Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Tarihin
Sıkışması
ve Hayatın Saati...
Yakup Cemil
|
Şu kadarı artık çok açıkça görülebiliyor
ve görmek için engin bir teorik birikime filan değil
yalnızca bir çift göze ihtiyaç var: Bu ülke, epey
uzun bir süredir iki ayrı dünyadan oluşuyor.
İki ayrı dünya... İsmet Özel'in eşsiz dizesinde
söylendiği gibi "hangi dünyaya kulak kesilmişse
ötekine sağır" iki ayrı toplumsal atmosfer,
iki ayrı ruh hali... Öyle ilk elde sanıldığı gibi
doğrudan sınıfsal kategorilerle açıklanabilen bir
durum değil bu. Keşke öyle olsaydı. Keşke her şey
"Dünyayı Sarsan On Gün"deki şu ünlü Kışlık
Saray nöbetçisinin ayrımındaki kadar net olsaydı
ve manzara o basit cümlenin içine sığacak kadar
açıkça ortada olsaydı: "İki sınıf var, burjuvazi
ve proletarya." Keşke insanların yaşamlarıyla
düşünceleri arasındaki açı bu kadar dar olsaydı
ya da başka bir deyişle ifade edersek, devrimci
dalga, bu açıyı en dar noktasına dek sürükleyecek
bir aşamada olsaydı. Ama değil...
Değil ve bu durum, her şeyi olduğundan daha karmaşık
hale getiriyor. Şüphesiz bütün meselenin özü olarak
ortada duran bu ayrım cümlesi olguları açıklamak
bakımından temel bir öneme sahip. Ama öte yandan,
bu açıklayıcılık da bugün kendini doğrudan ortaya
koyamıyor. Olguların parçalandığı ve gerçeğin her
gün yeniden "üretildiği" koşullarda, nesnel
zeminle düşünce dünyası arasındaki dolaylı ilişki,
gitgide daha çok sayıda labirentin içinden geçerek
kuruluyor. Gitgide daha çok sayıda faktör, bilincin
oluşumu sürecini etkiliyor ve saf/katışıksız gerçekle
onun algılanışı arasındaki fark her geçen gün daha
fazla büyüyor. "bilgi" ile "bilinç"
arasındaki fark, tarihin hiçbir döneminde bu kadar
açıkça ortaya çıkmış değildir. Tarihin hiçbir döneminde
sokaktaki insan güncel politika üzerine bu kadar
çok "bilgi" sahibi olmamış; buna karşılık
da "bilinç" denilen yoğunlaşmış formdan
bu kadar çok uzaklaşmamıştır.
Yirmi yıllık bir deformasyon sürecinden geçerek
geldik bugüne. Ve bugün geldiğimiz yer, sınıfsal
kategorileri de boydan boya kesen bir sınır çizgisidir.
Talihsiz bir sınır çizgisi... Talihsiz; çünkü bizim
tarafımızdan çizilmiş değildir.
Ancak yaşarken, akıp giden hayatın içinde farkedilebilen
ayrım noktaları var. Bunun için sokağa çıkmanız
ve kendi kapalı devre sol ilişkilerinizin içinden
taşıp olgulara biraz dışardan bakmanız gerekiyor.
Örneğin, bütün gecenizi isyan halindeki bir cezaevinin
önünde geçirmişsiniz diyelim; bütün gece bir çevik
kuvvet duvarıyla kuşatılmış olarak, her an yapılabileceğinden
korktuğunuz bir operasyonun tedirginliği içinde
gergin saatler yaşamışsınız; üşümüşsünüz, yaktığınız
ateş de içinizi ısıtmamış bir türlü. İsyancıların
el salladığı pencereden gözünüzü ayıramamışsınız
bütün gece, yaşlı anneleri bir arada tutmaya, morallerini
yükseltmeye çalışmışsınız. Sonra sabah olmuş, şehrin
merkezine gidiyorsunuz, vapurdasınız örneğin, birinci
dünyanın sınırlarından çıkıp ikinci dünyanın içine
girmişsinizdir artık; her şey şaşırtmaktadır sizi,
gencecik on insanın katledildiği bir ülkede değilsiniz
sanki, her şey o kadar rahat, o kadar sağır ve kör...
Dünkü yarışların sonuçları, doların kapanış fiyatı,
Fener'in son durumu...
Vapurda, yanımızda oturanlar Rahmi Koç ya da Ayhan
Şahenk filan değildir. Tabii ki değildir! Onlar,
bildiğimiz insanlardır, konfeksiyon işçileri, dükkan
sahipleri, memurlar... Hiçbiri yabancımız değil,
hepsi bizim türümüzdendirler, hani şu devrim programlarında
alt alta yazıp kendimize müttefik ilan ettiğimiz
insanlar var ya, onlar işte!
Daha çarpıcı olan ise bir 28 Ekim gecesidir. Yine
ölümlerin olduğu bir isyanlar sürecidir ve siz yine
yüreğiniz ağzınızda apar topar Ümraniye Cezaevi'nin
önüne gidiyorsunuzdur. Yolunuzun üstündeki Haydarpaşa
tren istasyonunda ise bir şenlik bir kıyamet! Ertesi
gün, Ankara'da Cumhuriyet Yürüyüşü vardır ve "Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği" üyeleri, hanımlar,
beyler, sivil toplumumuzun nezih üyeleri, büyük
bir heyecan içinde istasyondan uğurlanmaktadırlar.
Davullar, zurnalar, Onuncu Yıl marşları... Bir saat
sonra, yüzleri kaygıyla dolu olan tutsak annelerinin
içine girdiğinizde, Haydarpaşa İstasyonu'nu yeniden
hatırlarsınız; hepsi de ne kadar aydınlık delisidirler,
ne kadar çok ilericidirler, solcudurlar! Ve bize
ne kadar yabancıdırlar!
Bu ülke, iki ayrı dünyadan oluşuyor... Birbirine
kapalı iki dünya...
Birbirine kapalı; çünkü ikinci dünya, birinciyi,
orada olup bitenleri görmek istemiyor. Görmüyor
değil, görmek istemiyor da değil aslında; işin bu
bölümü uzun bir hikâyedir. Bir ucu 80'lere dek giden
yeni iktisadi politikalar, politik ortamın ve devletin
aygıtlarının yeniden biçimlendirilmesi, yeni bir
ideolojik ortamın medyatik yoldan yaratılarak bütün
bilgi akışının tekelleştirilmesi ve şiddet yoluyla
desteklenmesi, kimliklerin ve zihinlerin parçalanışı,
devrimci güçlerin kendi etraflarında örülen bu yalnızlık
duvarını aşmaktaki beceriksizlikleri, vb. gibi bir
çok şey bu hikâyenin çerçevesi içinde sayılabilir.
Bütün bunlar ayrı bir yazının konusu. Ama bir şey
kesin gibidir: Bu, bir "görmeme" olayı
değildir. Burada söz konusu olan, daha derin, daha
köklü bir şeydir ve aslında "görmek"ten
çok "görmenin sonuçları"yla ilgilidir.
Çünkü, görme fiili, acının yayılması ve yaşantımıza
bulaşması sonucunu doğurmaktadır ve o noktada "vicdan"
denilen şey bugünkü yaşantımızı tehlikeye sokacak
kadar riskli bir kavram haline gelmektedir. Riskten
kaçınmanın en iyi yolu da herhalde, yalnızca "görmemek"
değil, "görebilecek yerde durmamak" olarak
tanımlanabilir.
Birinci dünya ise öfkeli ve artık neredeyse küskündür.
İnsanlık denilen şeyin ikinci dünyayı tümüyle terkettiğine,
o dünyanın kulaklarını tamamen kapattığına inanmaktadır.
İşinde gücünde hayvan sürüsü! Gencecik çocuklar
katledilirken kendi pis çıkarlarını, piyango kuponlarını
düşünen duygusuz domuzlar! Özellikle birinci dünyanın
politik bakımdan çeperinde ama acıyı hissetmek bakımından
tam ortasında duran "aileler" kesiminde
gitgide yerleşen bir düşünme tarzıdır bu. Cezaevi
kapısından cesetler fışkırırken beri taraftaki o
derin sessizlik, onlar için anlaşılır gibi değildir.
Ölüm hep onlara düşmektedir çünkü, gece gelen telgraflar
hep onların adresinedir. Çocuklarıyla gurur duymaktadırlar
evet; ama bütün bu "sürü"nün "uğruna
ölmeye değip değmediği" sorusu da yakalarını
bir türlü bırakmamaktadır.
Ama hepsi bu kadar da değil; keşke böylesi zehirli
filizlerin yalnızca yaşlı ve acılı insanların yüreğinde
geliştiğinden tam olarak emin olsaydık! Günlük devrimci
çalışmanın hemen ve birebir sonuçlar vermediği,
her şeyin uzun vadeli süreçlere endekslendiği günümüz
toplumsal ortamında devrimci sempatizanların birinci
dünyanın bu kırılmalarına ne kadar uğradığını belki
tam bir kesinlikle bilmiyoruz. Ama, sol içindeki
insan sirkülasyonunun artışından, gelip geçen hevesli
çocukların kalıcı unsurlara oranından şüphesiz bir
şeyler çıkarabiliriz ve bu sonuçların da büyük bir
olasılıkla yukarıdaki ruh haliyle bağlantılı olduğunu
düşünebiliriz.
Cezaevleri ısınırken
Cezaevleriyle ilgili gelişmelerin önümüzdeki bahar
ve yaz aylarındaki siyasi gündemi belirleyeceği
kesin gibi görünüyor. Doğrusu bunu söylerken "malesef"
diye eklemek gerekiyor. Bazıları bunu pek normal
ve hatta pek anlamlı
bulabilirler; kendi bilecekleri iştir. Ama bize
sorarsanız, bir ülkedeki politik gündemin devrimci
hareketin eylemlerinin yaratacağı sarsıntılarla
ve sınıf hareketinin ivmesiyle değil de tutsakların
-çoğu zaman kadro kayıpları verilen- direnişleriyle
hareketlenmesi, ne normaldir ne de arzulanır bir
şeydir. Devrimci örgütlerin öncelikli görevler listesinde
herhalde üçüncü-beşinci dereceden bir görev olarak
durması gereken "cezaevlerindeki direnişin,
bu topraklar üzerinde sık sık bu ölçüde öne çıkması,
yalnızca düşmanın politikalarıyla değil, asli devrimci
görevlerin yerine getirilmesindeki eksiklikle de
ilgili olsa gerektir.
Yaklaşmakta olan çatışma, kaçınılmaz ve kesindir;
çatışmaya girme konusunda da hiçbir tereddüt gösterilemez.
Zaten bu konuda bir tartışma yapmak da anlamsızdır.
Kavgaya davet ediliyorsak eğer, Nazım'ın dediği
gibi "davetleri kabulümüzdür." Düşman
hazırlıklarını sürdürmektedir, devrimci güçler de
kendi cephelerinde hazırlıklarını sürdürüyorlar.
Saldırının hangi noktadan hangi taktik adımla başlatılacağı
henüz net olmasa da, devrimci güçlerdeki direnme
kararlılığı açıkça ortadadır. Cezaevlerindeki tutsak
yoldaşlarımız da kendi cephelerinden hazırlıklarını
yapıyorlar; diğer devrimci güçlerle birlikte saldırıyı
göğüslemenin yollarını tartışıyorlar. Nihai sonuç
her ne olursa olsun, devrimcilerin ucuz mafya bozuntularına
ya da karizmatik tarikat şeflerine benzemediğini
düşman pek yakında öğrenecektir. En soytarı gazeteciler
bile bu konuda öyle ucuz "teslimiyet"
manşetleri atamayacaklarını aslında biliyorlar.
Hesaplaşma sert ve kesin olacaktır. Belki zamana
yayılarak devam edecektir ama düşman için kesin
bir galibiyet şansı hiç olmayacaktır.
Ayrıca, bu hesaplaşma, kamuoyunun dikkatini de üstüne
çekecek, cezaevleriyle sınırlı kalmayacaktır. "Şu
aşırıların iyi bir papara yemesini" gizli gizli
isteyen "solcu"lar da içinde olmak üzere
devrimci cepheye herhangi bir yakınlıkta duran bütün
güçler, bu çatışmayı dikkatle izleyecekler, sürecin
içine dahil olmak zorunda kalacaklardır. Cezaevi
dışındaki manzaraya da tanık olma fırsatını yakında
bulacağız. Demokratik güçlerin hazırlığının şu an
için yeterli olduğu söylenemez; olayın ciddiyetini
henüz hissettirmiyor olmasından da kaynaklanan bir
rehavet ve pratik bakımdan anlamlı olmayan polemikler
halen devam etmektedir. Yarın cezaevi kapısında
aynı cop darbelerine maruz kalacak olanların bugün
birbirlerini gereksiz yere yıprattıkları da doğrudur.
Ama durum tamamen de kötü sayılmaz; en azından dernekleşme
gibi çabalar gelişmektedir ve sıcaklığın artması
bugün birbirlerine yakın durmayanları da en azından
temas içerisine sokacaktır. Bütün tuhaf tartışmalar
bir yana, durumun geçmişe oranla daha olumlu olduğu
söylenebilir.
Bu arada, muhtemelen "Demokratik Cumhuriyet"
gündemiyle gerçek hayat arasındaki çelişki de önümüzdeki
süreçte kendisini ortaya koyacak ve devlet terörüyle
devrimcilerin direnişi arasında hiçbir boş alanın
kalmadığı aşamaya ulaşıldığında olaylar çok çarpıcı
bir noktaya sürüklenecektir. 8 Mart'a kalabalık
ve renkli bir kitleyi taşımak, şüphesiz güzel ve
anlamlıdır; ama aynı örgütlülük kardeşlerini çiğneyen
çizmelere karşı aynı gücü harekete geçirecek midir?
Yani daha açıkçası, bir cezaevi saldırısıyla Patagonyalı
üç diplomatın İmralı'yı ziyaret girişimi aynı zamana
denk geldiğinde, kim nerede ve nasıl duracaktır?
Türkiyeli devrimci güçler, her noktasına temelden
itiraz ettikleri halde, İmralı'daki konseptin uygulanışına
yine de saygı duyabilirler; ama nereye kadar? Her
şey, Mehmet Akif'in şiirinin uyarlanmış biçimindeki
şu noktaya gelip dayandığında, kalıcı bir güvensizlik
oluşmayacak mıdır: "Bir süreç uğruna yarab,
ne güneşler batıyor!"
Bütün bu soruların ve karışıkların içindeki talihsizlik
ise yukarıda ilk söylediğimizle ilgilidir. Devrimci
güçler, "ikinci dünya" ile ilişkilerindeki
gerilimi henüz çözemedikleri bir dönemde hesaplaşmaya
zorlanıyorlar. Devrimci hareketlerle onların hedef
kitleleri arasındaki ilişki, bugün problemlidir;
devlete güvenin neredeyse sıfır noktasına düştüğü
bu çok özgün tarih diliminde kitlelerle devrimci
cephe arasındaki güven de dip noktasına dek gerilemiş
durumdadır ve bu sayededir ki cumhuriyet tarihinin
en uyduruk hükümet bileşimleri varlıklarını devam
ettirebilmektedirler. Artık neredeyse canlı cenaze
haline gelmiş bulunan şu yaşlanmış "karaoğlan"a
"ikinci bahar" şansını tanıyan şey bu
gerçeklikten başkası değildir.
Kitlelerin "tutuşmak üzere olan bir bozkır"
gibi "kıvılcım" beklediğini, bu kıvılcımın
da cezaevlerinden çakılacağını ciddi ciddi düşünenler
varsa bilemeyiz. Bildiğimiz tek şey, "kurumuş
bozkır" imgesinin düpedüz bir halisünasyon
olduğudur. Ajitasyon cümlesi olarak iyidir, afilidir,
dergi sayfasında göz doldurur ama boştur. O "bozkır"
dediğimiz şey, göz ucuyla bizi kollayarak kendi
yavan yaşantısının içinde sürüklenmektedir ve devrimci
irade tarafından ciddi biçimde sarsılmadıkça ("çağrı"
değil, "sarsıntı!") herhangi bir "ateş
alma" eğilimi de göstermeyecektir. Kimse kendini
aldatmasın, bu ülke topraklarında son yirmi yıl
boşuna yaşanmadı; devrimci cephede ne olup bittiği
bir yana, öte yandakiler boş durmadılar, yirmi yılda
bu topraklara ekilebilecek zehirli bitkilerin tümü
ekildi, bizi yalnızlığa itmek için yapılabileceklerin
tümü yapıldı; "ikinci dünya" dediğimiz
şey öyle bir tek günde oluşmadı, gökten zembille
de inmedi. Ve şimdi artık onun tasfiyesi de lokal
hesaplaşmalarla, basit vuruşlarla mümkün değildir.
Bugünün çorak ortamında cezaevleri hesaplaşmasını
anlamlı bulabiliriz; anlamlıdır da zaten ama sorun
çok daha derindedir ve sınıf hareketiyle devrimci
müdahaleyi birleştiren bir çizgiyi yakalayamadığımız
koşullarda sokakta yapılması gerekeni koğuştan beklemek
çok akıllıca olmayacaktır. Bu yoldan gidildiğinde
varılacak yer, derin bir kavrayışsızlık olacak ve
dergi sayfalarının yüksek tansiyonu ile devrimci
sempatizanların somut gözlemi arasındaki açı büyümeyi
sürdürecektir.
Kısacası denilebilir ki, cezaevleriyle ilgili yeni
bir sürece girerken, yeniden ve daha çarpıcı bir
biçimde bu "iki dünya" sorununun sınırları
içine de adım atmış bulunuyoruz. Ve muhtemeldir
ki bu süreç, sözkonusu sorunu çözdüğümüz değil ama
derinliğini iyice kavradığımız bir süreç olacaktır.
"Temiz Toplum" (!) yolunda bir adım daha
Onlar ise bizim gitgide daha iyi kavradığımız şeyi
çoktandır bilmektedirler. Ne kadar iyi öğrendiklerinin
çarpıcı kanıtı da son yaptıkları "Hizbullah"
temizliğidir. Büyük bir olasılıkla geleceğin yeni
kontra örgütlerinin temelini şimdiden atmış bulunan
oligarşi, eskilerini temizleme yolunda Susurluk'la
başlatmış olduğu hamleleri Hizbullah operasyonuyla
sürdürmektedir. Susurluk olayında solu da kapsayan
büyük bir manipülasyon dalgasını harekete geçiren
egemen blok, hatırlanacağı gibi "kendi öz çocukları"yla
ilgili işlemleri oldukça kansız yürütmüştü. Birkaç
göstermelik yargılama, biraz temizlik, garantisi
önceden verilmiş tahliyeler... Ve sorunun kapanışı...
Sıra "üvey çocuklar"a geldiğinde ise,
işe "kontrolü zor görünen" bir unsurun,
Velioğlu'nun tasfiyesiyle başlanması, kalanların
da tek bir düğmeye basılarak avlanması (insan kendi
çocuğunun nerede oturduğunu bilmez mi?) hiç sürpriz
değildi. Üstelik bu kez aynı taşla daha fazla kuş
vurulmuş oluyordu; makul bir "yargılama"
yolundan değil de medya, destekli saldırı/linç yolundan
yürütülen operasyon, bir yandan "devletin kararlılığı"
konusunda kanıtlar sunarken öte yandan da kirli
çamaşırlardan kurtulmak anlamına geliyordu. Sayısı
binlere varan cinayetlerin bir bölümünü Çatlı'ya,
kalanını da Velioğlu'na havale eden devlet, böylece
merkez dışındaki bütün siyaset yapma biçimlerini
"kirli" ilan eden yeni bir "temiz
toplum" hamlesinin hazırlıklarını tamamlamıştır.
Bütün operasyonun en önemli sonucu da budur zaten;
devrimci katilliği için eğitilmiş olan bir gücün
işlediği cinayetler bile, akılalmaz bir teknikle
tersine çevrilerek, genel bir "terör"
tasnifi içine sokulmuş ve mevcut çerçeve dışındaki
siyasi akımların tümü aynı kirliliğin parçası olarak
lanse edilmiştir. Asıl hedef, solun yalnızca şiddet
aygıtı tarafından değil, aynı zamanda "temiz
toplum" için ayağa kalkmış güruh tarafından
da ezilmesidir. Bir vakitler "örgüt evi"
operasyonları sonrasında MHP'liler ve sivil polisler
tarafından yapılması pek moda olan şu gösteriler,
şimdilerde "beyaz Türkler" denilebilecek
başka ve daha kalabalık bir gruba ihale ediliyor.
Cezaevlerinin kontrolsüzlüğü üzerine yapılan bütün
manipülasyon, mafya babalarının hesaplaşmalarının
bile devrimcilere saldırı için malzeme yapılması,
hep bu tuzu kurular cephesine yapılan yatırımlardır.
Asıl yapılmak istenense fiziksel linçin, genel bir
manevi/medyatik linç eylemiyle elele götürülmesinden
başka bir şey değildir. Bu anlamda söylenebilir;
son zamanlarda ellerindeki müthiş "sivil"
anayasa taslaklarıyla kapıkapı dolaşan "inisiyatif"ler,
yalnızca safdil bir hatanın değil, düpedüz bir suç
ortaklığının da kapısındadırlar.
(Geçerken bir parantez açmazsak eksik kalır: Hizbullah
operasyonu ve bütün şu "laik" kampanya
herhalde bir başka şeyi de kanıtlamış olmalıdır.
Türkiye solu artık din unsuruyla ilişkisini doğru
dürüst tanımlamak zorundadır. Köşedeki sakallı bakkaldan
alışveriş etmemeyi marifet zanneden geri zekalı
"eski solcular"la, filan ayetle falan
ayet arasındaki çelişki üzerine dehşetengiz keşiflerde
bulunan "sol ilahiyatçılık" eğilimi, en
az Muhammed'de Ali'de sol cevher arayışları kadar
hükümsüz ve anlamsız hale gelmiştir. Ne "laik"
cepheye katılmanın ne de karanlık dehlizlerde ışık
aramanın bizim işimiz olmadığı yeterince net olarak
ortadadir. Bizim dinle filan da ilgimiz yok; onu
referans alan tariflereyse hiç ihtiyacımız yok.
Biz kendimizle ilgili bir tanım derdindeyiz. Camus'nün
bir oyununda Narodnik Stepan "biz tanrıya inanmayanlar
için ya tam bir doğruluk gerek ya da umutsuzluk"
diyordu. Umutsuz değiliz; ama "tam bir doğruluğa"
sahibiz ve hareket noktamız da orasıdır zaten. Devrimci
hareket, ortaya ciddi bir etik ilkeler bütünlüğü
koymak ve bu teorik/pratik tarzı düzenin karşısına
cepheden çıkarmak zorundadır artık.)
Oyunun kuralları üzerine
Bizden önce ve bizden iyi öğreniyorlar demiştik...
Bu, onların kendi yetenekleri değil tabii ki. Devrimci
güçler tarafından armağan edilmiş olan bir inisiyatifi
kullanıyorlar ve devrimci müdahalenin eksikliği
koşullarında yeni düzenlerinin temellerini atmayı
sürdürüyorlar. Bir bütünlük halinde ilan etmiyorlar
bunu; toptan ve tek darbede gelmiyorlar üstümüze.
Ama tek tek olaylar sırasında, onları vesile olarak
kullanarak oyunun kurallarını hatırlatmayı tercih
ediyorlar.
Bu bakımdan 2000'in Mart ayı, yalnızca devrimci
tarihin önemli dönemeçlerine ve eylemliliklerine
denk düşmekle kalmadı; bu Mart ayı, aynı zamanda
oligarşinin deklerasyonlarda ve hatırlatmalarda
bulunduğu bir süreç olarak da anılacak.
Gazi davası kararı, bu açıdan bakıldığında en önemli
deklerasyonlardan birisinin yapılmasına vesile oldu.
Söz konusu olan basit bir tahliye işlemi değildi.
Böylece bize söylenen şey, kitle gösterilerinin
sınırıyla ilgiliydi; devlet, "makul ölçüleri
aşan" her kıpırdanışın katliamla sonuçlanmasının
kendi geleneği olduğunu ve bunu değiştirmeyi gerekli
bulmadığını açıkça ilan ediyordu.
Gazi anması ise, mahkeme zabıtlarında ilan edilen
bu konseptin sokaktaki uygulamasıydı ve bir anlamda
kuralların yinelenmesiydi. "Kontrollü bölge"
ve "kontrol altında kitle" uygulamaları
böylece bir kez daha deklare edilirken, devrimci
güçler için de artık "yaratıcı yeni yollar"
dışında bir seçenek bulunmadığı, yoksa bir süre
sonra tam bir felç halinin yaşanacağı netleşmiş
oluyordu.
Ağızdan kaçmış gibi görünen şu ünlü "rutin"
sözcüğü de aslında bir başka deklerasyonun ifadesi
olarak hayatımıza girdi. Gazi kararıyla bir bütünlük
oluşturan bu küçük "gaf", aslında gaf
filan değildi şüphesiz. AB sürecinin başlamasından
sonra pek heveslenen özgürlük havarilerine yapılan
bu hatırlatma, devrimcilerin kırk yıldır bildikleri
şeydi; onlar "rutin" denen şeyin kırk
yıldır her gün yaşadıkları şey olduğunu kendi deneyimleriyle
öğrenmişlerdi.
HADEP'li belediye başkanlarının tutuklanıp serbest
bırakılmasıyla parçalı bulutlu Newroz izinlerini
de aynı süreçte yaşadık. Bazıları devlet mekanizmasını
"savaş isteyen valiler ve istemeyenler"
diye ikiye ayırabilirler tabii ama doğrusu biz bundan
pek emin değiliz. Olayı daha büyük bir satranç oyunu
olarak görmekte yarar var ve böyle bakıldığında,
devletin "kontrol" konusunda bazı hatırlatmalarda
bulunduğunu düşünmek daha mantıklı olmaktadır. Bugünlerde
hazırlanan "Güney Operasyonu"nun da basit
bir askeri seferden çok, inisiyatif hatırlatması
olarak algılanması daha doğru olacaktır.
Ve nihayet, arada kaynayıp gitse de POAŞ satışı,
uzun süredir yaşanmakta olan bir durumun deklare
edilmesi olarak algılanmalıdır. Düzen kurumlarının
bütünleştirilmesi bağlamında 60'lı yıllarda ordunun
sanayi dünyasına dahil edilmesi ne kadar önemliyse,
medya tekellerinin bugün kazandıkları konum da aynı
ölçüde önemlidir. Doğduğu andan itibaren bir manipülasyon
aracı olan burjuva medyası, artık oligarşik düzenle
kendi arasındaki bağı "kullanan/kullanılan"
bağlamından öteye taşımış ve bizzat kendi kendisini
sürece dahil etmiştir. Bugün artık oligarşik bloku
tanımlarken, İMKB'nin en kalantor kağıtlarına sahip
olan Doğan grubunu saymamak ya da onun gibi tekelleri
basit manipülasyon araçları gibi görmek, ciddi bir
hata olmaktadır.
Düğümü çözmek için
Bütün bu olup bitenlerin en önemli sonuçlarından
biri, "gündem yazısı" denilen şeyin (bu
yazı da dahil olmak üzere) gitgide sıkıntı verici
bir iş haline gelmesidir. Çok basit bir nedenden
ötürü bu böyledir: Söz konusu şey, yani "gündem",
neticede bir inisiyatif sorunundan ibarettir; bu
inisiyatif için yeterli güce ve araçlara sahip olanlar,
onu oluşturmak ve belirlemek konumunda olurlar.
Asıl sıkıntı da zaten budur: Devrimci güçlerle oligarşi
arasındaki inisiyatif yarışı çoktandır gerçek bir
yarış olmaktan çıkmış, tek kale oynanan bir maça
dönüşmüştür.
Başka bir deyişle söylersek, gereğinden çok daha
uzun bir süredir onlar yapabildiklerine, bizlerse
yapamadıklarımıza alışmaya başlamış durumdayız.
Asıl tehlike ve asıl düğüm noktası buradadır. Bu
basit bir düğüm değildir; tek tek ilmekler üzerinden
çözülebileceğini de düşünmemek gerekiyor. İki ayrı
dünya problemi de tam bu düğümün merkezinde durmaktadır;
onu çözmeden, sınır çizgilerini yeniden ve doğru
noktalardan (Kışlık Saray nöbetçisinin işaretlediği
yerden!) çizmeden kimse rahat olamayacaktır. Düşmanın
yeni saldırılarını göğüsleyeceğiz, bundan kuşkumuz
yok; Ankara'daki hesabın çarşıda tutmayacağını görecekler.
Ama daha derindeki asıl sıkışmanın çözülmesi, ancak
iki saatin aynı zaman dilimini göstermesiyle mümkün
olacaktır: Hayatın saati ve bizim saatimiz! Basit
bir "ayarlama"yla değil de, gerçekten,
reel anlamda, iki zaman düzlemi üst üste düştüğünde,
vapurlar artık içimizi kanatmayacaktır.
Bunun içinse, konuyla ilgisi yokmuş gibi görünen
çok basit bir soruyla işe başlayabiliriz. Çok basit
ve yanıtlanması çok kolay bir soru:
Mahir Çayan öldüğünde kaç yaşındaydı?
Gerçekten, öldüğünde, kaç yaşındaydı Mahir Çayan?
Önce, bu soru... Ve sonra, herkes, kimliğini çıkarıp,
sağ alt köşeye bakabilir; hani şu bazı rakamların
olduğu yer var ya, işte oraya!
|
|
|
|
|
|
|
|