Kayıp
Denizler Doğan Akhanlı
Ahmet Altaylı
|
Doğan Akhanlı'nın, Türkiye'nin yakın ve uzak tarihinin
öyküsünü anlattığı "Kayıp Denizler" üçlüsünün
son kitabı "Kıyamet Günü Yargıçları" da geçtiğimiz
günlerde yayınlandı.
İlk iki kitap ("Denizi Beklerken" ve "Gelincik
Tarlası"), Türkiye'nin son otuz yılını, bir kuşağın
öyküsünü konu edinirken; üçüncü kitapta, yüzyıl geriye
gidilerek, Sultan Hamit döneminde (18. Yüzyıl sonlarında)
Hıristiyan azınlıkların durumu ve özellikle 1915 yılında
(Jön Türkler döneminde) vuku bulan Ermeni Soykırımı
ele alınmakta...
Üç kitabı, birbirinden bağımsız konuları ele almakla
beraber, hepsinde ortak olan tema ve unsurları da içermektedir.
Sözgelimi, "kayıp" kavramı, hem gerçek hem
de sembolik anlamda kullanılır. Öyküsel olarak üç kitap
birbirine, romanın kayıp kahramanı Yusuf'la bağlantısı
olan üç ayrı yüzükle bağlanır. Yüzüklerden bir tanesinin
üzerinde "U" harfi vardır. İkinci yüzüğün
içine ise, "Deniz" yazısı kazınmıştır. Bu
Nesrin ile Yusuf'un evlilik yüzükleridir. Diğer yüzüğün
de, ikinci kitapta önemli bir işlevi söz konusudur.
Yani Kayıp Denizler, aynı zamanda bu üç yüzüğün de öyküsüdür...
Üç kitabı birbirine bağlayan diğer unsur da, birinci
kitabın hemen ilk bölümünde, yan figür olarak ortaya
çıkan Ümit Bey'dir. İlk kitabın asıl iki kahramanı olan
Yusuf ve Nesrin'in komşusudur. Son derece ilginç, oldukça
da gizemli birisidir. Yaşı ellileri geçmiş ve yıllar
önce, İzmir'den Çin'e yürüyerek gitmiştir. Onun yürüyerek
geçtiği yollar, gecelediği şehir ve kasabalar, yol boyunca
tanıdığı insanlar, Yusuf ve Nesrin'in de tanıdığı insanlardır.
Sanki Ümit Bey, onların tüm geçmişlerini ve geleceklerini
bilmektedir. Akşamüstü komşuluk sohbetlerinde anlattığı
yolculuk maceraları, şöyle ya da böyle, Nesrin'le, Yusuf'la
ve Türkiye tarihiyle bir ilişkidir.
Zaman zaman önümüze çıkan Ümit Bey, ikinci kitapta da
(Gelincik Tarlası), iyi yürekliliği ve bilgeliğiyle
yine yan bir figür olarak yer alır.
Üçüncü kitapta ise, (Kıyamet Günü Yargıçları), Ermenilere
yönelik soykırımın açığa çıkarıcısıdır. Sonuç olarak
Ümit Bey, olayları birbirine bağlayan ve zaman içinde
yapacağımız yolculukta okuyucuya yol gösteren bir kılavuz,
başka türlü bir tarih anlatıcısıdır ve anlattıkları,
bilinen tarihten çok farklıdır, bazen de tam tersidir.
Doğan Akhanlı ile, Kayıp Denizler üçlüsü üzerine konuştuk:
S: Niçin roman, nasıl bir roman?
Doğan Akhanlı: Yazıyla dert anlatmanın bin türlü
yolu var. Geçmişin unutulmaması için yazmaya karar verdiğimde,
bunu nasıl yapacağımı kendime sordum.
Anılarımı yazamazdım. Çünkü Doğan Akhanlı'nın anıları
hiçkimseyi ilgilendirmezdi. Öykülerle geçmişi parça
parça anlatabilirdim. Ben, tek tek insanların kaderini
ele alarak geçmişe dair ipuçları vermek yerine, geçmişe
bir bütün olarak bakmayı denedim. Bunu da ancak roman
yazarak başarabilirdim.
Ancak romanda karar kılmak yeterli değildi. Nasıl bir
roman sorusuna, daha ilk satırı yazmadan karar vermek
zorundaydım. Kendime Gabriel Garcia Marquez'i, özellikle
de başucu kitabım olan "Yüzyıllık Yalnızlık"ı
örnek aldım. Yüzyıllık Yalnızlık, taklidi mümkün olmayan
bir romandır. Ayrıca, arka planda yer alan olayları
da, Marquez gibi ele almak işime gelmiyordu.
Arka plan tamamen gerçekliğe oturmak zorundaydı. Çünkü
ele aldığım dönem -özellikle 1915 Ermeni Soykırımı-,
Türkler (hatta Kürtler) için bir tabu idi. Ayrıca, biz
çok çabuk unutan bir toplum olduğumuz için, bugün aktüel
olan söylemlerin, hiç de aktüel ve yeni olmadığını,
unutma hastalığının toplumu sürekli çıkmazlarla yüzyüze
bıraktığını gösterebilmek için, romanda arka plan, deyim
uygunsa "dökümanter" olmalıydı.
Öykünün üzerine inşa edileceği gerçek olguları birebir
aktarmak ise, romanda estetik düzeyi düşürecekti. Dolayısıyla,
yazarken tarih ve isimler kullanmadım. Zamanı olaylarla,
isimleri ise sıfatlarla tanımladım. "Devrimcilere"
özgü jargondan kaçındım.
Kuşkusuz okuyucu, roman kahramanlarının devrimciler
olduğunu anlamakta zorluk çekmemeliydi. Ancak bunun
doğrudan "devrimci", "sosyalist",
"anti-faşist", "komünist" vb kelimelerle
ifade edilmesi de gerekmiyordu. Okuyucu, olaylara ve
kahramanların eylemlerine bakarak onların nasıl insanlar
olduğunu, duygularını, ideallerini anlamalıydı. Kısaca
tarihi, roman yazarak başka bir tarzda ele almak istedim.
S: Birinci kitapta, özellikle 12 Eylül
Darbesi öncesi olayları anlatmak için Karadeniz Bölgesi'ni,
özellikle de Ünye adlı küçük bir kasabayı seçmenizin
nedeni nedir ve neden Denizi Beklerken?
Doğan Akhanlı: Ben, devrimcilerin öyküsünü anlatarak
süreci anlatmak istedim. Süreci anlatmak için de sürece
damgasını vurmuş olay ve mekanları seçmek zorundaydım.
Neydi sürece damgasını vuran olaylar?
71 Başkaldırısı, Denizlerin asılması, Mahirler'in idama
mahkum edilen Deniz-Yusuf-Hüseyin'i kurtarmak için hapisten
kaçarak üç NATO teknisyenini rehin almaları ve Kızıldere
Olayı, Fatsa'da devrimcilerin belediye başkanlığını
kazanmaları, 1 Mayıs 1977 Katliamı, Eylül Darbesi...
Denizlerin asılması, Kızıldere Olayı, ve İbrahim Kaypakkaya'nın
direnişi, sonraki kuşağı derinden etkilemiştir. Romanda
olayların odaklaştığı yer, Ünye'dir. Çünkü Ünye'nin
ve Denizi Beklerken'in yan kahramanları olan Akın ve
Sevgi çiftinin oturduğu evin, önem taşıyan birkaç özelliği
vardır. Evleri NATO üssünün hemen altındadır. (Mahirler,
Denizler'i kurtarmak için bu üsse baskın yapmış ve 3
İngiliz teknisyeni kaçırmışlardı.) Evleri denize ve
büyük şehirlere ulaşan yola bakmaktadır. Terasta oturunca
150 metre kadar ilerde hastanenin bahçesini görmek de
mümkündür. Evin ve Kasabanın bir diğer önemli özelliği
de, Fatsa'ya 20 kilometre yakın oluşudur.
Niçin 'Denizi Beklerken' sorusuna gelince;
Roman, bir kayıp öyküsüdür.
Sürpriz bir biçimde ortalıktan yok olan birini beklemenin
yarattığı sarsıntıyı konu edinir. Ama sözkonusu olan
sadece kişisel "kader" ve kişisel "kayıp"
değildir. Arka planda bütün bir kuşağın iktidardaki
güçler tarafından nasıl tüketildiği anlatılır.
Romanda, "deniz" kelimesine özel bir anlam
yüklenir ve pek çok işlevi vardır.
Bir: Gerçek anlamıyla deniz ve denizin roman kahramanlarıyla
ilişkisi.
İkincisi: Deniz Gezmiş. 1971'de, ikinci askeri darbede
asılan ve sonra efsaneleşen öğrenci gençlik hareketinin
lideri.
Üçüncüsü: Romanın asıl kahramanı, Yusuf ile Nesrin'in
kızlarına verdikleri ad.
Dördüncüsü: Nesrin'in yeraltında kullandığı kod ismi.
Altıncısı ve tematik olarak: Gelecek ve ümit.
Ve sonuncusu, romanın finalindeki sürpriz...
Romanın hemen ilk cümlesinde, iki kahramanı tanırız:
Nesrin ve Yusuf, Askeri Darbe'den sonra (12 Eylül 1980)
yeraltında tanışan iki gençtir. İkisi de aranmaktadır.
Beşbuçuk aylık "Deniz" adında bir kız bebekleri
vardır. Uzun bir yeraltı döneminden sonra yurtdışına
çıkma hazırlığı içindedirler. Kaçış planı, bütün ayrıntılarıyla
yapılmıştır. Ancak, kaçıştan bir gün önce, Yusuf gittiği
buluşmadan geri dönmez...
Romanın "Ayak Sesleri Kesildikten Sonra" başlığını
taşıyan ilk bölümünde, Yusuf'un dönmemesi üzerine evi
terk etmeye hazırlanan Nesrin'in kaygılarını, korkularını
ve Yusuf'un geri dönmemesine dair olası ihtimallere
kafa yoruşunu; onun gözünden, onları bir araya getiren
trajik olayları ve ilerki bölümlerde önümüze çıkacak
olan asıl ve yan kahramanlara dair ipuçlarını öğreniriz.
Nesrin istese yurtdışına çıkma olanağı halen vardır.
Ancak Yusuf olmadan yurtdışındaki yaşama katlanabileceğinden
emin değildir. Öte yandan kızı Deniz'in geleceğini düşünmektedir.
Evi, bu duygularla terkeder. Kararsızlığı İzmir Otobüs
Garajı'na kadar sürer. Kaçış yolu olan İstanbul yolu
yerine, Yusuf'u ilk tanıdığı şehir olan Ankara'ya bilet
alarak otobüse biner. Sekiz saatlik Ankara yolculuğu,
bütün geçmişe yolculuk yani, Kızıldere'den 1 Mayıs 1977
Katliamı'na, Darbe Günü'ne, sonrasındaki illegal hayatlara
yolculuktur.
"Deniz'i Beklerken", esas olarak, Kürt savaşının
başladığı 1984 yılı ortalarına kadarki dönemi ele alır.
S: "Denizi Beklerken", devrimcilere
yakılmış bir ağıt gibi. Olumsuz bir tipleme yok. Devrimcilere
yönelik ciddi bir eleştiri de yok. İkinci kitap "Gelincik
Tarlası"nda ise durum farklı. "Gelincik Tarlası"nda
daha öfkeli bir tavır var ve devrimcilere yönelik eleştiriler
de sözkonusu. Bu eleştiriler gerekli miydi?
Doğan Akhanlı: "Denizi Beklerken",
iktidardaki güçlerin, ülkeyi değiştirmeye çalışan bir
kuşağa karşı zorbalığını ve yok etme çabalarını konu
ediniyor. "Gelincik Tarlası" ise, bu temayı
sürdürmekle beraber, bizim, muhaliflerin, devrimcilerin
bir kuşağının ezilmesindeki payları ve olumsuzlukları
da inceleniyor. "Denizi Beklerken", devrimcilerin
çocukluk yıllarını, "Gelincik Tarlası" ise
yetişkinlik dönemlerini ele alıyor.
Çocuklarla yetişkinler arasındaki fark neyse, "Denizi
Beklerken" ile "Gelincik Tarlası" arasındaki
fark, odur. Çocuklar da çok hata yaparlar ama sevimli,
saf ve içtendirler. Yetişkinlerin hataları ise aynı
ölçüde sevimli, saf ve içten değildir. Dolayısıyla,
"Gelincik Tarlası"ndaki eleştiriler daha açık,
daha doğrudandır.
"Gelincik Tarlası"nda dönem olarak 1984 sonrasını
ele aldım ve birbiri için ölebilecek iki arkadaşın bozulan
dostluklarını inceledim. Naci ve Erdal'ın ilişkilerini
ele alarak, devrimci örgütlerde vuku bulan iç çatışmaları
inceledim.
Naci, 12 devrimcinin hayatını yitirdiği açlık grevinin
66. gününde ölümün eşiğindedir, gerçekle halisünasyonlar,
iç içedir. Bir kart alır. Erdal'dan gelen kartta: "Bana
o günlerden sadece güzel anılar kaldı. İstenmeyen olaylar,
benim için önemini yitirdi. Şu an dert ettiğim tek şey,
senin hayatta kalmandır" diyen bir cümle vardır.
Bu sıradan kelimeler, yiğit bir devrimci olan Naci'yi,
geçmişiyle iç hesaplaşmaya götürür.
Ve biz, ölümüne dost olan iki insanın nasıl sıradan
bir nedenle birbirinden koptuklarını öğreniriz.
Bu kitapta daha çok devrimcilerin darbeden sonra sürdürdükleri
çabalar, hayatla olan kopukluklar, doğmatik bakış açılarının
ve iç çelişkileri şiddet yoluyla çözmenin yarattığı
sorunlar incelenir. "Özür dileme"nin önemi
anlatılır ve geç kalmış özürlerin işe yaramayacağı fikri
işlenir.
Pek çok örgütte, iç çatışmalar yüzünden pek çok devrimci
yaşamını yitirdi, hatta İnsan Hakları Derneği'nin "İnsan
Hakları İhlalleri" raporlarına bile, "Örgüt
içi çatışmalarda ölenler" diye bir madde konulduğu
zamanlar oldu...
Bu, insan hakları ihlallerine en çok maruz kalanlar
için, akıl almaz bir olumsuzluktur. Ölenleri geri getiremeyiz
ama, en azından anne babalarından, eşlerinden ve çocuklarından,
yakınlarından "özür dilemek", gene de önemlidir.
Bu, en azından benzer olaylardan uzak durulacağı ve
yinelenmeyeceği anlamı taşır.
Barikat Dergisi'ni, yıllar önce bu konuda ele aldığı
olumlu ve örnek tavrı nedeniyle okumaya başladım. İç
çatışmalar konusundaki olumsuz tutumlarını sürdüren
dergileri ise, okumuyorum artık...
S: Bir dönem askeri cezaevlerinde kaldınız.
Kitapta (Gelincik Tarlası) bunun yansımaları var. Cezaevlerindeki
yaşantıjjnız sizi nasıl etkiledi?
Doğan Akhanlı: Cezaevleri bilinen anlamı dışında
da bir okul oldu. Örgütlerin dar sınırları cezaevlerinde
parçalandı. Farklı organizasyon ve çevrelerden insanlar
arasında arkadaşlıklar kuruldu. Pek çok kişi, en mükemmel
ilişkilerin kendi çevresinde olmadığını gördü. Bazı
efsaneler bitti, bazı efsaneler güçlendi...
Herşeyi politik hattın saptamadığı deneyimini ben orada
edindim. İçinde yer aldığım çevre dışından pek çok içten
dostluklar kurdum. Cezaevine girmeden önce sözgelimi
"Barikat" ve "Alınteri" çevrelerinden
hiç kimseyle karşılaşmamıştım. Haklarında, onlarla sürdürdüğümüz
polemiklerin dışında bilgim yoktu. Cezaevinde, o çevrelerden
pek çok arkadaşım oldu. Yani dostluk ve birlikte tavır
almak için mutlaka politik ve ideolojik hattın aynı
olması gerekmiyor.
S: KAYIP DENİZLER'in üçüncüsü olan
"Kıyamet Günü Yargıçları" adlı kitabınızda
yüzyıl geriye sıçranıyor ve özellikle 1915 Ermeni Soykırımı
ele alınıyor. Örneğin niçin Dersim 1938 değil de 1915?
Neden mistik bir başlık? Konusu itibarıyle kitabın daha
geniş çevrelerde ilgi çekeceğine inanıyor musunuz?
Doğan Akhanlı: Daha önceki bir röportajda da
söylemiştim. Benim şimdi 90 yaşını aşmış büyük teyzem,
ormanda üzerine harf işlenmiş bir yüzük bulmuştu. O
yüzüğün, oraları terk eden "Ermenilerden"
kaldığı söyleniyordu. Çocukluğumdan beri o yüzüğün sahibini
ve kaderini merak ettim.
Kayıp Denizler'i yazdığım günlerde, Köln'de katıldığım
bir toplantıda, Nazi döneminden sağ kurtulmuş Yahudi
kökenli Alman yazar Ralpf Giordano, "Ermeni Soykırımı"
ile ilgili bir belgesel film yaptığını, Türk ve Kürt
aydınlarının ise bu sorunla ilgilenmediklerini söylemiş
ve bu sorunu konuşmamanın Türkiye'yi nasıl çıkmazlara
ve çözümsüzlüklere sürüklediğine dikkat çekmişti. Toplantının
konukları arasında olan ve bugün "Kürt" sorunun
çözümünde olumlu çabalar içinde olan Zülfü Livaneli,
aşırı bir reaksiyon göstermişti.
Bugün Almanya'da bir aydının ya da herhangi bir insanın
"Yahudi Soykırımı olmadı, toplama kampları olmadı"
demesi sadece skandal değil, aynı zamanda ceza gerektirecek
bir suçtur. Türk 'aydınlarının', "Ermeni"
kelimesine karşı tahammülsüzlükleri ve soykırım konusunda
devletin tutumunu benimsemeleri, ciddi bir sorundur.
Bu toplantıda, sadece son otuz yılın öyküsüyle derdimi
anlatmamın mümkün olmadığına inandım ve konuyu bütün
yönleriyle inceledim. Türkçede daha çok "Türk Tezi"ni
kanıtlamaya çalışan yayınlar olduğu, Belge Yayınlarının
karşı yöndeki çabasının ise yasaklara çarpması nedeniyle,
Almanca kaynaklara yöneldim.
Konuya ilişkin belli başlı bütün kaynaklara ulaştım.
Bir Ermeni ailesinin kaderini inceleyerek, İttihat ve
Terakki Cemiyeti'nin soykırımı nasıl örgütlediğini anlattım.
Belge yayınları tarafından yayınlanan "Ulusal ve
Uluslararası Hukuk Sorunu olarak Jenosid- V.H. Dadrian",
Ermeni Tabusu, bu arada Taner Akçam'ın, "İnsan
Hakları ve Ermeni Sorunu" adlı kitabında bilimsel
olarak ortaya serdiği gerçekleri inceledim.
Tarihin boşluğuna düşmüş, unutulmuş soykırımın romanını
yazarak, en azından Türkler ve Kürtler olarak birbirimizi
boğazlamaktan vazgeçeceğimiz umuduna da tutunarak, "Kıyamet
Günü Yargıçları"nı yazdım.
"Denizi Beklerken"in kaybedilmiş roman kahramanının
gözünden, kaybedilmiş Ermeni halkının tradejisini anlattım.
1915'deki Ermeni Soykırımı ile bugünkü çıkmazlar ve
çözümsüzlükler arasındaki bağlantıyı göstermek istedim.
1915, bu yüzyılın ilk soykırımıdır. Soykırımın tanıklarından
biri olan Armin T. Wegner'in deyişiyle, daha önce örneği
olmayan bir kırımdır. Bir halkın çoluk çocuk demeden
kökünün kazınmasıdır.
Kavramları yerli yerinde kullanmak gerekir. Kürtlere,
Alevilere, devlete karşı tavır almış muhalif kesimlere
yönelik katliamlarla, soykırımı birbirine karıştırmamak
gerekir. Ermeni Soykırımı ve soykırımın kabul edilmemesi,
toplumsal bilinci cerahatlandırmıştır. Sırtında böyle
bir soykırım taşıyan toplumun sağlıklı olabilmesine
ihtimal vermiyorum.
Başlık, Franz Werfel'in "Musa Dağda Kırk Gün"
adlı kitabından alınmıştır. "Kıyamet Günü Yargıçları"nın
bir özelliği de şudur: Konuya ilgi gösteren okuyucular
için, belli başlı kaynaklar romana sindirilmiştir. Örneğin,
Ümit Bey'in mahzenindeki "kütüphanede", "Kayıp
Denizler" rafında pek çok kitabın ismi zikredilir.
Adı açıktan anılmaz ama, sözgelimi "Saragöl"
adlı bir kitaptan bahsedilir. Ömer Polat'ın şimdi piyasada
bulunmayan, hatta unutulmuş olan bu kitabı, sanıyorum
Türkçe'de, Abdülhamit Dönemindeki Ermenilere yönelik
katliamları konu edinen ilk romandır.
Sorunu Türk tarafından inceleyen Taner Akçam'ın "İnsan
Hakları ve Ermeni Sorunu-İmge Yayınları" kitabı,
son derece önemlidir. Taner Akçam bu kitabıyla, "Türk
tezlerine ve yalanlarına" büyük darbe vurmuştur.
Akademik ve politik çevrelerin bu kitabı görmezlikten
gelmelerinin arkasında bu vardır.
"Kıyamet Günü Yargıçları" nın da aynı akıbete
uğraması muhtemeldir.
S: Sırada başka roman var mı?
Doğan Akhanlı: Var. Ağırlıklı olarak 1930'lu
yılları ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını ele alan, ancak
aktüel de olan bir romanı yazmaya devam ediyorum. Ama
öncelikle elimde olan bir çeviriyi, "Talat Paşa
Duruşması"nın çevirisini bitirmek istiyorum.
Size, "Kayıp Denizler"in bütün kahramanlarının
özelliklerini kişiliğinde barındıran Doğan Akhanlı'ya,
hem yakın tarihimize son derece önemli ışıklar yollayan
romanlarınız, hem de dünyadaki duruşunuz için teşekkür
borçluyuz. Kahramanın, yazarın ve taşıyıcının buluştuğu
bir üçleme bu aynı zamanda...
Bunca karanlığa, bunca yanlışa, bunca haksızlığa rağmen
dünyanın hala dönmeye devam etmekte bulduğu gücü, sizlerden
aldığına inanıyoruz. Düşünen, emek veren, ayak direyen
insanlara...
Sizler, dünyayı emeğinizle ve yüreğinizle selamladığınız
sürece, dünya yeni çağlarda daha fazla emekten yana
dönecektir...
Sizi, yeni ürünlerinizle, onlarca kez selamlamak üzere!
Merhaba.
|