiliklerin direnişleri değildir, günü
kurtarmadır, zor yöntemi dışında süren teslimiyet
dayatmalarına boyun eğmedir, zoru görür görmez,
güneş altındaki buz gibi dağılmadır... Hep söyledik,
söylemeye devam edeceğiz... Direniş her alanda,
her düzeyde süreklilik gösteren bir karaktere sahip
olmalıdır. Direnişte dün yoktur, "belki"
yoktur, "az" direnme yoktur, "yeter"
hiç yoktur. Direnişte tarihsellik, kararlılık, süreklilik,
daha ileriyi temsil etmek içseldir...
Sadece çıplak zor karşısında değil, ideolojide,
politikada, sanatta, kültürde ahlak ve kişilikte
düzenin dayatmalarına karşı olmak, direnmek, esastır.
Sadece işkence tezgahında değil, evde, sokakta,
alanlarda, insanın var olduğu tüm mekanlarda direniş
biteviye sürer. Bu direniş tarzı, en yüksek biçimini,
parti yaşamında somutlaştırır.
Direnişin bu düzeyde cisimleşmesi, örgütlenmesi,
toplumsal ölçüde; burjuva yaşama karşı proleter
devrimci yaşamın, burjuva kişilik ve ahlakına karşı
sosyalist ahlakın, burjuva kültürüne karşı sosyalist
kültürün, çarpık kapitalist ilişkiler yığını içinde
bir taze fidan gibi yeşermesi demektir. Ve insanlık,
bu taze fidanların çoğalması ile "zorunluluklar
dünyasından", "özgürlükler dünyasına"
sıçrayacaktır...
Böylesi bir yaşam biçimi, direnişin gerektiği gibi
bilince çıkmasını içerir. Direnişi nasıl bilince
çıkaracağız? Ampirik, deneyci yöntemle mi, yoksa
marksist bilim yöntemiyle mi? Ampirik yöntem, deneycidir.
Öğrenmek, bilince çıkarmak için deney bir yöntemdir,
ama salt bu yöntem idealizmdir, yararlı ve doğru
da değildir. Bu açıdan direniş gibi önemli bir devrimci
mayayı, tarihsellik içinde, deneyden öze, devrimci
bilimsellikle ancak bilince çıkarabiliriz. Tüm insanlık
tarihinin demokratik, direnişçi yanlarını alıp,
onu sarmal biçimde en üst noktada sahiplenmek, geleceğe
taşımak, tek doğru yöntemdir.
"Yaşam-Direniş-Zafer", yaşanmış, somut
bir deneydir. Ama sadece deney değildir, direnişin
yeniden üretimidir, onun yaşamın her alanına sıçramasıdır,
direnişin daha ileri bir aşamaya sıçratılması yönünde
çağrıdır...
Hiçbir devrimci kişi, Devrimci Kurtuluş kavgasını
yürüten insan, parti literatürüne mal olan direniş
belgeleri ile kendini sınırlamamalı, bunları yeterli
bulmamalıdır. Tam tersine o, öğrenme eylemini sürekli
kılmalı, dar deneylerle sınırlanmamalı, devrim tarihine
mal olmuş tüm direniş biçimlerini özümlemeli, onları
birer kazanıma dönüştürmeli, yaşamını adım adım
direniş ekseninde örmeli, örgütlemelidir.
Direnişimizin mayası şehitlerimizdir... Bayrak,
onların ellerindedir. Tüm parti saflarına bu bilinci
taşımak, buradan direnişi kitleşelleştirmek, halk
gerçeğine dönüştürmek, onunla bütünleşmek, görevimizdir.
Maya tutmuştur, o güçle zafere yürünmelidir.
"Yaşam-Direniş-Zafer"de, yaşanılan toplumsal
siyasal sürecin özelliklerini, devrimci hareketin
taktik programının bazı yanlarını da görmek mümkündür.
Yeni tip sosyalist insan, yine temel konulardan
biridir, yeni insanın mücadeleye davetidir.
Yeni insan kimdir? Devrimci Kurtuluş kavgasında
"rütbe", "statü" "mevki"
ile değil, yürek ve bilinçle "varım, varolacağım"
diyen yoldaşlardır. Dönemi kavrayan, dönemin görevlerini
omuzlayan, sürekli değer yaratan, her adımı, her
imkanı parti yaşmına dönüştüren, devrimci yaratıcılığı,
inisiyatifi, eleştirel yaklaşımı, disiplini, kurallı
yaşamı, devrimci ahlakı kişiliğinde somutlaştıran
ve yönü hep ileriye dönük olan yoldaşlardır, yeni
insan... Onlar zafere mahkumdur, daha çok irade,
daha yoğun emek, daha çok dayanışma ve ileri atılım;
onların parolasıdır. Dünya ve ülke sosyalist hareketi,
zorlu bir dönemi "aşıyor. Teorik-siyasal-örgütsel
bir çok sorun vardır. Türkiye toplumu, devrime gecikmeli
olarak gebedir, ama o, dünya devriminin sorunlarından
soyut değildir. Ülke ve dünya ölçeğinde tüm sorunları
çözmede en önemli güvence, yeni tip sosyalist insandır...
"Reel sosyalizmin", devrimci eleştirinin
ve Türkiye Devrimci Hareketinin kesiştiği birçok
sorunun belki de en başında, yeni sosyalist insan
gelir. İddia, plan, program, teorik çözümlemeler
vb. ne olursa olsun; eğer, buna uygun insan, kadro
yaratılmamışsa, boş tezlere dönüşür. Genel, öznel
ve nesnel koşulların yanısıra, elbette bireyin tarihsel
süreçte oynadığı devrimci rolü de biliyoruz ve bunun
altını çiziyoruz.
Yeni tip sosyalist insan yaratma, bir dizi kişilik
çözümlenmesi ile birlikte ele alınır. Ayrıca, her
vesile ile, her dönem karşımıza doğru ve yanlış
kişilikler çıkacaktır. Devrimci yaşamın, mücadelenin
bir kaçınılmazlığıdır bu... Ve tüm çözümlemelerin
hedefi, temel amacı, yeni tip sosyalist insan olacaktır.
Hareketimizin literatüründe, "yeni tip sosyalist
insan", "parti yaşamı", "proleter
ahlak, proleter eğitim", "sorgu ve direniş",
bu konudaki bazı yazılı belgelerdir, özümsenmelidir...
Yeni tip sosyalist insan, sadece birey olarak tüm
olumlu nitelikleri kişiliğinde toplamış insan değildir.
Tüm bu özellikler, partili/örgütlü olmak sayesinde
gerçek kimlikle buluşur. "Komünist insan, partili
insandır" tanımlamasının anlamı, tam da budur
ve doğrudur.
Anlaşılacağı üzere, yeni tip sosyalist insan, ancak
ve ancak, özgürlük mücadelesinde, bağımsızlık-demokrasi-sosyalizm
mücadelesinde yaratılabilir. Mücadele onu özgürleştirir,
kişiliğindeki zenginliği yaratır. Onun beslendiği
kaynak, mücadeledir, politikleşmiş askeri savaştır...
Demek ki, yeni tip sosyalist insan, insana yabancı
tüm kurum ve anlayışlardan uzaklaşmış, sistemden
her düzeyde kopuşu gerçekleştirmiş ve egemen sistemin
tam karşısında konumlanmış, cephede yeniden ayağa
kalkmış, sosyalizm ekseninde dirilmiş kişiliktir.
O her adımda, "yıkma" ve "yeniden
yapma" eylemini, yaşamın içinde örer. O bilir
ki; egemen sistem ve onun tüm ideolojik-politik-kültürel
özellikleri, sadece dışımızda, karşımızda değil,
aynı zamanda da içimizde, kişiliğimizde yankısını
bulur.
Bundan dolayı, her düzeyde yürütülen savaşta, aynı
zamanda, kendimize yönelmek, iç dünyamıza bir vesile
ile nüfuz etmiş olan burjuva ve küçük burjuva virüsleri
temizlemek, bunlardan arınmak, sürekli eğitimimizin
ta kendisidir.
İnsanlık tarihi, sınıflar savaşımı tarihidir ve
özgürlük için verilen soylu kavgalara şahittir...
Hiçbir onurlu kavga, bedel ödemeden zafere ulaşamamıştır.
Dolayısıyla, "Direniş-Zafer" ikiz kardeş
gibidir, birbirinden ayrı düşünülemez.
Bedel ödemek; özgürlük demokrasi ve sosyalizm için...Ve
hesap sormak, bedel ödetmek; yine özgürlük-demokrasi
ve sosyalizm için... Tarih şahittir;
Gemileri yaktık... Yürüyüş sürecek, geri dönülmeyecektir.
Ya zaferle buluşacağız ya da bu onurlu kavgada,
ölümle kucaklaşacağız.
1. Bölüm Direniş bir sevdadır
1 Mayıs sabahı...
Bir türlü gelmek bilmeyen bahar, doğayı olduğu gibi
toplumu da canlandırmak için beklemektedir. Doğa,
güneşle ısınıp, yeşille canlanırken; toplumsal siyasal
süreç, sınıf kavgasının çok yönlü pratiğinde daha
ileri, daha karmaşık, daha umutlu bir aşamaya devinmektedir.
Türkiye toplumu en ciddi siyasal, toplumsal krizlerinden
birini yaşamakta, yeni sömürgeci sistem her açıdan
tıkanmakta, Oligarşi yoğun iç çelişkiler ve açmazlar
içinde devinmektedir. Ve en önemlisi de, sadece
Kürt ulusal dinamizmi değil, işçi-memur-gençlik
dinamizmi de ileri adımlar atmakta, sömürüye, zulme
"yeter" deme yönünde önemli ışıklar yakmaktadır.
Kamu emekçilerinin üretimden gelen gücünü kullanarak
herşeye rağmen bazı eylemlilikler geliştirebilmesine,
öğrenci gençliğin harçları protesto eylemleri eklenmekte;
ve 1 Mayıs'ta 200 bin emekçi, Kadıköy'ü bir anlamda
fethetmektedir. Hem de Oligarşi'nin her türlü tehdit
ve provokasyonuna rağmen... '96 Baharı', sadece
doğaya değil, toplumsal ilişki ve çelişkilere de
can vermeye, onları ileriye sıçratmaya çalışmakta
idi... Tam da, bu günler.
Kafamda onlarca proje, sorun ve bunların çözümü
var. Ama doğrusu, oldukça yıpranmışım, yoğun bir
fiziksel ve zihinsel yorgunluk içindeyim. Geçen
Mayıs'ı ve tüm Yaz'ı hatırlıyorum. "Baharla
geçmişe sünger çekeceğim" diyorum, ama bunu
yapamıyorum. "Bir gün tatil yapsam" diyorum
ama tatil de yapamıyorum. Kış böyle geçti. Ancak
kendimi bu bahara hazırlıyorum. Ve Mayıs'la beraber
koşullarımı da biraz daha zorlayarak, "kendime
daha olgun imkanlar yaratacağım, kendimi yenileyeceğim"
diyorum.
Bu düşüncemi kimi yoldaşlarla paylaşıyorum, hatta
o günlerde bana; "ev ayarladın mı, okumaya
başladın mı" diyen yoldaşlar oluyor ve beni
zorluyorlar; "buna mecbursun" diyorlar.
Ben de tembellikle karışık; "yapacağım ama.."
diye başlayan mazaretler buluyorum.
Elbette tüm bu koşullarda, yoğun koşuşturma, ciddi
bir handikaptı. Ama çok zorlanmadan geleceğe hazırlanıyordum.
Mevcut sürecin benden bir çok şey alıp götürdüğünün
de bilincindeydim. Ve kendimi tıpkı daha önceleri
olduğu gibi, terkar tekrar aşacaktım. Bu konuda
özgüvenim tamdı ve bir yoldaşıma da ifade ettiğim
gibi; "tarihte bir yaprak" olmak istemiyordum.
Önemli bir tarihsel süreç yazılıyordu; bense, gereken
yerde olacaktım, mütevazi ve sessizce!..
Yaşamımın en zor bir buçuk yılını geride bırakmıştım.
Kendime çok güvenmeme rağmen, binlerce kez, "dünü
unut" komutunu kendime vermeme rağmen, dünü
unutamamıştım. Ve bu duruma dönüp dönüp bakarak
kendimi şaşkınlık içinde, pek de arzu etmediğim
bir yerlerde görüyordum. Tüm gün siyasi mücadelenin
her anlamda ortasındaydım. Ama kendimi pek beğenmiyordum.
Hatta, "devrime bir buçuk yıl borcum var"
diyordum.
Tüm bu kargaşa içinde, son günlerde bir "ek"
işim vardı. Severek, büyük bir özveriyle yaptığım
ve hiç tereddütsüz her zaman severek yapacağım bir
işim vardı; hafta sonlarımı son günlerde ona göre
programlıyordum. Evet, "kardelen" yeniden
yaşama dönecekti... Ve ben "dün yok, bugün
var" diyerek, tereddütsüz onun yanıbaşında
olacaktım, onu yaşama hazırlayacaktım. Bu son derece
hassas, zor süreci, onunla ilk tanıştığımız dönemde
olduğu gibi, yoldaşça paylaşacaktım. Dahası onu
yeniden yaşama hazırladıktan sonra, sessiz ve tıpkı
bir kuş gibi onun yaşamından çıkıp, uçup gidecektim.
Herşeyi ama herşeyi yüreğime hapsedip, kendi yolumda
yürüyecektim...
Hafta sonunu bu şekilde programladım. Randevuları
ona göre verdim. Kimi siyasal ilişkileri düzenlemek,
sürecin sorunlarını ele almak, sürecin kazanımlarını
bilince çıkarmak ve Haziran'a hazırlanmak; gündemimizin
sorunlarıydı. Demokratik alan bir çok sorunla birlikte
sancılıydı. Emek Cephesi yeniden ele alınmış ve
kurumlaşma süreci yaşanıyordu. Gençlik sorunları
can alıcı bir tarzda önümüzde duruyordu. Mahalli
alanlarda bir dizi bölgede gelişme vardı ve bunlar
ileri düzeyde örgütlenmeliydi. Tüm bunları aşacaktık.
Hiçbir yoldaş boş durmuyordu. Ve moralleri yüksekti.
Sorunları aşacak güç ve birikim var ve tempomuz
buna uygun. Tüm yoldaşların inancı da bu yönde...
Ve o Mayıs sabahı, güneşin ilk ışıklarıyla uyandım.
Odamdan çıkıp yan odadaki "kardelen"e
baktım. Son günlerde, gece de uyandıkça onu kontrol
ediyordum. Hatta ona hissettirmeden bir bahane ile
kapısını açık tutmaya çalışıyordum. Bunu ona hissettirmemeliydim;
"gözlediğimi", "kontrol ettiğimi",
o anlamamalıydı.
Çünkü sadece ve sadece onu düşünerek bu işi yapıyordum,
olası bir yanlış anlama olmamalıydı, o kırılmamalıydı.
Zaten bugün "kardeş"de gelecekti. Kahvaltı
hazırladım, "kardeşi" bekledim. Zil çaldı,
kapıyı açtım ve "kardeşi" içeri aldım.
Kardelen uyanmıştı, kardeşle sarıldılar. Ekmek yoktu,
kardeş henüz ayakkabılarını çıkarmadan onu ekmek
almaya gönderdim, gitti geldi. Kahvaltı hazırdı
ve kardeş, "nöbeti devralıyorum" dedi.
Ben de onun gelmesiyle oldukça rahatlamıştım.
Kafam rahat, mücadeleye ve sorunlarımıza sarılıyordum.
Kahvaltıyı hep beraber yaptık, sokağa çıktım. Çıkmadan
önce merak etmemeleri için, "akşam biraz geç
gelebilirim" dedim. Ve ekledim; "bugün
tehlikeli bir randevuya gidiyorum, bakalım ne olacak!.."
Evden çıktım, çevreyi herzamanki gibi gözlerimle
kontrol ettim. Olağanüstü hiçbir şey yoktu. Verilen
saatte randevu yerinde olmam gerek, saate baktım
ve "yetişirim" dedim. Randevu yerine geldim,
çevreyi yine kontrol ettim. Olağanüstü hiçbir şey
dikkatimi çekmedi. Erkan yoldaş benden önce gelmiş
ve buluşma yerinde, karşımdan bana doğru ilerliyor.
Göz göze geliyoruz. "Bir şey yok" anlamında,
"hayrola ne geziniyorsun" diyorum".
"Hastan mı var?" diyerek sohbete başlıyoruz
ve etrafa bakıyoruz. Beklediğimiz arkadaşlar gelmemiş,
çok uzun yoldan gelecekleri için, gecikebilirler,
bundan dolayı bir süre daha bekleyeceğiz. Etrafı
gezdik, zaman ilerliyor ve arkadaşlar yok. Biraz
da oturarak beklemek istedik ve kafeteryaya giderek
birer çay içtik.
Erkan yoldaş; "gelmediler, başlarına bir şey
gelmesin" diyor. Ama ben, "bir şey olmaz,
gecikebilirler" diye karşılık veriyorum. Tekrar
etrafı dolaşıyoruz. Erkan, "telefon edemez
misin" diyor. "Olur, edebilirim"
diyorum. Telefon kulübesinin yanına gidiyoruz. Ama
telefon numarasını üzerime almadığımdan ve o numarayı
hatırlayamadığımdan dolayı telefon edemiyoruz. Ayrıca
o saatte gerçek durumu, o telefon numarasından öğrenebilmemiz
de mümkün değil. Yürüyoruz, bu kez kafeteryada oturmak
istemiyoruz, çünkü orada fazla oturduk. İlerliyoruz
ve kalabalık içinde, duvar dibinde, taşların üzerine
oturuyoruz.
O zamana kadar hissedebildiğimiz olağanüstü bir
şey yok. Dikkatimizi hiç bir şey çekmiyor. Biz oturunca
ve biraz zaman geçince, etrafımızdaki kalabalık
çoğalıyor. Dikkatliyim ve etrafımızdaki kişiler,
polis...
Gömlekler dışanda, silahlan belli oluyor. Kiminde
güneş gözlüğü var. Çembere alınıyoruz. Yanımıza
oturuyorlar. Erkan, anladığı halde, "bunlar
kim, mafya mı?" diyor özellikle. Ben, çevrildiğimizi
ve tüm bunların bizim için olduğunu anlıyorum.
"Telefon mu, çözülme mi?" Bu soru kafamı
keskin bir şimşek gibi deliyor. Ama Erkan'a; "hayır,
bunlar bizim için gelmiş, bunlar polis" diyemiyorum.
Çünkü adamlar ağzımıza bakıyor ve ben o an, Erkan'ı
oradan nasıl uzaklaştırırım, onu nasıl kurtarırım"
diye düşünüyorum. Bundan dolayı da, sesimi çıkartamıyorum.
Ancak mevcut durumu tam anlamıyla kavramam lazım.
Dahası, onca uyarıya rağmen bir hata yaptığımı anlıyorum.
Ve onu ilk fırsatta düzeltmek istiyorum. Bundan
dolayı, "ben tuvalete gidiyorum" diyerek
o kalabalık içinde kalkıp içeri dalıyorum. İçerisi
oldukça kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Merdivenleri
çıkarken hiçbir şey hissettirmeden etrafıma bakıyorum.
Ve dışanda bizi çeviren, güneş gözlüğü takmış işkenceciyle
göz göze geliyorum. Artık eminim ve tek düşüncem,
yapmış olduğum hatayı düzeltmek. Bunun için en uygun
mekana dalıyorum. Ama işkenceci polisler de arkamdan
içeri dalıyorlar. Ve hemen kollarıma giriyorlar.
Evet, çözülme vardı. Ve yakalanmıştım. Aklım yoldaşımda;
"acaba ne oldu, durumu kavradı ve kurtuldu
mu, yoksa o da mı yakalandı?" Bu soru kafamı
kurcalarken, biraz sonra işkenceci güruhu: "diğeri
ne oldu?" diyordu ve ben "yakalanmıştır"
sonucuna o zaman ulaşıyordum.
Fakat aynı zamanda, yoldaşımın da yakalanmasından
duyduğum acıya rağmen, yapılması gerekeni yapmam
lazım. Kalabalığa dönüyorum ve tüm gücümle bağırıyorum:
"Benim adım .... Beni kaybedebilirler, İHD'ye
haber verin." İşkenceciler beni susturmaya
çalışıyorlar ama bunda başarılı olamıyorlar. Ve
ben aynı tarzda 3 kez bağınyorum. Sesimi oldukça
kalabalık insan gruplarına duyuruyorum. Bundan rahatsız
olan işkenceciler, bilinen klasik kontr-gerilla
yöntemini kullanıyorlar, bu kez onlar bağırıyor:
"Bu polis katili!.."
Sesim, ilerici, devrimci, demokrat insanlara ulaşmıştı
ve polis tarafından alındığımı bir gün sonra basın
yazacaktı. Bu durumdan işkenceciler oldukça rahatsız
olmuşlardı. İki ayrı nedenle o şekilde bağırmıştım:
Birincisi, olası bir kaybetme politikasını boşa
çıkarmak, bunu önlemekti. İkincisi ise, yoldaşlarıma
yakalandığımı duyurmaktı. Gördüm ki, amacıma ulaşmıştım.
Apar topar bir polis minibüsüne atıldım. Üzerimdeki
kimlik vb bütün belgeleri almışlardı. Ve eski bir
resmim de ellerindeydi. Adamlar oldukça sevinçliydi;
ben ise sinirli, bir dizi yapacak işi yarım bırakmış,
son derece kötü bir dönemde yakalanmış olmanın öfkesi
içindeydim. Koltuğa oturdum, arkadan yoldaşımın
sesi geliyordu, onu iki koltuğun arasına yatırmışlardı
ve keyifle üzerinde tepiniyorlardı. Son günleri,
yapılacak işleri, Kardelen'in yalnızlığını, yaşayacağı
zorluklan düşündüm. Öfkem arttı, sinirlerim oldukça
gerildi. Ve artık, herşeyden önemlisi, kendimi sadece
ona göre programlamam gereken, yeni bir sınav vardı
önümde, tıpkı yıllar önce olduğu gibi...
Ve yine direnecektim; bu yönde asla bir kaygım yoktu.
Direnmek, benim için o an çok basitleşti, sıradanlaştı;
ama beni, yaşamımda çok önemli olan mücadele ve
yoldaşlarımdan böylesi kötü bir tarzda kopmak, kahrediyordu...
Arabada sorgu başladı ve beni, bizi, ani zor yoluyla
etki altına alıp yıldırmak istiyorlardı. Bir yandan
vuruyorlardı, diğer yandan "kafanı önüne eğ
oğlum, film koptu" diyorlardı.
"Eğmeyeceğim, işinize bakın. Sizin işiniz işkence
yapmak, benim işim ise direnmek. Siz tanımazsınız
beni. Beni İzmir kenti polisi tanır, beni çözemezsiniz.
Kimseyi tanımıyorum" yanıtını alıyorlar. İşkenceciler,
"bırakın kafasını eğmesin, nasıl olsa görüşeceğiz"
diyorlar.
Bir dizi sapıkça konuşmalar yapıyorlardı ve oldukça
keyifliydiler. Ben ise onlardan kopmuştum, onları
pek duymuyordum.
Bana nasıl ulaştıklarını çözmüştüm ve bir süre önce
çok da uzun bir süre yaşamadığım özgürlüğüme veda
etmenin ve sevdiklerimden, yoldaşlarımdan, mücadeleden
kopmanın acısını yaşıyordum. Bindiğimiz polis minibüsü
yakalandığımız mekandan uzaklaşırken, ben de adeta
duyamadığım yaşama, ilişkiler bütününe el sallıyor
ve uzaklaşıyordum. Sevdiklerimi, yoldaşlarımı artık
yine sadece yüreğimde taşıyacaktım, belki hiç göremeyecektim
ama onları hep yüreğimden taşan sevgiyle kucaklayacaktım.
Yolumuz çok uzun değildi ama yine de epeyce sürecekti.
Bu kısa zaman diliminde, yabancı olmadığım, sınıf
kavgasının yeni biçimine, birebir savaşa hazırlanıyordum.
Yine işkenceye gidiyordum ve direneceğimi öncelikle
kendime net bir biçimde ifade etmeliydim. Bunu kabullenmeliyim.
Ama geride bıraktıklarım da o kadar ağırdı ki, yüreğim
ve beynim orada kalıyordu. Vücudum işkenceye giderken,
birebir savaşa tutuşurken, yüreğim ve beynim özgür
yaşamda idi... O sorunlarda ve o insanlarda...
Hep kendime hayret etmişimdir, yeni bir yaşama neden
bu kadar çabuk uyum sağlarım diye. Kısa zaman alan
yolumuz boyunca iki ayrı yaşamı aynı anlarda yaşadım,
iki ayrı yaşamda çatıştım. Ama işkence merkezine
adım attığımızda, artık yeni bir savaşa net ve belirlenmiş
koşullarda tutuşmuştum bile.
Hemen saldırdılar, her yanıma yumruk, tekme indiriyorlardı.
Ve beklediğim sorular ardı ardına geliyordu: "Silahları
nereye götürecektiniz, evin nerede?", "Bu
anahtarlar hangi eve ait?" Ekliyorlardı: "Bu
iş buraya kadar, kendini fazla ezdirme, örgütçü
adam doğruyu söyler..."
Yanıt alamayınca saldırıyorlar, kollarımı bir ağaca
bağlıyorlar ve ters askı denilen işlemi yapıyorlardı.
Askıya alıyorlar, hayalarımı sıkıyorlar, saldırıyorlar
ve sorulan sürekli tekrarlıyorlar. Yanıt alamıyorlar.
İndiriyorlar, tekrar saldırıyorlar. Kaba işkenceyi
yoğunlaştırıyorlar.
Vücudumun her noktasına yöneliyorlar. Oldukça yoğun
bir saldırı var ama bu beni fazla etkilemiyor, beynim
dipdiri.
Vücudumun hangi noktasına saldırırlarsa saldırsınlar,
pek yanıt vermeyeceğim. Çünkü işkenceciler zayıf
noktamı keşfetmek istiyorlar. Bu tavrımda başarılı
oluyorum. Ama saldırı devam ediyor.
Yorulmuş olacaklar, beni bir pelte gibi önce tuvalete
götürüp soğuk suyla ıslatıyorlar, sonra da oldukça
geniş bir odaya atıyorlar. Gözlerim hala bağlı,
vücudumun her yanı acılar içinde. Ama ben; "çok
fazla yüklenemezler. Birinci raund bitecek"
diyorum.
Ve hatamı, sevdiklerimi ve yoldaşlarımı düşünüyorum.
Onca işkenceye rağmen, hala öfkem devam ediyor.
Sevdiklerimden ve yoldaşlarımdan ayrılmayı bir türlü
kabul edemiyorum.
(sürecek)
|
|
|
|
|
|
|
|