Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Rıfat Akkaya

Birinci bölüm
Ulusal soruna özet bir bakış

Kürt ulusal sorunu, hem tarihsel hem de güncel bir karaktere sahiptir. Yaşadığımız tarihsel süreç ise, tarihsel olan ile güncel olanın en çıplak biçimde kesiştiği noktadır.
Önemli bir tarihsel kavşaktır.
Ortadoğu halkları içinde en eski halklardan biri olan Kürtlerin, çok değil; bundan 15-20 yıl öncesine kadar, varlığı yokluğu tartışılmıştır. Ama bugün, bütün bu tartışmalar "tarih" olmuştur.
Bilindiği gibi, kısa bir dönem önce, Kürt ulusu, bir ulus olarak görülmüyordu, hatta "bilimsellik" adına, "marksizm" adına, 'ulus mu değil mi' sorunu tartışılıyordu. Kürt ulusunun yaşadığı ülke de, resmi ideolojinin söylemi ile, "Doğu ve Güneydoğu Anadolu" olarak tanımlanıyordu.
Resmi tarih ve resmi ideoloji, bu inkarın tedbirini baştan almıştı; Misak-ı Millicilik, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, soykırım eşliğinde, binbir demogoji ve bahane ile, özellikle 1925-40 döneminde geliştirildi.
Böylece, Osmanlılar döneminde, Osmanlı'nın yayılmacı politikasında fiili rol aldığından dolayı 'hoş görülen' "Kürdistan" ve "Kürtler" kavramları bile, inkar edildi.
Bu süreç aynı zamanda, emperyalist çağda Kürdistan'ın, emperyalizm ve sömürgeci güçler tarafından sömürgeleştirilmesinin tarihidir.
Fakat bu tezler, Resmi-Kemalist tarih ve ideolojiden beslenerek, sosyalizmin mekanik kavrayışı eşliğinde, TDH'de genel kabul gördü. Kürtlerin bir "azınlık" olduğu ifade edilmeye başlandı.
1925-45 dönemindeki 27 ayaklanma, "emperyalizm kışkırtmasıdır", "gericidir", "saltanata dayanıyor" savıyla, Kemalizmin "ilerici-devrimci" savlarıyla yok sayıldı, lanetlendi. İşte, bu "kirli" miras, sadece bir ulusun varlığının yokluğunun doğru tartışılmasını değil, devrimin doğru rotada gelişmesinin de önünü tıkadı.
Kürt ulusunun ve Kürdistan'ın inkarı, sadece resmi ideoloji ve ondan etkilenen TDH ile sınırlı değildi.
Bu ulusal inkar, Türkiye toplumunu, en önemlisi de Kürt ulusunun büyük bir kesimini etkisi altına almıştı. Yani, ulusal kimlik ve bilinç, Kürtler içinde, asimilasyona paralel olarak hemen hemen yoktu; var olan da, ilkel milliyetçilik eksenindeydi.
TC'nin sömürgeci politikası, vahşi bir zor eşliğinde, "beyaz katliam"la devam ediyor, herkes türkleştiriliyor; en ilericisinin söyleminde Kürt Ulusal Sorunu, "feodalizmin" etkisi ile, kalkınma sorunu, olarak tanımlanıyordu...
Ancak 1971 silahlı mücadelesinde anlamını bulan TDH'deki gelişme, sadece, Türkiye devrimi için değil; bu dönemde, onun da bir parçası olarak, Kürt Ulusal Sorununun da ilk kıvılcımı olarak doğmuştur.
1970-80 dönemi, Kürt ulusal sorunun teorik ve pratik düzeyde canlandığı bir dönemdir. PKK önderliğinde, Kürt ulusunun "miladı" olan 15 Ağustos 1984 Atılımı, bu tarihsel birikim üzerinden yükselmiştir. Ama bir farkla, artık, Kürt Ulusal Sorunu'nda, bir ulusal bilinç ve kimliğin yaşam bulduğu, toplum ölçeğinde derinleştiği bir dönem başlamıştır.
15 Ağustos 1984 Atılımı, F. Fanon'nun da ifade ettiği gibi, 'ilk kurşun'dur.
İlk kurşun, sömürgeciliğe ve onun kurumlarının ötesinde, Kürt insanının kafasında ve yüreğinde inşa edilen kimliksizliğe, kişiliksizliğe, parçalanmış, kendine yabancılaşmış iç dünyasına sıkıldı.
Uzun süreli bir halk savaşı ekseninde, gerilla, sömürgeciliğin; askeri, ekonomik, siyasal kurumlarına devrimci şiddet temelinde yöneldikçe, Kürt insanının beynini ve yüreğini teslim alan korku duvarları yıkıldı.
Korku duvarları yıkıldıkça, KUKM'si gelişti; gerilla yaygınlaştı, ulusal bilince adım atan Kürt insanı, kendi özgün kurumlarını yarattı. Sadece politik ve askeri açıdan değil, siyasi-diplomatik-kültürel tüm alanlarda Kürt ulusuna ait kurumlar oluştu.
Gerilla savaşını, Serhildanlar izledi; sömürgecilik eski politikalarla yürüyemez oldu. Kürt dili üzerindeki yasağın kalkması, "federasyon" tartışmaları bile, işte bu mücadelenin, sonucu olarak gündeme geldi.
Gelişen KUKM, bir gerilla grubu olarak başladı ama, tüm Kürdistan'a yayılan bir gerilla gücüne dönüştü. Kuzey Kürdistan'da toplumsal-siyasal zeminini bulup burada mayalanan KUKM, hızla diğer parçalara taştı.
Bu durum PKK tarafından; "dirilişi gerçekleştirdik, sıra kurtuluşta" söylemiyle formüle edildi. Toplumun geleneksel dokusu parçalandı, feodal ilişkiler parçalandı, ailenin, kadının yeri, ilkel statüsü yıkıldı. Tüm bunlara, "Kürt Rönesansı" demek de mümkündü...
KUKM, bir dinamizm yarattı. Bu gelişme, 1993 yılına kadar, düzenli bir yükselme trendi yakaladı. Ancak, 1993 sonrasında, önemli ve kritik bir durgunluk yaşandı.
Elbette, bu yıllarda herşey bir anda tersine dönmedi, KUKM, özellikle Kürt halkının yakaladığı mücadele refleksi sayesinde bazı önemli mevzileri korudu, TC Oligarşisi'nin "topyekun savaş" konseptine karşı, hiç de küçümsenmeyecek direnişler gerçekleştirildi. Ancak yine de, bu dönemden sonra, iç zaaflar, gelişim seyrini belirleyici fonksiyonlara dönüştü.
Bilindiği gibi 1980'li yıllar, dünya ölçeğinde "reel sosyalizmin" çözüldüğü, Asya-Afrika-Latin Amerika'daki sömürge ve yeni sömürge ülkelerde devrimci kurtuluş hareketlerinin gerilediği yıllardır.
Sosyalizm, 2. Dünya Savaşı sonrasında; dünyanın 1/3'ünde zafer kazanmış olarak büyük bir prestije sahipken; önce revizyonizm şahsında, sonra da kapitalist restorasyonlarla, oldukça zayıfladı. ABD Emperyalizmi'nin denetiminde yeni sömürgecilik geliştirilirken, Oligarşiler güçlendirilip devrimci mücadelelerin tasfiyesi operasyonları dayatıldı. Gorbaçov bunu; "Devrimler dönemi bitti" diye ilan etti...
Fiziki bir kırılma yaşayan devrimci gerilla hareketleri, neo-liberalizm rüzgarları ile pasifize edildi.
İşte KUKM, bu anlamda bir geri çekilmeye karşı koyuş hareketi olarak da önem kazandı. Bu, son derece anlamlı idi; sadece Kürdistan Devrimi için değil, Türkiye Devrimi, Ortadoğu Devrimi için de ciddi kazanımlar yaratılabilmesi sözkonusu idi...
Ayrıca, dönemin önemli bir özelliği olarak KUKM'ne, TDH'nden beklenen desteğin objektif olarak sunulamadığı da, söylenebilir. Elbette bunun bir dizi öznel-nesnel nedeni var. Ama, sonuçta objektif bir zaaf olarak karşımıza çıkmıştır ve bu durumdan her iki devrimin de zarar gördüğü açıktır.
Türkiye Devrimci Hareketinde devrimci özelliklerini koruyan kadroların, militanların, radikalizm yanlısı genç insanların ve diğer olanakların Kürdistan'a akması da bir başka çelişki oluşturdu. Enternasyonalizmin gerektiği gibi ele alınmaması, Türklerin de Kürtlerin de savaşın ikili karakterini doğru mücadele taktiklerine dönüştürmede gösterdikleri zaaflar, yürümekte olan bir savaşın desteklenmesi boyutunu öne çıkardı. Oysa bu 'desteğin' de gerçek anlamını bulması, batıdaki olanakların batıda kalması şeklinde mümkündü. Kürt, Türk ya da diğer milliyetlerden tüm devrimciler, ilericiler için... Ve batıdan sınıflar çelişkisi eksenli bir mücadelenin yükseltilmesi, Kürt halkının kurtuluşu ve özgürlüğü için de en büyük enternasyonalist destek anlamına gelecekti.
Bu düşünceler, çok net olmayan tarzlarda zaman zaman ifade edilse de, pratikte ciddi bir akış sağlamış olan yolun içinde bulunma eğilimi ve zorlaması, herkesin gözünü doğuya çevirmesini getirdi. Bu durum öyle bir hal aldı ki, Batı'daki yurtsever insanların, orada gelişen en önemli eylemliliklerde bile seyirci kaldıkları pratikler oldu. Diğer yapılanmalardaki Kürtlerin hainlikle suçlandığı söylemlerle karşı karşıya kalındı. Ve bütün bunların yanısıra, 'Batı'da savaş niçin yükseltilmiyor' denildi. Bu yaklaşım, analiz ve eleştiri sınırlarının çok ötesinde lafızlarla dile getirildi.
KUKM, Türkiye'den umduğu desteği ve gelişmeyi göremeyince, Serhildanların da olumlu ama yanılsamaya açık atmosferinden hareketle; "şehir devrimleri", "bölgesel ayaklanma", bunlara paralel olarak, "gerilla denetiminde kurtarılmış alanların yaratılması" taktiğini benimsemiştir. Ama, bu hedefler nesnellik kazanamamış, tam tersine, yukarıda da vurguladığımız gibi, bir durgunluk dönemine girilmiştir. Bu durgunluk, kimi gerilla bölgelerinde (Serhat, Güney-Batı, Mardin vb) ciddi kan kaybına yol açmıştır.
Öte yandan şehir çalışma tarzına uygun programatik düzenlemelerin olmaması, buna uygun kadro seçimi ve eğitiminin zayıf olması, illegal çalışma biçimine yabancılık, kendiliğindenci bir örgütlenmenin egemen olması, sırf ulusalcı bir zeminde sınıfsallıktan uzaklaşılması vb sonucu, şehirlerde ciddi bir potansiyel, harcanmıştır.
Şehirlerde yürütülen gerillacılığın çok kaba ve illegaliteden uzak olması, politik askeri hedeflerin özenle ele alınmaması ve yanlış eylem çizgisi, adeta Oligarşi'nin saldırılarına zemin hazırlamıştır. Şehir faaliyetleri legalize olmuş, şehir-kır diyalektiği kurulamamış, Oligarşi'nin zor temelindeki saldırıları, kısmi de olsa sonuç almıştır. Tüm bunlar, yukarıda ifade ettiğimiz, TDH ile sağlam bağların kurulamaması ve sosyalizmin moral desteğinden uzak olmakla üst üste düşmüştür.
KUKM'nin "Türkiyeleşme" ve DHP projesi, bu yöndeki yanlış anlayışların, zorlamanın ve bütün bunların ortaya çıkardığı zorlanmanın, tıkanıklığın ifadesidir. Türkiye ve Kürdistan Devrimi, kalın halkalarla birbirine bağlıdır. Türk halkı ile KUKM, taktik değil stratejik ittifaktır. Mücadelede de, objektif yaşam koşullarında olduğu gibi, ittifak tanımının ötesinde bir içiçe geçmişlik sözkonusu olmak zorundadır. Dolayısıyla bu halkların ortak mücadelesinden söz ederken doğu ve batıyı ayrı ayrı düşünmek, 84-98 mücadelesinin derslerinin de ifade ettiği gibi, doğru değildir. Farklı ilişki ve çelişkilerin, ortak stratejik değerlerde sentezlenmesi zorunludur.
Fakat, Türkiye ve Kürdistan iki ayrı ilişkiler bütünüdür; toplumsal, sınıfsal ve ulusal çelişkilerin çözüm platformuda iki ayrı devrimi gerektirmektedir. Tanımı ne olursa olsun, aynı politik kimlik ve bunun mantalitesi ile iki ülke devrimine aynı süreçlerde birlikte çözüm bulmak oldukça zordur. TDH'nde birçok politik akım, "aynı örgütlenme", "seksiyon" adı altında Türkiye Devrimi'ni, en azından kendi anlayışları-çizgisi temelinde Kürdistan'a dayatmıştır.
DHP projesi ise, Türkiye'nin ilişki ve çelişkilerine, toplumsal dokusuna uyumlu olmayan tersinden bir dayatmadır. Her ülke proletaryası ve emekçileri, kendi politik kimliğini ifade etmek zorundadır; tarihsel-siyasal bir dizi nedenle, ortak mücadele stratejik önemdedir. Bu durum, ayrı örgütlenme, ortak mücadele; halkların devrimci birliği, birleşik bir cephe esprisinde anlamını bulmaktadır.
Tekrar 1993'e dönersek, bu yıllarda gündeme getirilen ateşkes, bir sıkışma döneminin ürünü idi. Dolayısıyla bir yandan, Serhildanların da etkisi ile erken iktidar projeleri geliştirilirken, diğer yandan "siyasal çözüm", "barış" taktiği ön plana çıktı.
Şüphesiz, "ateşkes" politikası, döneme uygun taktik bir politika olarak anlamsız değildi. Ancak, erken iktidar, "zafer yılı", "final yılı" vb tanımlarla "barış" projesi arasında bir sıkışma, bulanıklık olduğu, kitlelerin de bundan etkilendiği, coşkunun, yerini durgunluğa bıraktığı açıktır. Bu tip dönemlere, bu tip "soluklanma", "geri çekilme" dönemlerine, genel olarak karşı çıkmak ise anlamsızdır.
Kaldı ki, KUKM gerçeği, sömürgeciliğe karşı haklı bir UKM olarak, taktik planda daha güçlü atılımlar yapmak zorunda idi. Hemen belirtelim, hem 1993 ateşkes döneminde, hem de 1995 ve 1998 ateşkes dönemlerinde Oligarşi, çok daha kapsamlı saldırı politikaları dayatmıştır. Buna rağmen, bugün daha net açığa çıktığı üzere, barış projesini, taktikten öte stratejiye dönüştürmek, KUKM'ni bugünkü anlamıyla teslimiyet noktasına vardırmıştır.
1993 ateşkesine; TDH'den, "radikalizm" adına haksız, anlamsız "uzlaştı, teslim oldu" eleştirileri yapılmıştır. Hareketimiz ise, özellikle de, KUKM'nin TC sömürgeciliği tarafından bir "taraf" olarak benimsenmesi, Kürt kimliğinin kabulü, dağların soluklanması vb nedenlerden dolayı, kimi kaygı ve eleştirilerine rağmen bu ateşkes sürecine destek sunmuştur.
Oligarşi içi çelişkilerin abartılması, legalizme göz kırpılması, silahlı mücadelenin pazarlık unsuru haline dönüştürülmesi, örgütlenmede sosyalizm dışı ilke ve kuralların egemen olması, yanlış eylem ve taktik polikaların ulusal kurtuluş çizgisini temelden değiştirmesi, ittifakların sosyalistlerin ilkeleriyle bağdaşmayan yaklaşımlarla gerçekleştirilmesi, emperyalizmin sistem içi çelişkilerine oynanması vb konularda eleştirilerimiz, o dönemde de vardır. Ama, bütün bunlara rağmen, 1993 ateşkes projesine, Kürt halkının geleceğini kazanması adına destek sunulmuştur.
Ancak bu dönemde uç veren politikalar, toplumsal zeminden de beslenerek kalıcılaşma eğilimi taşımış; İmralı'da "demokratik çözüm" projesi ile tanımlanarak stratejik düzeye taşınmıştır. Elbette, böyle bir "barış", barış değildir, teslimiyet konsensüsüdür. Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesinin tasfiyesi karşılığında, YDD'ne eklemlenmektir.
Asla desteklenemez... Nasıl devrim barışın hizmetindeyse, barış da devrimin hizmetindedir; ancak bu anlayışlarla geliştirilen projeler yapılabilir, bu tür projelerin içinde olunabilir ya da destek sunulabilir.

Halk savaşları uzun solukludur
Sömürge ve yeni sömürge ülkelerde, uzun süreli halk savaşı zorunlu bir duraktır. Bu ülkelerde devrim, her ülkenin özgünlüklerini dikkate alan, bu özgünlüklerle biçimlenen, bu özgülüklerin farklı ara aşamalarla zenginleştirdiği bir strateji ile, uzun süreli halk savaşı stratejisi ile zafere ulaşır.
Bu stratejinin, 3. Bunalım Dönemi'nin yeni sömürge ülkelerindeki adı, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisidir. Bu, uzun süreli bir savaştır. Türkiye Devrimi, 1971 silahlı mücadelesi ile, 1975-80 dönemindeki deneyimiyle, PASS konusunda önemli bir pratiğe sahiptir. Ve, bugün için, bütün bunlara rağmen henüz yolun başındadır.
Ancak, Kürdistan Devrimi, bu deneyimlerden de etkilenerek, 1984 Atılımı ile, kısa sürede önemli açılım kanalları yaratabilmiştir. Bundan dolayı, özellikle son birkaç yıldır, Türkiye Devrimci Hareketi'nin zayıflığı ve sosyalizmin moral değerlerinden uzaklaşması ile KUKM, önemli bir tıkanıklık yaşamıştır. Burada, savaşın, devrim hedefinden sapmadan, oldukça uzun süreli olacağını gözden kaçırmamak, zorunludur.
Ama, "erken iktidar hastalığı", "erken çözüm hastalığına" dönüşmüştür. KUKM'ne yönelik bu yönde uyarılar olmasına rağmen, sınıfsallıktan uzak, soyut bir "barış" projesi ile hayali beklentiler yaratılmış, yorgunluk belirtileri başgöstermiştir.
İşte bugün ortaya çıkan sonuç, tüm bunlardan hareketle; "bu savaş bu kadar olurdu" denilerek mücadeleye nokta konulması; sistem içi her türlü çözüme bağlılık yemini edilmesi, devrim stratejisinden kopma ve savaşın uzun süreli olacağı esprisinden uzaklaşmadır.
Bu mantık, savaşın legalize ve pasifize olmaya evrilmesine yol açmıştır.
Reel sosyalizm deneyiminin devrimci eleştirisi ve Marksizmin "devlet ve demokrasi" çözümlemeleri, bizi daha sağlıklı demokrasi için daha sağlıklı açıklık ilkelerine götürmektedir. Yani, geleceğin halk iktidar organlarında bu ilke, "açıklık" egemen olacaktır. Proletarya demokrasisi, bu temel ilke üzerinden, katılımcılıkla anlam kazanacaktır.
Tam da bu noktada, PKK önderliğinde KUKM ise, bugünden, mücadele sürecinin ilk evrelerinde "katılımcılık" ve "açıklık" ilkelerine uygun olumlu örnekler yaratamamıştır.
Ortadoğu'da önemli bir silahlı güç olan PKK, emperyalizm ve sömürgecilik için ciddi bir tehdit idi. Dolayısıyla Emperyalizm, YDD ekseninde PKK'nin tasfiyesini, en azından PKK'nin silahsızlandırılmasını, önemli bir hedef olarak önüne koymuştu. Bu noktada, KUKM önderinin günlük yaşamı bile önemli iken, PKK Başkanlık Konseyi başta olmak üzere, bir çok kurumun deşifre edilmesi, 'önderlik' olarak tanımlanan kişi ve kişilerin devrimci çizgiden kayması, halkların özgürlük özlemiyle bağdaşmaz, kesin bir biçimde kabullenilemez, kabullenenler de, kabullenilemez!.. Kabullenilmemelidir.
Hiçbir Marksist, legal çalışmayı yadsımaz ve illegaliteyi fetişleştirmez. İllegalite de, silahlı mücadele gibi, bir tercih değil, bir zorunluluktur. Ancak, özgür-demokratik bir ortamda, devrim sonrasında bu temel ilkeden vazgeçilebilir.
Emperyalizmin varlığı, sömürge ve yeni sömürge ülke gerçeği; bu temelde sömürge tipi faşizmin süreklilik göstermesi, devrime kadar illegalitenin temel olmasını zorunlu kılar.
Elbette kimi konjonktürel gelişmeler, bu ilkeyi şu veya bu ölçüde etkiler ama asla ortadan kaldırmaz. İllegalite esas olmak üzere, kimi dönemler legal açılımlar daha yoğun yapılabilir veya tam tersi olabilir. Bunlar, tamamen taktik politikaya bağlıdır. Ama örgütlenmede, savaşta, illegalite stratejik bir anlayıştır. PKK somutunda ise, bunun yadsındığı açıktır. Bu legalize eğilimi, hep eleştirdik.
Bu durumu, reel sosyalizmin en önemli derslerinden biri olarak çözümlediğimiz ve demokrasi geleneğinin zayıf olduğu toplumlarda toplumsal zemin de bulan "kişi kültü" pratiğini birlikte düşünürsek, KUKM'ni kuşatan tehlikenin boyutunu daha iyi kavrarız.
Marksistler, tarih, birey/önder ilişkisini doğru çözümlemişlerdir. Tarihi birey/önder değil, bireyi/önderi, tarih yaratır. Ve bireyin/önderin rolü de, bu tarihsel eğilimle uyum halinde olduğu ölçüde anlamlı olur.
Tersi idealizmdir, proletarya demokrasisinin altını boşaltmaktır. Marksistler, sınıflar ve toplumlar üstü kahramanlara ihtiyaç duymazlar. Dahası, lidere, doğu toplumlara özgü dinsel bir mistisizmle, tıpkı bir dincinin tanrıya ve peygambere tapındığı gibi tapınmazlar. Devrimin moral değerleri elbette vardır. Şehitler ve parti çizgisi, moral değerlerde en yüksek yeri tutar. Ama bunların da üstünde bir "önderlik" kurumu yaratmak, hele de bunu tek kişi ile somutlamak, Marks, Engels, Lenin'e rağmen (ki bu kişilikler kendilerini hiçbir zaman böylesi bir fetişizm içine atmadılar, 'yaşasın önderimiz' diye tapındırmadılar) hiç de anlamlı değildir.
Devrimci önderler, devrim ve sosyalizm kavgasının ürünüdür ve mücadele süreci içinde her türlü saldırı, baskı, komplo ve benzeri ile karşı karşıyadırlar. Demokrasinin değil, demokratik taleplerin bile vahşi bir terörle baştırıldığı, faşizmin her türlü entrika ve katliamının çıplak biçimde topluma dayatıldığı bir ülkede, yeni sömürge Türkiye ve sömürge bir Kürdistan'da, her türlü zorluk, günlük yaşam biçimidir.
Devrimci önder bundan muaf olamaz, tam tersine, bu baskı-terör politikasından nasibini en çok o alır. O halde, nesnellik, "kişi kültü'nü, politik bir tercih olarak, sosyalizm anlayışının bir prensibi olarak dıştalamayı gerektiriyor. Ama, bütün bunlar bir yana bırakılır, herşeyin merkezine "önderlik" konulursa, sadece reel sosyalizmin kötü bir dersini yeniden diriltmek olmaz, aynı zamanda, zafere ulaşmamış bir mücadeleyi ufaltmanın, kırılmaya uğratmanın da bir aracına döner.
Tüm bunlar, politik bir "tıkanıklık" eşliğinde, bir çok kaygının ve devrimci eleştirinin de kaynağını oluşturur. Fakat bu noktada, TDH'de, KUKM'ne karşı sorumlu bir yaklaşımın, bu çerçevede devrimci bir eleştirinin olduğu söylenemez. Üç ana başlıkta toplayabileceğimiz bir tepki, yaklaşım vardır. Özetle şöyle ifade etmek mümkün:
Birincisi, her koşulda, KUKM'ne eleştiri yapmayan, onu anlamsızca yücelten, hatta "bize herşey layık..." diyerek, kendine küfreden bir yaklaşım... Kimi 'aydın' tipler de, bu kapsamdadır. Bunlar, kişiliksiz bir tutum içinde, PKK'nin her söylediğini, özgür bakış açısı ve kendi mantığından geçirmeden onaylarlar; hatta gerçeği tersinden yorumlayarak, "anlamak gerek..." diyerek, yanlışa 'derinlik' katarlar.
İkincisi, Kürt Ulusal Sorunu ve Kürdistan Devrimi karşısında reel sosyalizmin ve kemalizmin etkilerini kaba biçimde yansıtanlar. Bunlar, politik tarzlarına nüfuz etmiş, "ben merkezcilikle", sanal yol ayrımlarını körüklerler, bütüne değil, parçaya bakarlar, en ufak bir yanlışı, "uzlaştı, teslim oldu" ile açıklarlar. Fırsatçıdırlar, devrimin genel kazanımını düşünmezler, "birlik" adına suni ayrılıkları körüklerler, hatta küçük burjuva mülkiyetçiliği eşliğinde, kemikleştirme siyaseti izlerler.
Üçünçüsü ise, KUKM'ne sorumlu ve eleştirel yaklaşanlar. Proletaryanın bağımsız politik kimliğinde ısrarcı olurlar, proletarya demokrasisini bir kültüre dönüştürüp bu çerçevede halkların kardeşliğine katkı sunarlar.
Program, bir partinin düşüncelerinin özlü, kısa bildirimidir. Devrimin hedefleri, bu hedeflere ulaşmada nasıl bir stratejinin izleneceği, ittifaklar vb üzerinde, bir programda kısa, özlü tanımlamalar bulmak mümkündür.
PKK, 71 silahlı mücadelesinden etkilenen, Kürt yoksul kesimlerine dayanan, M-L'i çıkış noktası olarak kabul eden ve tüm bunları, halk savaşı ve MDD anlayışı ile 78 programında somutlaştıran bir harekettir. Kürt toplumu ve Kürdistan tarihi çözümlenerek, sömürge tezinden yola çıkılmış, bir dizi eksiklik ve zaafa rağmen ana yönelimi anti-emperyalist, anti-sömürgeci olan bir mücadele yaratılmıştır.
Bu ana yönelim, KUKM'nin "ulusal" zeminde kitleselleştiği yıllarda, öncelikle örgütsel zaaflardan başlayan bir rotaya girmiş ve sınıfsallığın gözardı edilmesi ile zaafa uğramıştır.
90'lı yıllar, reel sosyalizmin çözüldüğü, ABD önderliğinde sermayenin küreselleşmesi adı altında, YDD ekseninde emperyalist kapitalist sistemin kendini yeniden kurguladığı yıllardır. Bu, önemli, dünya ölçeğinde bir kavşaktır. Bu kavşakta sağlam durmak, Marksizmi yeniden üretmek ve bu temelde bir sosyalizm anlayışına ulaşmakla mümkündü. Aynı şekilde, bu yıllar, Gorbaçov şahsında, kapitalist restorasyona paralel olarak yeni bir sosyal demokrasinin boy attığı dönemdir. Bir anlamda tarihin, Bernstein ve Kautsky kimliğinde, yeni biçimlerde tekrarlanmasıdır.

Tarihin kavşağındaki duruşlar
Böyle bir tarihsel kavşakta, "Leninizmi aşma" adına, tasfiyeci-liberal dalga güçlenmiştir. Bu dalganın KUKM'de de yankı bulduğu açıktır.
Sözkonusu dalga dünyada, 'daha insancıl bir sosyalizm' söylemiyle, Leninist parti modelinin bir yana atılması ile, "üçüncü yol" tanımlamaları ile, sosyalizmin soyutlanmış, sosyalizmin temel prensiplerinden arındırılmış 'zararsız' argümanları ile kendisini gösterdi.
Kürdistan zemininde de ifade bulan bu ideolojik zaaflar, ulusal zeminde KUKM'ne katılan orta sınıfların özlemine yanıttır. Yani, bu dönem, aynı zamanda örgütlenmeleri ML'den uzaklaştırma eğilimi ile KUKM'ne katılan orta sınıfların daha çok söz sahibi olması sonucu, katılımcı kesimler arasında bu anlamda genel bir uyumun olduğu dönemdir.
Sadece HADEP bünyesinde değil, PKK içinde de yaşanan bir dizi ayrışma ve çelişkinin böyle bir toplumsal-siyasal zemini vardır. Pragmatizm, sistem içi çelişkinin abartılması, dinsel mistisizmin kullanılması, yanlış ittifaklar, devrim amaçlarının bir yana atılıp tanımlanmamış 'barış' argümanlarının kullanılması, artan legalizm eğilimleri, sosyalizmden her adımda biraz daha fazla uzaklaşma, 'demokrasi' söylemleriyle kurtuluş ufkunu daraltma yaklaşımları, bu zeminde boy vermiştir.
Görmek gerekir; Lenin'in de ifade ettiği gibi, "her ulusal kültür, gelişmiş olmasa dahi, demokratik ve sosyalist kültürün ögelerini içerir; çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır... Ama her ulusta, aynı zamanda (çoğunlukla aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültürü de vardır. Ve bu, ulusal kültürün "bir ögesi" olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür."
Demek ki, salt ulusallık temelinde, özellikle yaşadığımız dönemde, bir yere varılamaz. Devrim ulusal özgürlüğü de hedeflediği için; ulusal çelişki baş çelişki olduğunda, ulusal zemini güçlendirecektir. Ama, sınıfsallıktan kopuk bir ulusallık, dönemimizde burjuva ulusallığının güçlenmesine yol açar.
Marksizm, ulusallığı dıştalamaz. Tam tersine, ulusal sorunu, sınıfsal temelde ele alır, bunu çözerek, sosyalizme kesintisiz tarzda yönelir. Bu arada, yok sayılan bir kültür de canlanır. Ama yöntem, sınıfsaldır. Canlanan ulusal kültür, sınıfsal bir perspektifle ele alınır; demokratik-sosyalist ögeler güçlendirilirken, burjuva gerici ögeler tarihin arkasına itilir.
KUKM'si, bu noktada ciddi sıkıntılar içine girmiş, bir kırılma yaşanmıştır. Tıkanıklığın böyle bir karakteri vardır.

Bu nokta nasıl aşılacaktır?
Şimdi doğal olarak, ilk soru da, son süreçte teslimiyet noktasında kilitlenmiş bu "tıkanıklığın" nasıl aşılacağıdır.
Ulusallık söylemi ile, "ulusallık" talebi ile hiçbir sorun çözülmez; en ilerisi biçimiyle bile, özünde burjuva demokratik talepler dillendirilir. Ama bu durum bizi her zaman yanılgıya götürür.
Biriken ve bir çözümsüzlüğe, teslimiyete yol açan gelişmeler, kaba bir ulusallıkla, bırakalım özgürlüğü, çok daha alt taleplerle (dil, kimlik sorunu vb) çözülemez. Tam tersine, ulusallık zemininin kaynağında da sınıfsallık olduğu kavranarak, ve devrimci marksizme sıkı sıkı sarılarak, mücadelenin sorunlarına siyasal-örgütsel-pratik bir dizi çözüm sunmak gerekir.
"Ulusallık" adına, proletaryanın, ulusal pazar kaynaklı taleplere değil, ulusal özgürlük kaynaklı demokratik sorunlara sahip çıkarak, yönünü sosyalizme dönmesi, bu eksende yeni saflaşmaları göze alması zorunludur. Artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Ulusal çelişki de olsa, her sınıf kendi bayrağı altında yürür; ve proletarya ile orta sınıfların talep ve hedefleri taban tabana zıttır.
"Ulusallık" adına, bu çelişki-çatışma bir yana atılırsa, burada proletarya ve KUKM kaybedecektir. Ulusal zeminde de olsa, böyle bir sınıfsal-toplumsal çelişki nesneldir; ve KUKM'de bu çatışma çeşitli biçimlerde devam edecektir. Sınıf çatışmasını ertelemek, yok saymak, çeşitli söylemlerle görmezlikten gelmek, Marksistlerin işi değildir. Ayrıca, "sınıf çelişkisi ortadan kalktı" tezi, tarihin öğretici ve acı dersleriyle yanıtlanmıştır.
KUKM, çok önemli ve kritik bir tarihsel yol ayrımındadır. Tehlikeli bir kavşakta, ne yazık ki geriye doğru büyük adımlar atarak durmaktadır. TDH'de sanal-suni yol ayrımları sık sık vurgulanır; böylesi bir durumdan söz etmiyoruz.
Toplumsal-sınıfsal zeminden beslenen, hareketin 'önder' kabul edilmiş birey ve kurumlarının tanımladığı bir yol ayrımından bahsediyoruz. Ulusal kurtuluş güçleri, ya hızla ve topyekun olarak YDD ekseni ile bütünleşecek, kapitalist sistem içi bir çözüme doğru yürüyüşünü sürdürecek, ya da içinden bazı güçler, 'önderliğin' çizdiği bu rotanın dışına çıkma gücü göstererek, devrim hedefi ile, yönünü sosyalizme dönerek yoluna devam edecektir.
Elbette bu noktada, durumu belirleyen farklı sınıf tavırları vardır ve bu sınıfsal-politik tutumlar, yeni süreçlere gebedir. "Bölünme" kötüdür diye, kapitalist sistem içi bir çözüme "evet" demek devrimci marksistlerin politikası olamaz. Yani, Lenin'in de ifade ettiği gibi, ayrılık kaçınılmaz, nesnel bir olguya dönüşebilir. Bundan kaçmak mümkün değildir.
Tarihin düz bir çizgide seyretmediği, seyredemeyeceği biliniyor. Tarih, "başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesidir" diyor Engels. Ve elbette, her sınıf, nesnel-öznel verilerden hareketle, kendi tarihini yazacaktır.
Devrim kitlelerin eseridir. Ama ne tek başına işçi sınıfı kendi kurtuluşunu sağlayacak, ne de kitleler tek başına devrim yapacaktır. Proletarya, öncüsünü, "en ileri örgüt biçiminde" cisimleştirecek, öncü partiyi yaratacak, proletarya ve ezilen tüm sınıflara "dışarıdan" bilinç taşınacak, bu temelde, devrim için somut siyasal talepler etrafında kitleler örgütlenecek, sürece müdahale edecektir. İşte devrim, böylesine örgütlü kitlelerin eseri olacaktır. Tarih de, örgütlü sınıfın öncülüğünde yazılacaktır. Her ulus/ülke proletaryasının hakkı, elbette Kürdistan proletaryası ve ulusu için de geçerlidir.
Kürdistan, dört parçaya bölünmüş, uluslararası sömürge bir ülkedir ve bağımsız-birleşik-demokratik Kürdistan, tarihin zorunlu bir durağıdır. Tarihte, feodal, ilkel milliyetçi, yerel birçok önderlik, sömürgeciliğe başkaldırmış; ama bir dizi nedene bağlı olarak zafere ulaşamamıştır. Ancak, tam da toplumsal sürecin yarattığı modern bir sınıf olarak proletaryanın Kürdistan'da gelişmesi, modern bir ulusal kurtuluş savaşının zeminini oluşturmuştur. Ve KUKM bu zeminde, binlerce şehidin şahsında, amansız bir mücadelede, yepyeni Kürt insanını ve bir dizi kazanımı yaratmıştır. Bütün bunları yok saymak mümkün değildir.
Yaşanan an, tarihin önemli bir kavşağıdır; ve tarih, biraz da bu kazanımlar üzerinden yeniden harmanlanmaktır. Resmi ideoloji ve resmi tarihin yanı sıra, sosyal şovenizmin de bu tarihi yok sayma çabası, enternasyonalizm köprüsünde buluşan halkların mücadele barikatlarına çarpacaktır. Devrim, tarihsel kazanımlar üzerinden zafere ulaşacaktır.

Dönemin özellikleri ve halkların devrimci birliği
Dönemin daha iyi anlaşılması için, temel özelliklerini bir kez daha ifade etmekte yarar vardır.
- Ülkemiz, 2. Dünya Savaşı sonrası uygulanan yeni sömürgeciliğin ilk boy attığı ülkelerden biridir. Bu süreç, kendi içinde bir dizi aşamadan geçerek, her düzeyde varlığını kurumsallaştırmıştır. Bir dönem uygulanan ithal ikameci, yani iç pazara yönelik kapitalizmin geliştirilmesi modeli bir yana bırakılmış, ithal ikameci modeli de aşan bir evreye sıçramıştır. Bu, her düzeyde bağımlılıktır, emperyalizmin "tek kutuplu" "Yeni Dünya Düzeni"nde Türkiye'ye yeni bir rol verilmesidir.
Ortadoğu ve Kafkaslar'da, Türkiye, emperyalizm adına yeni bir rol oynamaktadır. ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye merkezli bu yönelim, bağımlı Türk kapitalizminin evrimine uygundur.
-Yeni sömürgecilik, ve içsel bir olgu olan emperyalizm, sömürge tipi faşizmin temel dayanağıdır. Ancak hem iç gelişmelere, yani sınıfsal-ulusal çelişkilere, hem de emperyalizmin yeni açılımlarına uygun yeni rolüne paralel olarak, faşizm kendini yeniden yapılandırmaktadır.
Komünizme karşı bir dönem favori taktiği olan "yeşil kuşak" tezlerini bir yana atan emperyalizm, bir kez daha canlandırdığı "pantürkizm" temelinde, TC faşizmine yeni roller vermektedir. Dolayısıyla, ekonomik ayağı özelliştirme olan, siyasal ayağı tüm muhalif seslerin susturulmasını içeren bir proje uygulanmak istenmektedir. Faşizm yeniden yapılandırılırken, bu projede, Kürt'e, işçiye, toplumun muhalif tüm kesimlerine baskı düşmektedir.
-Yeni sömürgeci sistem-kapitalizm, sürekli kriz içindedir. Bu tanımlamayı, 1970'ten bu yana yapıyoruz. Önemlidir, geleneksel soldan bizi ayıran temel noktalardan biridir.
Emperyalist kapitalist sistemdeki sorunların, çıkmazların, bunalımların, yeni sömürgecilik ekseninde ifade bulmasının yanısıra, çarpık kapitalizmin özgün bunalımları, sürekli krizin kaynaklarıdır.
Ancak hiçbir sistem, kendiliğinden yıkılmaz. Kapitalizm, son sömürücü toplum biçimidir, yerini sosyalizme bırakacaktır ama bu Marksist önerme, tek başına çok fazla anlamlı değildir. Hatta, evrimci sosyalizm savunucuları, reformist-revizyonist akımların, tam da buradan beslendikleri, Marksizmi bu temelde çarpıttıkları biliniyor.
Leninizm, bu evrimci sosyalizme, emperyalist çağda verilen devrimci Marksist yanıttır. Yeni sömürgeci sistem sürekli kriz içindedir, devrimin nesnel koşulları olgundur, devrimci durum vardır; ama öznel koşullar, kitlelerin devrim için örgütlülüğü zayıf olduğundan, sistem, herşeye rağmen kendini yeniden üretmektedir.
-Yeni sömürgeci sisteme karşı bölgemizdeki en ciddi toplumsal muhalefet, anti-emperyalist, anti-sömürgeci bir eksende gelişen KUKM olmuştur. Ancak Yeni dünya Düzeni projesinde, PKK önemli bir engeldi. Bundan dolayı, emperyalizm, ilkel Kürt milliyetçiliğine, Talabani-Barzani'ye dayandı ve bu güçler kimi farklılıklara rağmen, sömürgeci TC ile uyum halinde oldu.
Öte yandan, reel sosyalizmin çözülmesine paralel olarak, emperyalistler arası çelişkinin hızlandığı ve bunun Kürt sorununda da yansımasını bulduğu söylenebilir. Ancak, aradaki çelişkilerin abartılması önemli bir politik hata olur ve ne yazık ki KUKM önderliği bu hatayı uzun yıllar yapmıştır.
Tam bu noktada, özgüce dayalı, eşit ve özgür ilişkiler temelinde, "iki ülke-iki devrim" ama halkların birleşik cephesi temelinde, stratejik bir ittifak önem kazanmaktadır. Türkiye ve Kürdistan devrimini zafere taşıyacak perspektif budur.
- Oligarşi, seçim sonuçlarına da yansıdığı gibi, devrimci hareketle kitleler arasındaki "mesafe" yi açma konusunda önemli adımlar atmıştır.
Bu "mesafe", kökleri 12 Eylül'e uzanan, "reel sosyalizmin" çözülmesi ile desteklenen, 90'lı yılların başından itibaren Yeni Dünya Düzeni ekseninde toplumsal-siyasal zeminden de beslenen bir projenin sonucudur.
Bu projeye, zaman zaman "devrimci hareketin tecriti", "marjinalleşme" adını verdik. Ve gelinen aşamada, devrimci hareketin iç zaaflarınıın da etkisi ile, özellikle 96'dan bu yana çok daha olumsuz bir süreç yaşandığı açıktır. Devrim için nesnel koşullar olgundur ama, kitleler devrimci harekete mesafelidir.
- TDH'de reformizm ile devrimcilik, halkçılık ile sosyalizm, legalizm ile illegalite, enternasyonalizm ile sosyal şovenizm, ayrışma rotasındadır. Hatta bu anlamda oldukça ilginç bir tablonun ortaya çıktığı söylenebilir. Hem bu ayrım noktalarında, hem de bunların devamı olarak silahlı savaşım konusunda, bir boşluk vardır.
Tarihsel anlamda bu konuda ciddi kazanımlar olmasına rağmen ve günümüzde bazı adımlar da sözkonusu olmasına rağmen, bu ciddi boşluk doldurulamamaktadır.
Silahlı mücadeledeki boşluğu doldurmaya çalışırken, sadece silahların eleştirici gücü ile yetinmek, politikaya silah unsurunu katmak değildir önemli olan... Gerekenin, devrimci marksizmle bütünleşen bir silahlı mücadele olduğu, açıktır. Dolayısıyla, reformist değil devrimci, popülist değil sosyalist, legal mücadeleden yaralanan ama illegaliteye sıkı sıkıya bağlı, enternasyonalist bir hatta yaşama geçirilen silahlı mücadele, elzemdir.
Devrimci Marksizm, Marks'tan, Lenin'den, Mao'dan, Che'den bu yana, 150 yıllık bir birikime sahiptir. Bu birikime dayanarak, Leninizmin tekrarı değil, yeniden üretimi ekseninde, sosyalizm anlayışını biçimlendirmek, bunu siyasal örgütsel yaşamda somutlamak önemlidir. Bunun yanı sıra, buradan beslenerek, uzun süreli bir halk savaşı temelinde, günün görevlerine yüklenmek, tarihin bu anında, iğne ile kuyu kazmak, akıntıya kürek çekmek, devrimciliğin gereğidir.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Devrimci iktidar, ancak, proletaryanın önderliğinde, devrimde çıkarı olan sınıfların örgütlü gücü ile kurulur. Yeni sömürge bir ülkede, anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim zorunlu duraktır. Devrimci iktidar, böyle bir devrim ile, DHD sonucu oluşur. Doğal olarak bu devrim, Kürt Ulusal Sorununu da ulusların kendi kaderini tayin hakkı temelinde çözmeye adaydır. Ancak, Kürdistan Devrimi sorunu, bağımsız-birleşik-demokratik bir Kürdistan ekseninde, Kürt Proletaryası önderliğinde bir devrimi gerektirir. Bu anlamda, Kürdistan Devrimi sorunu, "misak-ı milli" sınırlarını aşan bir karaktere sahiptir.
Bu nesnel gerçeklerin ışığında, Türkiye ve Kürdistan proletaryası, bir dünya devrimi temel perspektifi ile bağımsız örgütlenmesini sağlamalıdır.
Buna paralel olarak halkların devrimci birliği, iktidar yürüyüşünde vazgeçilmez bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Parti birliği, örgütlü kitlelerin devrim cephesinde birliği ve proletarya enternasyonalizmi temelinde halkların devrimci birliği; Türkiye ve Kürdistan devrimi için vazgeçilmez stratejik araçlardır. Devrimde samimi her sınıf, akım, çevre, birey, bu temelde devrimin ihtiyaçlarına yanıt aramalı, bunun yaşamsal bir olgu haline dönüşmesi için kavga vermelidir.
Bir kez daha belirtelim. Türkiye ve Kürdistan devrimleri, iki ülke-iki devrim perspektifi ile, farklı sınıfsal ulusal çelişkilerin bir sonucu olarak zafere ulaşacaktır. Tüm resmi ideoloji ve onun sol versiyonlarına rağmen, Türkiye ve Kürdistan, iki ayrı ülkedir.
Yeni-sömürge Türkiye, sömürge Kürdistan, farklı toplumsal ilişkileri, çelişkileri bünyesinde taşır; tüm çelişkilerin çözüm platformu, toplumsal devrimdir.
Dolayısıyla, iki ülke devrimleri, herşeyden önce kendi toplumsal zeminlerinde yükselecektir. Ancak kapitalizmin gelişmesi, ulusal çitleri parçalamakta, tarihsel bağların yanısıra, her iki ülke devrimlerinin hedefleri aynılaşmaktadır. Bu olgu, Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimini birbirlerine daha fazla bağlamakta, "özgür bir Kürdistan", aynı zamanda "özgür bir Türkiye" anlamına gelmekte, "ezen ulus özgür olamaz" betimlemesi, tereddütsüz iki ülke devrimlerinde birlikte anlamını bulmaktadır. Bütün bunlardan dolayı, stratejik bir yönelim olarak, halkların devrimci birliği, iki ülke devrimi için zorunludur.
Kürdistan, emperyalizm ve sömürgeci güçler tarafından dört parçaya bölünmüş bir ülkedir ve Kürtler parçalanmış, göçe zorlanmış bir ulustur. Elbette bu ülke proletaryası, kendi öncüsünü yaratmak, öncüsü etrafında ulusal demokratik haklarını kullanmak isteyecektir.
Bu, Kürdistan proletaryasının en doğal hakkıdır, hiç kimse, ne adına olursa olsun bu hakkı engelleyemez, sulandıramaz, çarpıtamaz. Türkiye ve Kürdistan devrimleri açısından stratejik bir öneme sahip halkların devrimci birliği, ancak, eşit ve özgür ilişkiler temelinde kurulur, anlam kazanır.
Bu "eşitlik" ve "özgürlük", Kürdistan proletaryasının, Kürt ulusunun demokratik-sosyal haklarını kendi adına, kendi kimliği ile kullanması demektir. Yani, halkların devrimci birliği, "ortak düşman", "aynı örgütlenme", "seksiyon", "önce devrim, sonra halkların kaderini istediği gibi kullanma...vb" adına, Kürdistan proletaryasının bağımsız örgütlenmesi, kendini bağımsız bir kimlikle ifade etmesi engellenerek yaratılamaz. Tam tersine, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, Leninist bir ilkedir; bu ilke, bağımsız örgütlenme dahil tüm hakların, o ulus tarafından, ulusal harekete önderlik eden proletarya tarafından kullanılmasını öngörür.
Ayrıca, ulusal sorun gibi demokratik sorunların somut koşullar ışığında ele alınması, ezilen ulusun haklarının sıkı sıkı korunarak, genelde sosyalizmin, dünya devriminin çıkarları doğrultusunda ele alınması gerekmektedir. Tam bu noktada, Leninizmin tüm öngörülerine rağmen, ezen ulus devrimcilerinin "ayrılık" değil, misak-ı milli sınırları içinde bir "birlik" tezini savunmaları, sosyal şovenizmdir.
21. yüzyıla girerken, Avrupa merkezli bir yaklaşımla ulusal sorunun çözümü mümkün değildir. Sosyalizm, ulusal sorunun da çözümünü içerir, ama reel sosyalizmin çökmesi sonucu, ulusal milliyetçi çelişkilerin hızlanması, kapitalizmin bir kışkırtmasıdır. Ve Avrupa merkezli bir çözümün, pratikle örtüşmediğinin somut ifadesidir.
Ayrıca, Kürt ulusal sorunu, 1970'lerden farklı özellikler kazanmıştır. Tüm Kürdistan'ı ulusal demokratik haklar temelinde etkileyen, onu örgütleyen, dillendiren, ona kimlik kazandıran bir aşamaya ulaşmıştır. Varılan olumsuz sonuca, partinin teslimiyet politikasına teslim edilmesi gerçeğine rağmen, bu olgular yok sayılarak değil, gözetilerek Kürt ulusal sorununu ele almak, Marksist Leninistlerin görevidir. Halkların devrimci birliği, bu görevle sıkı sıkıya bağlıdır. Ve elbette proleterya enternasyonalizmi, herşeyden önce, ülke devrimine yüklenmektir, proletaryanın bağımsız siyasetini yürütmektir. Ancak, proletarya enternasyonalizmi bununla sınırlı değildir, ezilen ulusun tüm haklarını desteklemek, bir dünya devrimine bağlanmaktır. Bu anlamda, bağımsız politikada ısrar, Türkiye devrimini yükseltmek görevi ile, Kürdistan devrimine karşı görevler bir bütünün halkalarıdır. Halkların devrimci birliği de, bu halkaların doğru biçimde tutulması ile yükselecektir.
Lenin'in de ifade ettiği gibi, "birlik büyük şiardır". İktidar mücadelesi, birlik sorunundan, birlik ruhundan bağımsız değildir. İktidar için döğüşenlerin, iktidar perspektifi ile devrim ve sosyalizm kavgasını büyütenlerin birlik sorunu hep vardır. Ufku dünya devrimine, komünizme açılmayan hiç bir devrim, hiç bir birlik anlamlı değildir. Kürdistan, emperyalizm ve sömürgecilik tarafından dört parçaya bölünmüştür; bağımsız-birleşik-demokratik bir Kürdistan, Kürdistan devriminin stratejik hedefidir. Her bir parçadaki Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesini egemen ulus devrimine bağlamak, bin anlamda resmi tarihi onaylamaktır,
Ortadoğu gerçeğinden hareketle, Türk, Acem, Arap halklarının kaynaşmasında anahtar rol, Kürt halkınındır. Bu anlamda, bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan hedefi ile yükseltilen Kürdistan devrimi, aynı zamanda, Ortadoğu halklarının devrimci birliğine, Ortadoğu devrimci çemberine, hatta Ortadoğu halkları federasyonuna açılan stratejik bir kapıdır. Böyle bir perspektifle devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmek, halkların eşit ve özgür birliklerine bu temelde yaklaşmak, sadece sosyal şovenizme ve ezen ulus şovenizmine karşı mücadele değil, aynı zamanda, anda somutlaşan tarihsel bir görevdir.
Devrim, emperyalizmin en zayıf halkasında koparılacaktır; burada "zayıf halka, ulusal, sınıfsal, sosyal, cinsel çelişkilerin en yoğun olduğu ülkedir. Bu temelde, emperyalizmin birer zayıf halkası olan Türkiye ve Kürdistan, devrime gebe iki ülkedir; tarihsel, siyasal vb nedenlerle iki ülke devrimi birbirine bağlıdır.
Bu noktada, ezen ulus proletaryası adına, ezilen ulus proletaryasının somut koşullarını dikkate almadan, "tek parti-tek ülke-tek devrim"; ve ulusa göre örgütlenme, milliyetçilik ekseninde örgütlenme, iki temel sapmanın kaynağıdır. Marksistler, iki ülke-iki devrim perspektifi ile sorunu ele alır ve halkların devrimci birliğini savunurlar; bunu "ayrı örgütlenme-ortak mücadele" olarak formüle ederler.
Tarih; kavimler kapısı Anadolu'da, Kürdistan'da, devrime gebe toplum gerçeğinde, tüm boyutları ile önümüze serilmektedir. Ve tüm çelişkilerin çözümü, toplumsal devrimdir.
Anadolu ve Kürdistan devrimleri, sadece bu coğrafyada değil, tüm dünyada halkların devrimci kurtuluşuna katkı sunacaktır.
21. yy. devrim ve sosyalizmin yüzyılı olacaktır. Anadolu ve Kürdistan devrimi, halkların özgür ve eşit dünyasında onurlu yerini alacaktır. Bu soyut, ütopik bir inanç değil, bilimsel bir inançtır.
Her devrimci kurtuluşçu, bu bilimsel inançla donatılmalı, devrimci kurtuluş mücadelesinin harcı olmalıdır. (Sürecek)


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92