Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Rıfat AKKAYA

Geçtiğimiz yıl, önce MGK tarafından Milli Güvenlik İç Siyaset Belgesi'nde tek parçalı olarak tarif edilen "irtica tehlikesi", politik gündemin eksenine biraz da zorla itilerek oturdu.
Gündemin başlangıcında, "aydın" kesimin tamamına yakını "şeriat tehlikesi" ile yatıp kalkmaya başladı. İran'da vinçle infaz edilen idam cezaları defalarca televizyonlarda gösterilmekte, Afganistan'da Talibanların, Cezayir'de FİS'in yaptıkları birbiri ardı sıra dizilmekteydi. Bütün bunları, sanki yeniden keşfeden devlet, gündelik yaşamın içine taşıyarak bilinçlerde yarattığı şeriat tehlikesi ile yeni bir saflaşma yaratmayı hedefledi ve bunu krizden çıkışın can simidi olarak gördü.
Gerçek bir şeriat tehlikesinin varlığı ise ciddi bir tartışma konusudur. Bunun için devletin kendisinin açıkladığı verilere iyi bakmak gerekiyor. Sorun gerçekten emekçi saflarda ideolojik yanılsama üzerinde bilinç üretilmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu kesimin "en ciddi" eylemleri arasında Maraş Katliamı'nı, Sivas'ta 34 ilerici devrimci demokrat aydının yakılmasını anımsamak ve doğru değerlendirmek gerekir.
O yıllarda 'şeriat tehlikesi'nden asla söz etmeyen ve 'teşbih tutan ellerin silah tutamayacağını' ilan eden devlet, PKK'nin çözülüş süreciyle birlikte yüzünü 'şeriata' döndü ve PKK'nin teslimiyet kararından sonra şeriat güçlerine yönelimi ciddileşti.
Biraz geriye gidersek;
29.01.1999 tarihinde atv'de yayınlanan 'Siyaset Meydanı' isimli programın içeriği, Osmanlı Devletinin kuruluşunun 700. yıl kutlamalarının başlaması idi. Daha yaklaşık 4 ay önce Cumhuriyet'in 75. yılını kutlayanlarla bu kutlamalara katılanlar arasında siyasi yelpazenin tonları olarak çok fazla fark yoktu. Her ikisi de devlet töreni olarak kutlanmaktaydı.
Devlet, özellikle "İslami" kesimle barışma yoluna girdiğinin ilk işaretlerini verdiği günlerde İslami sermayenin temsilcilerinden Jet-Pa Genel Koordinatörü, İstanbul'da 'Türkiye Siirtliler Grubu' adı ile "Doğu'nun Kalkındırılması Projesini" başlatıyordu. Tartışmanın odaklandığı nokta esas olarak T.C'nin Osmanlı geçmişi ile barışmasıydı.
Bunu günümüz güncel politikasına tercüme edersek, Siyasal İslamın legal temsilcisi olan FP ile siyasal barışmaya tekabül ettiği açıkça görülecektir. Bunun da, seçim sürecine doğru giderken HADEP ve ÖDP'nin yolları ayrıldıktan sonra HADEP hakkında açılan kapatma davası ile eş zamana "rastlaması", sürdürülen operasyonun aktörleri ve kapsamı hakkında yeterli ipuçlarını vermektedir.
"Siyasal İslam", ekonomik tabanının entegrasyonu sonucu, kendisini bu noktaya getiren tabanla bağlarını, "Adil Düzen" söylemini terk edip, Serbest Piyasa Ekonomisine yönelerek atmıştır. "İade-i İtibar" sürecinde, Misak-ı Milli 'nin korunması ekseninde KUKM, kendilerine oldukça önemli bir dayanak sağlamıştır. Laik bir güç olarak legalleşmiş bir PKK'nin ise "laik"sistemin yeniden üretilmesinin yeni ve dinamik bir gücü olacağı açıktır. Böyle bir gelişme FP'ni biraz daha zorlayacaktır.
Ama şurası da kesindir ki, İslami düşüncenin çeşitli versiyonlarının etkilediği oldukça
geniş bir yelpaze vardır. Bu arada, İslami kesimdeki farklı duruşların bir geçici fiili ittifakından söz edilebilir. İslami hareket kendini bir "halk hareketi" olarak tanımlayabilmek ve var edebilmek açısından, emek ağırlıklı bir hareket olduğunu iddia etmiştir. En bulandırılmış örnek olan Refah Partisi'nin "Adil Düzen" önermesinde olduğu gibi, toplumun vicdanında yankılanan "adalet" ihtiyacına, açlığına, duygusuna, sistem değişikliği formülü ile yanıt olmak istemiştir. Birçok İslami grup da, sistemin içine girdiği açmazlardan, ancak 'batıcılık terk edilerek kurtulunabileceğini' vaaz ederek varlık ve yaşam şansı bulmaktadır.
Bunların içinde İBDA-C, Hizbullah, İslami Hareket "yasadışı silahlı muhalefeti" örgütleyerek, toplumu "İslami devrimle" yeniden kurma iddiasını öne sürüyorlardı.
MNP-MSP-RP-FP çizgisinin durumu ise oldukça net olarak ortadadır. Bunlara Nakşiler, Süleymancılar gibi tarikat örgütlülüklerini eklediğimizde, tablo giderek büyümektedir. Bunların arasındaki "yol" farklılıklarına rağmen tarihsel sürece bakışlarında bir çok ortaklık vardır. Bu da asıl olarak islam ümmetinin bu coğrafyada yaşadıkları ile yakından ilintilidir. Örneğin, Hıristiyan halklara karşı aşağılama sıfatlarını, hepsinde görmek mümkündür. Ya da Şeyh Said İsyanı'nın 'bir İslam kıyamı olduğu' söylemini...
Girişim Dergisi'nin bu çerçevedeki yazıları ya da Mustafa İslamoğlu'nun araştırması hep aynı yöne çıkmaktadır. Bu, asıl olarak bugün çok farklı bir tarihsel çıkış yaşayan İslami hareketin saflarındaki emekçi yoğunluğunun bir sonucu olarak gereksindiği tarih bilincini oluşturmuştur. Öte yandan bu tür yaklaşımlar, yaşanmış ve emekçilerin nezdinde önemli bir prestiji olan halk hareketlerini İslami hareket olarak ele alma biçiminde dışa vurmuştur. Aynı durum, tam tersi için de geçerlidir; bazı çevreler tarafından İslami nitelikli bir çok hareket, halk hareketi olarak lanse edilmektedir.
İslamcı çevreler, geleneksel İslami düşüncenin Osmanlı kökenini saltanata karşı olan şeriatçı hareketle aşıp, devlet ve sistem karşıtlığını bu yolla tarihsel olarak kanıtladıktan sonra, gerici amaçlarını bugün yoksullara bir devrim projesi olarak sunabilmenin avantajlarını görmüşlerdir.
Mevcut durumun İslami hareketi böyle bir zemine sürüklemesi ile, düzenin, İslami ve İslami güçleri kullanma tavrının kritik kesişme noktası, böylece oluşmaktadır.
Bu sürüklenme, siyasal sürtünmelere neden oldu ve islamcılar, aynı topraklarda hareket etmek zorunda kaldığı solu, geleneksel Batıcılar arasına yerleştirip onu da "yerli" olmamakla suçladılar. Zaman zaman evden kaçan "yaramaz" çocuklara yapılan "eve dön" çağrılarını, sola yönelik olarak, kendine güvenlerinin arttığı 90'ların başlarında çokça telaffuz eder hale geldiler. Bu tür söylemler, daha çok sonradan İslami saflara geçen "hidayete erenler" tarafından, yıllardan beri dile getiriliyordu.
Fakat bu durum, o yıllarda İslami dergilere kapak olacak boyutta bir geçirgenlik kazanan sınırların şeffaflaştığı dönemde, daha da hissedilir oldu. Sözgelimi, onların zihinlerinde zuhur eden batılılaşma mitosunun çekiciliğine kendini kaptırıp daha sonra saflara "dönen" Yahya Kemal, "eve dönen adam" olarak anılır.
Dolayısıyla, yok olma duygusuyla" ve üşüyerek evden kaçanlara, evdekileri zelzele ile başbaşa bırakma şuursuzluğundan tez uyanarak, eve dönüşü tavsiye etmektedirler. Ya da, Kant'a dayanarak Türk aydınının kendi aklını değil, Avrupalı'nın aklını kullanmayı aydınlık zannettiğini va'zetmekten geri durmazlar.
"Bu gazetenin belkemiğini, Türkiye'nin düşünce yelpazesinde önemli bir yer tuttuğu halde, basın dünyasında layıkıyla ifade edilmeyen bir fikir oluşturuyor. Bu fikir, tek kelime ile kaynağını bu milletin tarihi devamlılığı kaynağında bulan 'yerlilik' düşüncesidir."(1) diyerek bir tarihsel süreklilik kurgusu zihinlerde oluşturulmaya çalışılıyor.
Gerçekten bakıldığında, 1400 yıllık bir "tarih"ten söz etmek mümkün, ama...
"Laik Cumhuriyetin" bekçilerinin, hem solun potansiyelini en geri noktalarda tutmak, hem de denetim dışı yükselmeye başlayan İslami dalgaya karşı kullanmak için Alevilik dalgakıranını keşfedeli bir 10 yıl kadar oluyor.
8 Mayıs 1999 tarihli Hürriyet'te Zeynel Lüle, 'Bektaşilik yani Alevilik, tamamen Anadolu'ya has bir düşünce akımıdır' diyerek, bugünkü sistemin yeniden üretilmesine tarihsel dayanaklar aramaktadır.
Tarihsel sürekliliği olan bir çatışmayı ister istemez güncele taşımak zorunda kalmaktadırlar. Üstelik insan sevgisi, kardeşlik, eşitlik ve haksızlığa karşı olmak üzerine kurulmuş bir felsefe türü olduğunu belirterek... Saydıkları bu dört özelliği ise "çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak" ve "yurtta sulh cihanda sulh" söylemlerine yamayarak, Atatürkçülükle Aleviliği aynı felsefenin değişik versiyonları olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ve doğal olarak Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu'nun Türkiye'nin AB'ne girmesini destekleyen bir toplantıyı Avrupa Parlementosu'nda yapmasına şaşmamak gerekir.
Peki İslami hareket 'yedilik' kavramı üzerinde neden bu kadar ısrarlı bir ideolojik duruş gerçekleştirmektedir? Sünni İslamın dışındaki tüm düşünceleri -milliyetçi, faşist, laik, sosyalist vs.- Batıcılık kapsamı içinde değerlendirmektedir. İslami düşüncenin gerçekten de bu topraklarda ciddi bir yerlilik kaygısı taşıdığı ortadadır.
Prof. Dr. Ali Sevim'in "Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah" isimli çalışmasının 2 sayfalık önsözünde, tam 16 kez 'fetih' sözcüğü geçmektedir. Bizzat kavramın kendisi, yedilik olgusunu coğrafi-kültürel olarak dışladığı için, buraların hep asıl sahipleri olduğu düşüncesi, İslami düşüncenin bilinç altında süregelmiştir. Eğer bir süreklilikten söz edilecekse, bu bilinçaltı, tam da o noktaya denk düşmektedir. İstanbul surlarının yıkılması gerektiği önerisini, RP'li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, bir gün Yunanlıların buraları kendilerine ait olduğunu iddia edebilecekleri savına dayandırabilmiştir.
Ayrıca Osmanlı'nın ağırlıklı olarak halka yabancı İran, Arap ve Bizans saraylarının harmanlanması olan kültürü ve dili, Anadolu'da yaşayan emekçi halklara hep yabancı olmuştur. Osmanlı devletleşirken ortaya çıkan ortaklık, devletleşme ile bozulmuştur.,Horasan, İran üzerinden geçerken, buralarda Arap-İslam yayılmasına karşı direnişlerde ortaya çıkmış olan Batıni mezheplerle ilişkiler kurmuş ve bu düşünceleri Anadolu içlerine kadar taşımışlardır. Bu Batıni-Alevi gelenek, Anadolu'da yaşayan hıristiyan halklarla eşitlik temelinde bir ilişki geliştirirken, İslamlaşmış göçebe beyleri, 'akıncılar' olarak, 'küffara karşı akınlara' devam etmişlerdir.
Yerlilik, aynı zamanda emekçi ve eşitlikçi karakteri ile evrenseldir. Onun için Batıni-Alevi Türkmenler, Hıristiyan halklarla çatışmadan yeni geldikleri toprakları ortak olarak kullanmışlardır. Toprağı sahiplenen ve mülkiyeti dayatan, İslam-Türk eğilimli egemen sınıftır. Tarih doğru irdelendiğinde görülecektir ki, bu coğrafyada her çıkan başkaldırıda, farklı dinler ve dillerdeki Anadolu yoksullarının kader birliği vardır.
Emekçi ve eşitlikçi karakter göstermeyen her düşünce gibi Sünni İslam da, kendini hep buralara yabancı hissetmiştir. Kendisine bunu militan tarzda hatırlatanlarla da "soykırım tarzı" ile hesaplaşmıştır.
Bu tarihin de artık onlar için bütünlüklü bir sahiplenme içeremeyeceğini hisseden bazı kesimler, ağır aksak da olsa bu tarihin sahiplenilemeyecek bir çok zaman diliminden söz etmekte, bunun çerçevesini ise "ne muhafazakar-övgücü, nede batıcı-sövgücü yaklaşımlara prim vermek gerekir" diyerek çizmektedirler.
Peki tarihsel sürece bakışları nedir? Tarihi nasıl algılamaktadırlar?
Bunun için, ilginç bir seri olan 'Anadolu İslami Hareketleri' çalışmasında, Mustafa İslamoğlu, Osmanlı Devleti'nden bugüne "muhafazakar-övgücü ve batıcı-sövgücü" anlayışlara karşı yeni bir tarih bilinci oluşturmak "iddiası" ile yola çıkmıştır. Onun tezleri, muhalif islamcıların, Osmanlı devlet ve saltanat geleneğini reddedenlerin tarihsel dayanak arama çabalarının örneği olarak, genel bir eleştirinin maddesi olabilecek özellikler taşımaktadır.
Bu çalışmada yer yer marksist tarih anlayışına da göndermeler yapılarak; "tarihi materyalizm" ile de "hesaplaşılmaktadır."
"Bu milletin 1400 küsur yıllık tarihi", "bu toprakların tarihi iman-küfür mücadelesinin tarihidir" denilmektedir. Böyle bir tarihsel süreci, ister istemez insanın mutluluğu ile ilişkili olarak evrensel bir alana taşıma ihtiyacından dolayı, "insanın mutluluğunu amaçlayan İslamın yüce hedefleri, İslami hareketlerin de hedefleridir" soyutlaması yapılmaktadır. Böyle bir ön tanımlama yapılınca, doğal olarak şu sonuca varıyorlar: "İslami Hareket, yeryüzünün en uzun ömürlü en yaygın hareketidir. "(S. 10)
Böyle 'soylu bir tarihsel geçmiş', Osmanlı'nın yıkıntıları üzerinde yükselen güdümlü yönetimlerin "tarihsel kök" bulma çabalarını, beyhude bir çaba olarak yorumlamaktadır. Bu alana marksistleri de dahil ederek. 'İslami hareketin kıyam dolu tarihinden herkesin yararlandığının, fakat bundan bir tek İslami hareketin yararlanamadığının'altını çizmektedirler. (S.12)
Fakat, iddia ettiği bu "İslami kıyamları" sahiplenen bir marksist gelenek bu topraklarda yoktur. Üstelik bu hafif yaklaşımlarıyla, hem marksistleri hem de şovenist-faşist hareketleri aynı kefeye koyarak, bir çırpıda ikisini birden tuş etmenin keyfini yaşamaktadır.
Gereken tarih bilincinin, Batı'ya atfen kaybedilen mücadelenin yeniden inanç zeminine çekilerek kazanılabileceği düşünülmektedir. Bu da, günümüz Anadolu'su ile Osmanlı öncesi "Gazilerin", "Ahilerin" ve "Derviş-Gazilerin" fethe çıktıkları 11. ve 12. yy. Anadolusu'yla ilişkilendirilerek yapılmaktadır. Yani Anadolu'nun yeniden fethedilmesi!.. Yabancı bir söylem değil. T.C.'nin Kuruluş sürecinde Anadolu'nun Türkleşmesinin ve etnik temizliğinin önemli simalarından Eşref Kuşçubaşı da yapılanları, "Anadolu'nun Yeniden Fethi" olarak değerlendirmişti.
Bitmeyen bir "fetih ve talan aşkı", devlet geleneğinin her versiyonunu derinden sarıp sarmalamıştır. Bugünkü panoramaya biraz dikkatli bakıldığında, Ahilerin MÜSİAD, Gazilerin en genel anlamı ile MNP-MSP-RP-FP geleneği olduğu, açıkça görülmektedir. Derviş-Gazilerin yerini, Sünni-Sufilerin ve tarikatların faaliyetleri doldurmaktadır.
Asıl Dervişan geleneğinin izleyicileri ise, bugün kendilerini devrimci-demokrat-sosyalist gelenek içinde ifade etmektedirler...
Bu ideolojik-politik-ekonomik üçlü sacayağı, aslında tarihsel anolojinin iç tutarsızlığını göz önünü sermektedir.
11.yy'ın Anadolu'su, çözülmekte ve çökmekte olan Bizans İmparatorluğu'nün feodal üretim ilişkileri içindeki geniş köylü kesimlerinin, Bizans tekfurlarına karşı nefret potansiyeli taşıdıkları bir tarihsel dönemdi. Bugünkü Anadolu ise, uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası olarak, "karşılıklı ekonomik bağımlılık" ve "karşılaştırmalı üstünlükler" gibi teoriler etrafında, kapitalize edilmenin sonucu olarak, bir sürekli kriz içinde yüzmektedir.
MÜSİAD'ın üzerinde yükseldiği zemin, IMF, Dünya Bankası ve uluslararası bankaların 'Özelleştirme' adı altında emeğe karşı başlattığı genel saldırı ortamında güçlendi. Örgütlülüğü kırma ve sendikasızlaştırma politikalarının taşıyıcıları olarak "Küçük ve Orta Ölçekli İşletmelerin" desteklendiği bu yıllarda yatırım fonları oluşturulması sonucunda, "Anadolu Kaplanları" olarak ortaya çıkan İslamcı işletmeler, Tekelci Sermaye gruplarının alanına müdahale eden bir genişleme gösterince, siyasal taleplerini de arttırmaya başladılar. Sahip oldukları yeni ekonomik güçler ölçüsünde, kendilerini siyasal alanda da ifade etme isteği içine girdiler.
Yani gerçek ilişkilerin doğasında, Batı'nın bir çocuğu olarak yeniden doğmuştur İslami Hareket.
Esas olarak Komünizm tehlikesine karşı örgütlenen "Yeşil Kuşak" politikasının sonucu doğan İslami hareketle, 12 Eylül sürecinde bu dünyaya ve geleceğe dair umutları kırılan yoksul emekçilere bilinçli olarak açık bir kapı bırakılmıştır.
Ve bugün laikler-İslamcılar çelişkisinin bir ucundaki İslamcılar, bu ortamda boy atmış, serpilip gelişmiştir. Bu yanıyla da 'batının bir çocuğu olarak' doğmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel seri, Osmanlı Devleti'nin kuruluş sürecini anlatan "Gaza Hareketi, Gaza Devleti'nden İmparatorluğa" adlı çalışma ile başlıyor ve ardından uzun bir tarihsel süreci atlayarak, 1730'lardaki Patrona Halil Ayaklanması'nı irdeleyen "Serdengeçtiler Hareketi (1730), Bir Halk Kıyamının Anatomisi”ne geçiyor.
Doğal olarak bu tarihten itibaren mazlum ve ezilen rolündeki İslami çabalar irdelenmeye başlanır. 'Kuleli Vakası' diye bilinen olayı, 'Fedailer Hareketi' olarak incelemeye alır. Bunu, 'İslam Birliği Hareketi' adlı çalışma izler. Ardından İT döneminde muhalif olan 'İttihat-ı Muhammedi Hareketi' isimli çalışma gelir. Bu akışın doğal seyri, savaş sonrası Anadolu'nun durumu üzerine doğru akar. Anadolu Halk İsyanları (1919-1921) döneminde, bu kriz döneminin sadece bir tarafına bakışını sürdürür. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra ise, Şeyh Sait Ayaklanması ve ardından "Devrimler, Tepkiler ve Menemen Provakasyonu" ile seri tamamlanır.
Görüldüğü üzere, tüm tarihsel dönemlerin kritik evrelerindeki tavırlar, bir tarihsel bütünlük içinde sunulmaya çalışılmaktadır. Dizinin yazarı bunu şöyle açıklıyor:
"Milletimizin 1400 küsur yıllık tarihi, zaferin, saadetin, imarın ve yükselişin tarihi olduğu kadar, hezimetin, felaketin, yıkımın ve alçalışın da tarihidir. Ama her şeyden önce bu tarih, İslami Hareketin tarihidir. Çünkü bu hareketin özünde, 'süreklilik' vardır."
Bu 'tarihsel süreklilik', asıl olarak bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.
Yazar, "3 Mart 1924 tarihinde 'hilafet'in ilga edilmesiyle ortaya çıkan yeni durum, bir takım yeni kavramların doğmasına sebep oldu. 'İslami Hareket' de bunlardan biri" diyerek, sorunun ortaya çıktığı tarihi tespit ediyor ve bu tarihten itibaren 'ezilen' İslami hareketin bugüne gelişini açıklamaya çalışıyor.
Aslında yapmak istedikleri şey, bir tarih zinciri oluşturmaktır. Tarihsel seyir içinde proje, önce Üçüncü Dünyacı bir söylemle emperyalizme karşı direnen tek ciddi hareket olarak lanse edilmekte ve hareketin evrensel niteliğini kanıtlayabilmek için 'İslami Hareket' kavramı ortaya çıkmaktadır. 'İslami Hareket' tanımlaması ile sözde evrensel bir niteliğe kavuşan İslam, bir kurtuluş projesi olarak yeniden üretilirken, kendine tarihsel dayanaklar oluşturmaya çalışmaktadır.
"İslami hareketin tarihi, insanlığın tarihi ile yaşıttır. Sözkonusu hareketin ilk mümessili, ilk insan ve ilk nebi, Hazreti Adem'dir ve İslami Hareket, yeryüzünün en uzun ömürlü en yaygın hareketidir. Evrensellik ve çağlar üstülük vasıflarını bu ölçüde hakedebilmiş bir başka hareket gösterilemez. İslamın değişmez değerlerinin yüceliğine gönül veren, bu değerlere uygun bir hayat yaşamayı amaç edinip bu amacın gerçekleşmesi için Allah'a iman tağutu inkâr akidesini esas alan her müslüman, İslami Hareketin doğal elemanıdır." (S. 10)
İlk insandan başlayan tarih, hareketin tarihi olarak algılanınca, insan aynı makalenin başlangıcındaki "milletimizin 1400 küsur yıllık tarihi" saptamasına da şaşırıyor. Aynı tutarsızlık makale boyunca süreklilik arzediyor.
İslami hareket, evrenselliğini ve tarihselliğini kanıtlama telaşına düşünce, ayağının altındaki toprak da, hızla kaymaya başlıyor.

İslami düşüncenin tarihsel kökleri
Ortadoğu coğrafyasında doruk noktasına ulaşan islam radikalizmi, doğal bir süreç olarak bizim yaşadığımız topraklara da ulaştı ve hatta sürecin dinamik kitle hareketi taşıyan iki akımından biri oldu. Biri Kürdistan Ulusal Kurtuluş Savaşı, Diğeri de, İslam...
Tanrı ile kul arasındaki özel alandan ve dünyadan elini eteğini çekme anlayışının sonucu, sufilik olarak tarikatlaşmanın, insanların düşün dünyasını sekteye uğrattığı ve var olan sistemin yeniden üretilmesine olanak sağladığı aşikardır.
Fakat 1980'Ii yılların ikinci yarısından itibaren entellektüel bir patlama ile birlikte kendini politik alanda hissettiren hareketin sorunları da güncelleşmişti. Güncelleşerek politikleşen hareket, kendini gelenek olarak yeniden üretme ihtiyacı duyarak sanal biçimde tarihselleştirmektedir. Yerellik ile kurgu, kendini tarihsel süreklilik içinde, hayali bir çoğulculuk içinde üretme ihtiyacı duyar.
"Laik Kemalist Diktatörlüğün" 70 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği suçlar birbiri ardına sıralanınca, ister istemez içine girilmeye çalışılan "tarih", daha da gerilere uzanmaktadır. Politika- tarih ilişkisi, kendini felsefi olarak da yeniden kurgulamak zorundadır. İslamın bir tarih felsefesi olabilmesi için herşeyden önce felsefeye sahip olması gerektiği çok açıktır. Dünyayı kavrayamayan bir düşüncenin tarih felsefesi olması beklenemez.
Bu açıdan İslamın ortaya çıkışı ve yayılışı üzerine biraz durmak, bizleri, güncellik açısından oldukça rahatlatacaktır. Bu da bizim, İslamın felsefi eğilimler taşıdığı dönemle, "kelam"laştığı dönemleri ayırmamıza yardımcı olacaktır.
İslam, Arabistan Yarımadası 'nda, sınıflı toplumlara geçmeye yüz tutmuş kabileler federasyonunun hüküm sürdüğü, fakat medenileşmenin de (medine-medeni, Arapça'da kent anlamına gelmektedir) boy verdiği koşulların ihtiyacı olarak, kanbağının aşıldığı bir toplumsal Örgütlenmenin gerekliliği üzerinde, kandaşlığın değil, İslam kardeşliğinin önemli olduğu bir tarihsel adım olarak doğmuştur.
Bu özellikleri ile Araptır, dili de Arapça'dır.
Arapların birliğini sağlayan kentliler, göçebe araplarla olan ilişkilerinde bu özelliklerini 'Cihad'Ia birleştirerek, onları yağma ve talana sevketmişlerdir. Arap Orduları, Suriye ve Mısır'a açılmış, ardından Bizans ve doğuya doğru istilalarını sürdürmüşlerdir. Girdikleri her toprakta İslam ve Arap olgusu 'işgalci' tanımı ile birlikte anılır olmuş ve Mısır'da Kıptiler'in katliamdan geçirilmeleri ile hakimiyet sağlanmıştır. İran'da ve Türkistan topraklarında da benzer direnişlerle karşılaşmışlardır.
Kuzey Afrika'da Berberiler, İslamı kabul etmiş, fakat Arap egemenliğini reddetmişlerdir. Doğu'da Türkler, uzun süren bir direniş göstermişler fakat daha sonra bir kısmı 'Araplaşarak' İslamlaşmıştır. Türkmen olarak adlandırılan kesim ise, "işi kitabına uydurarak", kendi kültürlerini İslam içinde yeniden üretmişler, Heterodoks olarak anılacak olan akımın başını çekmişlerdir. Bu akım, göçebe özeliklerinden dolayı Anadolu içlerine akmış, yerli halkla dostane ilişkiler kurmuş ve Bizans Tekfurları'nın zulmünden yılmış hıristiyan köylüler için bir umut ışığı olmuştur.
Bu fetihler zinciri, Filistin ve Mısır aracılığıyla, Antik Yunan felsefesinin ve İskenderiye ekolunun eserleri ile tanışmayı sağlamış ve bu eserlerin tamamı Arapça'ya tercüme edilmişlerdir. İran'ın fethedilmesi ise, Hint uygarlıklarının felsefi akımları ile tanışmayı sağlamıştır.
İslam felsefesinin köklerini, ancak insanlık tarihinin gelişimi içinde kendinden önceki uygarlıkların bıraktıkları kültürel mirasta bulmak mümkündür. Peki bu izleri, bugün Grek-Roma Uygarlıkları'nın gayrımeşru çocuğu olarak değerlendirilen Marksizm ve özelde -siz bunu Tarihsel Materyalizm olarak okuyun- Marks'tan 400 yıl önce yaşamış İbn-i Haldun'da bulursak ne yapacağız? Bunun için, bu kökleri biraz açmakta fayda var.
Ebu Reyhan El Burini (973-1048), Hint Felsefesinin iki temel ekolünün kitaplarını Arapça'ya çevirmiş ve 1030 senelerine doğru "Hind için söylenmiş akla uygun olan ve olmayan bazı şeyler hakkında bir inceleme" kitabını yazdı. 638-652 arasında fethedilen İran'da, Fars kültürüne Hint Hikayesi olarak geçen ve Fars'tan İslamı etkileyen "Kelile ve Dimne', hayvanların ağzından ifade edilen hikmetlerle doludur.
"Yunan kültürünün Araplar üzerindeki etkisinin temel ayağı Aristo ve Eflatun'dur."
"İslam dünyasının Yunan düşüncesinden tanıdıklarının en önemlisini ve bunun Yeni-Eflatunculuğa kadar uzandığını gördük. Fakat bütün bunlardan onların aktardıkları nedir?
Müslümanlar bildikleri şeylerin çoğunu alıp aktarmışlardır, hem de hiç çekinmeden. Bu alıp aktarma, kendilerini, düşünceye şevketti. Bu da onları kalkınma ve medeniyet bakımından en üstün dereceye ulaştırdı. Onlar, bilhassa şunları aldılar:
a) Eflatun'dan, onun siyasi görüşlerinin çoğunu, nefis hakkındaki düşüncelerini (nefsin birleşmesini, onun ruha ait olduğunu ve bunun ölümsüzlüğünü) ve alem hakkındaki kanaatlerini,
b) Aristo'nun mantığını, hareket ve nefis hakkındaki sözlerini, çoğu ile tabiat ve ilahiyatın tamamını,
c) Aristo Esolocya'sından feyz ve işrak nazariyelerini." (2)
"Kültürlerin Bağlantı Yolları" başlığı altında ise, Arapların fethettikleri bölgelerde en yaygın üç kültür bulunduğu belirtiliyordu: Yunan, Fars ve Hint kültürü..."
Bu kültürleri işleyen medreseler vardı ve fetihten sonra da bunu sürdürdüler. İlim dili Yunanca, Farsça ve Süryanice idi, süreç içinde, Süryanice ağır bastı. Fetihten sonra medreseler açık kalmasına rağmen fethedenin dilinin ağır basması üzerine, bütün eserler Arapçaya çevrildi ve ilim dili Arapça oldu.(3)
"Tek cümle ile bu insanlar, kendilerine intikal etmiş olduğu biçimi ile Yunan veya Antik felsefeden miras aldıkları sorun ve konular üzerinde eski Yunan veya Antik Çağ filozoflarının yöntemlerini uygulayarak, insan, evren, toplum, tanrı üzerine bilgi değeri içeren sonuçlara varmak isteyen insanlardı."(4) Bu insanlar için "Hellanizan Filozoflar", bu felsefe için "Hellanizan Felsefe" deyimleri kullanılmaktadır. Yeni-Platonculuk, kendisinden önceki akımları birleştiren, dinsel ilgi ve kaygıları ağır basan bir felsefeydi.
Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt gibi Hellenizan Felsefe yapan Hellenizan Filozoflar, insan, evren, tanrı üzerinde mevcut birikimi derinleştiren bir bilgi üretimi içine girmişlerdir. Dinsel ilgi ve kaygıları ağır basan bu felsefi akıma Gazali ile savaş açılmıştır. "İslam dininin inançla ilgili öğelerini rakip teoloji ve öğretilere karşı savunmayı kendisine amaç edinen, spekülatif karakterli bir düşünce hareketi"nin savunucuları olarak Kelamcılar, (5) M.S 9.yy.da Abbasiler döneminde ortaya çıkan Nazzam, Allaf, Cahiz gibi isimler tarafından savunulan bir düşünceye ilgi duymuşlardır.
Bu düşünce. Tanrının akıllı bir varlık olduğu ve bütün işlerinde akılsal olduğunu savunur. Dolayısıyla, insanın da bu akıllı varlıktan pay aldığı ve insanın kendi aklına dayanarak, tanrı ve kendi işleri hakkında doğru bilgiye ulaşabileceği öngörülür.
EI-Aşari'nin şahsında, 'tanrı, akıl değil iradedir' tezi savunulur.
Dolayısıyla, evrende iyi ve kötünün, tanrı tarafından öyle istendiği için varolduğu öne sürülür. Bu düşünce dünyasında nesnel şeyler, ya da özgür ve kudret sahibi varlıklar yoktur. Bu şekilde, evrende gerçek hakimiyet ve özgürlüğün tanrısal iradede olduğu düşüncesine hakimiyet kazandırılmıştır.
M.S 10. yy. İslami düşüncede bir dönüm noktası oluşturur.
Bu dönem aynı zamanda felsefe ve kelamdan ayrı olarak, daha 8. ve 9. yy'da başlayan, bütünlüklü bir duruş içeren Tasavvufun ortaya çıkış koşullan ve tarihleridir.
Kelam ve felsefeyi salt bir entellektüel hareket olarak kavrayınca, tasavvufla arasına önemli bir mesafe koyulmuş olunuyor.
Tasavvuf, toplumsal bir hareket, bir edebiyat, bir tarikat olarak bütünlüklü bir yapı olarak karşımızda durmaktadır.
Yazarın iddia ettiği İslami düşüncenin yediliği sorunsalına, biraz da İslamın politik karakterinden kaynaklanan yayılmacılığın getirdiği bazı perspektifler açısından bakmanın yararlan vardır.
Kendinden önceki Yunan kent devletlerinin birikimi üzerinde köleci bir imparatorluk kuran Romalılar döneminde Mısır'da ortaya çıkan İskenderiye .Okulu, bir sentez oluşturmaktaydı. İslamcılar, Suriye ve Mısır'ı fethettiklerinde, bu birikimle karşılaştılar. Hızlı bir tercüme sürecine girerek, insanlığın bu felsefi birikimine aşina olunmuş ve İslami yayılmanın getirdiği devletleşmeye temel olacak eserler, yeni bir yorumla geliştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat sınıfsal farklılaşmanın gereksinimleri üzerinde, Nizam-ül Mülk'ün Siyasetname'si ile başlayan süreç, Sünniliğin önünü açmış ve klasik anlamı ile felsefe terkedilerek, Kelam'ın öne çıktığı bir döneme girilmiştir. Ve ancak mutlak ve bilinen gerçeğe ulaşılaşılacağı tezi ile Kur'an referans yapılarak, Evren, dünya ve insan, dondurulmuştur. Abbasi Halifeleri döneminin akımlarından olan Mutezile (akılcılık), daha o dönemde terk edilmiştir.
Mısır'da ortaya çıkan Fatimiler, Şii geleneğinden geldikleri için Kahire'de Fatimi Yüksek Okulu adlı bir eğitim kurumu açmışlar ve burada Eski Yunan Felsefesi'nden Doğu Felsefelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede insan yetiştirmişlerdir.
Selçuklular'a karşı İran'da direniş örgütleyenlerden Hassan Sabbah, bu kurumlardan geçmiştir.

Felsefeden Kelam'a İslami düşünce ve Praksis felsefesinin ortaya çıkışı
Türkmenler ise, 3.yy'da işkence ile İran'da öldürülen Mani'dan sonra, onun taraftarlarınca İran dışında sürgünde genişlediler.
Mani ahlakına göre, ağızdan kötü ve pis söz çıkması yasaktır. El, iyiliğe zarar verecek eylemden kaçınır. Gönül, kötü şehvet duygularına kapılmaz.
Türkmenlerdeki "Ağzın mühürü, elin mühürü, kalbin mühürü" ahlak prensibinin, Bektaşilikteki 'eline, diline, beline hakim olma' ilkeleri ile benzerliği, ilgi çekicidir.(6)
Bu topraklardan aldıkları kültürel değerleri, kendi eşitlikçi göçebe kültürlerini, Şamanizm ile harmanlamışlardır. İran düzlüklerinde ise, Horasan'da islamın muhalif akımı olan Şia'lığın içinde, onu da biçimlendirerek, Anadolu'da yeniden üretmişlerdir.
Türkmenler, Anadolu içlerine doğru gelirken, şehirleşerek Türkleşenlerle Türkmenler olarak, sınıfsal bir ayrışmaya uğramışlardır. Ve Hıristiyan halklarla birlikte, toprağa bağlama girişimlerine karşı eşitlikçi bir temelde direnişlerini sürdürmüşlerdir. Yerleşik ve toprağa bağlı üretim gerçekleştirenlerle, eşitlikçi ilişkilerini korumuşlardır.
Bu eşitlikçi komünal toplumsal ilişkiler girişimlerinin en önemlilerinden biri de, 816'da Azerbaycan'da başlayıp bütün Güneybatı İran'ı etkisi altına alan Babek Köylü İsyanıdır. Bu isyan, İran Havzası'nın Araplara karşı uzun soluklu komünal özellikli direnişidir. Ancak, 837'de vahşetle bastırılan isyandan sonra tutsak düşen Babek, Halife'ye teslim olmaması üzerine, işkenceyle öldürülür. (7)
Bu olayı değerlendiren şeriatçı bir profesör artığı, sürekli Batı'ya doğru yayılma halinde olan Türk boylarının akınlarından rahatsız olan Hilafet'in, Türkmen'lerden kurtulmak için onları sürekli Batı'ya, sınır boylarına sevketmekte olduklarını söyler. Ve 'İslami benimseyen bu boylardan bazıları, göçebe talancı özelliklerini İslami bir şemsiye etrafında çok daha rahat yerine getirir olmuşlardır', der.
"Zira bu Türkler sayesinde, Mutasını, bir çeyrek yüzyıldan fazla bir zamandan beri İslam dünyasını kasıp kavuran ve bugünkü komünizmin bir nevi babalarından biri olan Babek el Hüremi'ye en ağır darbeyi indirmiştir. Ve hilafet ordusunun Türk asıllı generali Afşin'in emrindeki bu gözüpek yiğit Türkler, gelmiş geçmiş bütün Arap ve İran asıllı komutanları dize getiren bu komünist gerilla liderinin belini kırmış, çevresini çil yavrusu gibi dağıtmıştır."(8)
Eşitlikçi komünal toplumdan bu müthiş nefret, asıl olarak İslami ideolojinin bir devlet ideolojisi olarak biçimlenmesinden kaynaklanmaktadır.
1055 yılları civarlarında, İran'da ve Yukarı Mezapotamya'daki Türkmenler, kendilerini köle asker ve subaylarla İranlı vezir ve memurlara tercih eden yerleşik feodal düzene karşı askeri demokratik bir Türkmen devleti kurulmasını istiyorlardı. Nizam-ül Mülk Dönemi'nde, iplerin vezirin elinde toplandığı profesyonel ordulu devlet geleneği, işte bu koşullarda oluştu. (9)
"Melikşah, karıları arasında gelişen veliaht kavgaları yüzünden karılarından biri tarafından zehirlenerek öldürüldü'' dendikten sonra, radikal muhalif örgüt Haşhaşiler tarafından Nizam-ül Mülk'ün öldürüldüğü yazılmaktadır. (10)
Bu tarihlerde İran toprakları Selçuklu egemenliğindedir. İran'da çizgi dışı bir mücadele sürdüren Hasan El Sabbah'ın, İsmaililer Tarikatının 7 imamcı kolunun bu işgal koşullarında yeniden üretilerek geliştirilen direniş örgütünün etkinlikleri vardır.
Suikastler zinciri, egemenler için her yeri yaşanmaz hale getirmiştir. "Gerçeğin görünür olanda değil özde saklı olduğunu" öne sürerek; "hiçbir şey gerçek değildir, her şey yapılabilir" düsturunu kendilerine rehber edinen İsmaililer, felsefelerinin radikal bir toplumsal direnişi örgütlemeye yatkın olmasından dolayı, sultanlara, vezirlere ve zulmedenlere, güvenlikli hiçbir toprak parçası bırakmamışlardır. Melikşah, Nizam-ül Mülk dahil olmak üzere, 100 küsur üst düzey devlet görevlisini suikastlerle öldürmüşlerdir.

İslamcı hareket ve marksizm
Kısaca görüldüğü gibi İslamcı düşünce marksist hareketi;
1) İslami kıyamlardan yararlanmakla,
2) Marks-Engels'in, Osmanlı toprak düzenini, klasik sınıf mücadelesi içeren tarihi materyalizm ile açıklamaya çalışmalarını, "paçalarından fikri sefalet akmakla" suçlamaktadırlar.
3) Roma-Yunan izdivacından doğma gayrı meşru çocuk olarak tanımladıkları Marksizm'i, savundukları ideolojik fantazilere tarihsel dayanak yapmak için kullanmaktadırlar.
Tabii yazar bu alana girdiğinde ister istemez tarihsel materyalizm ile karşı karşıya gelecektir. Bu karşılaşmadan da bir kaç satırla sıyrılıp, marksizmi ve tarihsel materyalizmi kendince nakavt etmektedir. Yazar, "Osmanlı düzenini feodalizmle açıklamaya kalkan 'tarihi materyalizm' savunucularının paçalarından fikri sefalet akıyor" diyerek, 'batıdaki anlamda bir sınıfsal farklılaşmanın olmadığı Osmanlı'nın sosyo-ekonomik yapısını nasıl açıklanır', sorusunu sormaktan da kendini alıkoyamaz.
Bu kadar "tarihsel bilgi ve birikimle" yüklü yazarın bir "islam" düşünürü olan İbn-i Haldun'u (1332-1406) okumaması mümkün değildir! Çünkü 'Mukaddime', hem islamcı yayınevlerince hem de sol yayınevlerince yayınlandı. Eğer İbn-i Haldun için, 'o Anadolulu değil' derse, bu ayrı birşey...
İbn-i Haldun, "her kazanç ve sermaye insan emeğiyle sağlanır" diyerek, emek-değer ilişkisine dahiyane bir giriş yapmıştır. Ayrıca her toplumda görülen kültürel farklılıkları, o toplumların geçimlerini sağlama biçimlerine dayandırarak, ekonomik temele yaptığı vurgu ile maddeci bir tarih anlayışının temelini atmıştır. Toplumların tıpkı insanlar gibi doğup büyüyüp gelişip öldüğünü söylemiş, biyolojik evrimle toplumsal evrim arasındaki ilişkiden hareketle, diyalektik gelişmeyi sezinlemiştir. Maddeci düşünüş tarzı, İslam topraklarında yeni değildir. Fakat maddeci bir tarih anlayışı yenidir, ilktir ve 400 yıl sonraki gelişmelerin müjdecisidir.
Yazarın sorunu burada kesip atmasının, derinliğine tartışmamasının nedeni, maddenin kavranışı olarak materyalist bilgi teorisinin, diyalektik yöntemle ulaştığı tarihsel materyalizmle kopmaz bağları olmasıdır.
Anadolu'dan biraz gerilere gidildiğinde, yani Müslüman Arapların doğuya doğru yayılmaları sırasında, karşılaştıkları Türklerle girdikleri çatışmalar, işgal ve zulüm boyutu almıştır. Ve direnci kırılan yerli halk, işgalcilerin sistematiğini kendi gelenek ve töreleri ile harmanlayarak yeni yorumlar etrafında yaşamışlardır.
"Bu zümrenin- Dervişanların- Anadolu İslami hareketine katkıda bulunduğu bir gerçek. Ne var ki aynı zümre, daha o yıllarda bile Anadolu İslami Hareketi için bir sorun olmuştu. Bu konuda birazcık araştırma yapanlar bilir ki, Horasan ve Maveraünnehir kökenli İslam. 'kitabına uydurulmuş bir islamdır.' Bu bölgelerde yayılan islamın Sufi karakteriyle ortaya çıkmasının temelinde yatan sosyo-psikolojik faktörler çok çeşitli. Bilinen bir şey var ki, buradaki İslam, Emevi Saltanatı'na ve ırkçılığına tepki gösteren insanlar eliyle geliştiğinden, 'heterodoks' bir yapı taşımış, Arap olmayan kavimlerin müslüman olmalarıyla birlikte, kimi kavmi inanç ve kültür kalıntıları da yeni dine taşımışlardır."
Yazar, köksüz olduklarını iddia ettiği materyalist aydınların, buldukları en ufak tarihsel izlere "mal bulmuş mağribiler" gibi saldırmalarının, bu alanlardaki fukaralıklarını bastırma iç güdülerinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Babailer ve Bedrettin hareketini buna bir örnek olarak gösteriyor. Şeyh Bedrettin'in bir çok değerli eserler veren bir İslam alimi olduğunu söyledikten sonra, ona bağlanan Varidat okununca, çok ilginç biri olduğunun anlaşılacağını söyler. Yazarın burada kaçtığı nokta, materyalizmin bu topraklara ait bir felsefe olamayacağıdır. Batının İslamı yenmek için icat ettiği laikliğin bu temel üzerinde şekillendiğini söyledikten sonra yazar, kesinlikle hatırlamak bile istemediği isimlerle karşılaşınca, hiçbir eleştiri değeri olmayan yöntemlerle onları küçük düşürmeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyor. Keza bunu "vahdet-i vücut" tartışmalarının sürdüğü ve Bedrettin'i bunların en aşırısı olarak tanımladığı satırlarda, meydana gelen bir takım olayları halkın ve ulemanın tepkisine bağlıyor. Nedir bu olaylar? Hallac-ı Mansur, Nesimi, Molla Kabız, Şeyh İsmail Maşuki, Şeyh Muhiddin Karamani, Nadajlı Sarı Abdurrahman Efendi'nin öldürülmeleri... (11)
Bu insanların neden öldürüldüklerinden değil, vahşice öldürülmelerinden "şikayet" ederek, bu ölüm tarzının onların fikirlerinin yayılmasına hizmet ettiğini söylüyor. Bunu da; "Kimi işgüzar ulema, şeriat hassasiyetini bu gibi bir çoğu akli ve ruhi açıdan anormal olan ya da garezkarlıkları yüzünden yanlış anlaşılan insanlar üzerinde gösterdi. Ne ki, her nasıl olursa olsun, bu cezalar onların fikirlerini yaymada en büyük amil olmuştur."
Yayılan fikirler, maddeci doğa ve toplum anlayışı geliştirilmeye çalışılan fikirlerdir. Şeyh Bedrettin'in öldürülmesinin fetva ile yapılmasını, hükümdarların fetvalı iş yapma anlayışı olarak övmektedir. "Bu dönemin ünlü olayı Şeyh Bedrettin Ayaklanması ve sonuçta ölümü, bir siyaseten katl olayı olarak değerlendirilemez.(12) "Şeyhin islami ilimler tahsil etmiş olması dışında islami niteliği olmayan hareket, Çelebi Mehmet'in, Şeyhi, Serez Çarşısı’nda Herat'lı Bilgin Molla Haydar'ın "kanı helal malı haramdır" fetvası üzerine astırmasıyla son bulmuştur."(13) Devam ediyor: "Gaziler döneminde fetvalı iş yapmak, yöneticilerin şeriat karşısındaki hassasiyetlerinin de bir göstergesiydi."(14)
Vahdet-i Vücut ekolünün ikinci kısmını ise "militan sufiler" oluşturur. Baba İlyas, Hasan Sabbah, Şahkulu, Şeyh Bedrettin, Haşhaşiler, Hurufiler, Kalenderiler, Hayderiler gibi militan tarikatlar da bu ekolün içinde değerlendirilmelidirler. Yazarın sürekli atlayıp geçtiği, dostlar alışverişte görsün misali değindiği "militan sufiler", her biri bir dönemin içindeki sınıfsal ayrışma ve çatışmaların sembolize olduğu isimlerdir.
Baba İlyas'ın Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı, Hasan Sabbah'ın Büyük Selçuklu Devleti'ne karşı, Şeyh Bedreddin'in Osmanlı Devleti'ne karşı giriştikleri hareketlerin militan tanımını haketmeleri; bu hareketlerin dünyanın değiştirilebilirliğine yaptıkları vurgu ile, eşitlikçi bir komünal toplum kurma girişimleri ile devleti yıkmaya yönelmiş olmalarında yatmaktadır.
Burada açılması gereken bir parentez var. Mısır'da Fatimi Devleti egemenliğini sürdürmekte ve Kahire'de kurdukları Fatimi Yüksek Okulu adını alan medresede dönemin en gelişkin eğitimlerinden biri verilmektedir. Sünni bağnazlığına teslim olmadan Ortadoğu'nun, İran'ın ve Doğu'nun tüm kültürü süzgeçten geçirilmektedir. Daha sonra burayı fetheden Sünniler, bu medreseyi El-Ezher Medresesi'ne çevireceklerdir.
Selçuklu egemenliğinde Sünni Devlet, yetkilerin vezirin elinde olduğu, geniş bir bürokrasi ve profesyonel ordunun olduğu bir devlet olarak biçimlenmiştir.
Doğal olarak sunnilik, egemen ideoloji konumunda kendini profesyonel bir ordu ile dayatınca; uzun ve yıpratıcı bir savaş geliştiren Hasan Sabbah Hareketi ortaya çıkmıştır. Bu hareket, egemenler tarafından zulüm aygıtı ile gökyüzünün kutsallığına sarılarak teslim alınmaya çalışılan insanın geliştirdiği en çarpıcı örneklerden biridir.
Bu hareketten ve aynı topraklardaki Babek Hareketinden yüzlerce yıl sonra yine aynı topraklarda yeşeren ML "İran Halkının Fedaileri Gerilla Örgütü" (İran'da halk kısaca Fedailer ismini kullanır), yine benzer bir baskı aygıtı ile tüm toplumu cendereye alan Şah Diktatörlüğü'ne karşı, dillerinin altında siyanür hapları taşıyarak, insanın direnişinin sınırlarını göstermek açısından önemli pratikler ortaya koymuşlardır.
Bu pratiklerin özdeşleştikleri nokta, gökyüzüne baktıklarında, evrenin görkemi karşısında kendini bir hiç gibi hisseden insandır. İnsanın bilinemezliğe olan tutkusu, içinde yaşadığı toplumsal ilişkileri önemsemesine ve insan olarak kendini yeniden üretip bilinemez olana doğru yolculuğa başlamasına neden olmaktadır. O ana kadar kavradığı dünyasal ilişkiler, insanın evrene yönelmesinin getirdiği bu büyük "sırrı" çözme enerjisinden kaynaklanmaktadır. İki ayak üzerine dikildiği ve doğadan bağımsızlaşmaya başladığı noktada yüzünü gökyüzüne dönmüş ve uzun yürüyüşü başlatmıştır.
Evren nedir? Ben kimim? Evrendeki yerim nedir? sorularına ise, insanın sınıfsal farklılaşmasına parelel olarak farklı yanıtlar üretilmiştir. İnsan evrene ait sorulara yanıt verdikçe, yani maddeyi kavrayıp bilincine çıkardıkça, yeryüzündeki yaşamı da rahatlamıştır. Gizemciliği ve gökyüzünün egemenliğini reddettiği her yerde emek bilinci kitleleri kavramış, maddi-politik bir güce dönüşerek, egemen düzene meydan okumaya dönüşmüştür.
Peki, tipik bir örnek olduğu için ele aldığımız sözkonusu İslamcı yazar nelerden rahatsızdır? "Yasevi müritlerinin kadın erkek karışık 'devran' yapmaları buna bir örnektir" diyecek ve Dervişan zümresinin Anadolu'daki örgütlü devlete karşı tüm ayaklanmalarda yer aldığını ya da bizzat başı çektiğini yazacaktır. Ayrıca, 11.Yüzyıl Anadolu Sufiliğinin kemikleşerek şeriat karşıtı bir konuma oturtulduğunu belirtiyor.
Oysa onlar zaten şeriat karşıtıydılar. Büyüme ve genişlemede devlete ve hukuka, yani şeriata ihtiyaç duyan, egemen hale gelen sınıflardı. Göçebe toplumsal ilişkiler içindeki bir toplum, toplumsal diyalektiğin sonucu olarak, kendi oluşturmuş olduğu ilişkileri zor temelinde reddetmektense, "yeni sürece' akıtarak, yeniden üretimini sağlamaktadır. Yazarın bu Dervişanları küçümseme çabaları ve onları devlet karşıtlığına serzenişte bulunarak anması, aslında devlet ve saltanat geleneğinden gerçekten kopup kopulmadığının somut bir kanıtıdır.

İslam-Arap yayılmacılığının işgalci niteliği
Yazar, daha 4 Halife Dönemi'nde, göçebe Araplara yani Bedevilere uygulanan zulümden hiç söz etmemektir. Zulmü sadece Emevi Saltanatı'nın üzerine yıkarak, İslam-Arap yayılmasını aklamaya çalışmaktadır. Tarihsel serinin ilk çalışması olarak Anadolu Gazilerini incelediği için işgal ve talanı meşrulaştıran çizgisi ile niteliğini iyice ortaya koymaktadır. Aslında bu, yazarın yaptığı seçimden dolayı, tarihsel olarak kaçamayacağı bir açmazdır.
Tabii ki eşitlikçi felsefenin taşıyıcısı Dervişanlar ile talancı ve işgalci Gaziler arasından, konumu gereği -bugünkü duruşuyla emek karakterli bir hareket olmaktan ziyade iktidar olmayı yeniden düşleyen- "Gazileri" seçecektir. Toplumsal diyalektiğin doğal sonucu Gazileri servet birikimine ve devletleşmeye götürürken, Dervişanlar çağlar boyu etkisi sürecek olan emekçi ve eşitlikçi karakterlerini korumakta ısrarlı olmuşlar, direnmişler ve zulmün önünde baş eğmemişlerdir.
Tarihsel Materyalizmin gölgesi Gazilerin üzerine düşmüş ve kendilerinden çok daha gelişmiş olan yerleşik uygarlıkların egemenlik ilişkilerini devralmışlar, bu anlamıyla asimilasyona uğramışlardır.
Nizam-ül Mülk Kanunnameleri, sınıfsal ayrışmanın belgelenmesi ve Arap devlet geleneklerinin ilk harmanlanmasıdır. Kent yaşamının yasaları sonradan gelenleri yutuyordu.
"Çeşitli sosyal, siyasal ve ekonomik sebepler yüzünden ortaya çıkan Baba Resul ayaklanmasını" tanımlayışı, tarihsel materyalizmin vurgu yaptığı ilişkileri açıklamaktadır. Buradan da hareketle, Babaileri, Anadolu'da istikrarın bozulmasının dolaylı nedeni olarak göstererek, sürekli kopuştuğunu iddia ettiği saltanatı yine savunacaktır.

İslami Hareketin Halkçı Karakteri Var mıdır?
Gaza Devletleri dediği devletlerin sonuncusu olarak gördüğü 'Osmanlı Gaza Devletini' tanımlarken diyor ki; "Osmanlı, İslam adına Bizans'a karşı verdiği mücadelenin ekmeğini yemiş, İslam coğrafyasının her yanındaki idealist insanlar (her ne hikmetse bunlar hep sonradan Anadolu'ya giriş yapan Türkmen kabileleridir. Yani hâlâ göçebelik özellikleri taşıyan, talan ve yağma ile yaşayan kabileler) bu 'gaza devletinin' yardımına koşmuşlardır."
Kendisi "yenen ekmeği" tanımlamıyor, bu ekmek nasıl oluşmuştur? Bu sorulara cevap yoktur. Çünkü basit toplumsal yasa işlemektedir; üretmeyen, yaşamak için gaspeder.
Talan ve Yağma!..
Fethedilen Anadolu şehirlerinden elde edilen esirlerin Halep pazarlarında satılmasından, Hıristiyan halkların vergilere bağlanmasından hiç söz edilmemektedir. Yerli Hıristiyan halkların Bizans tekfurlarından çektikleri zulümden dolayı yeni gelenleri ihtiyatla karşılaması ve bir bekleyiş içine girmesinin, Anadolu halkının istilacıları kucak açmış halde beklemesi ile hiç ilgisi yoktur. Yoksa, 1900'lerin başlarındaki Hıristiyan nüfusu açıklamakta oldukça zorlanırsınız. Nitekim bu zorlanma ciddi hazımsızlıklara neden olmuş, sürgün ve soykırımlarla sonuçlanmıştır.
Aynı mantık 16.yy'ın ikinci yansında başlayan Suh-te İsyanları ve onları bastırmak için oluşturulan güçlerin de onlara katılması ile büyüyerek Celali İsyanları adını alan, Büyük Kaçgun olarak tanımlanan dönemi de bir paragrafta atlayarak yansımaktadır.
Kimdir bu ayaklananlar? Ne istemişlerdir? Neden büyük katliamlara rağmen yıllarca bu ayaklanmalar sürmüştür? Bütün bunların cevabı yoktur yine... O sadece iktidarı yitiren ya da iktidar odakları zayıflayanlar adına konuşmaktadır. Fatih Kanunnameleri ile resmileşen devletleşme sürecine kadar bu yapıyla bir sorunu olmayan yazar, bu süreçteki iki önemli toplumsal hareketten birini bir paragrafla anarken, diğerini ise bir kaç satırda, o da Şeyh Bedreddin'in "cins biri olduğunu" vurguladığı satırlarda geçiyor.
Şeyh Bedreddin İsyanı... Yani, "yarin yanağından gayrı her şeyde, hep beraber" diyen isyan!..
Şeriatçı-devletçi geleneğe ise tarihsel serinin ikinci kitabında yer veriliyor. 1730'lara geçip Serdengeçtiler hareketini inceliyor. "Kamuoyunca Patrona Halil İsyanı olarak bilinen Serdengeçtiler Hareketi, hiç kuşkusuz tam anlamıyla bir İslami hareket olarak nitelendirilemez. Ne ki bu olayı Suhte İsyanları, Celali İsyanları ve klasik Yeniçeri İsyanları ile aynı kefeye koymak insafsızlık olur". "Patrona Halil önderliğindeki Serdengeçtiler Hareketi tam anlamıyla bir halk hareketidir" diyerek bunu incelemesinin nedenini de "onun toplum vicdanının ortak çığlığı olması"na bağlıyor. Peki Babailer, Bedreddiniler, Celaliler, Suhteler kimlerdi, sorusu, anlamsız bir yanıtsızlık içinde, boşlukta sallanmaya devam eder.
Aslında tutunacak dal aranmaktadır ve bütün arkeolojik kazılarına rağmen tarihsel olarak başka örnek bulunamadığından dolayı, sözgelimi emekçi karekter taşıyan Serdengeçtiler hareketi İslami hareket içine dahil ediliyor. Çünkü bilinmektedir ki, emekçi, eşitlikçi karakteri olmayan hiçbir hareketin kendini evrensel olarak tanımlayabilme şansı yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri de; şehirleşmiş Türklerin Göçebe Türkmenleri ezmesinden sonra ortaya çıkan sınıfsal ayrışma sürecinde, saraya karşı yoksul şehirlilerin isyanı olan halk hareketi özelliğidir.
Bu yönüyle, yeniçeri isyanlarından ayrılır. Özellikle vergilendirme yükünü çeken köylülerin uzun süreli isyanlarının vahşetle bastırılmasından sonra bir takım vergilerden muaf olan şehirlere göç hızlanmıştır. Bu, büyüyen şehirlerde yoksulluğu arttırmış, ayrıca Anadolu'dan gelenler devlete karşı güvensizlik tohumlarını da beraberlerinde İstanbul'a taşımışlardır.
Bir de bu dönemde Balkanlar'dan gelen Arnavutlar şehirde odunculuk vs. işler yapmaya başlamışlardı. Arnavutluk'ta Bektaşiliğin yaygın olduğu düşünüldüğünde, bu kesimin de başkente hangi ideolojik akımları taşıdığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca devletin resmi ideolojisi olan Sünnilikten dolayı esnaf ve zanaatkar loncaları arasında 16.yy'da yayılan Melamilik ve yine şehirde ortaya çıkan Hamzavilik arasında, bir atasözü olarak yaygın olan "Allah padişahın ayağından özengiyi eksik etmesin" sözü, döneme ait çok çarpıcı bir içeriğe sahiptir. Çünkü talan ve fethin bittiği yerde, devlet içeriye yönelmektedir.
Resmi tarih kitaplarında Duraklama Dönemi'nin başlangıcı olarak değerlendirilen Pasarofça Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, ilk kez toprak kaybına uğrayarak, "Batı"ya doğru ilerlemesi durduruluyordu. Fakat Avrupa'da gelişen kapitalizm, statik toplumsal ilişkileri sarsmakta ve 1789'un eşiğine gelinmek üzereydi.
1730 gelmeden 4 yıl önce, 1726'da, Padişah, Vezir ve ekibinin saraylarının günlerce taşlanması ve bununla ilgili aramalar yapılmasına rağmen, bir kişi bile bulunamamıştır. 1729'da Sadabad basılmıştır. Bütün değerlendirmelerden anlaşılıyor ki; isyancıların genel bir adalet ve inanç duygusu dışında, şeriatla organik bir ilişkileri yoktu. İktidara ortak olduktan sonra "Zülali Hasan Efendi'nin şahsi intikam hırsları bir türlü bitmek bilmiyor. Habire personel değişimi istiyor. Tabii ki bunun faturası Patrona'ya çıkarılıyordu" derken, yazar bir gerçeği ifade etmek zorunda kalıyordu. Ulema, kendisine yönelik tehdidi anlamış-ve şehirde artan huzursuzluğun isyana dönüşmesi üzerine, geleceğini ve çıkarını burada görmüştür.
Kendisini huzuruna çağırıp isteklerini soran I. Mahmut'a, Patrona Patrona Halil şu yanıtı vermiştir:
1-Eski vezirler tarafından konulmuş, halka çok ağır gelen ve bir çoğunun veremediğinden dolayı evini barkını terkettiği bi'dat (sonradan konulmuş) vergilerin kaldırılması.
2-Tüm verimli toprakları halkın elinden çıkarıp üç beş kişinin elinde toprak kartellerine, dönüştüren ve türedi zenginlerin ortaya çıkmasını sağlayan "malikhane" usulünün kaldırılıp toprakların yine eski sahiplerine iadesi.
3- Yoksul halkın gözleri önünde, bir sömürü ve zulüm, fuhuş ve işret abidesi olarak yükselen ve halkın gördükçe rahatsız olduğu kasırlardan, devlet arazisi olduğu halde Damat Paşa'nın eş-dosta devlet kesesinden dağıttığı Kağıthane bölgesinin temizlenmesi. (15)
Bu isyanla ilgili olarak, henüz fikir namusunu işportaya çıkarmadığını söylediği Çetin Yetkin'in ayaklanmaya ilişkin değerlendirmesini benimsiyor. Fakat anlamadığı ve anlamak istemediği, Çetin Yetkin'in bu konudaki çalışmasının ismidir: Türk Halk Hareketleri ve Devrimler. Gerçekten halk karakterli isyanlar konusunda solun gocunacak hiç bir şeyi yoktur. Ayrıca, bahsi geçen isim, kemalist aydın geleneğinden olan bir isimdir. "Doğru görmek için doğru bakmak gerektiğini bir kez daha pekiştiren bu objektif yaklaşımı", adı müslüman olan tarihçilerde görememekten şikayetçidir. Bu hareket, adı müslümana çıkmış tarihçilere göre, "baldırı çıplakların", "ipten kazıktan halas olmuşların", "zorbaların" hareketiydi.
Yazar ısrarla hareketin Batı karşıtı bir hareket olduğunun altını çizerek, sınıfsal bir zeminden beslendiğini unutturmak istiyor. Patrona'nın talepleri, öz olarak hareketin talepleri olarak geniş bir emekçi kesimi içine almıştır. Gerek Anadolu'da ortaya çıkan malikane sistemine, gerek Galata Bankerlerine borçlu olan Hıristiyan ahaliye bankerlerden alınıp dağıtılan paralar, bunları göstermektedir.
Başarıya ulaşan ayaklanma sonrasında ayaklanmanın önderlerinin devlet hizmetine girmeleri ve Serdengeçtilerin devlet görevi beklemeleri, hareketin ufkunu göstermek açısından önemlidir. Bu, günümüze kadar sürecek olan Devlet'e yeniden dahil olma ya da devleti ele geçirme anlayışının başlangıcını oluşturmaktadır.
İktidara ortak olunan iki aylık dönem, Gazilik dönemine dönüş olarak tanımlanmaktadır. İktidar, Ahiler, Gaziler, Ulema ve Padişah tarafından yeniden paylaşılmış ve görece "demokratik" bir yönetim ortaya çıkmıştır. Yazar, bu iktidar ilişkisi sürdürülseydi, bugün batıdan insan hakları ve demokrasi dersi almamıza ihtiyaç yoktu gibi bir iç çekme ile serzenişte bulunuyor.
Fakat Sünnilik bir devlet ideolojisi olarak kristalize olmuştur ve devleti kutsayan herkes, Sünniliği de kutsamak zorundadır. İran'daki Safevi Devleti, Şia'lığın egemen devlet yaklaşımı olarak örgütlendiği bir düzlemdedir. Bu devletin kuruluşuna Türkmenler yoğun olarak katılmışlardır. Fakat Şia'lık da, devlet olarak örgütlendikten sonra, benzer özellikler gösterecektir ve en çarpıcı biçimde, 20.yy'ın sonlarında yeniden iktidar olduğu İran'da, Babek ve Hasan Sabbah'ın izleyicilerini darağaçlarına göndermekte tereddüt göstermeyecektir.
Genel olarak askeri-merkezi feodal bir devlet olan Osmanlı'da yerleşim yerleri ordu garnizonlarının yanında olur ve ekonomik yaşam, ağırlıklı olarak bu ordunun ihtiyaçlarına göre örgütlenirdi. Ulema ve esnaf, devletin ihtiyaçlarına yanıt veren bir örgütlenmenin unsurları olarak yeni süreçte önemli işlevler yüklenirken, sadece Dervişanlar bu ilişkilerin dışında kaldı.
Bütün isyanların bastırılmasını şevkle izleyen bu şehirliler, artan sınıfsal farklılaşmaya paralel olarak yoksullaşmışlar ve kendileri de harekete geçmişlerdir. Fakat bildikleri tek yöntem olan Saray'da kadro değişiminden başka bir şeye yönelememişler, bundan başka bir şey yapamamışlar ve o çarkların arasında öğütülerek tasfiye edilmişlerdir.
Hatta Patrona'nın Padişahı Rusya Seferi'ne ikna etme çabasında da, bu tasfiyeyi sezinleyip uzaklaşma eğiliminin olduğunu, oldukça rahat ifade edebiliriz, yoksa yazarın iddia ettiği gibi gazilik aşkı ile yanan bir Patrona yoktur karşımızda... Yazarın bu hareketi tarihsel seriye dahil etmesinin nedenlerinden biri, İslami karakterli halk hareketi bulmaktaki zorluklarından kaynaklanmaktadır. Yoksa 1856'da ilan edilen Islahat Fermanı'na tepki olarak Ulema içinde gelişen Fedailer Hareketi'ne kadar, beklemek zorunda kalacaktır. Burada, iktidar ilişkilerinden yavaş yavaş dışlananların tepkisidir sözkonusu olan. Uygulanmasını istedikleri, Ferman'la iptal edilen eski şeriat yasalarıdır. Gayri-müslimlerle hukuki eşitliğe dahi razı olmayan tutumları ile, bu hareketi meşrulaştırma çabalarının anlaşılır hiç bir nedeni yoktur.
Çünkü, bir halk hareketi de değildir.
Bunu izleyen çalışma ise, serinin en hacimli çalışmalarının 2. Abdülhamit'in fikir babası olduğu İslam Birliği Hareketi'dir. Burada da ciddi bir halk karakteri yoktur. Emperyalist-kapitalist sömürgeciliğe karşı islam aydınları arasında tartışılan bir projedir. Ciddi bir etkisi yoktur. Hızla büyüyen Genç Osmanlılar hareketine karşı Abdülhamit'in uyguladığı politikalardan biridir. Özünde hilafet ve saltanat taraftarıdır.
Şeriatçı Ulema'nın iktidar aygıtından tasfiyesinin önemli adımlarından biri olan 1908 sürecinde, bu kesimin reaksiyonu, İttihat-ı Muhammedi Hareketini kurarak yanıt vermek olmuştur. Bu kesim, İngilizlerin yoğun olarak desteklediği Hürriyet ve İtilaf Partisi içinde de bulunmuştur. 31 Mart Vakası'ndan sonra Hareket Ordusu'nun yeniden İstanbul'a yürümesi üzerine, tasfiye edilmişlerdir.
İslamcı yazarın en "çarpıcı" incelemesini ise 'Anadolu Halk İsyanları' başlığı altında 1919-1921 dönemini incelemesi oluşturmaktadır. Yazar bu dönemde ortaya çıkan "Anzavur, Düzce, Gediz, Yozgat İsyanlarını, İslami Hareket" kapsamında değerlendirerek sahip çıkıyor ve "Bolu Düzce ve Yozgat Ayaklanmalarını bastıran ve cinayetler işleyen kişiden Çerkez Ethem olarak bahsedilir" diyerek, bunların çoğunu bastıran Çerkez Ethem'i suçluyor. Bu bastırma harekatları sırasına kadın, çocuk herkesin öldürüldüğünü yazıyor ama unutuyor ki; Çerkez Ethem Yozgat İsyanı'nı bastırdıktan sonra Yozgat Valisi'nin M.Kemal'le olan ilişkisini çözünce isyanın karmaşıklığı ortaya çıkmıştır. Aynı çalışmada, daha sonraları tasfiye edilen önderlerinden bahsederken, Çerkez Ethem'in de adını anıyor. Aslında bu dönem Anadolusu, bir sınıf mücadelesinin ateşiyle kavrulmaktadır.
"Bu ilçede kotarılan bir mizansenle, cahil halkın son dini sığınağı olan tasavvuf da sindirilmiş oldu."(l6)
Tarihsel dizinin son kitabında yapılan bu saptama, aslında İslamiyetin halkta yarattığı sonuçları tanımlaması açısından oldukça ilginçtir.
İslamiyetin katı kalıpları içinde cendereye alınan halk, bilgilenmenin ve anlamanın sonucunda, yaşamı kendi öz etkinliği olarak düzenleme sürecinden mahrum kalır ve tasavvufun kucağına itilir.
"Ulema", halkın cehaletinden büyük bir memnunluk duymaktadır ve bu durumun sürekliliğini sağlamak için elinden geleni yapmaktadır; çünkü geleceğinin bu cehalet içinde saklı olduğunun bilincindedir. Halkın çözülen cehaleti Ulemanın dayanaklarını birer birer ortadan kaldıracağı için, Ulema yüzyıllarca bilime ve aydınlanmaya düşman olmuştur.
"16. yüzyılın sonlarında sadece düşünce ve inançları yüzünden üç kişi idam edilmiştir. Bunlardan biri İstanbul'da Behram Kethüda Medresesi Müderrisi, Nadajlı Sarı Abdurrahman adlı bilim adamıdır. Sarı Abdurrahman, evrenin sonsuzluğuna ve bu evrende tabiat kanunları üzerinde herhangi bir olayın olamayacağına inanıyordu. Bu düşünceleri yüzünden zındık (Allah'a ve Ahirete inanmayan) olduğuna karar verildi ve 1601 yılında idam edildi."(17)
16. yüzyılın en önemli rasathanelerinden biri olan Tophane sırtlarında, Takiyüddin'in (1520-1585, Matematikçi ve Astronom) kurduğu rasathane gözlemlerine başladıktan sonra İstanbul üzerinde kuyruklu yıldız görülmesi, ardından 1578'de şehirde veba salgını başlaması üzerine, zamanın Şeyhülislamı Ahmet Şemsettin Efendi rasathanenin kapatılması için fetva veriyor. "Gözlem yapmak uğursuzluk getirir. Evrenin sırlarını küstahça anlamaya cüret etmenin vahim sonuçları açıktır. Gözlem yapılan hiçbir memlekette mamur devletin tahrip olmadığı ve devlet yapısının zelzeleye uğramadığı görülmedi."(18)
Molla Lütfı, bir ders sırasında kendi namazlarının boşyere eğilmek ve kalkmak olduğunu, Hz. Ali'nin, savaşta ayağından yaralanmasından sonra okun çıkarılmasını istediğini, fakat acısına dayanamadığını, ancak namaz kılarken çıkarılınca hiç bir acı hissetmediğini ağlayarak anlatmıştır. Eleştirdiği bazı kimseler ise onu dinsizlikle suçlamış ve 1494 yılında idam edilmesini sağlamışlardır. (19)
16.yy'daki bu üç örnek bile, İslamiyetin Anadolu'daki tarihini sonuç olarak cehaletin tarihi olarak değerlendirmeye yeterlidir.
Resmi devletçi geleneğin halk arasında yaygın olarak bilinen imajının bugün açısından uzun süre hareketin sorunlarına yanıt olamayacağının bilincindedirler. Dolayısıyla, "Halk Hareketi" kavramına ve bunun sonucu olarak yerli olunduğunun kanıtlanmasına ihtiyaç duymaktadırlar. İslami Hareketin önemli paradokslarından biri olarak yedilik kaygısı, İstanbul'un fethinin bilmem kaçıncı yıldönümünü kutladıkları sürece, hep boynunda sallanan bir zincir olarak duracaktır.

İslamcıların köksüzlük "suçlaması" ve sol
Solun özellikle entellektüel çevrelerinin, sağın bu alandaki "suçlamaları" karşısında ciddi bir rahatsızlık geçirdikleri; bu çevrelerin derli toplu olan kesimlerinden biri olan Birikim Dergisi'nin özel bir sayı ile bu "suçlamalara" teorik bir yanıt verme gereksinimi hissetmesindende anlaşılmaktadır.
Hatta bu çevre, solun bazı kesimlerince "ecnebilikle" (Aydın Çubukçu) suçlandıkları ve bunun Aydınlıkçıların milliyetçi zihnine kadar uzandığının altını çizmektedir. Pratik dar kafalılığın sol muhafazakarlık ürettiği söylenmektedir.
Aslında içine arz-ı endam edilen mevzu, solun toplumsal, siyasal süreçteki "marijinalliğinin" kronik olarak ürettiği çözümsüzlüğüne neden bulmakla yakından ilintilidir.
Ama gerçekten sorunun ortaya konulusu zannedildiği gibi doğru mudur? Yani sol, yerli olmadığıdan dolayı mı böyle kronik bir vaka içinde debelenip durmaktadır? Yoksa gerçekten kendisini üretmekte olmazsa olmaz olan evrensel değerleri erozyona uğrayıp "yerlileştiği" için mi bu durumdadır?
Eğer tartıştığınız sorunu somut pratikten koparıp varolanı kabullere dayalı kavramsal bir alana hapsederek tartışırsanız, kavramların tutsağı olup, yaşamsal dinamiklerden koparak, iddiaları kabule dayanan bir zeminde kendinizi boşuna kanıtlamaya çalışırsınız. Çünkü sol, giderek daha fazla yerlileşmektedir. Kendisini ve içinde yüzdüğü kesimleri dönüştüremeyen sol, iki koldan yerlileşerek "yerelleşmiştir". Birinci kol, legalleşme dalgası üzerinde yüzenlerdir. Burada, hareket alanı iyice daralan/daraltılan sol grupların birlikte yaşayabilecekleri, birlikte devam edebilecekleri bir tarzın örgütlenmesi, sadece düşünülmüştür. Ve siyasal etkinliğin devamlılığı anlamında 'çoğulculuk' olarak da anlatılan bir önkabuller zinciri ile yerel olanın kutsanmasını çağrıştıran söylemler baştacı edilmiştir. Bu coğrafyada şekillenen özellikleriyle, birlikte bir taşı dahi kaldıramayan insanların birlikte bir bina inşa edebilmeleri hayalleriyle süslenen yollarda yürümek de, kolayca görülebileceği gibi pek mümkün olamamaktadır.
İkincisi, tarikatlaşma dalgası!.. Evrensel değerlerin erozyona uğradığı koşullarda ideolojik yeni yönelişlerle varlığını sürdürmeye çalışmak. Örneğin Arap Halkının kurtuluşunu benimseyen THKP-C(ACİL), Aleviliğe yönelen TKP-İşçinin Sesi, Ortadoğu tipi bir örgüt ve önderlik anlayışının geliştiği popülist DHKP-C, soldaki ufuk kararmasını tipik örneklerindendir.
Şu iyi bilinmelidir ki, solu bu topraklarda üreten, evrensel değerlere yaptığı vurgu etrafında somut sınıfsal taleplere çözüm önerileri sunabilmek olmuştur. "Somut koşulların somut tahlili", ütopya'ya giden yolda 'yerelliğin' bilince çıkarılması ile mümkündür.
İşte bu yerlileşme-yerelleşme ilişkisinin bazı momentlerde ortaya çıkardığı ittifaklar ve çağrılar inanılmazlıklar sınırlarını da aşarak, 'Sünni Halkımıza', Alevi Halkımıza' yapılan çağrılara kadar uzanmıştır. Müslümanlara yönelik en büyük zulmü biz görüyoruz, o zaman gelin bizlere katılın, anlamına gelecek çağrılar yapılmıştır.
Değerlerin de giderek erozyona uğradığı bir savrulma hattı oluşturulmuştur. Bir yanda etkinlik yürüten militanlarına 'kadınlar için akşam 9, erkekler için akşam 11' gibi 'eve girme saatleri' belirlenmiştir. Bir başka kesim ise özgürlüğün cinsellikte olduğunu 'keşfederek', çirkin bir doyumsuzluk girdabının içinde ömür tüketir hale gelmiştir.
Etik anlamda, bizim gerçek insan ilişkilerinin geliştirilmesinden ve üretilmesinden bahsetmemiz gerekiyor. Ahlak, çoğu kez, kötülüklerin içinde yüzenlerin gereksindiği, iyi gözükmenin getirdiği bir sızlanıştır.
Devrimci harekette de asıl olarak bu yöndeki tartışmalar çaresizlik koşullarında ortaya çıkmıştır ve kaybedilen insiyatifin yerini almıştır. Sürece insiyatif koyamamanın ortaya çıkardığı kendini koruma mantığı ile salt ahlaksal bir zeminde bulunma kaygısından başka bir şey değildir.
Devrimci insanın örnek ve yaşam bilincinden kaynaklanan gelişkin ahlak anlayış ve davranışlarının olağanlığının yerini, mücadele dışı bir ortamda, ahlakçılık almıştır.
Yani, mücadele içinde, bilinç etkinliği ve gelişimi içinde zenginleşen ahlak tarzı terkedilmiş, devrimci düşüncenin yerini ahlakçı düşünce tarzı almıştır. Hem de, gelişkin değil, dar, katı, sınırlayan, geliştirmeyen, halka inme söylemleri içinde gericileştirilen bir ahlakçılık... Devrimci tarzda varoluşun çizgilerinden biri olarak değil, salt bir varoluş biçimi olarak algılanan bir ahlakçılık!
Devrimci sosyalist hareket, kendini yeniden üretimin gereksindiği ahlaksal kopuşu gerçek ilişkilerin örgütlenmesine yöneltemediği anda, iyi-kötü karşıtlığında kavramsal çatışmanın tuzağına düşer. Sınıfsal geçirgenlik düzeyi yüksek olan belirsizleştirici ahlaki kavramları, varoluşunun temeline oturtur. Şeyleşme-hiçleşme süreçlerinde yitirilen perspektifin yerini, düzen hızla doldurur.

"Biz ve onlar", tarihsel dönemler

Burada sonuç çıkarmak ve sınıf mücadelesinin bir bileşenine dönüştürmek üzere, 60'ların sonunda ve
70'lerin başında dünyayı saran devrimci dalganın, dini düşüncenin evrilerek kırılması yönünde (diğer belirleyici etkenlerin yanında) önemli bir işlevi olduğu görülecektir.
Bunun için, iki önemli dini akımdan politik-pratik olarak dışavuran eğilimleri incelemek, fikir vermesi açısından önemlidir.
60'ların sonlarında Latin Amerika Kiliseler Konseyi'nde, açıkça yoksulların yanına geçen bir eğilim ortaya çıkmış ve daha sonraları, özellikle Brezilya'daki güçlü eğilimi ile Kurtuluş Teolojisi olarak adlandırlacak bir akımın geliştirilmesini sağlamışlardır.
Bu akım, açıkça yerel oligarşileri yoksullar nezdinde mahkum etmiş ve onlarca örneğinde de görüleceği gibi bizzat gerillaya katılarak mücadelenin içinde yer almışlardır.
Bu akımın etkisi, Latin Amerika, Orta Amerika ve Filipinler'e kadar uzanmıştır. Geleneksel kalıpların dışına çıkarak, Marksist kaynakları referans olarak kullanarak yeni bir varoluş biçimi geliştirmeye çalışmışlar, marksizmin artı-değer ve sınıf mücadelesi analizlerini "manevi ürün" kavramı ile harmanlayıp sistemin karşısına geçmişlerdir.
Keza, aynı tarihlerde İran'da ortaya çıkan Halkın Mücahitleri, ekonomik olarak artı-değer teorisini İslami inançla birleştirmeye çalışmışlar, 80'lere doğru içlerindeki bu çelişki, marksist bir grubun ayrılması ile bitmiştir. Öte yandan 70'lerin ikinci yarısında, yaşadığımız coğrafyada İslamcı kesimlerde görülen ve kendilerini tanımlamakta kullanılan "Biz Yeşil Komünistiz" sıfatı da bu tarihsel dönemle ilişkilidir. Hegemonyanın uzandığı alanları göstermesi açısından da bu alan, ilginç veriler sunmaktadır.
Tüm bu tarih bize göstermektedir ki, eğer 90'ların başlarından itibaren devrimci hareketi yeniden organize edebilseydik, İslami hareketin etkilediği yoksulları, 90'ların sonlarında devrimci hareketin etki alanına sokabilirdik. Çünkü İslami hareket, "Adil Düzen" vaadi ile, solun en önemli amaçlarını kendi argümanları haline getirerek bu kadar geniş bir alana yayılmıştır. Dikkat edilsin, asıl olarak da devrimci hareketin açmazlarının kronikleştiği yıllarda seçim başarılarını elde etmişlerdir. (1994)
Ve özellikle Sünni Gelenek olarak bilinen devletçi gelenek içinde, bu akım çok önemli mevziler kazanmıştır. Serbest Piyasa ekonomisini açıkça kutsayıp "Avrupa yollarına" düşünce harekette bir çatlama olmuş, yeni arayışların önü, İslami yeraltı örgütlerine karşı yürütülen operasyonlar ve medyanın kışkırttığı ahlaki teşhir süreçleri ile kesilmeye çalışılmıştır.
Son dönem Hak-İş başkanının ağzından dökülen sınıf mücadelesi argümanlarına dikkat etmek gerekmektedir. Burada, bu insanlarla yapılan tartışmaları dini inanç eksenine oturtmak kadar ahmakça bir şey olamayacağı oldukça açıktır.
Fakat ne yazık ki bizim 'sol'un bazı grupları, işi buralara kadar götürmektedir.
Hayat, herkesi ağır ağır sınıf mücadelesinin içine çekmektedir ve biz asıl olarak bu alandan bir mücadeleyi örgütlemekle yükümlüyüz.Ve sınıf mücadelesi, gerçek saflaşmaları belirleyecektir.

Dipnotlar:
(1) Yeni Ufuk, Haziran 1997 (Aktaran Nuray Mert, Birikim Sayı 111-112 sayfa 101)
(2) İslam Felsefesinin Kaynakları S.118 Y. Kumeyr, Çev. Fahrettin Olguner, Dergah Y. Çağdaş İslam Düşüncesi
(3) İslam Felsefesinin Kaynakları S.113 Y. Kumeyr, Çev. Fahrettin Olguner, Dergah Y. Çağdaş İslam Düşüncesi
(4) Bir İslam Felsefesi Var mıdır? Ahmet Arslan, Felsefe Yazıları.Yazko, 2.Kitap
(5) Bir İslam Felsefesi Var mıdır? S.33 Ahmet Arslan, Felsefe Yazıları,Yazko, 2.Kitap
(6) Mani inancının temellerinde, Hz. İsa'nın talebelerine haber verdiği Feraklit, yani Ruh-ul Kudüs olduğunu iddia eder. Peygamberlerden Adem, Şit, Nuh, İbrahim ve Buddha'ya, Zerdüşt'e, İsa'ya, Havari Pavlos'a inanır. Fakat Musa'nın peygamberliğini kabul etmez. Hayvan eti yemek, onlara eziyet etmek, içki içmek ve evlenmek, bırakılmalıdır. Manilik, Batı'da Afrika'ya, Doğu'da Çin'e kadar yayıldı. Emeviler onları takibe aldı. Abbasiler ise kendilerine zındık diye hücum etti.Zerdüşt, Hayr ile Şer'in kavgasında Hayr'ın kazanacağını söylüyordu, fakat Maniler, Şer'in galip geleceğini ve bunun için de neslin kökünü kurutmak gerektiğini savunuyorlardı.
(7) Z. Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk varlığı S.138
(8) Z. Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk varlığı, S.140
(9) agy.231 (10) agy. 237 (11)agy. 143 (12)agy.113 (13)agy.127 (14) agy. 127 (15)agy.124
(16) Devrimlere Tepkiler Ve Menemen Provakasyonu, Anadolu İslami Hareketleri 8, Tüm Eserleri 11, Denge Y, S.8
(17) Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim Remzi Kitapevi, İstanbul, 1982 s.34
(18) agy. S.22
(19) Osmanlılarda Bilim, Osman Bahadır, Sarmal Y.
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92