Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Derya GÜNEYLİ

A) Milliyetçi ideolojilerin ortaya çıkışının tarihsel ve sosyal koşulları
Türk milliyetçiliğinin doğuşu ve tarih sahnesine çıkışı, Avrupa uluslarına kıyasla oldukça geç bir süreçte gerçekleşmiştir.
Genel olarak milliyetçilik, Avrupa ulusları içinde 19.yy. başlarında doğmuş, Fransız Devrimi ile dünyaya yayılmıştır.
Milliyetçilik, ekonomisi ve üretim biçimi değişmeye başlayan Avrupa ülkelerinde burjuvazinin, siyasal, ekonomik ve toplumsal ideolojisi olmuş, 19.yy. boyunca liberalizm ile birlikte burjuvazinin ve burjuva devrimlerinin feodalizme karşı mücadelesinde itici güç rolü oynamıştır.
Oysa aynı yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik-politik ve toplumsal yapılanmasına bakıldığında; burjuvazinin, dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin doğumunu sağlayacak olan en basit koşulların dahi oluşmamış olduğu görülür.
Bu koşulların oluşmamasının nedenlerini sıralayacak olursak; herşeyden önce Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik geri kalmışlığı ve Avrupa uluslarının İmparatorluk üzerindeki ekonomik hegemonyası, Türk burjuvazisinin bir sınıf olarak doğmasını, dolayısıyla onun ideolojisi olan milliyetçiliğin de oluşmasını engelliyordu.
Ekonomik yapının bu olumsuzluğu yanındaki diğer bir etmen de. Osmanlı İmparatorluğu'nun çok uluslu niteliğinden kaynaklanıyordu. İmparatorluk içinde yaşayan farklı uluslar, "Türkler, Bulgarlar, Sırplar, Romenler, Arnavutlar, Yunanlılar, Ermeniler, Yahudiler. Araplar, Hırvatlar, Karadağlılar, Suriyeliler. Gürcüler, Kürtler" arasındaki ilişkiler, toplumsal ya da etnik olarak değil, dinsel temeller üzerine kurulmuştu.
Dolayısıyla, İmparatorlukta, "ırk" ya da "ulus" ayrımları olmayıp, ayrım, müslüman olan ya da olmayanlar (Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar...) şeklinde idi.
Bu arada belirtmeliyiz ki, Müslüman olmayan topluluklar için kullanılan "millet" sözcüğü, çağdaş 'ulus' anlamına değil, arapça kökeninde olduğu gibi, dini cemaat anlamına geliyordu. Aynı şekilde Ali Engin Obalı’nın belirttiği gibi, İmparatorluk'ta, "Türk olmanın ya da olmamanın hiç bir anlamı yoktu." Çünkü Osmanlılar, milliyet ayrımını ortadan kaldırarak din ayrımına dayanan bir toplumlar modeli oluşturmuşlardı.
Türk milliyetçiliğinin doğuşunu geciktiren bu etmenlerin yanısıra diğer bir etmen de, Osmanlı'nın kültürel yapısından kaynaklanmıştır. M. Ali Ağaoğulları, bu etmeni şöyle açıklıyor: "Türkler, hemen hemen tümüyle İslam kültürünü özümsemişlerdi.
Osmanlı tarih anlayışı bunun çok açık göstergesidir; tarih yazıcılığı iki temel olgu üzerine kurulmuştu: Muhammed'in kutsal görevi ve Osmanlı Hanedanı'nın doğuşu... Bunun sonucu olarak, Türklerin İslam öncesi geçmişleri, Orta Asya'daki kökenleri ve batıya göçleri, ortak bilinçten silinmişti.
Öyle ki, Avrupalılar ve hatta Araplar, bütün tarihleri boyunca, Türk'e "Türk" dedikleri halde, Osmanlı devletindeki Türk, kendini yalnızca Müslüman ve Osmanlı olarak algılıyordu. Bu anlayış içinde "Türk" sözcüğü, daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanılan ve çoğu kez yanına "kaba", "cahil" gibi aşağılayıcı sözcükler eklenen bir sıfattı.
Ayrıca; Osmanlı Devleti'nin temel eğitim alanları medreselerdi ve bu medreselerde islam eğitimi ve "terbiyesi" hakimdi, eğitim dili de, Türkçe değil Arapçaydı. Bu durum, Türklerin kendi dillerini, tarihlerini, coğrafyalarını, kısacası, kendi geçmişlerini öğrenememelerine yol açıyordu. İşte kısaca ifade etmeye çalıştığımız bu temel koşullar, Osmanlı İmparatorluğu'nda Türk milliyetçiliğinin tarihsel ve olağan koşullar ekseninde doğmasını engelliyordu.
Dolayısıyla, İmparatorluk sürecinde dünya ve özellikle Avrupa uluslarının süreçlerinden farklı bir seyir izleyen Osmanlı tarihi, son dönemlerinde, çeşitli etmenlerin belirlediği yapay, yukarıdan aşağıya ve çarpık biçimde empoze edilmeye çalışılan bir milliyetçilik dalgası ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu ideolojinin "düşünsel" temelleri, birbirinden görece bağımsız üç ayrı koldan yapılan araştırma ve çalışmalarla oluşturulmuştur. Buna göre; a- Batı Türkologları, b-Çarlık Rusyası’ndaki Türk milliyetçileri, c-Osmanlı Edebiyatçıları, yaptıkları araştırma ve çalışmalarla, bu ideolojiye düşünsel temeller oluşturmuşlardır.
Ayrıca, ilk iki sırada tanımlanan araştırma ve çalışmaların İmparatorluk toprakları dışında yapılmış olması, olumsuz etmenlerin Türk milliyetçiliğinin doğuşunun gecikmesinde ne denli güçlü olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

B) Milliyetçi ideolojinin oluşumunda dış dinamikler
Türk milliyetçiliğinin doğuşundan ve Türkçülüğün devletin siyasal politikası haline gelişinden önce, Avrupa'da "Türkler”le ilgili yoğun araştırma, inceleme ve tartışmalar yapılmıştır. Yapılan bu çalışmalarda, Türklerin herhangi bir katkısı ve katılımları olmamıştır.
Sözkonusu çalışmalar. Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde akademik düzeylerde yürütülmüştür. Bu alandaki çalışmaların ilki, 17. yüzyılda Cizvit Papazlar tarafından, Sinoloji disiplinine bağlı olarak yapılmıştır. Aynı şekilde, bir Fransız sinoloğu olan Joseph de Guignes'in 5 ciltlik çalışması "Histoire generale deş Huns, deş Turcs, deş mongols et autres Tartares Occidentaux" (1756-1758), Türklerin İslamiyetten önce, Asya tarihindeki rollerini açıklamayı amaçlamıştır.
Diğer yandan. Alman Heinrich Julius Klaproth ve Fransız Jean-Pierre Abel Remusat, yaptıkları çalışmalarda, Türklerin diğer Asya toplumlarından etnik olarak farklı ve kendilerine ait bir dilleri olduğunu açıklamışlardır. "A Grammer of the Turkısh Language" (1816) çalışmasıyla Türkçe üzerine üretim yapan ve ilk sistemli Türkçe gramerini gerçekleştiren kişi ise, Arthur Lumley Davids'dir.
Ayrıca Türk ırkı konusunda çalışmalar yapan ve Türkçülük düşüncesinin en önemli "teorisyenlerinden" sayılan Macar Arminius (Hermann) Vambery, 1850'de İstanbul'da çeşitli faaliyetlerde bulunmuş ve çalışmalarında, Türk ırkının "üstünlüklerini" vurgulayarak, ilk kez "Turancı"(1) görüşler savunmuştur.
Bunlardan başka, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Türk milliyetçiliğinin doğuşuna dışarıdan yapılan katkılarda en önemli paya sahip olan, hiç şüphesiz ki Fransız yazar ve tarihçisi Leon Cahun'dur. Cahun'un 1896'da yayınlanan ve teorik olmaktan uzak "İntroduction a L'histoire de L'Asie: Turcs et Mongols des Origines a 1405" başlıklı çalışmasında, Avrupa'ya uygarlığı getiren ırkın Türk ırkı olduğu şatafatlı bir dille ileri sürülerek, Turancılık yeniden ele alınmış ve bu düşünce, V'ambery gibi insanlar tarafından, o zamanın elit Türkleri arasında yayılmaya çalışılmıştır.
Ayrıca Cahun'un çalışması, Türkçülüğü popülarize elmek ve siyasal sahneye çıkararak resmi ideoloji haline getirmek açısından, son derece önemli olmuştur.
Avrupalılar'ın Türklere gösterdikleri bu 'akademik ilginin’ ardında siyasal çıkar hesapları yatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi iki kampa ayrılmış bulunan Avrupa Devletleri'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi cephelerine katmak amacıyla bu tür yayınlara ağırlık verdikleri ve Avrupa'da, 1911 yılında Budapeşte'de kurulan 'Turan Cemiyeti' gibi Türkçü örgütlerin oluşturulmasına başladıkları, bilinmektedir.
Sonuçta, Türk milliyetçiliğinin, başka uluslar tarafından geliştirilen bir çizgi olması gibi ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır.
Avrupa Devletleri için Çarlık Rusyası'na karşı Osmanlı İmparatorluğu, her zaman önemli ve zorunlu bir müttefik olmuştur. Ağaoğulları'nın yaptığı tesbitin doğruluğu, 1. Dünya Savaşı boyunca ve 2. Dünya Savaşı öncesinde, Almanya-Türkiye ilişkilerinde açıkça görülebilir.
Türk miliyetçiliğinin bir siyasal ideoloji olarak sistemleştirilip geliştirilmesinde, yukarıdaki çalışmalara ek olarak, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Çarlık Rusyası'nda yaşayan Orta Asya, Kırım, Azarbeycan ve Kafkas Türklerinin yaptıkları çalışmalar da, önemli roller oynamıştır.
Çarlık Rusyası'nda Türk Milliyetçiliğinin doğup gelişmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde oluşmaya başlayan Türk milliyetçiliği üzerinde belirleyici denilebilecek bir etkiye sahip olmuştur. Bunun nedenlerinden biri, Çarlık Rusyası'nda, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Kırım ve Kafkasya'da ekonomik değişime bağlı olarak, Türk-Tatar burjuvazisinin doğup gelişmesidir.
Diğer yandan, Çarlık Rusyası'nın izlediği panislavizm ideolojisiyle (Ruslaştırma politikası) azınlıklar üzerindeki baskıların artması, Türk toplulukları içinde milliyetçilik ideolojisinin zemin bulmasını sağlamıştır.
Özellikle. "1905 Rus Devrimi"yle Anayasa'nın ilan edilmesi ve görece özgürlükçü liberal bir siyasal atmosferin oluşması sonucu, o zamana kadar illegal faaliyet gösteren Rusya'daki Türk milliyetçileri, basın yayın ve dernekleri aracılığıyla, milliyetçi ideolojilerini daha yüksek sesli olarak ifade etmeye başladılar. Bu durum ise, Türkçü-Turancı eğilimlerin netleşip sistemleşmesini sağladı.
Konumuz açısından önemli olduğu için. Türkçü-Turancı şahsiyetlerden bazılarına değinmek gerekiyor. Bu zorunluluk, sözkonusu "teorisyenlerin" gerek Cumhuriyet'in kurulmasından önce Türk milliyetçileri üzerindeki etkilerini, gerekse Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerindeki etkilerini kavramak açısından, son derece önemlidir.
Bu "teorisyenler" arasında ilk sırayı, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlıcılığın önderliğinde "Bütün Türklerin Birliği" görüşlerini ileri süren ve daha sonra Turan soyadını alacak olan Azerbaycanlı Ali Hüseyinzade alır. 1907'de, Füyuzat Gazetesi'nde Türk milliyetçiliğinin hedeflerini; "Türkçülük, İslamcılık ve Avrupalılık" olarak ifade eder.
Bu "teorisyen"den sonra, Tatar kökenli olan ve Türkçülüğün ideologu olarak bilinen Yusuf Akçurin (Akçuraoğlu Yusuf daha sonra, Yusuf Akçura) gelir. Akçura, Paris'te "E'cole des Seciences Politiques"deki eğilim sürecinde, Abdülhamit 2 yönetimine karşı muhalefet örgütleyen "Jön Türkler" ile ilişki kurmuş, fakat daha sonra onlardan, Osmanlıcılık ideolojisini savunmalarından dolayı ayrılmıştır. İzleyen süreçle ise, Türk milliyetçiliğinin temel ilkelerini, "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı yazısında ifade etmiştir. Ona göre, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu için tek yol; "ırk temelinde bütün Türk topluluklarının ulusal birliğini gerçekleştirmeyi amaçlayan Türkçülüğü" uygulamaktır.
Bu tesbitten hareketle Akçurin, geleneksel ilişki olan Osmanlıcılık ve İslamcılık ilişkisini tersine çevirip, onları Türkçülüğün hizmetine sunar.
Buraya kadar olan bölümde, Türk milliyetçiliğinin doğuşuna katkıda bulunan "dış" etmenleri kısaca ifade ettikten sonra; bu milliyetçiliğin, Osmanlı toprakları içinde ve Osmanlı İmparalorluğu'nun son dönemlerindeki iç dinamiklerini ve bunu gerçekleştirmenin ilk çabalarını göreceğiz.

C) Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarında ilk milliyetçi çabaların iç dinamikleri
Şüphesiz ki, Türk milliyetçiliğinin doğuşunun iç dinamikleri, Osmanlı toplumunun ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yaşamından bağımsız olarak değerlendirilemez.
Çünkü bu dinamiğin gerçek varlık koşulları, ancak temel toplumsal süreçlerin evrimleriyle açıklanabilir.
Fakat çalışmamız bu evrimlerin analizini doğrudan içermediği için, bu toplumsal süreçlere, konumuz çerçevesinde değineceğiz. Dolayısıyla, Türk milliyetçiliğinin doğuşunun iç dinamiklerini, birbirlerinin devamı olan iki ana süreçte ifade etmeye çalışacağız. Buna göre;
a) 1908'e kadar akademik düzeyde seyreden Türkçülük çalışmaları.
b) 1908'den itibaren bu ideolojinin sistemleşip devletin temel politikası haline gelmesi.
a) Osmanlı İmparatorluğu tarihinde önemli bir yere sahip olan 3 Kasım 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun'u (Tanzimat Devri) esas amaçları itibarıyla, Osmanlı Devleti'nin siyasal, ekonomik, toplumsal tıkanıklıklarına çözüm bulmayı amaçlayan bir "Avrupalılaşma-Batılılaşma" fermanıydı. (Bir diğer ifade ile Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeleşme sürecinin başlangıcıydı.)
Birçok alanda "yenileşmeyi" hedefliyordu. Bu yenileşme, ilk olarak kendisini, direkt bir biçimde yarattığı edebiyat kuşağında hissettirdi. Bu dönemin edebiyatçıları, "Avrupacılık kanalıyla" Türklük bilincine ulaşarak, özellikle "Türk edebiyatı", "Türk Tarihi", "Türk Dili" konularında çalışmalar yapmışlardır.
Sözkonusu kuşağın çalışmaları siyasal bir söylem-hareket haline dönüşmemiş olsa da, "Türklük-Türkçülük" alanında yapılan ilk çalışmalar olduğu için daha sonraki Türkçülük çalışmalarına "kaynak" oluşturmuşlardır. Örneğin, Türkçe'yi Osmanlıca'dan ayrı bir dil olarak ele alan ve Türk Tarihinin Osmanlılar'dan başlamadığını, ondan önceki Türk kavimlerini de içermesi gerektiğini ifade eden Ahmet Vefik Paşa ve "Büyük Türkçü" Süleyman Paşa, 1908 ve sonrası Türkçüler tarafından, amaçlarının öncüleri olarak, "iki Türkçülük Klavuzu" olarak kabul edilmişlerdir.
Kısaca, 1908'e kadar olan süre içindeki Türkçülük çalışmaları, Türk milliyetçiliğinin doğuşunun ilk nüveleri olmuş, ama akademik alanın dışına çıkarak siyasal düzeye ulaşamamıştır. Bu çalışmaların siyasal düzeye çıkarak, devletin iç ve dış politikalarının ideolojisi haline gelmesi ise, 1908'den sonradır.
b) 23 Temmuz 1908'de 2. Abdülhamit'in despot rejimine son veren Meşrutiyet'in ilanı, Türk milliyetçiliğinin gelişimi ve siyasal platforma sıçraması için uygun bir zemin yarattı. Meşrutiyeti gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucu, yönetici ve ideologları, burjuva düşünce sistematiğinin kesin etkisi altındaydılar. Bu ise onları milliyetçilik ideolojisine karşı daha duyarlı hale getiriyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun günden güne başaşağı gitmesi, Milliyetçiliği-Turancılığı, onlar için tek çare haline getiriyordu.
Bu sübjektif durumun yanısıra, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu objektif durum; İmparatorluğun yıkıma doğru gidişi, daha önce işgal etmiş olduğu Balkan ülkelerinde panislavizmin sürekli güçlenmesi ve ulusal bağımsızlık hareketlerinin yükselmesi ise, Milliyetçiliğe-Türkçülüğe, önce elit kesim arasında, daha sonra da devlet düzeyinde siyasal bir rol verdi.
19.yy. boyunca Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türkçülük eğilimleri yalnızca kültürel ve tarihsel alanda var olmuşlardı. Bu dönemin geleneksel görüşü olan Osmanlıcılığa ve İslamcılığa kesin bir bağlılık, hatta, bu iki düşüncenin politik ve sosyal sorunların çözümünde belirleyici bir ağırlığı vardı.
Ancak 19.yy. sonuna varıldığında, Osmanlıcılık ve İslamcılık, Osmanlı İmparatorluğu'nda bağımsızlık isteyen ve bunun için mücadele eden ulusal hareketleri önlemekte, -bunlar müslüman halklar olsa dahi (örneğin Arnavutluk)- başarılı olamıyordu.
M.A. Ağaoğulları'nın belirttiği gibi, "...İmparatorluğun çöküşünden kaynaklanan "kimlik sorunu"nu, batı kültürünün kendilerine sunduğu düşünce dağarcığı içinde çözmeye çalışan ve Türk dilini, ırkını, tarihini keşfetmeye başlayan "aydınlar" (!) resmi ideolojilerin yetersizliğini kavradıkları anda, temel ilkeleri Cahun'da bulunan Türkçülüğü bir siyasal programa dönüştürdüler".
Bu arada, Çarlık Rusyası'nın baskılarından kaçan Kırımlı, Azeri, Tatar Türkçülük ideologları, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade ve diğerleri, Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'da, her türlü faaliyetleri ile Türk Milliyetçiliğine potansiyel güç verdiler.
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nun işgalinde bulunan Selanik'te, Ömer Seyfettin, Ali Canip gibi edebiyatçılar tarafından kurulan ve başlangıçta yalnızca dilde Türkçülüğü savunan "Genç Kalemler Dergisi", Ziya Gökalp'in katılımı ile birlikte kısa sürede Türkçülüğün ve Turancılığın yayın organı haline geldi. 1912 Balkan Savaşı'nda Selanik'in Yunanlılar'da kalmasıyla birlikte bu elit İstanbul'a yerleşerek, faaliyetleri ile buradaki Türk Milliyetçiliği akımının önemli sözcüleri durumuna geldiler.
Ayrıca Meşrutiyet'in (1908) ilanından sonra Türkçüler, Türk siyasal yaşamında (cumhuriyet öncesinde ve sonrasında) çok önemli roller oynayan çeşitli dernek, klüp ve yayınlar aracılığıyla geniş çaplı örgütlenmeye gittiler. Bunlar arasında en önemli ve en uzun ömürlüsü olan, 1911'de yarı-gizli bir kuruluş olarak oluşturulan ve 12 Mart 1912'de resmen kurulan, Türk Ocağıdır. Bu örgütlenme siyasal ve ideolojik olarak Cumhuriyet döneminde çok önemli roller oynamıştır.
Ziya Gökalp'in katılımı ile etkinliğini ve örgütlenmesini artıran bu dernek, Türk halkında milliyetçi bir zihniyet yaratmayı amaç edinmişti. 1914'te üye sayısı 3000 olan bu derneğin, 1920'de üye sayısı 30.000'e ulaşmıştı. Bu derneğin yayın organı ise, Türk Yurdu Dergisi idi.
Türk Ocağı ve buna benzer diğer dernekler içerisinde faaliyetlerde bulunan Türkçü-Milliyetçiler, milliyetçiliklerini ırkçı-turancı temeller üzerinde inşa ettiler. Bunun sonucu olarak ve özellikle 1912 Balkan ve Libya savaşları yenilgilerinden sonra Türkçü-Milliyetçiler önlerine "Tüm Türklerin Birliği" düşüncesini koyarak, milliyetçiliklerini Turancılıkla birleştirdiler. O dönemin önemli Türkçü-Milliyetçilerine -Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin vd- baktığımızda, Türklerin birliği düşüncesine ne denli rağbet ettiklerini görebiliriz.
Yukarıda kısaca değindiğimiz Türkçü-Milliyetçilerin Turancı programlarının elit bir kesim arasından çıkarak devletin direkt ve en temel iç ve dış politikası haline geldiğini ise, aşağıda göreceğiz.

D) İttihat ve Terakki'nin oluşumu
2. Abdülhamit yönetimine karşı olan Jön Türkler'in siyasal örgütü olan İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ, 1908 Meşrutîyeti'ni gerçekleştirdiği zaman net bir programa ve deolojiye sahip değildi. Örgüt içinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Avrupacılık akımlarına bağlı çeşitli gruplar bulunmaktaydı.
Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'nün kısa zamanda arka arkaya aldığı askeri yenilgiler ve toprak kayıplarının sonucu olarak, Türkçülük ideolojisi bu örgütün siyasal karakterini belirlemeye başladı.
23 Ocak 1913 Babıali Baskını ile iktidarı tamamen ve tek başına ele geçiren İTTİHAT ve TERAKKİCİLER, ilk iş olarak, benimsedikleri Türkçü-Milliyetçi ideoloji doğrultusunda kültür ve ekonominin Türkleştirilmesi politikasını uygulamaya başladılar. Dilin Türkçeleştirilmesi ve eğitim sistemi aracılığıyla gençliğe Orta Asya Kültür kalıtını aşılama hedefi, İttihat ve Terakki'nin kültür programını oluşturdu.
Diğer yandan ekonomik alanda, azınlık ya da yabancı tüccar, sermayedar, bankacı ve sanayiciyi devre dışı bırakıp, yerlerine ulusal Türk Burjuvazisini yaratmayı amaçlayan "Milli İktisat Programı"nı uygulamaya başladılar.
Bu arada, 1908'den itibaren fiilen başlayan Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ve Asya'daki toprak kayıplarının, Çarlık Rusyası'nda yaşayan "Türk" halklarıyla birleşilerek karşılanması düşüncesi, elit Türkçü-Milliyetçiler ve İttihat Terakki Partisi'nin önderleri arasında önem kazanmaya başladı. Böylece, başlangıçta sadece söylem düzeyindeki TURAN düşüncesi, 1. Dünya Savaşı öncesinde tamamen siyasal bir niteliğe büründü. Bu siyasal nitelik, Osmanlı Devleti'nin iç ve dış politikasını oluşturdu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikasını oluşturan 'Turan' yayılmacılığının bir diğer önemli dayanağını ise; İmparatorluğun Alman Emperyalizmi ile olan ilişkileri oluşturmuştur. Buna göre; Çarlık Rusyası'nı hedef alan Turan düşüncesi, yayılmacı Alman Emperyalizmi'nin işine geliyor ve doğrudan doğruya Almanlar tarafından destekleniyordu. Öyle ki; Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikasını oluşturan Turan düşüncesi, M. A. Ağaoğulları'nın söylemiyle; "Alman Pancermen Hareketi'nin bir aracı durumuna indirgenmiş oldu."
Yine aynı araştırmacının belirttiğine göre, Parvus adıyla tanınan Alexandre Helphand gibi Alman ajanlarının, Yusuf Akçura gibi Alman sempatizanlarının faaliyetleri, İttihat ve Terakki Partisi ile onun en popüler önderi Enver Paşa üzerinde olumlu etkiler bıraktı. Bunun üzerine Enver Paşa, Çarlık Rusyası'nda yaşayan Türkler arasında propaganda ve örgütlenme faaliyetlerini yürütmek için, Teşkilat'ı Mahsusa adında gizli bir örgüt kurdu.
Stefanos Yerasimos ise, "Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye" adlı yapıtında, (Sf 472-473), süreci şöyle ifade ediyor: "1913 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa toprakları elden çıkmıştı. Ve Arap bölgelerinde de özerkçi hareketler doğmaktaydı. Bu şartlar içinde panislamizm bile, sorun yaratır bir hal alıyordu. Zaten bu akım, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından, 1913 yılından sonra sağlam bir şekilde iktidarda temsil edilen ve İmparatorluğun öteki azınlıkları karşısında büyük bir ekonomik güç kazanmayı dileyen küçük ve orta milli burjuvazinin dileklerine pek uygun düşmüyordu.
Böylece, panislamizme karşı, pancermenizmin Orta Asya'ya doğru bir uzantısı olarak, pantürkizm ya da turancılık, Jön Türk yönetiminin ideolojisi haline gelme yolundaydı...
Öze dönme, Orta Asya'daki atalarının bozkırlarına yönelme amacını taşıyan bu hareketin, Alman Emperyalizmi için gerçek bir değeri, önemi vardı: Kafkasya'dan Çin sınırına kadar Rus Çarlığı'nın egemenliğinde bulunan ülkelere sızmaya başlayan böyle bir ideoloji, bütün Rusya'yı ağına aldıktan sonra bir İngiltere sömürgesi olan Hindistan'ı da etkileyebilirdi. Böyle olunca, ırkçı ideolojinin Osmanlı Burjuvazisi arasında yayılmasında Almanlar'ın ne derece etkin olduğunu düşünmek zor olmasa gerek...
Alman Emperyalizmi'ne bağlı Turancılık, Balkanlar'daki bozgunlarla moral olarak güçsüz düşmüş askeri kadrolara itici bir güç verecektir." Sonuç olarak. 1. Dünya Savaşı çıktığında, Osmanlı İmparatorluğu, izlediği dış politikasının sonucu olarak tamamen Alman Emperyalizmi'nin yanında yer aldı ve onun yenilgisi, kendi yenilgisi oldu...
Dolayısıyla, 1. Dünya Savaşı bitiminde Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar, İngiliz, Fransız ve İtalyan Emperyalizminin işgaline uğradı. Bu arada, Osmanlı İmparatorluğu'ndan kaçan Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, 1921'de, Türkistan'da, "Turan'ın ve İslamın Kurtarıcısı" olarak karşılandı. Burada kurduğu orduyla Buhara yöresini ele geçiren Enver Paşa, Ağustos 1922'de, Kızılordu Birlikleri'nce yenilgiye uğratıldı. Ve yaşamını yitirdi...
1913'de İttihat ve Terakki'nin başlatmış olduğu ve esası Osmanlı Devleti'nin kurtarılmasına dayanan iç politikanın, ekonominin, sosyal yaşamın ve kültürün Türkleştirilmesi programı, işgalci orduların varlığından dolayı belirli bir süre askıda kaldı.
Turancı düşünceye dayanan yayılmacı dış politika ise, pratik olarak işlerliğini yitirdi. Böylece, bir yandan mevcut topraklar üzerinde işgalci emperyalist orduların varlığı, diğer yandan Turan hülyasının hüsranla sonuçlanması, Türkçü-Milliyetçiler ve Turancıları, emperyalist ordulara karşı "kurtuluş" savaşı ile, bir Türk devletinin kurulmasına yöneltti.
Bu anlamda, Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet Türkiyesi'ne geçişte herhangi bir önemli kopuş olmamıştır, tam tersine Türkçü-milliyetçilerin ve İttihatçıların belirledikleri politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel programlar, Cumhuriyet Türkiyesi'nde Kemalizm aracılığıyla ama farklı bir dinamizmle uygulanmaya konulmuştur.
Şüphesiz ki Kemalizm, 1. Dünya Savaşı’nın ertesindeki dünya konjonktürünün yeniden yapılanmasından geniş ölçüde etkilenmiştir. Bu etkilenmenin en açık örneklerinden birisi, halifeliğin kaldırılması ve buna parelel diğer faaliyetlerin yürütülmesidir.
Sonuç olarak; Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde yaşananları ve yukarıdaki bölümlerde ifade ettiğimiz olguları görmeksizin Türkiye gerçekliği anlaşılmayacaktır. Çünkü sorun, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun, tarihsel ve siyasal olarak içice geçmişliğidir.

Yararlanılan Kaynaklar:
F. Fındıklıoğlu, "Tanzimatta İçtimai Hayat"
Sina Akşin, ''Bugünkü Türk Ulusçuluğu" Toplum ve Bilim, Sayı 5, Sf.60
Ali Engin Obalı, "Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu"
Stefanos Yerasimos, "Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye"
Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları"
M.A. Ağaoğulları, "Geçiş Sürecinde Türkiye" S. 193
François Georgeon, "Aux Originen du Nationalisme Türe" Yusuf Akçura 1876-1915
Fethi Tevetoğlu, "Büyük Türkçü Süleyman Paşa" Türk Kültürü S. 70, Sf 705-732

Dipnot:
"Turan" sözcüğü ilk kez 1839'da, 'Büyük Türk Vatanı' anlamında, Macarlarca kullanılmıştır. Macaristan'da panislavizme ve pancermenizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1848 devriminden sonra Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan Macar Mültecileri, bu ideolojiyi Türkler arasında yaymaya çalışmışlardır. Çünkü onlara göre, Macarlar ve Türkler, aynı soydan gelmişlerdir.
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92