Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Göksel
Kurtuluş Projesi Bize Ne Kadar Uzaktır?
İslamiyet
ve Tarih
İslamiyet ve Devlet
Rıfat AKKAYA
|
Geçtiğimiz yıl, önce MGK tarafından
Milli Güvenlik İç Siyaset Belgesi'nde tek parçalı
olarak tarif edilen "irtica tehlikesi",
politik gündemin eksenine biraz da zorla itilerek
oturdu.
Gündemin başlangıcında, "aydın" kesimin
tamamına yakını "şeriat tehlikesi" ile
yatıp kalkmaya başladı. İran'da vinçle infaz edilen
idam cezaları defalarca televizyonlarda gösterilmekte,
Afganistan'da Talibanların, Cezayir'de FİS'in yaptıkları
birbiri ardı sıra dizilmekteydi. Bütün bunları,
sanki yeniden keşfeden devlet, gündelik yaşamın
içine taşıyarak bilinçlerde yarattığı şeriat tehlikesi
ile yeni bir saflaşma yaratmayı hedefledi ve bunu
krizden çıkışın can simidi olarak gördü.
Gerçek bir şeriat tehlikesinin varlığı ise ciddi
bir tartışma konusudur. Bunun için devletin kendisinin
açıkladığı verilere iyi bakmak gerekiyor. Sorun
gerçekten emekçi saflarda ideolojik yanılsama üzerinde
bilinç üretilmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu kesimin
"en ciddi" eylemleri arasında Maraş Katliamı'nı,
Sivas'ta 34 ilerici devrimci demokrat aydının yakılmasını
anımsamak ve doğru değerlendirmek gerekir.
O yıllarda 'şeriat tehlikesi'nden asla söz etmeyen
ve 'teşbih tutan ellerin silah tutamayacağını' ilan
eden devlet, PKK'nin çözülüş süreciyle birlikte
yüzünü 'şeriata' döndü ve PKK'nin teslimiyet kararından
sonra şeriat güçlerine yönelimi ciddileşti.
Biraz geriye gidersek;
29.01.1999 tarihinde atv'de yayınlanan 'Siyaset
Meydanı' isimli programın içeriği, Osmanlı Devletinin
kuruluşunun 700. yıl kutlamalarının başlaması idi.
Daha yaklaşık 4 ay önce Cumhuriyet'in 75. yılını
kutlayanlarla bu kutlamalara katılanlar arasında
siyasi yelpazenin tonları olarak çok fazla fark
yoktu. Her ikisi de devlet töreni olarak kutlanmaktaydı.
Devlet, özellikle "İslami" kesimle barışma
yoluna girdiğinin ilk işaretlerini verdiği günlerde
İslami sermayenin temsilcilerinden Jet-Pa Genel
Koordinatörü, İstanbul'da 'Türkiye Siirtliler Grubu'
adı ile "Doğu'nun Kalkındırılması Projesini"
başlatıyordu. Tartışmanın odaklandığı nokta esas
olarak T.C'nin Osmanlı geçmişi ile barışmasıydı.
Bunu günümüz güncel politikasına tercüme edersek,
Siyasal İslamın legal temsilcisi olan FP ile siyasal
barışmaya tekabül ettiği açıkça görülecektir. Bunun
da, seçim sürecine doğru giderken HADEP ve ÖDP'nin
yolları ayrıldıktan sonra HADEP hakkında açılan
kapatma davası ile eş zamana "rastlaması",
sürdürülen operasyonun aktörleri ve kapsamı hakkında
yeterli ipuçlarını vermektedir.
"Siyasal İslam", ekonomik tabanının entegrasyonu
sonucu, kendisini bu noktaya getiren tabanla bağlarını,
"Adil Düzen" söylemini terk edip, Serbest
Piyasa Ekonomisine yönelerek atmıştır. "İade-i
İtibar" sürecinde, Misak-ı Milli 'nin korunması
ekseninde KUKM, kendilerine oldukça önemli bir dayanak
sağlamıştır. Laik bir güç olarak legalleşmiş bir
PKK'nin ise "laik"sistemin yeniden üretilmesinin
yeni ve dinamik bir gücü olacağı açıktır. Böyle
bir gelişme FP'ni biraz daha zorlayacaktır.
Ama şurası da kesindir ki, İslami düşüncenin çeşitli
versiyonlarının etkilediği oldukça
geniş bir yelpaze vardır. Bu arada, İslami kesimdeki
farklı duruşların bir geçici fiili ittifakından
söz edilebilir. İslami hareket kendini bir "halk
hareketi" olarak tanımlayabilmek ve var edebilmek
açısından, emek ağırlıklı bir hareket olduğunu iddia
etmiştir. En bulandırılmış örnek olan Refah Partisi'nin
"Adil Düzen" önermesinde olduğu gibi,
toplumun vicdanında yankılanan "adalet"
ihtiyacına, açlığına, duygusuna, sistem değişikliği
formülü ile yanıt olmak istemiştir. Birçok İslami
grup da, sistemin içine girdiği açmazlardan, ancak
'batıcılık terk edilerek kurtulunabileceğini' vaaz
ederek varlık ve yaşam şansı bulmaktadır.
Bunların içinde İBDA-C, Hizbullah, İslami Hareket
"yasadışı silahlı muhalefeti" örgütleyerek,
toplumu "İslami devrimle" yeniden kurma
iddiasını öne sürüyorlardı.
MNP-MSP-RP-FP çizgisinin durumu ise oldukça net
olarak ortadadır. Bunlara Nakşiler, Süleymancılar
gibi tarikat örgütlülüklerini eklediğimizde, tablo
giderek büyümektedir. Bunların arasındaki "yol"
farklılıklarına rağmen tarihsel sürece bakışlarında
bir çok ortaklık vardır. Bu da asıl olarak islam
ümmetinin bu coğrafyada yaşadıkları ile yakından
ilintilidir. Örneğin, Hıristiyan halklara karşı
aşağılama sıfatlarını, hepsinde görmek mümkündür.
Ya da Şeyh Said İsyanı'nın 'bir İslam kıyamı olduğu'
söylemini...
Girişim Dergisi'nin bu çerçevedeki yazıları ya da
Mustafa İslamoğlu'nun araştırması hep aynı yöne
çıkmaktadır. Bu, asıl olarak bugün çok farklı bir
tarihsel çıkış yaşayan İslami hareketin saflarındaki
emekçi yoğunluğunun bir sonucu olarak gereksindiği
tarih bilincini oluşturmuştur. Öte yandan bu tür
yaklaşımlar, yaşanmış ve emekçilerin nezdinde önemli
bir prestiji olan halk hareketlerini İslami hareket
olarak ele alma biçiminde dışa vurmuştur. Aynı durum,
tam tersi için de geçerlidir; bazı çevreler tarafından
İslami nitelikli bir çok hareket, halk hareketi
olarak lanse edilmektedir.
İslamcı çevreler, geleneksel İslami düşüncenin Osmanlı
kökenini saltanata karşı olan şeriatçı hareketle
aşıp, devlet ve sistem karşıtlığını bu yolla tarihsel
olarak kanıtladıktan sonra, gerici amaçlarını bugün
yoksullara bir devrim projesi olarak sunabilmenin
avantajlarını görmüşlerdir.
Mevcut durumun İslami hareketi böyle bir zemine
sürüklemesi ile, düzenin, İslami ve İslami güçleri
kullanma tavrının kritik kesişme noktası, böylece
oluşmaktadır.
Bu sürüklenme, siyasal sürtünmelere neden oldu ve
islamcılar, aynı topraklarda hareket etmek zorunda
kaldığı solu, geleneksel Batıcılar arasına yerleştirip
onu da "yerli" olmamakla suçladılar. Zaman
zaman evden kaçan "yaramaz" çocuklara
yapılan "eve dön" çağrılarını, sola yönelik
olarak, kendine güvenlerinin arttığı 90'ların başlarında
çokça telaffuz eder hale geldiler. Bu tür söylemler,
daha çok sonradan İslami saflara geçen "hidayete
erenler" tarafından, yıllardan beri dile getiriliyordu.
Fakat bu durum, o yıllarda İslami dergilere kapak
olacak boyutta bir geçirgenlik kazanan sınırların
şeffaflaştığı dönemde, daha da hissedilir oldu.
Sözgelimi, onların zihinlerinde zuhur eden batılılaşma
mitosunun çekiciliğine kendini kaptırıp daha sonra
saflara "dönen" Yahya Kemal, "eve
dönen adam" olarak anılır.
Dolayısıyla, yok olma duygusuyla" ve üşüyerek
evden kaçanlara, evdekileri zelzele ile başbaşa
bırakma şuursuzluğundan tez uyanarak, eve dönüşü
tavsiye etmektedirler. Ya da, Kant'a dayanarak Türk
aydınının kendi aklını değil, Avrupalı'nın aklını
kullanmayı aydınlık zannettiğini va'zetmekten geri
durmazlar.
"Bu gazetenin belkemiğini, Türkiye'nin düşünce
yelpazesinde önemli bir yer tuttuğu halde, basın
dünyasında layıkıyla ifade edilmeyen bir fikir oluşturuyor.
Bu fikir, tek kelime ile kaynağını bu milletin tarihi
devamlılığı kaynağında bulan 'yerlilik' düşüncesidir."(1)
diyerek bir tarihsel süreklilik kurgusu zihinlerde
oluşturulmaya çalışılıyor.
Gerçekten bakıldığında, 1400 yıllık bir "tarih"ten
söz etmek mümkün, ama...
"Laik Cumhuriyetin" bekçilerinin, hem
solun potansiyelini en geri noktalarda tutmak, hem
de denetim dışı yükselmeye başlayan İslami dalgaya
karşı kullanmak için Alevilik dalgakıranını keşfedeli
bir 10 yıl kadar oluyor.
8 Mayıs 1999 tarihli Hürriyet'te Zeynel Lüle, 'Bektaşilik
yani Alevilik, tamamen Anadolu'ya has bir düşünce
akımıdır' diyerek, bugünkü sistemin yeniden üretilmesine
tarihsel dayanaklar aramaktadır.
Tarihsel sürekliliği olan bir çatışmayı ister istemez
güncele taşımak zorunda kalmaktadırlar. Üstelik
insan sevgisi, kardeşlik, eşitlik ve haksızlığa
karşı olmak üzerine kurulmuş bir felsefe türü olduğunu
belirterek... Saydıkları bu dört özelliği ise "çağdaş
uygarlık seviyesini yakalamak" ve "yurtta
sulh cihanda sulh" söylemlerine yamayarak,
Atatürkçülükle Aleviliği aynı felsefenin değişik
versiyonları olarak göstermeye çalışmaktadırlar.
Ve doğal olarak Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu'nun
Türkiye'nin AB'ne girmesini destekleyen bir toplantıyı
Avrupa Parlementosu'nda yapmasına şaşmamak gerekir.
Peki İslami hareket 'yedilik' kavramı üzerinde neden
bu kadar ısrarlı bir ideolojik duruş gerçekleştirmektedir?
Sünni İslamın dışındaki tüm düşünceleri -milliyetçi,
faşist, laik, sosyalist vs.- Batıcılık kapsamı içinde
değerlendirmektedir. İslami düşüncenin gerçekten
de bu topraklarda ciddi bir yerlilik kaygısı taşıdığı
ortadadır.
Prof. Dr. Ali Sevim'in "Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu
Süleymanşah" isimli çalışmasının 2 sayfalık
önsözünde, tam 16 kez 'fetih' sözcüğü geçmektedir.
Bizzat kavramın kendisi, yedilik olgusunu coğrafi-kültürel
olarak dışladığı için, buraların hep asıl sahipleri
olduğu düşüncesi, İslami düşüncenin bilinç altında
süregelmiştir. Eğer bir süreklilikten söz edilecekse,
bu bilinçaltı, tam da o noktaya denk düşmektedir.
İstanbul surlarının yıkılması gerektiği önerisini,
RP'li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip
Erdoğan, bir gün Yunanlıların buraları kendilerine
ait olduğunu iddia edebilecekleri savına dayandırabilmiştir.
Ayrıca Osmanlı'nın ağırlıklı olarak halka yabancı
İran, Arap ve Bizans saraylarının harmanlanması
olan kültürü ve dili, Anadolu'da yaşayan emekçi
halklara hep yabancı olmuştur. Osmanlı devletleşirken
ortaya çıkan ortaklık, devletleşme ile bozulmuştur.,Horasan,
İran üzerinden geçerken, buralarda Arap-İslam yayılmasına
karşı direnişlerde ortaya çıkmış olan Batıni mezheplerle
ilişkiler kurmuş ve bu düşünceleri Anadolu içlerine
kadar taşımışlardır. Bu Batıni-Alevi gelenek, Anadolu'da
yaşayan hıristiyan halklarla eşitlik temelinde bir
ilişki geliştirirken, İslamlaşmış göçebe beyleri,
'akıncılar' olarak, 'küffara karşı akınlara' devam
etmişlerdir.
Yerlilik, aynı zamanda emekçi ve eşitlikçi karakteri
ile evrenseldir. Onun için Batıni-Alevi Türkmenler,
Hıristiyan halklarla çatışmadan yeni geldikleri
toprakları ortak olarak kullanmışlardır. Toprağı
sahiplenen ve mülkiyeti dayatan, İslam-Türk eğilimli
egemen sınıftır. Tarih doğru irdelendiğinde görülecektir
ki, bu coğrafyada her çıkan başkaldırıda, farklı
dinler ve dillerdeki Anadolu yoksullarının kader
birliği vardır.
Emekçi ve eşitlikçi karakter göstermeyen her düşünce
gibi Sünni İslam da, kendini hep buralara yabancı
hissetmiştir. Kendisine bunu militan tarzda hatırlatanlarla
da "soykırım tarzı" ile hesaplaşmıştır.
Bu tarihin de artık onlar için bütünlüklü bir sahiplenme
içeremeyeceğini hisseden bazı kesimler, ağır aksak
da olsa bu tarihin sahiplenilemeyecek bir çok zaman
diliminden söz etmekte, bunun çerçevesini ise "ne
muhafazakar-övgücü, nede batıcı-sövgücü yaklaşımlara
prim vermek gerekir" diyerek çizmektedirler.
Peki tarihsel sürece bakışları nedir? Tarihi nasıl
algılamaktadırlar?
Bunun için, ilginç bir seri olan 'Anadolu İslami
Hareketleri' çalışmasında, Mustafa İslamoğlu, Osmanlı
Devleti'nden bugüne "muhafazakar-övgücü ve
batıcı-sövgücü" anlayışlara karşı yeni bir
tarih bilinci oluşturmak "iddiası" ile
yola çıkmıştır. Onun tezleri, muhalif islamcıların,
Osmanlı devlet ve saltanat geleneğini reddedenlerin
tarihsel dayanak arama çabalarının örneği olarak,
genel bir eleştirinin maddesi olabilecek özellikler
taşımaktadır.
Bu çalışmada yer yer marksist tarih anlayışına da
göndermeler yapılarak; "tarihi materyalizm"
ile de "hesaplaşılmaktadır."
"Bu milletin 1400 küsur yıllık tarihi",
"bu toprakların tarihi iman-küfür mücadelesinin
tarihidir" denilmektedir. Böyle bir tarihsel
süreci, ister istemez insanın mutluluğu ile ilişkili
olarak evrensel bir alana taşıma ihtiyacından dolayı,
"insanın mutluluğunu amaçlayan İslamın yüce
hedefleri, İslami hareketlerin de hedefleridir"
soyutlaması yapılmaktadır. Böyle bir ön tanımlama
yapılınca, doğal olarak şu sonuca varıyorlar: "İslami
Hareket, yeryüzünün en uzun ömürlü en yaygın hareketidir.
"(S. 10)
Böyle 'soylu bir tarihsel geçmiş', Osmanlı'nın yıkıntıları
üzerinde yükselen güdümlü yönetimlerin "tarihsel
kök" bulma çabalarını, beyhude bir çaba olarak
yorumlamaktadır. Bu alana marksistleri de dahil
ederek. 'İslami hareketin kıyam dolu tarihinden
herkesin yararlandığının, fakat bundan bir tek İslami
hareketin yararlanamadığının'altını çizmektedirler.
(S.12)
Fakat, iddia ettiği bu "İslami kıyamları"
sahiplenen bir marksist gelenek bu topraklarda yoktur.
Üstelik bu hafif yaklaşımlarıyla, hem marksistleri
hem de şovenist-faşist hareketleri aynı kefeye koyarak,
bir çırpıda ikisini birden tuş etmenin keyfini yaşamaktadır.
Gereken tarih bilincinin, Batı'ya atfen kaybedilen
mücadelenin yeniden inanç zeminine çekilerek kazanılabileceği
düşünülmektedir. Bu da, günümüz Anadolu'su ile Osmanlı
öncesi "Gazilerin", "Ahilerin"
ve "Derviş-Gazilerin" fethe çıktıkları
11. ve 12. yy. Anadolusu'yla ilişkilendirilerek
yapılmaktadır. Yani Anadolu'nun yeniden fethedilmesi!..
Yabancı bir söylem değil. T.C.'nin Kuruluş sürecinde
Anadolu'nun Türkleşmesinin ve etnik temizliğinin
önemli simalarından Eşref Kuşçubaşı da yapılanları,
"Anadolu'nun Yeniden Fethi" olarak değerlendirmişti.
Bitmeyen bir "fetih ve talan aşkı", devlet
geleneğinin her versiyonunu derinden sarıp sarmalamıştır.
Bugünkü panoramaya biraz dikkatli bakıldığında,
Ahilerin MÜSİAD, Gazilerin en genel anlamı ile MNP-MSP-RP-FP
geleneği olduğu, açıkça görülmektedir. Derviş-Gazilerin
yerini, Sünni-Sufilerin ve tarikatların faaliyetleri
doldurmaktadır.
Asıl Dervişan geleneğinin izleyicileri ise, bugün
kendilerini devrimci-demokrat-sosyalist gelenek
içinde ifade etmektedirler...
Bu ideolojik-politik-ekonomik üçlü sacayağı, aslında
tarihsel anolojinin iç tutarsızlığını göz önünü
sermektedir.
11.yy'ın Anadolu'su, çözülmekte ve çökmekte olan
Bizans İmparatorluğu'nün feodal üretim ilişkileri
içindeki geniş köylü kesimlerinin, Bizans tekfurlarına
karşı nefret potansiyeli taşıdıkları bir tarihsel
dönemdi. Bugünkü Anadolu ise, uluslararası kapitalist-emperyalist
sistemin bir parçası olarak, "karşılıklı ekonomik
bağımlılık" ve "karşılaştırmalı üstünlükler"
gibi teoriler etrafında, kapitalize edilmenin sonucu
olarak, bir sürekli kriz içinde yüzmektedir.
MÜSİAD'ın üzerinde yükseldiği zemin, IMF, Dünya
Bankası ve uluslararası bankaların 'Özelleştirme'
adı altında emeğe karşı başlattığı genel saldırı
ortamında güçlendi. Örgütlülüğü kırma ve sendikasızlaştırma
politikalarının taşıyıcıları olarak "Küçük
ve Orta Ölçekli İşletmelerin" desteklendiği
bu yıllarda yatırım fonları oluşturulması sonucunda,
"Anadolu Kaplanları" olarak ortaya çıkan
İslamcı işletmeler, Tekelci Sermaye gruplarının
alanına müdahale eden bir genişleme gösterince,
siyasal taleplerini de arttırmaya başladılar. Sahip
oldukları yeni ekonomik güçler ölçüsünde, kendilerini
siyasal alanda da ifade etme isteği içine girdiler.
Yani gerçek ilişkilerin doğasında, Batı'nın bir
çocuğu olarak yeniden doğmuştur İslami Hareket.
Esas olarak Komünizm tehlikesine karşı örgütlenen
"Yeşil Kuşak" politikasının sonucu doğan
İslami hareketle, 12 Eylül sürecinde bu dünyaya
ve geleceğe dair umutları kırılan yoksul emekçilere
bilinçli olarak açık bir kapı bırakılmıştır.
Ve bugün laikler-İslamcılar çelişkisinin bir ucundaki
İslamcılar, bu ortamda boy atmış, serpilip gelişmiştir.
Bu yanıyla da 'batının bir çocuğu olarak' doğmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel seri, Osmanlı
Devleti'nin kuruluş sürecini anlatan "Gaza
Hareketi, Gaza Devleti'nden İmparatorluğa"
adlı çalışma ile başlıyor ve ardından uzun bir tarihsel
süreci atlayarak, 1730'lardaki Patrona Halil Ayaklanması'nı
irdeleyen "Serdengeçtiler Hareketi (1730),
Bir Halk Kıyamının Anatomisi”ne geçiyor.
Doğal olarak bu tarihten itibaren mazlum ve ezilen
rolündeki İslami çabalar irdelenmeye başlanır. 'Kuleli
Vakası' diye bilinen olayı, 'Fedailer Hareketi'
olarak incelemeye alır. Bunu, 'İslam Birliği Hareketi'
adlı çalışma izler. Ardından İT döneminde muhalif
olan 'İttihat-ı Muhammedi Hareketi' isimli çalışma
gelir. Bu akışın doğal seyri, savaş sonrası Anadolu'nun
durumu üzerine doğru akar. Anadolu Halk İsyanları
(1919-1921) döneminde, bu kriz döneminin sadece
bir tarafına bakışını sürdürür. Cumhuriyet'in kuruluşundan
sonra ise, Şeyh Sait Ayaklanması ve ardından "Devrimler,
Tepkiler ve Menemen Provakasyonu" ile seri
tamamlanır.
Görüldüğü üzere, tüm tarihsel dönemlerin kritik
evrelerindeki tavırlar, bir tarihsel bütünlük içinde
sunulmaya çalışılmaktadır. Dizinin yazarı bunu şöyle
açıklıyor:
"Milletimizin 1400 küsur yıllık tarihi, zaferin,
saadetin, imarın ve yükselişin tarihi olduğu kadar,
hezimetin, felaketin, yıkımın ve alçalışın da tarihidir.
Ama her şeyden önce bu tarih, İslami Hareketin tarihidir.
Çünkü bu hareketin özünde, 'süreklilik' vardır."
Bu 'tarihsel süreklilik', asıl olarak bir ihtiyaçtan
kaynaklanmaktadır.
Yazar, "3 Mart 1924 tarihinde 'hilafet'in ilga
edilmesiyle ortaya çıkan yeni durum, bir takım yeni
kavramların doğmasına sebep oldu. 'İslami Hareket'
de bunlardan biri" diyerek, sorunun ortaya
çıktığı tarihi tespit ediyor ve bu tarihten itibaren
'ezilen' İslami hareketin bugüne gelişini açıklamaya
çalışıyor.
Aslında yapmak istedikleri şey, bir tarih zinciri
oluşturmaktır. Tarihsel seyir içinde proje, önce
Üçüncü Dünyacı bir söylemle emperyalizme karşı direnen
tek ciddi hareket olarak lanse edilmekte ve hareketin
evrensel niteliğini kanıtlayabilmek için 'İslami
Hareket' kavramı ortaya çıkmaktadır. 'İslami Hareket'
tanımlaması ile sözde evrensel bir niteliğe kavuşan
İslam, bir kurtuluş projesi olarak yeniden üretilirken,
kendine tarihsel dayanaklar oluşturmaya çalışmaktadır.
"İslami hareketin tarihi, insanlığın tarihi
ile yaşıttır. Sözkonusu hareketin ilk mümessili,
ilk insan ve ilk nebi, Hazreti Adem'dir ve İslami
Hareket, yeryüzünün en uzun ömürlü en yaygın hareketidir.
Evrensellik ve çağlar üstülük vasıflarını bu ölçüde
hakedebilmiş bir başka hareket gösterilemez. İslamın
değişmez değerlerinin yüceliğine gönül veren, bu
değerlere uygun bir hayat yaşamayı amaç edinip bu
amacın gerçekleşmesi için Allah'a iman tağutu inkâr
akidesini esas alan her müslüman, İslami Hareketin
doğal elemanıdır." (S. 10)
İlk insandan başlayan tarih, hareketin tarihi olarak
algılanınca, insan aynı makalenin başlangıcındaki
"milletimizin 1400 küsur yıllık tarihi"
saptamasına da şaşırıyor. Aynı tutarsızlık makale
boyunca süreklilik arzediyor.
İslami hareket, evrenselliğini ve tarihselliğini
kanıtlama telaşına düşünce, ayağının altındaki toprak
da, hızla kaymaya başlıyor.
İslami düşüncenin tarihsel kökleri
Ortadoğu coğrafyasında doruk noktasına ulaşan islam
radikalizmi, doğal bir süreç olarak bizim yaşadığımız
topraklara da ulaştı ve hatta sürecin dinamik kitle
hareketi taşıyan iki akımından biri oldu. Biri Kürdistan
Ulusal Kurtuluş Savaşı, Diğeri de, İslam...
Tanrı ile kul arasındaki özel alandan ve dünyadan
elini eteğini çekme anlayışının sonucu, sufilik
olarak tarikatlaşmanın, insanların düşün dünyasını
sekteye uğrattığı ve var olan sistemin yeniden üretilmesine
olanak sağladığı aşikardır.
Fakat 1980'Ii yılların ikinci yarısından itibaren
entellektüel bir patlama ile birlikte kendini politik
alanda hissettiren hareketin sorunları da güncelleşmişti.
Güncelleşerek politikleşen hareket, kendini gelenek
olarak yeniden üretme ihtiyacı duyarak sanal biçimde
tarihselleştirmektedir. Yerellik ile kurgu, kendini
tarihsel süreklilik içinde, hayali bir çoğulculuk
içinde üretme ihtiyacı duyar.
"Laik Kemalist Diktatörlüğün" 70 yıllık
Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği suçlar birbiri
ardına sıralanınca, ister istemez içine girilmeye
çalışılan "tarih", daha da gerilere uzanmaktadır.
Politika- tarih ilişkisi, kendini felsefi olarak
da yeniden kurgulamak zorundadır. İslamın bir tarih
felsefesi olabilmesi için herşeyden önce felsefeye
sahip olması gerektiği çok açıktır. Dünyayı kavrayamayan
bir düşüncenin tarih felsefesi olması beklenemez.
Bu açıdan İslamın ortaya çıkışı ve yayılışı üzerine
biraz durmak, bizleri, güncellik açısından oldukça
rahatlatacaktır. Bu da bizim, İslamın felsefi eğilimler
taşıdığı dönemle, "kelam"laştığı dönemleri
ayırmamıza yardımcı olacaktır.
İslam, Arabistan Yarımadası 'nda, sınıflı toplumlara
geçmeye yüz tutmuş kabileler federasyonunun hüküm
sürdüğü, fakat medenileşmenin de (medine-medeni,
Arapça'da kent anlamına gelmektedir) boy verdiği
koşulların ihtiyacı olarak, kanbağının aşıldığı
bir toplumsal Örgütlenmenin gerekliliği üzerinde,
kandaşlığın değil, İslam kardeşliğinin önemli olduğu
bir tarihsel adım olarak doğmuştur.
Bu özellikleri ile Araptır, dili de Arapça'dır.
Arapların birliğini sağlayan kentliler, göçebe araplarla
olan ilişkilerinde bu özelliklerini 'Cihad'Ia birleştirerek,
onları yağma ve talana sevketmişlerdir. Arap Orduları,
Suriye ve Mısır'a açılmış, ardından Bizans ve doğuya
doğru istilalarını sürdürmüşlerdir. Girdikleri her
toprakta İslam ve Arap olgusu 'işgalci' tanımı ile
birlikte anılır olmuş ve Mısır'da Kıptiler'in katliamdan
geçirilmeleri ile hakimiyet sağlanmıştır. İran'da
ve Türkistan topraklarında da benzer direnişlerle
karşılaşmışlardır.
Kuzey Afrika'da Berberiler, İslamı kabul etmiş,
fakat Arap egemenliğini reddetmişlerdir. Doğu'da
Türkler, uzun süren bir direniş göstermişler fakat
daha sonra bir kısmı 'Araplaşarak' İslamlaşmıştır.
Türkmen olarak adlandırılan kesim ise, "işi
kitabına uydurarak", kendi kültürlerini İslam
içinde yeniden üretmişler, Heterodoks olarak anılacak
olan akımın başını çekmişlerdir. Bu akım, göçebe
özeliklerinden dolayı Anadolu içlerine akmış, yerli
halkla dostane ilişkiler kurmuş ve Bizans Tekfurları'nın
zulmünden yılmış hıristiyan köylüler için bir umut
ışığı olmuştur.
Bu fetihler zinciri, Filistin ve Mısır aracılığıyla,
Antik Yunan felsefesinin ve İskenderiye ekolunun
eserleri ile tanışmayı sağlamış ve bu eserlerin
tamamı Arapça'ya tercüme edilmişlerdir. İran'ın
fethedilmesi ise, Hint uygarlıklarının felsefi akımları
ile tanışmayı sağlamıştır.
İslam felsefesinin köklerini, ancak insanlık tarihinin
gelişimi içinde kendinden önceki uygarlıkların bıraktıkları
kültürel mirasta bulmak mümkündür. Peki bu izleri,
bugün Grek-Roma Uygarlıkları'nın gayrımeşru çocuğu
olarak değerlendirilen Marksizm ve özelde -siz bunu
Tarihsel Materyalizm olarak okuyun- Marks'tan 400
yıl önce yaşamış İbn-i Haldun'da bulursak ne yapacağız?
Bunun için, bu kökleri biraz açmakta fayda var.
Ebu Reyhan El Burini (973-1048), Hint Felsefesinin
iki temel ekolünün kitaplarını Arapça'ya çevirmiş
ve 1030 senelerine doğru "Hind için söylenmiş
akla uygun olan ve olmayan bazı şeyler hakkında
bir inceleme" kitabını yazdı. 638-652 arasında
fethedilen İran'da, Fars kültürüne Hint Hikayesi
olarak geçen ve Fars'tan İslamı etkileyen "Kelile
ve Dimne', hayvanların ağzından ifade edilen hikmetlerle
doludur.
"Yunan kültürünün Araplar üzerindeki etkisinin
temel ayağı Aristo ve Eflatun'dur."
"İslam dünyasının Yunan düşüncesinden tanıdıklarının
en önemlisini ve bunun Yeni-Eflatunculuğa kadar
uzandığını gördük. Fakat bütün bunlardan onların
aktardıkları nedir?
Müslümanlar bildikleri şeylerin çoğunu alıp aktarmışlardır,
hem de hiç çekinmeden. Bu alıp aktarma, kendilerini,
düşünceye şevketti. Bu da onları kalkınma ve medeniyet
bakımından en üstün dereceye ulaştırdı. Onlar, bilhassa
şunları aldılar:
a) Eflatun'dan, onun siyasi görüşlerinin çoğunu,
nefis hakkındaki düşüncelerini (nefsin birleşmesini,
onun ruha ait olduğunu ve bunun ölümsüzlüğünü) ve
alem hakkındaki kanaatlerini,
b) Aristo'nun mantığını, hareket ve nefis hakkındaki
sözlerini, çoğu ile tabiat ve ilahiyatın tamamını,
c) Aristo Esolocya'sından feyz ve işrak nazariyelerini."
(2)
"Kültürlerin Bağlantı Yolları" başlığı
altında ise, Arapların fethettikleri bölgelerde
en yaygın üç kültür bulunduğu belirtiliyordu: Yunan,
Fars ve Hint kültürü..."
Bu kültürleri işleyen medreseler vardı ve fetihten
sonra da bunu sürdürdüler. İlim dili Yunanca, Farsça
ve Süryanice idi, süreç içinde, Süryanice ağır bastı.
Fetihten sonra medreseler açık kalmasına rağmen
fethedenin dilinin ağır basması üzerine, bütün eserler
Arapçaya çevrildi ve ilim dili Arapça oldu.(3)
"Tek cümle ile bu insanlar, kendilerine intikal
etmiş olduğu biçimi ile Yunan veya Antik felsefeden
miras aldıkları sorun ve konular üzerinde eski Yunan
veya Antik Çağ filozoflarının yöntemlerini uygulayarak,
insan, evren, toplum, tanrı üzerine bilgi değeri
içeren sonuçlara varmak isteyen insanlardı."(4)
Bu insanlar için "Hellanizan Filozoflar",
bu felsefe için "Hellanizan Felsefe" deyimleri
kullanılmaktadır. Yeni-Platonculuk, kendisinden
önceki akımları birleştiren, dinsel ilgi ve kaygıları
ağır basan bir felsefeydi.
Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt gibi Hellenizan Felsefe
yapan Hellenizan Filozoflar, insan, evren, tanrı
üzerinde mevcut birikimi derinleştiren bir bilgi
üretimi içine girmişlerdir. Dinsel ilgi ve kaygıları
ağır basan bu felsefi akıma Gazali ile savaş açılmıştır.
"İslam dininin inançla ilgili öğelerini rakip
teoloji ve öğretilere karşı savunmayı kendisine
amaç edinen, spekülatif karakterli bir düşünce hareketi"nin
savunucuları olarak Kelamcılar, (5) M.S 9.yy.da
Abbasiler döneminde ortaya çıkan Nazzam, Allaf,
Cahiz gibi isimler tarafından savunulan bir düşünceye
ilgi duymuşlardır.
Bu düşünce. Tanrının akıllı bir varlık olduğu ve
bütün işlerinde akılsal olduğunu savunur. Dolayısıyla,
insanın da bu akıllı varlıktan pay aldığı ve insanın
kendi aklına dayanarak, tanrı ve kendi işleri hakkında
doğru bilgiye ulaşabileceği öngörülür.
EI-Aşari'nin şahsında, 'tanrı, akıl değil iradedir'
tezi savunulur.
Dolayısıyla, evrende iyi ve kötünün, tanrı tarafından
öyle istendiği için varolduğu öne sürülür. Bu düşünce
dünyasında nesnel şeyler, ya da özgür ve kudret
sahibi varlıklar yoktur. Bu şekilde, evrende gerçek
hakimiyet ve özgürlüğün tanrısal iradede olduğu
düşüncesine hakimiyet kazandırılmıştır.
M.S 10. yy. İslami düşüncede bir dönüm noktası oluşturur.
Bu dönem aynı zamanda felsefe ve kelamdan ayrı olarak,
daha 8. ve 9. yy'da başlayan, bütünlüklü bir duruş
içeren Tasavvufun ortaya çıkış koşullan ve tarihleridir.
Kelam ve felsefeyi salt bir entellektüel hareket
olarak kavrayınca, tasavvufla arasına önemli bir
mesafe koyulmuş olunuyor.
Tasavvuf, toplumsal bir hareket, bir edebiyat, bir
tarikat olarak bütünlüklü bir yapı olarak karşımızda
durmaktadır.
Yazarın iddia ettiği İslami düşüncenin yediliği
sorunsalına, biraz da İslamın politik karakterinden
kaynaklanan yayılmacılığın getirdiği bazı perspektifler
açısından bakmanın yararlan vardır.
Kendinden önceki Yunan kent devletlerinin birikimi
üzerinde köleci bir imparatorluk kuran Romalılar
döneminde Mısır'da ortaya çıkan İskenderiye .Okulu,
bir sentez oluşturmaktaydı. İslamcılar, Suriye ve
Mısır'ı fethettiklerinde, bu birikimle karşılaştılar.
Hızlı bir tercüme sürecine girerek, insanlığın bu
felsefi birikimine aşina olunmuş ve İslami yayılmanın
getirdiği devletleşmeye temel olacak eserler, yeni
bir yorumla geliştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat sınıfsal farklılaşmanın gereksinimleri üzerinde,
Nizam-ül Mülk'ün Siyasetname'si ile başlayan süreç,
Sünniliğin önünü açmış ve klasik anlamı ile felsefe
terkedilerek, Kelam'ın öne çıktığı bir döneme girilmiştir.
Ve ancak mutlak ve bilinen gerçeğe ulaşılaşılacağı
tezi ile Kur'an referans yapılarak, Evren, dünya
ve insan, dondurulmuştur. Abbasi Halifeleri döneminin
akımlarından olan Mutezile (akılcılık), daha o dönemde
terk edilmiştir.
Mısır'da ortaya çıkan Fatimiler, Şii geleneğinden
geldikleri için Kahire'de Fatimi Yüksek Okulu adlı
bir eğitim kurumu açmışlar ve burada Eski Yunan
Felsefesi'nden Doğu Felsefelerine kadar uzanan geniş
bir yelpazede insan yetiştirmişlerdir.
Selçuklular'a karşı İran'da direniş örgütleyenlerden
Hassan Sabbah, bu kurumlardan geçmiştir.
Felsefeden Kelam'a İslami düşünce ve Praksis
felsefesinin ortaya çıkışı
Türkmenler ise, 3.yy'da işkence ile İran'da öldürülen
Mani'dan sonra, onun taraftarlarınca İran dışında
sürgünde genişlediler.
Mani ahlakına göre, ağızdan kötü ve pis söz çıkması
yasaktır. El, iyiliğe zarar verecek eylemden kaçınır.
Gönül, kötü şehvet duygularına kapılmaz.
Türkmenlerdeki "Ağzın mühürü, elin mühürü,
kalbin mühürü" ahlak prensibinin, Bektaşilikteki
'eline, diline, beline hakim olma' ilkeleri ile
benzerliği, ilgi çekicidir.(6)
Bu topraklardan aldıkları kültürel değerleri, kendi
eşitlikçi göçebe kültürlerini, Şamanizm ile harmanlamışlardır.
İran düzlüklerinde ise, Horasan'da islamın muhalif
akımı olan Şia'lığın içinde, onu da biçimlendirerek,
Anadolu'da yeniden üretmişlerdir.
Türkmenler, Anadolu içlerine doğru gelirken, şehirleşerek
Türkleşenlerle Türkmenler olarak, sınıfsal bir ayrışmaya
uğramışlardır. Ve Hıristiyan halklarla birlikte,
toprağa bağlama girişimlerine karşı eşitlikçi bir
temelde direnişlerini sürdürmüşlerdir. Yerleşik
ve toprağa bağlı üretim gerçekleştirenlerle, eşitlikçi
ilişkilerini korumuşlardır.
Bu eşitlikçi komünal toplumsal ilişkiler girişimlerinin
en önemlilerinden biri de, 816'da Azerbaycan'da
başlayıp bütün Güneybatı İran'ı etkisi altına alan
Babek Köylü İsyanıdır. Bu isyan, İran Havzası'nın
Araplara karşı uzun soluklu komünal özellikli direnişidir.
Ancak, 837'de vahşetle bastırılan isyandan sonra
tutsak düşen Babek, Halife'ye teslim olmaması üzerine,
işkenceyle öldürülür. (7)
Bu olayı değerlendiren şeriatçı bir profesör artığı,
sürekli Batı'ya doğru yayılma halinde olan Türk
boylarının akınlarından rahatsız olan Hilafet'in,
Türkmen'lerden kurtulmak için onları sürekli Batı'ya,
sınır boylarına sevketmekte olduklarını söyler.
Ve 'İslami benimseyen bu boylardan bazıları, göçebe
talancı özelliklerini İslami bir şemsiye etrafında
çok daha rahat yerine getirir olmuşlardır', der.
"Zira bu Türkler sayesinde, Mutasını, bir çeyrek
yüzyıldan fazla bir zamandan beri İslam dünyasını
kasıp kavuran ve bugünkü komünizmin bir nevi babalarından
biri olan Babek el Hüremi'ye en ağır darbeyi indirmiştir.
Ve hilafet ordusunun Türk asıllı generali Afşin'in
emrindeki bu gözüpek yiğit Türkler, gelmiş geçmiş
bütün Arap ve İran asıllı komutanları dize getiren
bu komünist gerilla liderinin belini kırmış, çevresini
çil yavrusu gibi dağıtmıştır."(8)
Eşitlikçi komünal toplumdan bu müthiş nefret, asıl
olarak İslami ideolojinin bir devlet ideolojisi
olarak biçimlenmesinden kaynaklanmaktadır.
1055 yılları civarlarında, İran'da ve Yukarı Mezapotamya'daki
Türkmenler, kendilerini köle asker ve subaylarla
İranlı vezir ve memurlara tercih eden yerleşik feodal
düzene karşı askeri demokratik bir Türkmen devleti
kurulmasını istiyorlardı. Nizam-ül Mülk Dönemi'nde,
iplerin vezirin elinde toplandığı profesyonel ordulu
devlet geleneği, işte bu koşullarda oluştu. (9)
"Melikşah, karıları arasında gelişen veliaht
kavgaları yüzünden karılarından biri tarafından
zehirlenerek öldürüldü'' dendikten sonra, radikal
muhalif örgüt Haşhaşiler tarafından Nizam-ül Mülk'ün
öldürüldüğü yazılmaktadır. (10)
Bu tarihlerde İran toprakları Selçuklu egemenliğindedir.
İran'da çizgi dışı bir mücadele sürdüren Hasan El
Sabbah'ın, İsmaililer Tarikatının 7 imamcı kolunun
bu işgal koşullarında yeniden üretilerek geliştirilen
direniş örgütünün etkinlikleri vardır.
Suikastler zinciri, egemenler için her yeri yaşanmaz
hale getirmiştir. "Gerçeğin görünür olanda
değil özde saklı olduğunu" öne sürerek; "hiçbir
şey gerçek değildir, her şey yapılabilir" düsturunu
kendilerine rehber edinen İsmaililer, felsefelerinin
radikal bir toplumsal direnişi örgütlemeye yatkın
olmasından dolayı, sultanlara, vezirlere ve zulmedenlere,
güvenlikli hiçbir toprak parçası bırakmamışlardır.
Melikşah, Nizam-ül Mülk dahil olmak üzere, 100 küsur
üst düzey devlet görevlisini suikastlerle öldürmüşlerdir.
İslamcı hareket ve marksizm
Kısaca görüldüğü gibi İslamcı düşünce marksist hareketi;
1) İslami kıyamlardan yararlanmakla,
2) Marks-Engels'in, Osmanlı toprak düzenini, klasik
sınıf mücadelesi içeren tarihi materyalizm ile açıklamaya
çalışmalarını, "paçalarından fikri sefalet
akmakla" suçlamaktadırlar.
3) Roma-Yunan izdivacından doğma gayrı meşru çocuk
olarak tanımladıkları Marksizm'i, savundukları ideolojik
fantazilere tarihsel dayanak yapmak için kullanmaktadırlar.
Tabii yazar bu alana girdiğinde ister istemez tarihsel
materyalizm ile karşı karşıya gelecektir. Bu karşılaşmadan
da bir kaç satırla sıyrılıp, marksizmi ve tarihsel
materyalizmi kendince nakavt etmektedir. Yazar,
"Osmanlı düzenini feodalizmle açıklamaya kalkan
'tarihi materyalizm' savunucularının paçalarından
fikri sefalet akıyor" diyerek, 'batıdaki anlamda
bir sınıfsal farklılaşmanın olmadığı Osmanlı'nın
sosyo-ekonomik yapısını nasıl açıklanır', sorusunu
sormaktan da kendini alıkoyamaz.
Bu kadar "tarihsel bilgi ve birikimle"
yüklü yazarın bir "islam" düşünürü olan
İbn-i Haldun'u (1332-1406) okumaması mümkün değildir!
Çünkü 'Mukaddime', hem islamcı yayınevlerince hem
de sol yayınevlerince yayınlandı. Eğer İbn-i Haldun
için, 'o Anadolulu değil' derse, bu ayrı birşey...
İbn-i Haldun, "her kazanç ve sermaye insan
emeğiyle sağlanır" diyerek, emek-değer ilişkisine
dahiyane bir giriş yapmıştır. Ayrıca her toplumda
görülen kültürel farklılıkları, o toplumların geçimlerini
sağlama biçimlerine dayandırarak, ekonomik temele
yaptığı vurgu ile maddeci bir tarih anlayışının
temelini atmıştır. Toplumların tıpkı insanlar gibi
doğup büyüyüp gelişip öldüğünü söylemiş, biyolojik
evrimle toplumsal evrim arasındaki ilişkiden hareketle,
diyalektik gelişmeyi sezinlemiştir. Maddeci düşünüş
tarzı, İslam topraklarında yeni değildir. Fakat
maddeci bir tarih anlayışı yenidir, ilktir ve 400
yıl sonraki gelişmelerin müjdecisidir.
Yazarın sorunu burada kesip atmasının, derinliğine
tartışmamasının nedeni, maddenin kavranışı olarak
materyalist bilgi teorisinin, diyalektik yöntemle
ulaştığı tarihsel materyalizmle kopmaz bağları olmasıdır.
Anadolu'dan biraz gerilere gidildiğinde, yani Müslüman
Arapların doğuya doğru yayılmaları sırasında, karşılaştıkları
Türklerle girdikleri çatışmalar, işgal ve zulüm
boyutu almıştır. Ve direnci kırılan yerli halk,
işgalcilerin sistematiğini kendi gelenek ve töreleri
ile harmanlayarak yeni yorumlar etrafında yaşamışlardır.
"Bu zümrenin- Dervişanların- Anadolu İslami
hareketine katkıda bulunduğu bir gerçek. Ne var
ki aynı zümre, daha o yıllarda bile Anadolu İslami
Hareketi için bir sorun olmuştu. Bu konuda birazcık
araştırma yapanlar bilir ki, Horasan ve Maveraünnehir
kökenli İslam. 'kitabına uydurulmuş bir islamdır.'
Bu bölgelerde yayılan islamın Sufi karakteriyle
ortaya çıkmasının temelinde yatan sosyo-psikolojik
faktörler çok çeşitli. Bilinen bir şey var ki, buradaki
İslam, Emevi Saltanatı'na ve ırkçılığına tepki gösteren
insanlar eliyle geliştiğinden, 'heterodoks' bir
yapı taşımış, Arap olmayan kavimlerin müslüman olmalarıyla
birlikte, kimi kavmi inanç ve kültür kalıntıları
da yeni dine taşımışlardır."
Yazar, köksüz olduklarını iddia ettiği materyalist
aydınların, buldukları en ufak tarihsel izlere "mal
bulmuş mağribiler" gibi saldırmalarının, bu
alanlardaki fukaralıklarını bastırma iç güdülerinden
kaynaklandığını iddia etmektedir. Babailer ve Bedrettin
hareketini buna bir örnek olarak gösteriyor. Şeyh
Bedrettin'in bir çok değerli eserler veren bir İslam
alimi olduğunu söyledikten sonra, ona bağlanan Varidat
okununca, çok ilginç biri olduğunun anlaşılacağını
söyler. Yazarın burada kaçtığı nokta, materyalizmin
bu topraklara ait bir felsefe olamayacağıdır. Batının
İslamı yenmek için icat ettiği laikliğin bu temel
üzerinde şekillendiğini söyledikten sonra yazar,
kesinlikle hatırlamak bile istemediği isimlerle
karşılaşınca, hiçbir eleştiri değeri olmayan yöntemlerle
onları küçük düşürmeye çalışmaktan başka bir şey
yapamıyor. Keza bunu "vahdet-i vücut"
tartışmalarının sürdüğü ve Bedrettin'i bunların
en aşırısı olarak tanımladığı satırlarda, meydana
gelen bir takım olayları halkın ve ulemanın tepkisine
bağlıyor. Nedir bu olaylar? Hallac-ı Mansur, Nesimi,
Molla Kabız, Şeyh İsmail Maşuki, Şeyh Muhiddin Karamani,
Nadajlı Sarı Abdurrahman Efendi'nin öldürülmeleri...
(11)
Bu insanların neden öldürüldüklerinden değil, vahşice
öldürülmelerinden "şikayet" ederek, bu
ölüm tarzının onların fikirlerinin yayılmasına hizmet
ettiğini söylüyor. Bunu da; "Kimi işgüzar ulema,
şeriat hassasiyetini bu gibi bir çoğu akli ve ruhi
açıdan anormal olan ya da garezkarlıkları yüzünden
yanlış anlaşılan insanlar üzerinde gösterdi. Ne
ki, her nasıl olursa olsun, bu cezalar onların fikirlerini
yaymada en büyük amil olmuştur."
Yayılan fikirler, maddeci doğa ve toplum anlayışı
geliştirilmeye çalışılan fikirlerdir. Şeyh Bedrettin'in
öldürülmesinin fetva ile yapılmasını, hükümdarların
fetvalı iş yapma anlayışı olarak övmektedir. "Bu
dönemin ünlü olayı Şeyh Bedrettin Ayaklanması ve
sonuçta ölümü, bir siyaseten katl olayı olarak değerlendirilemez.(12)
"Şeyhin islami ilimler tahsil etmiş olması
dışında islami niteliği olmayan hareket, Çelebi
Mehmet'in, Şeyhi, Serez Çarşısı’nda Herat'lı Bilgin
Molla Haydar'ın "kanı helal malı haramdır"
fetvası üzerine astırmasıyla son bulmuştur."(13)
Devam ediyor: "Gaziler döneminde fetvalı iş
yapmak, yöneticilerin şeriat karşısındaki hassasiyetlerinin
de bir göstergesiydi."(14)
Vahdet-i Vücut ekolünün ikinci kısmını ise "militan
sufiler" oluşturur. Baba İlyas, Hasan Sabbah,
Şahkulu, Şeyh Bedrettin, Haşhaşiler, Hurufiler,
Kalenderiler, Hayderiler gibi militan tarikatlar
da bu ekolün içinde değerlendirilmelidirler. Yazarın
sürekli atlayıp geçtiği, dostlar alışverişte görsün
misali değindiği "militan sufiler", her
biri bir dönemin içindeki sınıfsal ayrışma ve çatışmaların
sembolize olduğu isimlerdir.
Baba İlyas'ın Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı,
Hasan Sabbah'ın Büyük Selçuklu Devleti'ne karşı,
Şeyh Bedreddin'in Osmanlı Devleti'ne karşı giriştikleri
hareketlerin militan tanımını haketmeleri; bu hareketlerin
dünyanın değiştirilebilirliğine yaptıkları vurgu
ile, eşitlikçi bir komünal toplum kurma girişimleri
ile devleti yıkmaya yönelmiş olmalarında yatmaktadır.
Burada açılması gereken bir parentez var. Mısır'da
Fatimi Devleti egemenliğini sürdürmekte ve Kahire'de
kurdukları Fatimi Yüksek Okulu adını alan medresede
dönemin en gelişkin eğitimlerinden biri verilmektedir.
Sünni bağnazlığına teslim olmadan Ortadoğu'nun,
İran'ın ve Doğu'nun tüm kültürü süzgeçten geçirilmektedir.
Daha sonra burayı fetheden Sünniler, bu medreseyi
El-Ezher Medresesi'ne çevireceklerdir.
Selçuklu egemenliğinde Sünni Devlet, yetkilerin
vezirin elinde olduğu, geniş bir bürokrasi ve profesyonel
ordunun olduğu bir devlet olarak biçimlenmiştir.
Doğal olarak sunnilik, egemen ideoloji konumunda
kendini profesyonel bir ordu ile dayatınca; uzun
ve yıpratıcı bir savaş geliştiren Hasan Sabbah Hareketi
ortaya çıkmıştır. Bu hareket, egemenler tarafından
zulüm aygıtı ile gökyüzünün kutsallığına sarılarak
teslim alınmaya çalışılan insanın geliştirdiği en
çarpıcı örneklerden biridir.
Bu hareketten ve aynı topraklardaki Babek Hareketinden
yüzlerce yıl sonra yine aynı topraklarda yeşeren
ML "İran Halkının Fedaileri Gerilla Örgütü"
(İran'da halk kısaca Fedailer ismini kullanır),
yine benzer bir baskı aygıtı ile tüm toplumu cendereye
alan Şah Diktatörlüğü'ne karşı, dillerinin altında
siyanür hapları taşıyarak, insanın direnişinin sınırlarını
göstermek açısından önemli pratikler ortaya koymuşlardır.
Bu pratiklerin özdeşleştikleri nokta, gökyüzüne
baktıklarında, evrenin görkemi karşısında kendini
bir hiç gibi hisseden insandır. İnsanın bilinemezliğe
olan tutkusu, içinde yaşadığı toplumsal ilişkileri
önemsemesine ve insan olarak kendini yeniden üretip
bilinemez olana doğru yolculuğa başlamasına neden
olmaktadır. O ana kadar kavradığı dünyasal ilişkiler,
insanın evrene yönelmesinin getirdiği bu büyük "sırrı"
çözme enerjisinden kaynaklanmaktadır. İki ayak üzerine
dikildiği ve doğadan bağımsızlaşmaya başladığı noktada
yüzünü gökyüzüne dönmüş ve uzun yürüyüşü başlatmıştır.
Evren nedir? Ben kimim? Evrendeki yerim nedir? sorularına
ise, insanın sınıfsal farklılaşmasına parelel olarak
farklı yanıtlar üretilmiştir. İnsan evrene ait sorulara
yanıt verdikçe, yani maddeyi kavrayıp bilincine
çıkardıkça, yeryüzündeki yaşamı da rahatlamıştır.
Gizemciliği ve gökyüzünün egemenliğini reddettiği
her yerde emek bilinci kitleleri kavramış, maddi-politik
bir güce dönüşerek, egemen düzene meydan okumaya
dönüşmüştür.
Peki, tipik bir örnek olduğu için ele aldığımız
sözkonusu İslamcı yazar nelerden rahatsızdır? "Yasevi
müritlerinin kadın erkek karışık 'devran' yapmaları
buna bir örnektir" diyecek ve Dervişan zümresinin
Anadolu'daki örgütlü devlete karşı tüm ayaklanmalarda
yer aldığını ya da bizzat başı çektiğini yazacaktır.
Ayrıca, 11.Yüzyıl Anadolu Sufiliğinin kemikleşerek
şeriat karşıtı bir konuma oturtulduğunu belirtiyor.
Oysa onlar zaten şeriat karşıtıydılar. Büyüme ve
genişlemede devlete ve hukuka, yani şeriata ihtiyaç
duyan, egemen hale gelen sınıflardı. Göçebe toplumsal
ilişkiler içindeki bir toplum, toplumsal diyalektiğin
sonucu olarak, kendi oluşturmuş olduğu ilişkileri
zor temelinde reddetmektense, "yeni sürece'
akıtarak, yeniden üretimini sağlamaktadır. Yazarın
bu Dervişanları küçümseme çabaları ve onları devlet
karşıtlığına serzenişte bulunarak anması, aslında
devlet ve saltanat geleneğinden gerçekten kopup
kopulmadığının somut bir kanıtıdır.
İslam-Arap yayılmacılığının işgalci niteliği
Yazar, daha 4 Halife Dönemi'nde, göçebe Araplara
yani Bedevilere uygulanan zulümden hiç söz etmemektir.
Zulmü sadece Emevi Saltanatı'nın üzerine yıkarak,
İslam-Arap yayılmasını aklamaya çalışmaktadır. Tarihsel
serinin ilk çalışması olarak Anadolu Gazilerini
incelediği için işgal ve talanı meşrulaştıran çizgisi
ile niteliğini iyice ortaya koymaktadır. Aslında
bu, yazarın yaptığı seçimden dolayı, tarihsel olarak
kaçamayacağı bir açmazdır.
Tabii ki eşitlikçi felsefenin taşıyıcısı Dervişanlar
ile talancı ve işgalci Gaziler arasından, konumu
gereği -bugünkü duruşuyla emek karakterli bir hareket
olmaktan ziyade iktidar olmayı yeniden düşleyen-
"Gazileri" seçecektir. Toplumsal diyalektiğin
doğal sonucu Gazileri servet birikimine ve devletleşmeye
götürürken, Dervişanlar çağlar boyu etkisi sürecek
olan emekçi ve eşitlikçi karakterlerini korumakta
ısrarlı olmuşlar, direnmişler ve zulmün önünde baş
eğmemişlerdir.
Tarihsel Materyalizmin gölgesi Gazilerin üzerine
düşmüş ve kendilerinden çok daha gelişmiş olan yerleşik
uygarlıkların egemenlik ilişkilerini devralmışlar,
bu anlamıyla asimilasyona uğramışlardır.
Nizam-ül Mülk Kanunnameleri, sınıfsal ayrışmanın
belgelenmesi ve Arap devlet geleneklerinin ilk harmanlanmasıdır.
Kent yaşamının yasaları sonradan gelenleri yutuyordu.
"Çeşitli sosyal, siyasal ve ekonomik sebepler
yüzünden ortaya çıkan Baba Resul ayaklanmasını"
tanımlayışı, tarihsel materyalizmin vurgu yaptığı
ilişkileri açıklamaktadır. Buradan da hareketle,
Babaileri, Anadolu'da istikrarın bozulmasının dolaylı
nedeni olarak göstererek, sürekli kopuştuğunu iddia
ettiği saltanatı yine savunacaktır.
İslami Hareketin Halkçı Karakteri Var mıdır?
Gaza Devletleri dediği devletlerin sonuncusu olarak
gördüğü 'Osmanlı Gaza Devletini' tanımlarken diyor
ki; "Osmanlı, İslam adına Bizans'a karşı verdiği
mücadelenin ekmeğini yemiş, İslam coğrafyasının
her yanındaki idealist insanlar (her ne hikmetse
bunlar hep sonradan Anadolu'ya giriş yapan Türkmen
kabileleridir. Yani hâlâ göçebelik özellikleri taşıyan,
talan ve yağma ile yaşayan kabileler) bu 'gaza devletinin'
yardımına koşmuşlardır."
Kendisi "yenen ekmeği" tanımlamıyor, bu
ekmek nasıl oluşmuştur? Bu sorulara cevap yoktur.
Çünkü basit toplumsal yasa işlemektedir; üretmeyen,
yaşamak için gaspeder.
Talan ve Yağma!..
Fethedilen Anadolu şehirlerinden elde edilen esirlerin
Halep pazarlarında satılmasından, Hıristiyan halkların
vergilere bağlanmasından hiç söz edilmemektedir.
Yerli Hıristiyan halkların Bizans tekfurlarından
çektikleri zulümden dolayı yeni gelenleri ihtiyatla
karşılaması ve bir bekleyiş içine girmesinin, Anadolu
halkının istilacıları kucak açmış halde beklemesi
ile hiç ilgisi yoktur. Yoksa, 1900'lerin başlarındaki
Hıristiyan nüfusu açıklamakta oldukça zorlanırsınız.
Nitekim bu zorlanma ciddi hazımsızlıklara neden
olmuş, sürgün ve soykırımlarla sonuçlanmıştır.
Aynı mantık 16.yy'ın ikinci yansında başlayan Suh-te
İsyanları ve onları bastırmak için oluşturulan güçlerin
de onlara katılması ile büyüyerek Celali İsyanları
adını alan, Büyük Kaçgun olarak tanımlanan dönemi
de bir paragrafta atlayarak yansımaktadır.
Kimdir bu ayaklananlar? Ne istemişlerdir? Neden
büyük katliamlara rağmen yıllarca bu ayaklanmalar
sürmüştür? Bütün bunların cevabı yoktur yine...
O sadece iktidarı yitiren ya da iktidar odakları
zayıflayanlar adına konuşmaktadır. Fatih Kanunnameleri
ile resmileşen devletleşme sürecine kadar bu yapıyla
bir sorunu olmayan yazar, bu süreçteki iki önemli
toplumsal hareketten birini bir paragrafla anarken,
diğerini ise bir kaç satırda, o da Şeyh Bedreddin'in
"cins biri olduğunu" vurguladığı satırlarda
geçiyor.
Şeyh Bedreddin İsyanı... Yani, "yarin yanağından
gayrı her şeyde, hep beraber" diyen isyan!..
Şeriatçı-devletçi geleneğe ise tarihsel serinin
ikinci kitabında yer veriliyor. 1730'lara geçip
Serdengeçtiler hareketini inceliyor. "Kamuoyunca
Patrona Halil İsyanı olarak bilinen Serdengeçtiler
Hareketi, hiç kuşkusuz tam anlamıyla bir İslami
hareket olarak nitelendirilemez. Ne ki bu olayı
Suhte İsyanları, Celali İsyanları ve klasik Yeniçeri
İsyanları ile aynı kefeye koymak insafsızlık olur".
"Patrona Halil önderliğindeki Serdengeçtiler
Hareketi tam anlamıyla bir halk hareketidir"
diyerek bunu incelemesinin nedenini de "onun
toplum vicdanının ortak çığlığı olması"na bağlıyor.
Peki Babailer, Bedreddiniler, Celaliler, Suhteler
kimlerdi, sorusu, anlamsız bir yanıtsızlık içinde,
boşlukta sallanmaya devam eder.
Aslında tutunacak dal aranmaktadır ve bütün arkeolojik
kazılarına rağmen tarihsel olarak başka örnek bulunamadığından
dolayı, sözgelimi emekçi karekter taşıyan Serdengeçtiler
hareketi İslami hareket içine dahil ediliyor. Çünkü
bilinmektedir ki, emekçi, eşitlikçi karakteri olmayan
hiçbir hareketin kendini evrensel olarak tanımlayabilme
şansı yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken
önemli noktalardan biri de; şehirleşmiş Türklerin
Göçebe Türkmenleri ezmesinden sonra ortaya çıkan
sınıfsal ayrışma sürecinde, saraya karşı yoksul
şehirlilerin isyanı olan halk hareketi özelliğidir.
Bu yönüyle, yeniçeri isyanlarından ayrılır. Özellikle
vergilendirme yükünü çeken köylülerin uzun süreli
isyanlarının vahşetle bastırılmasından sonra bir
takım vergilerden muaf olan şehirlere göç hızlanmıştır.
Bu, büyüyen şehirlerde yoksulluğu arttırmış, ayrıca
Anadolu'dan gelenler devlete karşı güvensizlik tohumlarını
da beraberlerinde İstanbul'a taşımışlardır.
Bir de bu dönemde Balkanlar'dan gelen Arnavutlar
şehirde odunculuk vs. işler yapmaya başlamışlardı.
Arnavutluk'ta Bektaşiliğin yaygın olduğu düşünüldüğünde,
bu kesimin de başkente hangi ideolojik akımları
taşıdığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca devletin resmi ideolojisi olan Sünnilikten
dolayı esnaf ve zanaatkar loncaları arasında 16.yy'da
yayılan Melamilik ve yine şehirde ortaya çıkan Hamzavilik
arasında, bir atasözü olarak yaygın olan "Allah
padişahın ayağından özengiyi eksik etmesin"
sözü, döneme ait çok çarpıcı bir içeriğe sahiptir.
Çünkü talan ve fethin bittiği yerde, devlet içeriye
yönelmektedir.
Resmi tarih kitaplarında Duraklama Dönemi'nin başlangıcı
olarak değerlendirilen Pasarofça Anlaşması ile Osmanlı
İmparatorluğu, ilk kez toprak kaybına uğrayarak,
"Batı"ya doğru ilerlemesi durduruluyordu.
Fakat Avrupa'da gelişen kapitalizm, statik toplumsal
ilişkileri sarsmakta ve 1789'un eşiğine gelinmek
üzereydi.
1730 gelmeden 4 yıl önce, 1726'da, Padişah, Vezir
ve ekibinin saraylarının günlerce taşlanması ve
bununla ilgili aramalar yapılmasına rağmen, bir
kişi bile bulunamamıştır. 1729'da Sadabad basılmıştır.
Bütün değerlendirmelerden anlaşılıyor ki; isyancıların
genel bir adalet ve inanç duygusu dışında, şeriatla
organik bir ilişkileri yoktu. İktidara ortak olduktan
sonra "Zülali Hasan Efendi'nin şahsi intikam
hırsları bir türlü bitmek bilmiyor. Habire personel
değişimi istiyor. Tabii ki bunun faturası Patrona'ya
çıkarılıyordu" derken, yazar bir gerçeği ifade
etmek zorunda kalıyordu. Ulema, kendisine yönelik
tehdidi anlamış-ve şehirde artan huzursuzluğun isyana
dönüşmesi üzerine, geleceğini ve çıkarını burada
görmüştür.
Kendisini huzuruna çağırıp isteklerini soran I.
Mahmut'a, Patrona Patrona Halil şu yanıtı vermiştir:
1-Eski vezirler tarafından konulmuş, halka çok ağır
gelen ve bir çoğunun veremediğinden dolayı evini
barkını terkettiği bi'dat (sonradan konulmuş) vergilerin
kaldırılması.
2-Tüm verimli toprakları halkın elinden çıkarıp
üç beş kişinin elinde toprak kartellerine, dönüştüren
ve türedi zenginlerin ortaya çıkmasını sağlayan
"malikhane" usulünün kaldırılıp toprakların
yine eski sahiplerine iadesi.
3- Yoksul halkın gözleri önünde, bir sömürü ve zulüm,
fuhuş ve işret abidesi olarak yükselen ve halkın
gördükçe rahatsız olduğu kasırlardan, devlet arazisi
olduğu halde Damat Paşa'nın eş-dosta devlet kesesinden
dağıttığı Kağıthane bölgesinin temizlenmesi. (15)
Bu isyanla ilgili olarak, henüz fikir namusunu işportaya
çıkarmadığını söylediği Çetin Yetkin'in ayaklanmaya
ilişkin değerlendirmesini benimsiyor. Fakat anlamadığı
ve anlamak istemediği, Çetin Yetkin'in bu konudaki
çalışmasının ismidir: Türk Halk Hareketleri ve Devrimler.
Gerçekten halk karakterli isyanlar konusunda solun
gocunacak hiç bir şeyi yoktur. Ayrıca, bahsi geçen
isim, kemalist aydın geleneğinden olan bir isimdir.
"Doğru görmek için doğru bakmak gerektiğini
bir kez daha pekiştiren bu objektif yaklaşımı",
adı müslüman olan tarihçilerde görememekten şikayetçidir.
Bu hareket, adı müslümana çıkmış tarihçilere göre,
"baldırı çıplakların", "ipten kazıktan
halas olmuşların", "zorbaların" hareketiydi.
Yazar ısrarla hareketin Batı karşıtı bir hareket
olduğunun altını çizerek, sınıfsal bir zeminden
beslendiğini unutturmak istiyor. Patrona'nın talepleri,
öz olarak hareketin talepleri olarak geniş bir emekçi
kesimi içine almıştır. Gerek Anadolu'da ortaya çıkan
malikane sistemine, gerek Galata Bankerlerine borçlu
olan Hıristiyan ahaliye bankerlerden alınıp dağıtılan
paralar, bunları göstermektedir.
Başarıya ulaşan ayaklanma sonrasında ayaklanmanın
önderlerinin devlet hizmetine girmeleri ve Serdengeçtilerin
devlet görevi beklemeleri, hareketin ufkunu göstermek
açısından önemlidir. Bu, günümüze kadar sürecek
olan Devlet'e yeniden dahil olma ya da devleti ele
geçirme anlayışının başlangıcını oluşturmaktadır.
İktidara ortak olunan iki aylık dönem, Gazilik dönemine
dönüş olarak tanımlanmaktadır. İktidar, Ahiler,
Gaziler, Ulema ve Padişah tarafından yeniden paylaşılmış
ve görece "demokratik" bir yönetim ortaya
çıkmıştır. Yazar, bu iktidar ilişkisi sürdürülseydi,
bugün batıdan insan hakları ve demokrasi dersi almamıza
ihtiyaç yoktu gibi bir iç çekme ile serzenişte bulunuyor.
Fakat Sünnilik bir devlet ideolojisi olarak kristalize
olmuştur ve devleti kutsayan herkes, Sünniliği de
kutsamak zorundadır. İran'daki Safevi Devleti, Şia'lığın
egemen devlet yaklaşımı olarak örgütlendiği bir
düzlemdedir. Bu devletin kuruluşuna Türkmenler yoğun
olarak katılmışlardır. Fakat Şia'lık da, devlet
olarak örgütlendikten sonra, benzer özellikler gösterecektir
ve en çarpıcı biçimde, 20.yy'ın sonlarında yeniden
iktidar olduğu İran'da, Babek ve Hasan Sabbah'ın
izleyicilerini darağaçlarına göndermekte tereddüt
göstermeyecektir.
Genel olarak askeri-merkezi feodal bir devlet olan
Osmanlı'da yerleşim yerleri ordu garnizonlarının
yanında olur ve ekonomik yaşam, ağırlıklı olarak
bu ordunun ihtiyaçlarına göre örgütlenirdi. Ulema
ve esnaf, devletin ihtiyaçlarına yanıt veren bir
örgütlenmenin unsurları olarak yeni süreçte önemli
işlevler yüklenirken, sadece Dervişanlar bu ilişkilerin
dışında kaldı.
Bütün isyanların bastırılmasını şevkle izleyen bu
şehirliler, artan sınıfsal farklılaşmaya paralel
olarak yoksullaşmışlar ve kendileri de harekete
geçmişlerdir. Fakat bildikleri tek yöntem olan Saray'da
kadro değişiminden başka bir şeye yönelememişler,
bundan başka bir şey yapamamışlar ve o çarkların
arasında öğütülerek tasfiye edilmişlerdir.
Hatta Patrona'nın Padişahı Rusya Seferi'ne ikna
etme çabasında da, bu tasfiyeyi sezinleyip uzaklaşma
eğiliminin olduğunu, oldukça rahat ifade edebiliriz,
yoksa yazarın iddia ettiği gibi gazilik aşkı ile
yanan bir Patrona yoktur karşımızda... Yazarın bu
hareketi tarihsel seriye dahil etmesinin nedenlerinden
biri, İslami karakterli halk hareketi bulmaktaki
zorluklarından kaynaklanmaktadır. Yoksa 1856'da
ilan edilen Islahat Fermanı'na tepki olarak Ulema
içinde gelişen Fedailer Hareketi'ne kadar, beklemek
zorunda kalacaktır. Burada, iktidar ilişkilerinden
yavaş yavaş dışlananların tepkisidir sözkonusu olan.
Uygulanmasını istedikleri, Ferman'la iptal edilen
eski şeriat yasalarıdır. Gayri-müslimlerle hukuki
eşitliğe dahi razı olmayan tutumları ile, bu hareketi
meşrulaştırma çabalarının anlaşılır hiç bir nedeni
yoktur.
Çünkü, bir halk hareketi de değildir.
Bunu izleyen çalışma ise, serinin en hacimli çalışmalarının
2. Abdülhamit'in fikir babası olduğu İslam Birliği
Hareketi'dir. Burada da ciddi bir halk karakteri
yoktur. Emperyalist-kapitalist sömürgeciliğe karşı
islam aydınları arasında tartışılan bir projedir.
Ciddi bir etkisi yoktur. Hızla büyüyen Genç Osmanlılar
hareketine karşı Abdülhamit'in uyguladığı politikalardan
biridir. Özünde hilafet ve saltanat taraftarıdır.
Şeriatçı Ulema'nın iktidar aygıtından tasfiyesinin
önemli adımlarından biri olan 1908 sürecinde, bu
kesimin reaksiyonu, İttihat-ı Muhammedi Hareketini
kurarak yanıt vermek olmuştur. Bu kesim, İngilizlerin
yoğun olarak desteklediği Hürriyet ve İtilaf Partisi
içinde de bulunmuştur. 31 Mart Vakası'ndan sonra
Hareket Ordusu'nun yeniden İstanbul'a yürümesi üzerine,
tasfiye edilmişlerdir.
İslamcı yazarın en "çarpıcı" incelemesini
ise 'Anadolu Halk İsyanları' başlığı altında 1919-1921
dönemini incelemesi oluşturmaktadır. Yazar bu dönemde
ortaya çıkan "Anzavur, Düzce, Gediz, Yozgat
İsyanlarını, İslami Hareket" kapsamında değerlendirerek
sahip çıkıyor ve "Bolu Düzce ve Yozgat Ayaklanmalarını
bastıran ve cinayetler işleyen kişiden Çerkez Ethem
olarak bahsedilir" diyerek, bunların çoğunu
bastıran Çerkez Ethem'i suçluyor. Bu bastırma harekatları
sırasına kadın, çocuk herkesin öldürüldüğünü yazıyor
ama unutuyor ki; Çerkez Ethem Yozgat İsyanı'nı bastırdıktan
sonra Yozgat Valisi'nin M.Kemal'le olan ilişkisini
çözünce isyanın karmaşıklığı ortaya çıkmıştır. Aynı
çalışmada, daha sonraları tasfiye edilen önderlerinden
bahsederken, Çerkez Ethem'in de adını anıyor. Aslında
bu dönem Anadolusu, bir sınıf mücadelesinin ateşiyle
kavrulmaktadır.
"Bu ilçede kotarılan bir mizansenle, cahil
halkın son dini sığınağı olan tasavvuf da sindirilmiş
oldu."(l6)
Tarihsel dizinin son kitabında yapılan bu saptama,
aslında İslamiyetin halkta yarattığı sonuçları tanımlaması
açısından oldukça ilginçtir.
İslamiyetin katı kalıpları içinde cendereye alınan
halk, bilgilenmenin ve anlamanın sonucunda, yaşamı
kendi öz etkinliği olarak düzenleme sürecinden mahrum
kalır ve tasavvufun kucağına itilir.
"Ulema", halkın cehaletinden büyük bir
memnunluk duymaktadır ve bu durumun sürekliliğini
sağlamak için elinden geleni yapmaktadır; çünkü
geleceğinin bu cehalet içinde saklı olduğunun bilincindedir.
Halkın çözülen cehaleti Ulemanın dayanaklarını birer
birer ortadan kaldıracağı için, Ulema yüzyıllarca
bilime ve aydınlanmaya düşman olmuştur.
"16. yüzyılın sonlarında sadece düşünce ve
inançları yüzünden üç kişi idam edilmiştir. Bunlardan
biri İstanbul'da Behram Kethüda Medresesi Müderrisi,
Nadajlı Sarı Abdurrahman adlı bilim adamıdır. Sarı
Abdurrahman, evrenin sonsuzluğuna ve bu evrende
tabiat kanunları üzerinde herhangi bir olayın olamayacağına
inanıyordu. Bu düşünceleri yüzünden zındık (Allah'a
ve Ahirete inanmayan) olduğuna karar verildi ve
1601 yılında idam edildi."(17)
16. yüzyılın en önemli rasathanelerinden biri olan
Tophane sırtlarında, Takiyüddin'in (1520-1585, Matematikçi
ve Astronom) kurduğu rasathane gözlemlerine başladıktan
sonra İstanbul üzerinde kuyruklu yıldız görülmesi,
ardından 1578'de şehirde veba salgını başlaması
üzerine, zamanın Şeyhülislamı Ahmet Şemsettin Efendi
rasathanenin kapatılması için fetva veriyor. "Gözlem
yapmak uğursuzluk getirir. Evrenin sırlarını küstahça
anlamaya cüret etmenin vahim sonuçları açıktır.
Gözlem yapılan hiçbir memlekette mamur devletin
tahrip olmadığı ve devlet yapısının zelzeleye uğramadığı
görülmedi."(18)
Molla Lütfı, bir ders sırasında kendi namazlarının
boşyere eğilmek ve kalkmak olduğunu, Hz. Ali'nin,
savaşta ayağından yaralanmasından sonra okun çıkarılmasını
istediğini, fakat acısına dayanamadığını, ancak
namaz kılarken çıkarılınca hiç bir acı hissetmediğini
ağlayarak anlatmıştır. Eleştirdiği bazı kimseler
ise onu dinsizlikle suçlamış ve 1494 yılında idam
edilmesini sağlamışlardır. (19)
16.yy'daki bu üç örnek bile, İslamiyetin Anadolu'daki
tarihini sonuç olarak cehaletin tarihi olarak değerlendirmeye
yeterlidir.
Resmi devletçi geleneğin halk arasında yaygın olarak
bilinen imajının bugün açısından uzun süre hareketin
sorunlarına yanıt olamayacağının bilincindedirler.
Dolayısıyla, "Halk Hareketi" kavramına
ve bunun sonucu olarak yerli olunduğunun kanıtlanmasına
ihtiyaç duymaktadırlar. İslami Hareketin önemli
paradokslarından biri olarak yedilik kaygısı, İstanbul'un
fethinin bilmem kaçıncı yıldönümünü kutladıkları
sürece, hep boynunda sallanan bir zincir olarak
duracaktır.
İslamcıların köksüzlük "suçlaması"
ve sol
Solun özellikle entellektüel çevrelerinin, sağın
bu alandaki "suçlamaları" karşısında ciddi
bir rahatsızlık geçirdikleri; bu çevrelerin derli
toplu olan kesimlerinden biri olan Birikim Dergisi'nin
özel bir sayı ile bu "suçlamalara" teorik
bir yanıt verme gereksinimi hissetmesindende anlaşılmaktadır.
Hatta bu çevre, solun bazı kesimlerince "ecnebilikle"
(Aydın Çubukçu) suçlandıkları ve bunun Aydınlıkçıların
milliyetçi zihnine kadar uzandığının altını çizmektedir.
Pratik dar kafalılığın sol muhafazakarlık ürettiği
söylenmektedir.
Aslında içine arz-ı endam edilen mevzu, solun toplumsal,
siyasal süreçteki "marijinalliğinin" kronik
olarak ürettiği çözümsüzlüğüne neden bulmakla yakından
ilintilidir.
Ama gerçekten sorunun ortaya konulusu zannedildiği
gibi doğru mudur? Yani sol, yerli olmadığıdan dolayı
mı böyle kronik bir vaka içinde debelenip durmaktadır?
Yoksa gerçekten kendisini üretmekte olmazsa olmaz
olan evrensel değerleri erozyona uğrayıp "yerlileştiği"
için mi bu durumdadır?
Eğer tartıştığınız sorunu somut pratikten koparıp
varolanı kabullere dayalı kavramsal bir alana hapsederek
tartışırsanız, kavramların tutsağı olup, yaşamsal
dinamiklerden koparak, iddiaları kabule dayanan
bir zeminde kendinizi boşuna kanıtlamaya çalışırsınız.
Çünkü sol, giderek daha fazla yerlileşmektedir.
Kendisini ve içinde yüzdüğü kesimleri dönüştüremeyen
sol, iki koldan yerlileşerek "yerelleşmiştir".
Birinci kol, legalleşme dalgası üzerinde yüzenlerdir.
Burada, hareket alanı iyice daralan/daraltılan sol
grupların birlikte yaşayabilecekleri, birlikte devam
edebilecekleri bir tarzın örgütlenmesi, sadece düşünülmüştür.
Ve siyasal etkinliğin devamlılığı anlamında 'çoğulculuk'
olarak da anlatılan bir önkabuller zinciri ile yerel
olanın kutsanmasını çağrıştıran söylemler baştacı
edilmiştir. Bu coğrafyada şekillenen özellikleriyle,
birlikte bir taşı dahi kaldıramayan insanların birlikte
bir bina inşa edebilmeleri hayalleriyle süslenen
yollarda yürümek de, kolayca görülebileceği gibi
pek mümkün olamamaktadır.
İkincisi, tarikatlaşma dalgası!.. Evrensel değerlerin
erozyona uğradığı koşullarda ideolojik yeni yönelişlerle
varlığını sürdürmeye çalışmak. Örneğin Arap Halkının
kurtuluşunu benimseyen THKP-C(ACİL), Aleviliğe yönelen
TKP-İşçinin Sesi, Ortadoğu tipi bir örgüt ve önderlik
anlayışının geliştiği popülist DHKP-C, soldaki ufuk
kararmasını tipik örneklerindendir.
Şu iyi bilinmelidir ki, solu bu topraklarda üreten,
evrensel değerlere yaptığı vurgu etrafında somut
sınıfsal taleplere çözüm önerileri sunabilmek olmuştur.
"Somut koşulların somut tahlili", ütopya'ya
giden yolda 'yerelliğin' bilince çıkarılması ile
mümkündür.
İşte bu yerlileşme-yerelleşme ilişkisinin bazı momentlerde
ortaya çıkardığı ittifaklar ve çağrılar inanılmazlıklar
sınırlarını da aşarak, 'Sünni Halkımıza', Alevi
Halkımıza' yapılan çağrılara kadar uzanmıştır. Müslümanlara
yönelik en büyük zulmü biz görüyoruz, o zaman gelin
bizlere katılın, anlamına gelecek çağrılar yapılmıştır.
Değerlerin de giderek erozyona uğradığı bir savrulma
hattı oluşturulmuştur. Bir yanda etkinlik yürüten
militanlarına 'kadınlar için akşam 9, erkekler için
akşam 11' gibi 'eve girme saatleri' belirlenmiştir.
Bir başka kesim ise özgürlüğün cinsellikte olduğunu
'keşfederek', çirkin bir doyumsuzluk girdabının
içinde ömür tüketir hale gelmiştir.
Etik anlamda, bizim gerçek insan ilişkilerinin geliştirilmesinden
ve üretilmesinden bahsetmemiz gerekiyor. Ahlak,
çoğu kez, kötülüklerin içinde yüzenlerin gereksindiği,
iyi gözükmenin getirdiği bir sızlanıştır.
Devrimci harekette de asıl olarak bu yöndeki tartışmalar
çaresizlik koşullarında ortaya çıkmıştır ve kaybedilen
insiyatifin yerini almıştır. Sürece insiyatif koyamamanın
ortaya çıkardığı kendini koruma mantığı ile salt
ahlaksal bir zeminde bulunma kaygısından başka bir
şey değildir.
Devrimci insanın örnek ve yaşam bilincinden kaynaklanan
gelişkin ahlak anlayış ve davranışlarının olağanlığının
yerini, mücadele dışı bir ortamda, ahlakçılık almıştır.
Yani, mücadele içinde, bilinç etkinliği ve gelişimi
içinde zenginleşen ahlak tarzı terkedilmiş, devrimci
düşüncenin yerini ahlakçı düşünce tarzı almıştır.
Hem de, gelişkin değil, dar, katı, sınırlayan, geliştirmeyen,
halka inme söylemleri içinde gericileştirilen bir
ahlakçılık... Devrimci tarzda varoluşun çizgilerinden
biri olarak değil, salt bir varoluş biçimi olarak
algılanan bir ahlakçılık!
Devrimci sosyalist hareket, kendini yeniden üretimin
gereksindiği ahlaksal kopuşu gerçek ilişkilerin
örgütlenmesine yöneltemediği anda, iyi-kötü karşıtlığında
kavramsal çatışmanın tuzağına düşer. Sınıfsal geçirgenlik
düzeyi yüksek olan belirsizleştirici ahlaki kavramları,
varoluşunun temeline oturtur. Şeyleşme-hiçleşme
süreçlerinde yitirilen perspektifin yerini, düzen
hızla doldurur.
"Biz ve onlar", tarihsel dönemler
Burada sonuç çıkarmak ve sınıf mücadelesinin bir
bileşenine dönüştürmek üzere, 60'ların sonunda ve
70'lerin başında dünyayı saran devrimci dalganın,
dini düşüncenin evrilerek kırılması yönünde (diğer
belirleyici etkenlerin yanında) önemli bir işlevi
olduğu görülecektir.
Bunun için, iki önemli dini akımdan politik-pratik
olarak dışavuran eğilimleri incelemek, fikir vermesi
açısından önemlidir.
60'ların sonlarında Latin Amerika Kiliseler Konseyi'nde,
açıkça yoksulların yanına geçen bir eğilim ortaya
çıkmış ve daha sonraları, özellikle Brezilya'daki
güçlü eğilimi ile Kurtuluş Teolojisi olarak adlandırlacak
bir akımın geliştirilmesini sağlamışlardır.
Bu akım, açıkça yerel oligarşileri yoksullar nezdinde
mahkum etmiş ve onlarca örneğinde de görüleceği
gibi bizzat gerillaya katılarak mücadelenin içinde
yer almışlardır.
Bu akımın etkisi, Latin Amerika, Orta Amerika ve
Filipinler'e kadar uzanmıştır. Geleneksel kalıpların
dışına çıkarak, Marksist kaynakları referans olarak
kullanarak yeni bir varoluş biçimi geliştirmeye
çalışmışlar, marksizmin artı-değer ve sınıf mücadelesi
analizlerini "manevi ürün" kavramı ile
harmanlayıp sistemin karşısına geçmişlerdir.
Keza, aynı tarihlerde İran'da ortaya çıkan Halkın
Mücahitleri, ekonomik olarak artı-değer teorisini
İslami inançla birleştirmeye çalışmışlar, 80'lere
doğru içlerindeki bu çelişki, marksist bir grubun
ayrılması ile bitmiştir. Öte yandan 70'lerin ikinci
yarısında, yaşadığımız coğrafyada İslamcı kesimlerde
görülen ve kendilerini tanımlamakta kullanılan "Biz
Yeşil Komünistiz" sıfatı da bu tarihsel dönemle
ilişkilidir. Hegemonyanın uzandığı alanları göstermesi
açısından da bu alan, ilginç veriler sunmaktadır.
Tüm bu tarih bize göstermektedir ki, eğer 90'ların
başlarından itibaren devrimci hareketi yeniden organize
edebilseydik, İslami hareketin etkilediği yoksulları,
90'ların sonlarında devrimci hareketin etki alanına
sokabilirdik. Çünkü İslami hareket, "Adil Düzen"
vaadi ile, solun en önemli amaçlarını kendi argümanları
haline getirerek bu kadar geniş bir alana yayılmıştır.
Dikkat edilsin, asıl olarak da devrimci hareketin
açmazlarının kronikleştiği yıllarda seçim başarılarını
elde etmişlerdir. (1994)
Ve özellikle Sünni Gelenek olarak bilinen devletçi
gelenek içinde, bu akım çok önemli mevziler kazanmıştır.
Serbest Piyasa ekonomisini açıkça kutsayıp "Avrupa
yollarına" düşünce harekette bir çatlama olmuş,
yeni arayışların önü, İslami yeraltı örgütlerine
karşı yürütülen operasyonlar ve medyanın kışkırttığı
ahlaki teşhir süreçleri ile kesilmeye çalışılmıştır.
Son dönem Hak-İş başkanının ağzından dökülen sınıf
mücadelesi argümanlarına dikkat etmek gerekmektedir.
Burada, bu insanlarla yapılan tartışmaları dini
inanç eksenine oturtmak kadar ahmakça bir şey olamayacağı
oldukça açıktır.
Fakat ne yazık ki bizim 'sol'un bazı grupları, işi
buralara kadar götürmektedir.
Hayat, herkesi ağır ağır sınıf mücadelesinin içine
çekmektedir ve biz asıl olarak bu alandan bir mücadeleyi
örgütlemekle yükümlüyüz.Ve sınıf mücadelesi, gerçek
saflaşmaları belirleyecektir.
Dipnotlar:
(1) Yeni Ufuk, Haziran 1997 (Aktaran Nuray Mert,
Birikim Sayı 111-112 sayfa 101)
(2) İslam Felsefesinin Kaynakları S.118 Y. Kumeyr,
Çev. Fahrettin Olguner, Dergah Y. Çağdaş İslam Düşüncesi
(3) İslam Felsefesinin Kaynakları S.113 Y. Kumeyr,
Çev. Fahrettin Olguner, Dergah Y. Çağdaş İslam Düşüncesi
(4) Bir İslam Felsefesi Var mıdır? Ahmet Arslan,
Felsefe Yazıları.Yazko, 2.Kitap
(5) Bir İslam Felsefesi Var mıdır? S.33 Ahmet Arslan,
Felsefe Yazıları,Yazko, 2.Kitap
(6) Mani inancının temellerinde, Hz. İsa'nın talebelerine
haber verdiği Feraklit, yani Ruh-ul Kudüs olduğunu
iddia eder. Peygamberlerden Adem, Şit, Nuh, İbrahim
ve Buddha'ya, Zerdüşt'e, İsa'ya, Havari Pavlos'a
inanır. Fakat Musa'nın peygamberliğini kabul etmez.
Hayvan eti yemek, onlara eziyet etmek, içki içmek
ve evlenmek, bırakılmalıdır. Manilik, Batı'da Afrika'ya,
Doğu'da Çin'e kadar yayıldı. Emeviler onları takibe
aldı. Abbasiler ise kendilerine zındık diye hücum
etti.Zerdüşt, Hayr ile Şer'in kavgasında Hayr'ın
kazanacağını söylüyordu, fakat Maniler, Şer'in galip
geleceğini ve bunun için de neslin kökünü kurutmak
gerektiğini savunuyorlardı.
(7) Z. Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk
varlığı S.138
(8) Z. Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk
varlığı, S.140
(9) agy.231 (10) agy. 237 (11)agy. 143 (12)agy.113
(13)agy.127 (14) agy. 127 (15)agy.124
(16) Devrimlere Tepkiler Ve Menemen Provakasyonu,
Anadolu İslami Hareketleri 8, Tüm Eserleri 11, Denge
Y, S.8
(17) Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim Remzi
Kitapevi, İstanbul, 1982 s.34
(18) agy. S.22
(19) Osmanlılarda Bilim, Osman Bahadır, Sarmal Y. |
|
|
|
|
|
|
|