Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yakup Cemil

Şu kadarı artık çok açıkça görülebiliyor ve görmek için engin bir teorik birikime filan değil yalnızca bir çift göze ihtiyaç var: Bu ülke, epey uzun bir süredir iki ayrı dünyadan oluşuyor.
İki ayrı dünya... İsmet Özel'in eşsiz dizesinde söylendiği gibi "hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır" iki ayrı toplumsal atmosfer, iki ayrı ruh hali... Öyle ilk elde sanıldığı gibi doğrudan sınıfsal kategorilerle açıklanabilen bir durum değil bu. Keşke öyle olsaydı. Keşke her şey "Dünyayı Sarsan On Gün"deki şu ünlü Kışlık Saray nöbetçisinin ayrımındaki kadar net olsaydı ve manzara o basit cümlenin içine sığacak kadar açıkça ortada olsaydı: "İki sınıf var, burjuvazi ve proletarya." Keşke insanların yaşamlarıyla düşünceleri arasındaki açı bu kadar dar olsaydı ya da başka bir deyişle ifade edersek, devrimci dalga, bu açıyı en dar noktasına dek sürükleyecek bir aşamada olsaydı. Ama değil...
Değil ve bu durum, her şeyi olduğundan daha karmaşık hale getiriyor. Şüphesiz bütün meselenin özü olarak ortada duran bu ayrım cümlesi olguları açıklamak bakımından temel bir öneme sahip. Ama öte yandan, bu açıklayıcılık da bugün kendini doğrudan ortaya koyamıyor. Olguların parçalandığı ve gerçeğin her gün yeniden "üretildiği" koşullarda, nesnel zeminle düşünce dünyası arasındaki dolaylı ilişki, gitgide daha çok sayıda labirentin içinden geçerek kuruluyor. Gitgide daha çok sayıda faktör, bilincin oluşumu sürecini etkiliyor ve saf/katışıksız gerçekle onun algılanışı arasındaki fark her geçen gün daha fazla büyüyor. "bilgi" ile "bilinç" arasındaki fark, tarihin hiçbir döneminde bu kadar açıkça ortaya çıkmış değildir. Tarihin hiçbir döneminde sokaktaki insan güncel politika üzerine bu kadar çok "bilgi" sahibi olmamış; buna karşılık da "bilinç" denilen yoğunlaşmış formdan bu kadar çok uzaklaşmamıştır.
Yirmi yıllık bir deformasyon sürecinden geçerek geldik bugüne. Ve bugün geldiğimiz yer, sınıfsal kategorileri de boydan boya kesen bir sınır çizgisidir. Talihsiz bir sınır çizgisi... Talihsiz; çünkü bizim tarafımızdan çizilmiş değildir.
Ancak yaşarken, akıp giden hayatın içinde farkedilebilen ayrım noktaları var. Bunun için sokağa çıkmanız ve kendi kapalı devre sol ilişkilerinizin içinden taşıp olgulara biraz dışardan bakmanız gerekiyor. Örneğin, bütün gecenizi isyan halindeki bir cezaevinin önünde geçirmişsiniz diyelim; bütün gece bir çevik kuvvet duvarıyla kuşatılmış olarak, her an yapılabileceğinden korktuğunuz bir operasyonun tedirginliği içinde gergin saatler yaşamışsınız; üşümüşsünüz, yaktığınız ateş de içinizi ısıtmamış bir türlü. İsyancıların el salladığı pencereden gözünüzü ayıramamışsınız bütün gece, yaşlı anneleri bir arada tutmaya, morallerini yükseltmeye çalışmışsınız. Sonra sabah olmuş, şehrin merkezine gidiyorsunuz, vapurdasınız örneğin, birinci dünyanın sınırlarından çıkıp ikinci dünyanın içine girmişsinizdir artık; her şey şaşırtmaktadır sizi, gencecik on insanın katledildiği bir ülkede değilsiniz sanki, her şey o kadar rahat, o kadar sağır ve kör... Dünkü yarışların sonuçları, doların kapanış fiyatı, Fener'in son durumu...
Vapurda, yanımızda oturanlar Rahmi Koç ya da Ayhan Şahenk filan değildir. Tabii ki değildir! Onlar, bildiğimiz insanlardır, konfeksiyon işçileri, dükkan sahipleri, memurlar... Hiçbiri yabancımız değil, hepsi bizim türümüzdendirler, hani şu devrim programlarında alt alta yazıp kendimize müttefik ilan ettiğimiz insanlar var ya, onlar işte!
Daha çarpıcı olan ise bir 28 Ekim gecesidir. Yine ölümlerin olduğu bir isyanlar sürecidir ve siz yine yüreğiniz ağzınızda apar topar Ümraniye Cezaevi'nin önüne gidiyorsunuzdur. Yolunuzun üstündeki Haydarpaşa tren istasyonunda ise bir şenlik bir kıyamet! Ertesi gün, Ankara'da Cumhuriyet Yürüyüşü vardır ve "Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği" üyeleri, hanımlar, beyler, sivil toplumumuzun nezih üyeleri, büyük bir heyecan içinde istasyondan uğurlanmaktadırlar. Davullar, zurnalar, Onuncu Yıl marşları... Bir saat sonra, yüzleri kaygıyla dolu olan tutsak annelerinin içine girdiğinizde, Haydarpaşa İstasyonu'nu yeniden hatırlarsınız; hepsi de ne kadar aydınlık delisidirler, ne kadar çok ilericidirler, solcudurlar! Ve bize ne kadar yabancıdırlar!
Bu ülke, iki ayrı dünyadan oluşuyor... Birbirine kapalı iki dünya...
Birbirine kapalı; çünkü ikinci dünya, birinciyi, orada olup bitenleri görmek istemiyor. Görmüyor değil, görmek istemiyor da değil aslında; işin bu bölümü uzun bir hikâyedir. Bir ucu 80'lere dek giden yeni iktisadi politikalar, politik ortamın ve devletin aygıtlarının yeniden biçimlendirilmesi, yeni bir ideolojik ortamın medyatik yoldan yaratılarak bütün bilgi akışının tekelleştirilmesi ve şiddet yoluyla desteklenmesi, kimliklerin ve zihinlerin parçalanışı, devrimci güçlerin kendi etraflarında örülen bu yalnızlık duvarını aşmaktaki beceriksizlikleri, vb. gibi bir çok şey bu hikâyenin çerçevesi içinde sayılabilir. Bütün bunlar ayrı bir yazının konusu. Ama bir şey kesin gibidir: Bu, bir "görmeme" olayı değildir. Burada söz konusu olan, daha derin, daha köklü bir şeydir ve aslında "görmek"ten çok "görmenin sonuçları"yla ilgilidir. Çünkü, görme fiili, acının yayılması ve yaşantımıza bulaşması sonucunu doğurmaktadır ve o noktada "vicdan" denilen şey bugünkü yaşantımızı tehlikeye sokacak kadar riskli bir kavram haline gelmektedir. Riskten kaçınmanın en iyi yolu da herhalde, yalnızca "görmemek" değil, "görebilecek yerde durmamak" olarak tanımlanabilir.
Birinci dünya ise öfkeli ve artık neredeyse küskündür. İnsanlık denilen şeyin ikinci dünyayı tümüyle terkettiğine, o dünyanın kulaklarını tamamen kapattığına inanmaktadır. İşinde gücünde hayvan sürüsü! Gencecik çocuklar katledilirken kendi pis çıkarlarını, piyango kuponlarını düşünen duygusuz domuzlar! Özellikle birinci dünyanın politik bakımdan çeperinde ama acıyı hissetmek bakımından tam ortasında duran "aileler" kesiminde gitgide yerleşen bir düşünme tarzıdır bu. Cezaevi kapısından cesetler fışkırırken beri taraftaki o derin sessizlik, onlar için anlaşılır gibi değildir. Ölüm hep onlara düşmektedir çünkü, gece gelen telgraflar hep onların adresinedir. Çocuklarıyla gurur duymaktadırlar evet; ama bütün bu "sürü"nün "uğruna ölmeye değip değmediği" sorusu da yakalarını bir türlü bırakmamaktadır.
Ama hepsi bu kadar da değil; keşke böylesi zehirli filizlerin yalnızca yaşlı ve acılı insanların yüreğinde geliştiğinden tam olarak emin olsaydık! Günlük devrimci çalışmanın hemen ve birebir sonuçlar vermediği, her şeyin uzun vadeli süreçlere endekslendiği günümüz toplumsal ortamında devrimci sempatizanların birinci dünyanın bu kırılmalarına ne kadar uğradığını belki tam bir kesinlikle bilmiyoruz. Ama, sol içindeki insan sirkülasyonunun artışından, gelip geçen hevesli çocukların kalıcı unsurlara oranından şüphesiz bir şeyler çıkarabiliriz ve bu sonuçların da büyük bir olasılıkla yukarıdaki ruh haliyle bağlantılı olduğunu düşünebiliriz.

Cezaevleri ısınırken
Cezaevleriyle ilgili gelişmelerin önümüzdeki bahar ve yaz aylarındaki siyasi gündemi belirleyeceği kesin gibi görünüyor. Doğrusu bunu söylerken "malesef" diye eklemek gerekiyor. Bazıları bunu pek normal ve hatta pek anlamlı
bulabilirler; kendi bilecekleri iştir. Ama bize sorarsanız, bir ülkedeki politik gündemin devrimci hareketin eylemlerinin yaratacağı sarsıntılarla ve sınıf hareketinin ivmesiyle değil de tutsakların -çoğu zaman kadro kayıpları verilen- direnişleriyle hareketlenmesi, ne normaldir ne de arzulanır bir şeydir. Devrimci örgütlerin öncelikli görevler listesinde herhalde üçüncü-beşinci dereceden bir görev olarak durması gereken "cezaevlerindeki direnişin, bu topraklar üzerinde sık sık bu ölçüde öne çıkması, yalnızca düşmanın politikalarıyla değil, asli devrimci görevlerin yerine getirilmesindeki eksiklikle de ilgili olsa gerektir.
Yaklaşmakta olan çatışma, kaçınılmaz ve kesindir; çatışmaya girme konusunda da hiçbir tereddüt gösterilemez. Zaten bu konuda bir tartışma yapmak da anlamsızdır. Kavgaya davet ediliyorsak eğer, Nazım'ın dediği gibi "davetleri kabulümüzdür." Düşman hazırlıklarını sürdürmektedir, devrimci güçler de kendi cephelerinde hazırlıklarını sürdürüyorlar. Saldırının hangi noktadan hangi taktik adımla başlatılacağı henüz net olmasa da, devrimci güçlerdeki direnme kararlılığı açıkça ortadadır. Cezaevlerindeki tutsak yoldaşlarımız da kendi cephelerinden hazırlıklarını yapıyorlar; diğer devrimci güçlerle birlikte saldırıyı göğüslemenin yollarını tartışıyorlar. Nihai sonuç her ne olursa olsun, devrimcilerin ucuz mafya bozuntularına ya da karizmatik tarikat şeflerine benzemediğini düşman pek yakında öğrenecektir. En soytarı gazeteciler bile bu konuda öyle ucuz "teslimiyet" manşetleri atamayacaklarını aslında biliyorlar. Hesaplaşma sert ve kesin olacaktır. Belki zamana yayılarak devam edecektir ama düşman için kesin bir galibiyet şansı hiç olmayacaktır.
Ayrıca, bu hesaplaşma, kamuoyunun dikkatini de üstüne çekecek, cezaevleriyle sınırlı kalmayacaktır. "Şu aşırıların iyi bir papara yemesini" gizli gizli isteyen "solcu"lar da içinde olmak üzere devrimci cepheye herhangi bir yakınlıkta duran bütün güçler, bu çatışmayı dikkatle izleyecekler, sürecin içine dahil olmak zorunda kalacaklardır. Cezaevi dışındaki manzaraya da tanık olma fırsatını yakında bulacağız. Demokratik güçlerin hazırlığının şu an için yeterli olduğu söylenemez; olayın ciddiyetini henüz hissettirmiyor olmasından da kaynaklanan bir rehavet ve pratik bakımdan anlamlı olmayan polemikler halen devam etmektedir. Yarın cezaevi kapısında aynı cop darbelerine maruz kalacak olanların bugün birbirlerini gereksiz yere yıprattıkları da doğrudur. Ama durum tamamen de kötü sayılmaz; en azından dernekleşme gibi çabalar gelişmektedir ve sıcaklığın artması bugün birbirlerine yakın durmayanları da en azından temas içerisine sokacaktır. Bütün tuhaf tartışmalar bir yana, durumun geçmişe oranla daha olumlu olduğu söylenebilir.
Bu arada, muhtemelen "Demokratik Cumhuriyet" gündemiyle gerçek hayat arasındaki çelişki de önümüzdeki süreçte kendisini ortaya koyacak ve devlet terörüyle devrimcilerin direnişi arasında hiçbir boş alanın kalmadığı aşamaya ulaşıldığında olaylar çok çarpıcı bir noktaya sürüklenecektir. 8 Mart'a kalabalık ve renkli bir kitleyi taşımak, şüphesiz güzel ve anlamlıdır; ama aynı örgütlülük kardeşlerini çiğneyen çizmelere karşı aynı gücü harekete geçirecek midir? Yani daha açıkçası, bir cezaevi saldırısıyla Patagonyalı üç diplomatın İmralı'yı ziyaret girişimi aynı zamana denk geldiğinde, kim nerede ve nasıl duracaktır? Türkiyeli devrimci güçler, her noktasına temelden itiraz ettikleri halde, İmralı'daki konseptin uygulanışına yine de saygı duyabilirler; ama nereye kadar? Her şey, Mehmet Akif'in şiirinin uyarlanmış biçimindeki şu noktaya gelip dayandığında, kalıcı bir güvensizlik oluşmayacak mıdır: "Bir süreç uğruna yarab, ne güneşler batıyor!"
Bütün bu soruların ve karışıkların içindeki talihsizlik ise yukarıda ilk söylediğimizle ilgilidir. Devrimci güçler, "ikinci dünya" ile ilişkilerindeki gerilimi henüz çözemedikleri bir dönemde hesaplaşmaya zorlanıyorlar. Devrimci hareketlerle onların hedef kitleleri arasındaki ilişki, bugün problemlidir; devlete güvenin neredeyse sıfır noktasına düştüğü bu çok özgün tarih diliminde kitlelerle devrimci cephe arasındaki güven de dip noktasına dek gerilemiş durumdadır ve bu sayededir ki cumhuriyet tarihinin en uyduruk hükümet bileşimleri varlıklarını devam ettirebilmektedirler. Artık neredeyse canlı cenaze haline gelmiş bulunan şu yaşlanmış "karaoğlan"a "ikinci bahar" şansını tanıyan şey bu gerçeklikten başkası değildir.
Kitlelerin "tutuşmak üzere olan bir bozkır" gibi "kıvılcım" beklediğini, bu kıvılcımın da cezaevlerinden çakılacağını ciddi ciddi düşünenler varsa bilemeyiz. Bildiğimiz tek şey, "kurumuş bozkır" imgesinin düpedüz bir halisünasyon olduğudur. Ajitasyon cümlesi olarak iyidir, afilidir, dergi sayfasında göz doldurur ama boştur. O "bozkır" dediğimiz şey, göz ucuyla bizi kollayarak kendi yavan yaşantısının içinde sürüklenmektedir ve devrimci irade tarafından ciddi biçimde sarsılmadıkça ("çağrı" değil, "sarsıntı!") herhangi bir "ateş alma" eğilimi de göstermeyecektir. Kimse kendini aldatmasın, bu ülke topraklarında son yirmi yıl boşuna yaşanmadı; devrimci cephede ne olup bittiği bir yana, öte yandakiler boş durmadılar, yirmi yılda bu topraklara ekilebilecek zehirli bitkilerin tümü ekildi, bizi yalnızlığa itmek için yapılabileceklerin tümü yapıldı; "ikinci dünya" dediğimiz şey öyle bir tek günde oluşmadı, gökten zembille de inmedi. Ve şimdi artık onun tasfiyesi de lokal hesaplaşmalarla, basit vuruşlarla mümkün değildir. Bugünün çorak ortamında cezaevleri hesaplaşmasını anlamlı bulabiliriz; anlamlıdır da zaten ama sorun çok daha derindedir ve sınıf hareketiyle devrimci müdahaleyi birleştiren bir çizgiyi yakalayamadığımız koşullarda sokakta yapılması gerekeni koğuştan beklemek çok akıllıca olmayacaktır. Bu yoldan gidildiğinde varılacak yer, derin bir kavrayışsızlık olacak ve dergi sayfalarının yüksek tansiyonu ile devrimci sempatizanların somut gözlemi arasındaki açı büyümeyi sürdürecektir.
Kısacası denilebilir ki, cezaevleriyle ilgili yeni bir sürece girerken, yeniden ve daha çarpıcı bir biçimde bu "iki dünya" sorununun sınırları içine de adım atmış bulunuyoruz. Ve muhtemeldir ki bu süreç, sözkonusu sorunu çözdüğümüz değil ama derinliğini iyice kavradığımız bir süreç olacaktır.

"Temiz Toplum" (!) yolunda bir adım daha

Onlar ise bizim gitgide daha iyi kavradığımız şeyi çoktandır bilmektedirler. Ne kadar iyi öğrendiklerinin çarpıcı kanıtı da son yaptıkları "Hizbullah" temizliğidir. Büyük bir olasılıkla geleceğin yeni kontra örgütlerinin temelini şimdiden atmış bulunan oligarşi, eskilerini temizleme yolunda Susurluk'la başlatmış olduğu hamleleri Hizbullah operasyonuyla sürdürmektedir. Susurluk olayında solu da kapsayan büyük bir manipülasyon dalgasını harekete geçiren egemen blok, hatırlanacağı gibi "kendi öz çocukları"yla ilgili işlemleri oldukça kansız yürütmüştü. Birkaç göstermelik yargılama, biraz temizlik, garantisi önceden verilmiş tahliyeler... Ve sorunun kapanışı...
Sıra "üvey çocuklar"a geldiğinde ise, işe "kontrolü zor görünen" bir unsurun, Velioğlu'nun tasfiyesiyle başlanması, kalanların da tek bir düğmeye basılarak avlanması (insan kendi çocuğunun nerede oturduğunu bilmez mi?) hiç sürpriz değildi. Üstelik bu kez aynı taşla daha fazla kuş vurulmuş oluyordu; makul bir "yargılama" yolundan değil de medya, destekli saldırı/linç yolundan yürütülen operasyon, bir yandan "devletin kararlılığı" konusunda kanıtlar sunarken öte yandan da kirli çamaşırlardan kurtulmak anlamına geliyordu. Sayısı binlere varan cinayetlerin bir bölümünü Çatlı'ya, kalanını da Velioğlu'na havale eden devlet, böylece merkez dışındaki bütün siyaset yapma biçimlerini "kirli" ilan eden yeni bir "temiz toplum" hamlesinin hazırlıklarını tamamlamıştır. Bütün operasyonun en önemli sonucu da budur zaten; devrimci katilliği için eğitilmiş olan bir gücün işlediği cinayetler bile, akılalmaz bir teknikle tersine çevrilerek, genel bir "terör" tasnifi içine sokulmuş ve mevcut çerçeve dışındaki siyasi akımların tümü aynı kirliliğin parçası olarak lanse edilmiştir. Asıl hedef, solun yalnızca şiddet aygıtı tarafından değil, aynı zamanda "temiz toplum" için ayağa kalkmış güruh tarafından da ezilmesidir. Bir vakitler "örgüt evi" operasyonları sonrasında MHP'liler ve sivil polisler tarafından yapılması pek moda olan şu gösteriler, şimdilerde "beyaz Türkler" denilebilecek başka ve daha kalabalık bir gruba ihale ediliyor. Cezaevlerinin kontrolsüzlüğü üzerine yapılan bütün manipülasyon, mafya babalarının hesaplaşmalarının bile devrimcilere saldırı için malzeme yapılması, hep bu tuzu kurular cephesine yapılan yatırımlardır. Asıl yapılmak istenense fiziksel linçin, genel bir manevi/medyatik linç eylemiyle elele götürülmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamda söylenebilir; son zamanlarda ellerindeki müthiş "sivil" anayasa taslaklarıyla kapıkapı dolaşan "inisiyatif"ler, yalnızca safdil bir hatanın değil, düpedüz bir suç ortaklığının da kapısındadırlar.
(Geçerken bir parantez açmazsak eksik kalır: Hizbullah operasyonu ve bütün şu "laik" kampanya herhalde bir başka şeyi de kanıtlamış olmalıdır. Türkiye solu artık din unsuruyla ilişkisini doğru dürüst tanımlamak zorundadır. Köşedeki sakallı bakkaldan alışveriş etmemeyi marifet zanneden geri zekalı "eski solcular"la, filan ayetle falan ayet arasındaki çelişki üzerine dehşetengiz keşiflerde bulunan "sol ilahiyatçılık" eğilimi, en az Muhammed'de Ali'de sol cevher arayışları kadar hükümsüz ve anlamsız hale gelmiştir. Ne "laik" cepheye katılmanın ne de karanlık dehlizlerde ışık aramanın bizim işimiz olmadığı yeterince net olarak ortadadir. Bizim dinle filan da ilgimiz yok; onu referans alan tariflereyse hiç ihtiyacımız yok. Biz kendimizle ilgili bir tanım derdindeyiz. Camus'nün bir oyununda Narodnik Stepan "biz tanrıya inanmayanlar için ya tam bir doğruluk gerek ya da umutsuzluk" diyordu. Umutsuz değiliz; ama "tam bir doğruluğa" sahibiz ve hareket noktamız da orasıdır zaten. Devrimci hareket, ortaya ciddi bir etik ilkeler bütünlüğü koymak ve bu teorik/pratik tarzı düzenin karşısına cepheden çıkarmak zorundadır artık.)

Oyunun kuralları üzerine
Bizden önce ve bizden iyi öğreniyorlar demiştik... Bu, onların kendi yetenekleri değil tabii ki. Devrimci güçler tarafından armağan edilmiş olan bir inisiyatifi kullanıyorlar ve devrimci müdahalenin eksikliği koşullarında yeni düzenlerinin temellerini atmayı sürdürüyorlar. Bir bütünlük halinde ilan etmiyorlar bunu; toptan ve tek darbede gelmiyorlar üstümüze. Ama tek tek olaylar sırasında, onları vesile olarak kullanarak oyunun kurallarını hatırlatmayı tercih ediyorlar.
Bu bakımdan 2000'in Mart ayı, yalnızca devrimci tarihin önemli dönemeçlerine ve eylemliliklerine denk düşmekle kalmadı; bu Mart ayı, aynı zamanda oligarşinin deklerasyonlarda ve hatırlatmalarda bulunduğu bir süreç olarak da anılacak.
Gazi davası kararı, bu açıdan bakıldığında en önemli deklerasyonlardan birisinin yapılmasına vesile oldu. Söz konusu olan basit bir tahliye işlemi değildi. Böylece bize söylenen şey, kitle gösterilerinin sınırıyla ilgiliydi; devlet, "makul ölçüleri aşan" her kıpırdanışın katliamla sonuçlanmasının kendi geleneği olduğunu ve bunu değiştirmeyi gerekli bulmadığını açıkça ilan ediyordu.
Gazi anması ise, mahkeme zabıtlarında ilan edilen bu konseptin sokaktaki uygulamasıydı ve bir anlamda kuralların yinelenmesiydi. "Kontrollü bölge" ve "kontrol altında kitle" uygulamaları böylece bir kez daha deklare edilirken, devrimci güçler için de artık "yaratıcı yeni yollar" dışında bir seçenek bulunmadığı, yoksa bir süre sonra tam bir felç halinin yaşanacağı netleşmiş oluyordu.
Ağızdan kaçmış gibi görünen şu ünlü "rutin" sözcüğü de aslında bir başka deklerasyonun ifadesi olarak hayatımıza girdi. Gazi kararıyla bir bütünlük oluşturan bu küçük "gaf", aslında gaf filan değildi şüphesiz. AB sürecinin başlamasından sonra pek heveslenen özgürlük havarilerine yapılan bu hatırlatma, devrimcilerin kırk yıldır bildikleri şeydi; onlar "rutin" denen şeyin kırk yıldır her gün yaşadıkları şey olduğunu kendi deneyimleriyle öğrenmişlerdi.
HADEP'li belediye başkanlarının tutuklanıp serbest bırakılmasıyla parçalı bulutlu Newroz izinlerini de aynı süreçte yaşadık. Bazıları devlet mekanizmasını "savaş isteyen valiler ve istemeyenler" diye ikiye ayırabilirler tabii ama doğrusu biz bundan pek emin değiliz. Olayı daha büyük bir satranç oyunu olarak görmekte yarar var ve böyle bakıldığında, devletin "kontrol" konusunda bazı hatırlatmalarda bulunduğunu düşünmek daha mantıklı olmaktadır. Bugünlerde hazırlanan "Güney Operasyonu"nun da basit bir askeri seferden çok, inisiyatif hatırlatması olarak algılanması daha doğru olacaktır.
Ve nihayet, arada kaynayıp gitse de POAŞ satışı, uzun süredir yaşanmakta olan bir durumun deklare edilmesi olarak algılanmalıdır. Düzen kurumlarının bütünleştirilmesi bağlamında 60'lı yıllarda ordunun sanayi dünyasına dahil edilmesi ne kadar önemliyse, medya tekellerinin bugün kazandıkları konum da aynı ölçüde önemlidir. Doğduğu andan itibaren bir manipülasyon aracı olan burjuva medyası, artık oligarşik düzenle kendi arasındaki bağı "kullanan/kullanılan" bağlamından öteye taşımış ve bizzat kendi kendisini sürece dahil etmiştir. Bugün artık oligarşik bloku tanımlarken, İMKB'nin en kalantor kağıtlarına sahip olan Doğan grubunu saymamak ya da onun gibi tekelleri basit manipülasyon araçları gibi görmek, ciddi bir hata olmaktadır.

Düğümü çözmek için
Bütün bu olup bitenlerin en önemli sonuçlarından biri, "gündem yazısı" denilen şeyin (bu yazı da dahil olmak üzere) gitgide sıkıntı verici bir iş haline gelmesidir. Çok basit bir nedenden ötürü bu böyledir: Söz konusu şey, yani "gündem", neticede bir inisiyatif sorunundan ibarettir; bu inisiyatif için yeterli güce ve araçlara sahip olanlar, onu oluşturmak ve belirlemek konumunda olurlar. Asıl sıkıntı da zaten budur: Devrimci güçlerle oligarşi arasındaki inisiyatif yarışı çoktandır gerçek bir yarış olmaktan çıkmış, tek kale oynanan bir maça dönüşmüştür.
Başka bir deyişle söylersek, gereğinden çok daha uzun bir süredir onlar yapabildiklerine, bizlerse yapamadıklarımıza alışmaya başlamış durumdayız. Asıl tehlike ve asıl düğüm noktası buradadır. Bu basit bir düğüm değildir; tek tek ilmekler üzerinden çözülebileceğini de düşünmemek gerekiyor. İki ayrı dünya problemi de tam bu düğümün merkezinde durmaktadır; onu çözmeden, sınır çizgilerini yeniden ve doğru noktalardan (Kışlık Saray nöbetçisinin işaretlediği yerden!) çizmeden kimse rahat olamayacaktır. Düşmanın yeni saldırılarını göğüsleyeceğiz, bundan kuşkumuz yok; Ankara'daki hesabın çarşıda tutmayacağını görecekler. Ama daha derindeki asıl sıkışmanın çözülmesi, ancak iki saatin aynı zaman dilimini göstermesiyle mümkün olacaktır: Hayatın saati ve bizim saatimiz! Basit bir "ayarlama"yla değil de, gerçekten, reel anlamda, iki zaman düzlemi üst üste düştüğünde, vapurlar artık içimizi kanatmayacaktır.
Bunun içinse, konuyla ilgisi yokmuş gibi görünen çok basit bir soruyla işe başlayabiliriz. Çok basit ve yanıtlanması çok kolay bir soru:
Mahir Çayan öldüğünde kaç yaşındaydı?
Gerçekten, öldüğünde, kaç yaşındaydı Mahir Çayan?
Önce, bu soru... Ve sonra, herkes, kimliğini çıkarıp, sağ alt köşeye bakabilir; hani şu bazı rakamların olduğu yer var ya, işte oraya!






 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92