Hücre Tipi Cezaevi hazırlıklarının
yoğunlaştığı bir dönemde; yaşıyoruz. Bu, devrimci
tutsaklar ve devrimci-demokrat kamuoyu açısından
da bir hazırlık ve tartışma süreci anlamına geliyor.
Konuyla ilgili ciddi çalışma yürüten kurumlardan
biri olan İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Masası,
geçtiğimiz aylarda cezaevleri gerçeği üzerine
ayrıntılı bir doküman hazırlamıştı. Yeni bir saldırı
dalgasının
eşiğinde, bu çalışmanın yürütücülerinden Cezaevi
Masası çalışanı Ümit Efe Kutlu'yla yaptığımız
röportajı önemli buluyoruz.
- Genel olarak kapatılarak cezalandırmanın tarihini
anlatır mısınız?
Hapishane ve kapatma sorununu tarihsel bir çerçeve
içinde ele almak gerekir. Hapishanenin cezalandırma
aracı olarak ele alınışı tarihle sınırlı bir olgudur.
Yaklaşık 200 yıllık bir kurum olduğu söylenebilir.
17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başlarında oluşturulmuştur
Tabii suç ve ceza kavramlarının oluşumu, toplumsal
hiyerarşilerin, sistemin, devletin oluşumu kadar
eskiye dayanıyor olmalıdır. Suç kavramını belirleyen
her toplumun egemen ilişkileri, bu mevcut yapıya
ters düşen eylemlere karşı ceza anlayışını da
üretmiştir.
Hapishanenin ortaya çıkış dönemi dikkate alındığında
daha çok kapitalizmin ortaya çıkışına denk düştüğü
gözlenecektir. Hapishane bir kurum olarak kapitalizmin
bir ürünüdür. Elbette daha önce de insanlar kapatılıyordu
ama cezalandırma amaçlı kapatılma kapitalizmle
birlikte başlamıştır. Bu anlamda ilkçağlardan
beri var olan kapatılma olgusuyla hapishaneyi
birbirinden ayırmak gerekiyor.
Aslında, hapishane "reform" aracı olarak
tasarlanmıştır. Öncelikle potansiyel suçlu görülen
herkes, başta işsiz güçsüzler, sokaklarda yaşayanlar,
serseriler, sakatlar, deliler kapatılmıştır. İşkence
amaçlı kapatma ise hapishane öncesine uzanır.
İtiraf amaçlıdır. Hapsetmek ise kapatılanın mekan
ve zaman üzerinde uzun vadeli bir tasarruf imkanı
sağlar.
Hapishane tasarımının en yetkin biçimi Panopticon.
17. yy'da yaşamış İngiliz düşünür, iktisatçı Bentham'e
dayanır. Bir gözetleme kulesi etrafındaki hücrelerden
oluşan model tek bir kişinin tek tek mahkumları
gözetleyebileceği bir yapı tasarımıdır.
Bu, günümüzdeki F tipi, özel tip ya da oda sistemi
cezaevinin öncüsüdür. Panopticon aslında burjuvazinin
genel bir ütopyasıydı. Modelde, yalnızca hapishane
değil, toplumun tüm kurumları böyle düşünülmektedir
(okul-aile-tımarhane vb).
Hapishane, yani hapsederek cezalandırma kapatılanın
mekanı ve zamanı üzerinde uzun vadeli bir tasarruf
imkanı sağlar demiştik. Bu. artık daha çok itaat
amaçlı bir uygulamadır ve itiraf amacı gerilere
düşmüştür. Tabii burada suç ve ceza kavramları
bakımından bakıldığın da hapishanenin ne kadar
saçma bir kurum olduğunu tartışmak bile gerekmiyor.
Olmuş bitmiş bir olayın ardından bir kişinin bir
mekana belirli-belirsiz bir süre kapatılması,
geriye dönük olarak fiili ortadan kaldırmaz, ve
aslında salt bu bakımdan düşünüldüğünde ceza kendi
başına da anlamlı değildir. Dahası 200 yıllık
süre içinde insanları kapatmanın, suçu önleyici,
caydırıcı bir niteliği olmadığı da aslında ortaya
çıkmıştır. Hapishane sayısı arttıkça suç da artmıştır.
Yani, hapishanenin varlığı suçu geriye götürücü
bir faktör olmamıştır. Hapishaneden çıkanların
geri dönüş olasılığının hiç girmemiş olanlara
oranla çok daha fazla olduğu görülmüş ve suçu
üretenin toplumsal koşullar olduğu da artık tartışmasız
bir gerçek halinde ortaya çıkmıştır. Bu saçma
durumda niçin hala hapishanelere gerek duyulmaktadır
diye sorulabilir. Sorunun yanıtı, genel olarak
hapishanenin işlevini kavramakla anlaşılacaktır.
Bunun için hapishanenin amacının salt "suç"la
ilgili olmadığını anlamak gerekiyor. Yani, genel
bir toplumsal cezalandırmadan söz etmek gereklidir.
Toplumsal sistemler bir bütün olarak cezalandırıcı
yapıya sahiptir.
Devlet ve tüm diğer kurumlar kendi sürekliliklerini
sağlamak için bireyleri cezalandırmayı amaçlarlar.
İtaatkar, kurallara ve düzene kendini kuşatan
otoriteye boyun eğmiş, bu otoriteyi içselleştirmiş
kişilerden oluşan bir kitle yaratmaktır amaçları.
Hapishane bu toplumsal suçların genel bir cezalandırma
sisteminin parçasıdır. Devletin kendi meşruluğunu
ve bekasını geçerli kılmak için diğer kurumlarla
birlikte aynı okul, çalışma hayatı, din kurumları,
kışla, tımarhane gibi birey üzerinde uyguladığı
baskıcı ezici mekanlarından biridir.
Elbette diğer kurumlardan ayırdedici özellikleri
vardır. O her şeyden önce bir şiddet mekanıdır,
asıl olarak muhalif kimliğin imhasına yöneliktir.
Dışarda ya da içerde olmanın değişken bir durum
olması, işin püf noktasıdır. Bu anlamda o, bir
baskı odağıdır. Böylece ceza genel bir özellik
kazanır, sadece içerdekini değil, "her an
sen de oraya girebilirsin" duygusuyla herkesi
tehdit eden bir sindirme aracı haline gelir.
Hapishane kavramının etrafındaki genel söylem
de buna yöneliktir. Topluma kazandırma, ıslah...
Türk Ceza Yasası'nda da tredman ifadesinde karşılığını
bulur bu. Tredman'ın burada kullanımı çok anlamlıdır.
Kendini sağlıklı olarak gören yasa koyucu, yani
devlet, hasta olarak kabul ettiği tutuklu üzerinde
bir tedavi reçetesi uygulamaya başlar.
Şüphesiz devlet bunu kendi tekelinde tutar. Tahakküm
ve şiddetin açık bir göstergesi olarak da bu karşımıza
çıkar. Peki tedavi işe yaramakla mıdır, diye sorulabilir;
Genel olarak, yani adli tutsaklar bakımından kısmen
işe yaradığı söylenebilir. Bireyi imha etmek devlet
ve diğer kurumların sürekliliği için temel önemdedir.
Devlet kendine karşı suç işlediğini düşündüğü
siyasi tutsaklara karşı ise zaten söylem düzeyinde
bile tredman düşünmediğinden onları ıslah olmaz
kabul ederek buna uygun özel uygulamalar geliştirir:
Sistemin bu kesim üzerindeki başarısı veya başarısızlığı
tamamen baskı ve direniş diyalektiğine bağlıdır.
Öte yandan temelindeki saçmalık, onun işleyişinin
rasyonel olmasını engellemez. Hiçbir hapishane
modeli ya da uygulama tesadüfi olarak görülemez.
Münferit olarak değerlendirilemez. Kötü niyetli
çalışanların görevini suistimali üzerinden ele
alınması da doğru değildir. Hapishane, akli, mantıksal
bir kurum ve işleyiş modelidir. Tamamen rasyonel,
düzenli, hiyerarşik bir yapının ürünüdür. Farklı
özelliklere rağmen toplumun tüm diğer kurumlarıyla
uyum içerisindedir. Yani bu biraz da şu anlama
geliyor: Toplumun tüm kurumlarıyla en az hapishaneler
kadar yüzleşilmeli ve hesaplaşılmalıdır.
- Türkiye'deki cezaevi süreçlerini ve mücadele
süreçlerini biraz anlatabilir misiniz?
Türkiye'deki devletin cezaevi politikaları aslında
kapatma mantığının tarihsel gerçekliğine denk
düşmektedir. Bu anlamda hapishane özel olarak
Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında modern
toplumun şiddet mekanizmaları olarak kullanılır.
Böylelikle bireyin beyni ve bedeni üzerinde bir
yoketme amacı güdülür.
Bu anlamda, bildiğimiz yakın tarihten sözedecek
olursak, İstiklal Mahkemeleri toplu baskıyla sonuçlanırken,
12 Eylül hapishanelerinde ise askerileştirme politikası
adı altında fiziksel-ideolojik yok etmeyi hedefleyen
saldırgan bir tavır sergilenmiştir. Bu da kısmen
İstanbul cezaevlerinde ciddi bir karşı çıkışla
engellenmiş, bazı Anadolu cezaevlerinde direnilmiş,
tutuklular direnme hakkını kullanmışlar, ama uzak
yerlerde, örneğin Diyarbakır gibi cezaevlerinde
teslimiyet daha da ötesinde ihanet zorlanmış,
insanlara dışkı yedirilmiş, çıplak olarak üst
üste bindirilmiş, askerileştirme politikası adı
altında savunmadıkları ideolojilerin marşları
okutulmuş, eğitimi verilmiş, savunmadıkları manzumeler
söyletilmiş ve insanlara böylelikle sadece siyasal
kimliklerinden, ideolojilerinden uzaklaştırılmakla
değil, istenen kalıba, kimliğe amatörce uymak
zorunda kalan aktörler haline getirilerek içleri
boşaltılmaya çalışılmıştır.
Daha yakın tarihte ise sivil cezaevlerine geçtikten
sonra devlet saldırılarını sürdürmüş, hiçbir zaman
tutukluların asgari insani yaşam standardını yükselten
modeller uygulanmamıştır. Terörle Mücadele Yasası
ile birlikte cezaevlerinde açık görüşler siyasilere
yasaklanmış, hastaneye gidiş gelişler ve özel
yaşam standartlarına ilişkin tam anlamıyla gerileme
noktasında yaptırımcı bir yasal düzenleme görülürken
Ümraniye, Buca, Diyarbakır. Ulucanlar'da mahkumların
son derece insani talepleri büyük bir şiddetle
cevaplanmış, mahkumların kafasına demir çubuklarla
vurularak öldürülmüştür.
Yani 12 Eylül sürecinde bütün o bilinen işkencelere
rağmen, gerçekleşen ölümler daha çok tutsakların
kendi eylemleri ya da sağlık koşullarından kaynaklanıyordu.
Sistematik işkence vardı, fakat aleni öldürme
olayları pek görülmüyordu. Dönem boyunca ateşli
silahla ölüm olayı hemen hemen yok gibidir. 12
Eylül'den sonra, yani günümüzde ise artık pervasızca
bir saldırı vardır. Belki hergün işkence yok;
çünkü yıllarca siyasi tutsakların direnme hakkını
kullanmalarından kaynaklanan bazı demokratik haklar
az çok oturmuştur. Tabii bu hakların devlet tarafından
verilmediğini, tutsakların kendi direnişleriyle
kazanıldığını özel olarak belirtmek bile gerekmiyor.
Bugün artık, düpedüz öldürme kararı alan, öldüren
ve sonra bunu iddianamelerle tersine çeviren bir
anlayışla hareket ediliyor. Mesela bugün Ulucanlar'da
yakın mesafeden ateş açarak 10 siyasi tutuklu
öldürülmüştür ve komplocu bir mantıkla ölenlerin
kendi arkadaşları tarafından öldürüldüğü iddia
edilmiştir. Herkes bilmektedir ki, tutuklularda
silah yoktur; içeri girilmiştir işkence yapılmıştır,
vücutlarına çivi çakılmıştır, ateşli silah kullanılmıştır.
Keza Metris Cezaevi'ndeki İBDA-C tutuklularında
olduğu gibi, tutukluların birbirlerini öldürdükleri
iddia edilmektedir. Bu anlamda da giderek saldırganlaşan,
imhacı bir politika söz konusudur, inkarcı bir
politika. Tutukluyu insan saymayan bir politika
vardır. Yetkililer de bunu açıkça ifade etmişlerdir.
Hücre tipi tartışmalarında kullanılan terimler
önemlidir; "insan unsurundan arındırılmış,
elektronik donanımlı cezaevleri" denmektedir
ve tutukluyu insan saymayan bir mantık görülmektedir.
- Hücre tipi yeni bir uygulama değil aslında,
12 Eylül döneminde de cezalandırmak amacıyla atılıyordu
insanlar hücrelere. Bizdeki tarihçesini biraz
anlatır mısınız?
Elbette hücre uygulaması 12 Eylül'e dayanan bir
uygulamadır. İhraç edilmiş bir yöntemdir hücre.
Dünyanın değişik ülkelerinde "terör"
olarak adlandırılan suçluların yokedilmesi için
kurulmuş ve CIA tarafından geliştirilen duyumsal-algısal
motivasyon denemeleri sonucunda "pozitif"
bulunmuştur. Fareler ve tutuklular kobay olarak
kullanılmış, fareler ölmüşler, tavşanlar doğurganlık
özelliklerini yitirmişler, insanlar da delirmişlerdir
bu deneyler sonucunda. Yani böyle bir "pozitif"
sonuç alınmış izolasyonla. Ve tutukluların sınıflandırılması
esas olmaktadır. CIA tarafından geliştirilen Dr.
Shenes'in 24 maddelik reçetesiyle somutlaşmış
bir konsepttir izolasyon.
"Reform" Avrupa'da ve Amerika'da mahkumların
hava aldıkları yerlerin küçültülmesiyle başlamış,
yani pencerelerin parmaklıkları sıkılaştırılmış,
tel örgüler örtülmüş, sonra başka başka teller
atarak kapatılmış, önce hava ile olan temasları
kesilmiş, giderek izolasyon ve ölüm hücreleri
yani yüksek güvenlik tabutluklarına yönelmiş.
Sistem, Almanya'da RAF, İngiltere'de IRA, Amerika'da
BLA'ya uygulanmış; fakat bazı durumlardaki küçük
başarılar dışta tutulursa, birçok tutsak direnmiş
ve izolasyon koşullarında insan onurunu koruma
noktasında önemli geri adımlar atılmamıştır.
En son 1976 yılında Ulrike Meinhof, Andreas Beader'ın
içlerinde bulunduğu 4 RAF önderinin öldürülmesinden
sonra, devletin "kendilerini astıkları"
açıklaması, bir komitenin araştırmalarıyla yalanlandığında,
uygulama bir süreliğine bırakılmıştır. 1982 yılında
ise daha kapsamlı bir uygulama yeniden gündeme
gelmiştir. Örneğin, 9 RAF militanı 20 yıldır izolasyonda
tutulmaktadır. İtalya'da Kızıl Tugaylar cephesinde
ise uzun izolasyon sürecine karşın oluşturulan
geniş kapsamlı bir cephe eylemliliği bu uygulamayı
yıkmıştır.
İzolasyon koşullarındaki RAF tutsakları ile yapılan
röportajlarda, mektuplaşmalarda önemli şeyler
vardır. Mesela bazıları çıldırmış, bazıları cinsel
kimliğini yitirmiş, bazıları fiziksel algı noktalarını
kaybetmiştir. Hemen hemen hepsinde ortak olan
şey, görme, duyma ve hatırlama gibi önemli duyulardaki
gerilemedir. Çok iyi ve ısrarlı direnişleri kısa
solukta tüketenler çabuk çıldırmışlar örneğin.
Bugün nasıl direnilecek. Bu önemli bir sorundur.
Sadece tamam girmeyi istemiyoruz, hücreye karşıyız,
insanlık dışı buluyoruz demek yetmiyor. Hücre
karşısında neler yapılması gerektiği de önemli.
Hücre/tecrit/izolasyon insanın kendi içinde yalnızlaştırılarak
yokedilmesi. Bu anlamda bireyin kullanabileceği
tek mekanizma kendi savunma mekanizmaları ve bilinci
bunları çok tasarruflu kullanmak zorunda. Orada
duvarlar sadece bir engel. Asıl yaratılmak istenen
insanın kendi içine hapsolma duygusu. Eğer kendi
içine hapsolmayı reddedebiliyorsa birey izolasyona
dayanabiliyor ve izolasyon koşullarından çıkabiliyor.
Tabii ki hücre bugüne kadar uygulanan saldırı
sisteminin en üst biçimi. Dünyanın bir yerinde,
unutulmuş bir köşesinde, izole edilmiş duvarların
arkasında hatırlanmayan bir insan olabilirsiniz.
Hücre çok uzun soluklu bir yok etme metodu, bir
psiko-terör odağı. Zaten izolasyonda dışarı ile
olan ilişki en aza indirgeniyor. Türkiye'de 12
Eylül'de 2.5 yıl Sağmalcılar Cezaevi'nde kaldı
tutuklular. Ben o yıllarda Metris Cezaevi'nde
bulunuyordum ve Sağmalcılar Cezaevi'nde yaşayan
arkadaşlarımın direnme geleneğinden kaynaklı ruh
halleri kötü değildi. Kötü olan arkadaşlar da
vardı. Tabi bu insan öznesinin taşıdıklarıyla
çok birebir ilgili. Ama 2.5 yıl çok uzun bir süre
değil. İzolasyonda 10 yıl kalan RAF tutuklularıyla
görüşmelerimde 10 yıl bile insanların izolasyona
karsı çok tasarruflu bir direnme süreci yaratabildiklerini
görüyoruz.
- Şimdi hücre tipi uygulaması yeniden gündeme
geldi. Dışarıdaki kamuoyu açısından önerebilecekleriniz
neler?
Biz her zaman insanlar öldükten sonra ya da yok
edildikten sonra ya da bütün bunlar gözümüzün
önünde somutlaştığında tepki gösteren bir duyarsızlığa
sahibiz kamuoyu olarak. Bunca yıldır bunca zulüm
uygulanan
hapishaneler konusunda sadece tutuklu yakınları
değil, en geniş kamuoyunun harekete geçirilmesi
gerekli. Zaten hücre kapitalizmin bir metodudur.
Onu başta söylemiştik. Yani toplumun tamamına
dayatılan bir yalnızlaştırma sistemidir. Birlikte
bir karşı çıkış gerekmektedir. Herkesin bu sistemi
istemediği, daha fazla kan dökülmesini istemediği
ve bu baskıcı politikalardan vazgeçilmesi gerektiği
yüksek sesle söylenmeli. Karşı bilinç örgütlenmesi
ağları geliştirilmelidir. Karşı çıkış odakları
geliştirmelidir. Topyekûn bir mücadele örgütlenmelidir.
Ve bu artık içerdekilere bırakılmamalıdır. Yani
hep içerdekilere bırakıyoruz ve onlar ölüyor.
Ne onlar ölsün, ne dışarıdakiler ölsün. Tepkilerimizi
doğru ve güçlü birleşik bir reflekse yöneltmeli
ve bu yokedici uygulamayı durdurmalıyız.
- 12 Eylül Metris'te uzun yıllar kaldınız. Yaşınız
gençti üstelik. Sizi ayakta tutan neydi o süreç
boyunca?
Biz bir dünyaya inanıyorduk. Herkesin eşit olduğu,
insanın insan sayıldığı, insanın emek üretkenliğinin
hiçe sayılmadığı bir dünyaya. Bu dünya için savaşıyorduk.
Bu anlamda da inandığım her şeyi belirleyen ideolojimin
gücü ve birlikte dövüştüğüm, birlikte yanyana
durduğum yoldaşlarımın direnişi çok önemliydi.
Başka bir dünyaya inanıyorduk. Direnmek gerektiğine
inanıyorduk. Çünkü izin vermiyorlardı o dünyayı
kazanmamıza. Onu korumak adına her şeye karşı
çıkabilmek çok mümkün. Dün mümkündü, bugün de
mümkündür.
- Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı?
Ben inanıyorum ki devrimci direniş hücrelerin
duvarlarını yıkacaktır. İzolasyona "hayır"
denmesi gerekiyor. Ve bunu kısa süreli değil uzun
soluklu bir sürece yaymak gerekiyor. Bu anlamda
da hapishanedekiler ve dışardakiler tecrit uygulanması
ve izolasyonun ne olduğu konusunda tamamen netleşmeli
ve hiçbir çatlak vermeden birlikte hareket etmelidirler.
Bütün bunlar yapılır ve yeterince geniş bir cephe
oluşturulabilirse, kazanacağımızdan bir şüphe
duymuyorum.
|