Avrupa Birliği Süreci ve Yurttaşlık Bilgileri
İ. Temo
|
2000'li yılların bu ilk ayında bir yazıya başlarken,
"Türkiye solunda sağa kaymanın sürdüğü" biçiminde
"önemli"(!) bir saptamayla işe girişmek, şüphesiz
artık çok ciddi bir anlam ifade etmiyor. Herkesin bildiğini
basitçe tekrarlamanın okur bakımından da sıkıcı olduğunun
farkındayım aslında. Sosyalist çevrelerde soluk alıp
veren her devrimci sempatizan, çoktandır ortalıkta karbondioksit
miktarının arttığını, oksijenin ise boğulma duygusuna
yol açacak kadar azaldığını kendi günlük hayatında hissediyor.
Söz konusu kitlenin devrimci samimiyete sahip kesimlerine
gerçekten acı veren bu durum, henüz önlenebilmiş değil
ve bu yüzden de onların "saptama" değil, "çözüm"
arayışı içinde olmaları doğal görünüyor.
Ayrıca, işe böyle başlamanın bir başka sakıncası daha
var: Marksist terminolojide, her şeye rağmen "aile
içi" bir sorunu tanımlayan "sağ sapma"
gibi kavramlar bugün önümüze çıkan tartışmaların çoğunda
artık bu bakımdan da bir yetersizlik taşıyor. Örneğin,
"silahlı mücadeleyi ilke olarak reddetmeyen",
kongre kararlarında ortalığı kasıp kavuran ve bütün
platformlarda mümkün olabilecek en 'sol' yaklaşımları
savunan şu bilinen sağcılık biçimleri artık bu ülkede
alışılmadık bir şey değil ve o noktada bir terminolojik
sorun yaşanmıyor. Kronik yayıncılık politikası üzerinde
yeterince sebat gösterilirse, kitlelerin mutlaka bir
gün söylenenleri anlayacağı düşüncesi, ta 71'den, Yusuf
Küpeli'den bu yana Türkiye solundaki temel bir tartışmanın
konusunu oluşturuyor ve oluşturacak.
Ama bütün bunların üzerinden bir an için atlayıp geçtiğimizde,
işte orada önümüze, başka, neredeyse bize ait olmayan,
genetik kodları bakımından bilinen tanımlara uymayan
bir dünya daha çıkıyor. Orada, -sanki yabancı bir gezegendeymişiz
gibi- bizim kendi dilimizi, kendi kavramlarımızı kullanmamız
mümkün olmuyor; kendi kavramlarıyla kendi düşünme vadilerini
yaratan o dünyanın yüzeyinde -söz konusu vadilere girme
ahmaklığını gösterirsek eğer- tuhaf ve ilkel yaratıklar
olarak aşağılanmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Modernist
geçmişin şu eski-püskü bütünlüklerinden kendisini kurtarmış
ve "değişen dünya"nın yeni fikriyatına iltica
etme eylemini sonlandırmış bulunan bu gezegenin canlıları,
geride, eşiğin beri yanında kalmış olanlara pek tuhaf
gözlerle bakıyorlar. Bütün yumurta küfelerinin bir kenara
bırakıldığı bu inanılmaz siyasi ferahlık ortamında,
artık o geçmişin bilinen II. Enternasyonal söylemleriyle,
Kautsky türü ince numaralarla karşı karşıya olmadığınızı
hemen farkediyorsunuz; karşınızdaki, "başka"
bir şeydir ve size bütün reformizm türlerinden daha
uzaktır. "Sağın sağı" olarak tanımlanabilecek
olan ve aslında artık böyle yön gösterici kavramlarla
da anlatılamayan bu dünyanın herhangi bir zemininde,
örneğin bu, ÖDP'nin herhangi bir ilçe kongresi olsun
diyelim, tutup Leninist örgüt ilkelerinden söz ettiğinizde
(böylece boş yere enerji harcamanın sakıncaları bir
yana) tuhaf bakışlarla ve şöyle mırıldanmalarla karşılaşabiliyorsunuz:
"Kim ola ki bu? Hem cübbesi ve sarığı niye yok?"1
Keşke hepsi bu kadar olsa! Ama değil! Daha 1970'lerin
ortalarından başlayarak yalnızca silahlı mücadeleden
değil, genel olarak Marksist-Leninist perspektiften
de kayan şu malum eğilimin bugün ÖDP gibi yapılarda
aldığı yeni biçim, "sağın sağı"nın içersinde
yalnızca bir bölümü oluşturuyor. Öteden beri "örgüt
değil hareket olduklarını" -nedense- belli bir
öğünme tonuyla tekrarlayıp "başkaları teoriyi hayata
dayatırken kendilerinin hayatın isteklerine karşılık
verdiklerini" yine aynı öğünmeyle anlatırken hiçbir
yüz kızarması belirtisi göstermeyenler şüphesiz bu cephe
içinde önemli bir yekün tutuyorlar, ama hepsi bu kadar
değil. 74 yılında şu kadarcık bir basireti gösterememelerinin
sonucu olarak bugün on bin gerillanın başında değil
de İstiklal Caddesi kaldırımlarında yürümek durumunda
olanlar, yine de "sağın sağı"ndaki kalabalığın
bütününü oluşturmuyorlar. Dış kapının en dışı da var
ve orada, en dış kapının da dışında mandallar bulunuyor.
Gerçekten de, Birikim/Radikal yazarı Ahmet İnsel'e siyasi
yelpazede ille de bir yer bulmamız gerekseydi eğer,
herhalde ancak bu söylenebilirdi: Dış kapının en dışının
en dış mandalı! Onun durduğu yerin tanımlanabilmesi,
bizim bildiğimiz "sol-içi" kavramlar çerçevesinde
mümkün değil. Avami tabirle söylersek eğer, karşılıklı
duruşumuz şöyle özetlenebiliyor: Evimiz ayrı yolumuz
ayrı!
Ama bu gerçeklik tabii ki her şeyi halletmiyor. Şüphesiz
salt bu durumuyla o, bizimle özel bir muhataplık ilişkisi
içinde bulunmuyor; kendisinin de zaten böyle bir şeyi
arzu etmeyeceği az çok kesin. Ayrı yerlerde duruyoruz,
selamlaşmamız bile gerekmiyor. Neredeyse kendi dışındaki
bütün solu "geri zekalılık"la suçlayan İnsel'in,
bu sol yazına vakıf olmadığı, "sokaktaki"
devrimci sempatizanın düşünce ve duygularından haberdar
olmadığı, hatta böyle bir gereksinme hissetmediği de
kesin görünüyor. Bütün iktisadi ve siyasal durumları
Oidipus üzerinden çözüveren özel psikanalisti Bülent
Somay'la birlikte onlar, solun problemlerini "nezih"
bir seviyeden, sonu Vatan Caddesi'nde biten yollara
girmeden tartışıyorlar ve elbette bunu -bize bulaşmadan-
sonsuza dek sürdürmelerinde bir sakınca yok.
Bütün bunlar Radikal gibi genç insanların alıp okuduğu
bir gazetede yapılmasaydı eğer ve en önemlisi İnsel,
Aydın Doğan'ın lütfettiği köşesinde yayınladığı AB tefrikası
boyunca Oscar Wilde'in deyimiyle "zekâdan aşağı
vurma" yolunu seçerek bütün terbiye sınırlarını
aşmamış olsaydı yine de sorun olmayabilirdi. Bugünlerde
"iş/güç ve çoluk/çocuk sahibi" her eski solcunun
ağzındaki şu "AB sürecine neden karşı olalım ki"
laflarının tekrarıyla yetinmiş olsaydı eğer ya da en
azından "ben böyle düşünüyorum" gibi mütevazı
bir noktadan konuşuyor olsaydı, gerçekten de mesele
yoktu. Nihayetinde AB meselesi bu topraklar üzerinde
yaşayan az çok politikaya meraklı herkesi ilgilendirmektedir
ve herkesin bu konuda fikir beyan etme hürriyeti bulunmaktadır.
En ünlülerinden hiç adı duyulmamışlarına dek bütün öğretim
üyelerinin kanal kanal gezerek hepimizi "bilgilendirdiği"
ve hatta televole sanatçılarının bile ısrarlara dayanamayıp
bir kaç kelimeyle "değindikleri" bir konuda
mahalle bakkallarının dahi bir fikir sahibi olmasında
şaşılacak bir şey yok. Nitekim, bütün iletişim olanaklarından
mahrum olan sosyalistler de kendi yayın organlarında
sorun üzerine fikirlerini ifade etmeye çalışıyorlar,
en azından bu konuda tartışıyorlar.
Ama siz, neredeyse herkesi "devlet hizmetkârı"
olmakla suçlayarak binbir türlü küfür ve yalanı bir
gazete köşesinde ardarda sıralıyorsanız ve üstelik bunu
yaptığınız yer, devletin aktüel politikasının en yakın
destekçisi olan bir gazeteyse, bu tamamen ayrı bir şeydir.
O zaman, devlete karşı duruşunu "Oidipal baba yalakalığı"
olarak tanımladığınız sol, eline bir ayna alıp karşınıza
geçmek zorunda kalır ve siz bunun sonuçlarına katlanırsınız.
Üç önemli zamir: biz, siz, onlar
En sonda söylenecek olanı en başta söylemekte yarar
var: Bugün AB meselesinde -ya da başka herhangi bir
konuda- devrimciler bakımından yaşanan asıl ve en önemli
sorun, bütün bu olup bitenlerin, onların müdahil olamadığı
bir ortamda olup bitiyor olmasıdır. Yani, AB sürecinin
şöyle ya da böyle değerlendirilmesinin ve bütün teorik
tahlillerin de ötesinde asıl mesele, solun yaşanan olguların
"yorumlayıcısı" konumunda durması ve "kendi
dışında oluşturulan gündemlere tepki üretme" şeklindeki
klasik politikasının da bu konumu değiştirmiyor olmasıdır.
Halk deyimindeki "oyunu bozan zor", yaşadığımız
momentte sürece müdahil değildir ve Türkiye'nin/dünyanın
efendileri kendi çizdikleri rotadan yürüme özgürlüklerini
-bütün bu elverişli koşullara rağmen inanılmaz bir beceriksizlikle-
kullanmaktadırlar. Bu anlamda AB'nin genişleme projesi
de içinde olmak üzere sistemin güncel projelerinin çoğu,
aslında kendi başına "yeni" olgular olarak
değil, düzlenmiş dünya ortamında artık uygulanma olanağı
bulmuş eski tasarılar olarak düşünülmelidir. Sözgelimi
50'li 60'lı yıllardaki kuruluş mantıkları bakımından
"dünyanın en uygun köşesinde üretim yapıp en uygun
köşesinde satmak" amacına yönelik olan Çokuluslu
Şirketler, bugünün "genişlemiş" pazar dünyası
üzerinde böyle bir uygulamanın imkânlarını yakalamışlardır;
dünkü tasarım, "lanet olası duvarlar" yüzünden
gerçekleştirilemeyen düş, reel ortamını bulmuş, sınırsız
sermaye dolaşımının spekülatif atmosferi dünyayı sarmıştır.
Dolayısıyla -aynı döneme bir iletişim sıçraması denk
düşse bile- aslında kendi bünyesinden gelen bir gücü
değil de, karşıtının yokluğundan doğan rahatlığı kullanarak
şu andaki konumunu inşa eden sistem, henüz bir devrimci
dalga tarafından sınanmamışlığın da zaafını içinde barındırmaktadır.
Yakın ya da orta vadede bu işleyişin hayat tarafından
nasıl bir imtihana tabi tutulacağı ve dünya haritasının
yeniden ve lise müfredatının yetişemeyeceği bir hızla
değişip değişmeyeceği henüz sonuca bağlanmış bir sorun
değildir. Ama en azından bir şey kesin görünüyor: Tek
bir raundu maçın tamamı zannedenler, pek çok yanılacaklardır
ve Engels'in "yuvarlanan taçlar" üzerine kehaneti,
yeni yüzyılda yeniden ve şüphesiz başka bir boyutta
gerçekleştiğinde, bugünün Dühringlerini de başka bir
çok ayrıntı gibi anımsamayacağız artık.
Ahmet İnsel'le ilgili temel problem de tam burada yatmaktadır:
Fikri dünyası pek karmaşık görünen ama aslında tarih
bilinci CNN seviyesinin azıcık üstünde seyreden bu adamlar,
pek erken konuşuyorlar ve üstelik artık bu konuşmalarını
da kendilerini içinde saydıkları dünyanın diliyle yapıyorlar.
Radikal 2'de iki hafta üstüste yayınlanan (ve Birikim'de
yinelenen) yazılardaki asıl sorun -bu onun açısından
bir sorunsa eğer- zaten İnsel'in kendisini nereye koyduğu
ve hangi dünyanın diliyle konuştuğudur. Öcalan örneğinde
sık sık tanık olduğumuz cümlelere İnsel'de de rastlamak
aslında bu bakımdan bize çok şaşırtıcı gelmiyor. Şöyle
başlıyor İnsel: "Bu yazı yayımlandığında, Türkiye'nin
geleceğiyle ilgili önemli bir karar alınmış olacak.
Avrupa Birliği'ne aday üyeliğimizin kabulü, sonuçları
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşu ile karşılaştırılabilecek
önem ve kapsamda bir süreç başlatacak." (Radikal
2, 12 Aralık 1999, italikler bize ait)
Benzer bir dil, aynı konu üzerine yazılmış ikinci yazıda
da kullanılıyor: "İçinde bulundukları toplum özgürlük,
demokrasi, eşitlik ve dayanışma hedeflerini gerçekleştirme
olanakları daha fazla olan bir siyasal-iktisadi yapı
içine entegre olma sürecine yöneliyorsa, sosyalistlerin
tavrı bu yönelişe karşı çıkmak olamaz."(Radikal
2, 26 Aralık 1999)
İnsanlık için küçük ama İnsel için büyük bir adım! Sıçrıyoruz
ve hop! Yeni bir dünyanın içine en baştan giriyoruz:
Orada artık 'miz' iyelik eki, ezilenleri, yoksulları
ve bizim onlarla aidiyet bağlarımızı değil, kendisini
"toplum'la bütünleştirmiş olan İnsel'in konumunu
anlatmaktadır: Biz, AB'ye aday üyeyiz! İçinde bulunduğumuz
toplum böyle bir "yönelim" belirtmektedir!
Şüphesiz o, yani "toplum" dediğimiz şey, bunu
"birlik ve beraberlik" ruhuyla yapmaktadır;
garip bir biçimde kollektif davranma becerisini gösterebilen,
bir yere "entegre" olmaya yönelen ya da yönelmeyen
(keyif onun değil mi?), bunun kararlarını alıp uygulayabilen
bir bütünlükle karşı karşıyayız. Bu arada, şu ya da
bu politik kararı "miz" ekiyle ifade edilebilir
hale getiren, toplumdaki çeşitli sınıflardan insanların
ona "rıza" göstermesini sağlayarak bütün herkesin
fikriymiş gibi algılanmasını sağlayan bütün o manipülasyon
mekanizmaları, çatlak sesleri kısarak İnsellere "köşe"ler
bahşeden o büyük dezenformasyon dalgası filan tabii
ki hiç önemli değildir: Toplum böyle istiyor! Böyle
bir total güç vardır ve o, bir bütünlük halinde "istek"
bildirmektedir. En azından kendini "buna karşı
çıkmamak"la görevlendirmiş olan "sosyalist
yurttaş" İnsel, bundan emindir.
Haksızlık etmemek için, İnsel'in, "miz" ekiyle
kendini "içinde" tanımladığı toplumun tam
bir bütünlük oluşturmadığının farkında olduğunu da teslim
etmeliyiz. O, tabii ki toplum dediği şeyin farklı gruplardan
meydana geldiğini bilmektedir, diyalektikten bu kadar
da uzağa düşmüş değildir. Yazının bütününden anladığımız
kadarıyla, toplum aslında başlıca iki kategoriden oluşmaktadır:
Bir yanda "devlet koruması altında tekel rantlarına
göz dikmiş" beleşçi kodomanlar ve Türkiye soluna
"taşra esnafı" gibi hükmeden "muhafazakâr
solcu"lar vardır; öte yanda ise İnsel'in de içinde
bulunduğu bütün ilim irfan sahipleri! Elbette bu "toplum"
içinde işçiler ve onların örgütleri, yurttaş girişimleri
gibi başka kategoriler de vardır ama onlar bu AB işinden
zarar değil yarar görecek olan "şanslı" kesimlerden
sayıldıkları için, genel durumu bozmamaktadırlar. Niye
kaygılansın ki onlar? Kıt zekalı "üçüncü dünya
solcuları"nın sandığının tersine onlar böylece
"özgürlük ve dayanışma Avrupası"nın kurulması
mücadelesine katılma biletini garantiye almış olacaklardır.
Gerçi bir taraftan da ortalıkta, MAI-MIGA ve Tahkim
gibi kötü hayaletler dolaşmakta, AB'nin genişlemesiyle
yeni kölelik biçimlerinin inşası arasında bir bağlantı
olduğu "şüphesi"(!) fena halde yayılmaktadır
ama olsun! Bundan kaygılanacak olanlar "rantçılar"
ve "üçüncü dünya solcuları"dır.
"Milli burjuvazi" yeniden mi hortluyor?
İnanılmaz gibi geliyor ama gerçekten de karşımızdaki
tanım budur ve insan bunları duyduğunda, 70'lerden beri
Maocu modele uysun diye Türkiye'de beyhude yere aranan
"milli burjuvazi"nin (ya da TKP'nin uDC bileşeni
olan ulusal kesimlerin) İnsel tarafından nihayet bulunduğu
kanısına varıyor. "[AB'ye girildiğinde] Kim bağımsızlığını
kaybedecek sorusunu sormamaya özen gösteriyorlar. İşçi
sendikaları mı, siyasal partiler ve dernekler mi, yurttaş
girişimleri mi Türkiye'de bağımsızlığını kaybedecek
olanlar? Gerçekten üretime yönelen, devlet koruması
altında tekel rantlarına göz dikmeyen girişimciler mi?"(a.g.y)
gibi inanılmaz bir demogojiyi sürdürürken İnsel'in yinelediği
aslında tam da bu eski hikâyedir. Bu ülkede birileri
her zaman bir yerlerde o günkü hakim konsepti onaylamayan
"başka türden" burjuvaların (girişimcilerin!)
bulunduğunu varsaymışlar ve onları aramaktan hiç usanmamışlardır.
"Arayıcı"ların kimlikleri (M. Belli, İ. Bilen,
A. Öcalan, vb.) ve aranan şeyin nitelikleri (milli burjuvazi,
ulusalcı güçler, barış yanlısı "akıllı" işadamları,
vb.) bazen değişmiş ama arama azmi hiç azalmamıştır.
Karşımızdaki en son versiyonda ise arayan İnsel, aranan
"gerçekten üretime yönelik" burjuvalardır.
Onlar vardırlar ve fakat muhtemelen (rant yiyici hırsızların
dünyasında) seslerini çıkaramamaktadırlar; ya İnsel'in
"sosyalist"lerinin çabalarıyla ya da uğur
Dündar'ın "normal" patronları tenzih eden
mücadelesiyle "hırsızlar" kahredildiğinde
zuhur edeceklerdir! Emek hırsızlarıyla (yanılmıyorsak
kapitalist üretim böyle yapılıyordu!) karaparacı faiz
hırsızları birbirinden ayrıldığında, ki muhtemelen AB
süreci bu konuda da "turnusol kağıdı" işlevini
görecektir, durum netleşecektir.
Belki konuyla ilgisi yok gibi görünüyor ama neo-liberal
solun savaş ve barışla ilgili temel problemi de esasen
bu noktada düğümlenmektedir. Savaş bitecektir, bitmelidir.
Böylece, bu ülkede bir yerlerde mutlaka bulunması gereken
aklı başında bir burjuva kesim -ki bunlar, İnsel'in
varlığından şüphe duymadığı üretim sevdalısı iş adamları
olabilir- artık daha cesur olacaklardır. Çünkü bunlar,
ekonomi politiğin "normal" ölçülerine göre
işlerini yapıp paracıklarını kazanmak isterler ve çatapata
para harcanmasından pek hoşlanmazlar. Savaşı isteyenler,
bütün bu baskı yasalarının, kafamıza inip kalkan copların
müsebbibi ise kuşkusuz, "rantçılar" olmalıdır.
Ve tabii, Türkiye'deki baskı düzeni de, onca yıllık
kurumsal faşizmle değil, esasen savaşla ilgilidir ve
o bittiğinde, doğru dürüst bir sosyalist mücadelenin
yolları açılmış olacaktır. Kürt savaşı ortalıkta yokken
de bu ülkenin siyasi tarihinin zulüm tarihi olduğunu
hatırlamak artık çok gereksizdir. Hem savaş konusu da
nihayetinde zaten bitmesi gereken bir musibettir ve
belasını İmralı'da bulmuştur. Şimdi, düzlenmiş olan
yolda, her şey mümkündür. Savaşın bir ülke kurmak için
başlatılmış olması da çok anlamlı değildir zaten, ulus
devletlerin tükendiği çağda bu, son bir çırpınıştır,
vs., v.s.
Öyle anlaşılıyor ki İnsel, Maocu modeldeki ayrıksı burjuva
katmanı, ters yönden keşfetmiştir: Bu kez karşımızdaki,
hem "üretimci", hem de Avrupa'nın nimetlerini
görecek kadar "akıllı" ve "milli"likten
uzaklaşmış bir kesimdir. Bunların kim olduğunu o bize
söylemiyor, bu konuda herhangi bir iktisadi veri de
sunmuyor; ama bir yerlerde bulunduklarından emin. Bu
"girişimci"lerin tekel rantlarından uzakta
bir yerde nasıl durabildikleri, sistemin hem Türkiye'de
hem de Avrupa'da bütünüyle spekülasyona ayarlandığı
koşullarda (pek zayıf bir olasılıkla kişisel ahlak dışında)
nasıl bir temele dayandıkları da bilinmiyor.
Gerçekten, kim bunlar? Tekeller dışında bir yerde, "yerli
malı Türkün malı" şarkılarıyla "üretim"
yapmaya filan çalışan birileri mi var Türkiye'de? Tabii
ki İnsel böyle bir şey söylemiyor bize. Hem o zaten
"milli" değil, "hakiki" burjuvalardan
söz ediyor; yani beş yaşında çocukların da bildiği şeyi,
örneğin Türkiye'de otomobil üretmek istiyorsanız bunun
yolunun yabancı ortaklıklardan geçtiğini unutmuş değil;
bütün problem, faiz numaralarından, rant yiyicilikten
arınmış burjuvaların bu işi yapabilmesinde yatıyor.
Peki ama Türkiye'deki sermaye sahiplerinin "üretimciler"
ve "rantçılar" diye ikiye ayrıldığını kim
söylemiş İnsel'e? Çılgın bir para havuzunun üzerinden
üretim ve para spekülasyonunun birbirine sıkı sıkıya
bağlandığından, bu konuda en çok mızmızlanan yerleşik
tekellerin de boylu boyunca bu havuzun içine gömüldüğünden
haberi yok mu? 1997 yılı verilerine göre yalnızca bankalardaki
bölümü 105 milyar dolar tutan ve gayrı-resmi meblağla
birlikte ölçülemez boyutlara varan bu kocaman havuzun
bir avuç "hırsız" tarafından mı yönlendirildiğini
sanıyor?
Böylece Sabancı-Koç gibi klanlarla Korkmaz Yiğit-Cem
uzan, vb., gibi yeni yetmelerin karşılıklı duruşlarını
ifade ediyorsa eğer, bu ayrımın hakiki olduğunun garantisini
nereden alıyor? Örneğin, "hakiki" burjuvalar
tarafından "üretilerek" sokakları çekirge
sürüleri gibi işgal eden otomobillerin nasıl ve hangi
para düzeni sayesinde bu kadar çok satılabildiğini sanıyor?
Daha da önemlisi, en önemlisi İnsel, en yüksek kâr düzeyini
yakalama üzerine kurulmuş olan mevcut sistem içersinde,
para-sermayenin bu düzeyi nerede görüyorsa oraya kayacağını,
kaymayanın da batacağını azbuçuk biliyorsa eğer, "üretime
yönelik girişimci"lerine nasıl bir öğüt vermeyi
düşünmektedir?
Bütün bu soruların yanıtı yok. Ama onlar var, oldukları
kesin ve Mihri Belli'nin "zinde güçler"i gibi
bir yerlerde duruyorlar. Üstelik şüphesiz "demokrasi
yanlısı" olmalıdırlar; "üretim" yaptıkları
fabrikalarında bir ücret sorunu çıktığında, kriz filan
bile olsa, çekleri-senetleri geri dönüyor bile olsa,
mevcut baskıcı sendika yasasının uygulanmasını, sınıf
hareketinin ve tabii ki solun bastırılmasını -her şeye
rağmen- istemezler, vb., vb.
Bu tartışmayı uzatmak gerekmiyor. Çünkü asıl sorun bundan
daha ötede bir yerde duruyor. Asıl sorun, İnsel'in böyle
"üretimci girişimciler"i bulup onlarla ve
diğer bütün yurttaşlarla, sendikalarla, derneklerle,
vb., yeni bir Türkiye kurma, en azından bunu düşleme
özgürlüğüne sahip olduğu halde, işin içine sosyalizmi
niye karıştırdığıdır. Sosyalizm başka bir şeydir, "girişimci"lerin
düzeni başka bir şey. İnsel, birincisinin artık imkânsız
olduğunu düşünerek ikincisini seçebilir; ama o zaman,
bütün terminolojisinde yaptığı değişiklikleri, sosyalizm
kavramına dek genişletmek zorundadır.
Eline yetki verseler...
Adaylık sürecinin başlamamasından ya da kesintiye uğramasından
çok korkuyor İnsel ve herhalde bunun sorumlusu olarak
"muhafazakâr sol"u ilan etmeye hazır.
Bir de siyasal iktidardan korkuyor; onun süreci oyalayacağından
çekiniyor. Sırtında "yumurta küfesi" olmadığı
için son derece radikal bir şekilde her şeyin hızla
yapılabileceğini düşünüyor. Oysa, devleti yönetenler,
AB üyeliği için ölüp bittikleri ve bunu İnsel'den daha
fazla istedikleri halde, sırtlarında çoğu zaten kırılmış
olan yumurtaları içeren bir "küfe" taşıyorlar.
Çünkü süreç, yalnızca üç-beş yasanın yenilenmesinden
değil, çok sıkı bir IMF programından da oluşuyor ve
bu program, ezilen kesimlerin taleplerinin reddini gerektiriyor.
Sosyal itibarı da pek yüksek olmayan iktidarın, bu densizleri
nasıl "ikna" edeceği, "ikna" edemezse
ne gibi yollara başvuracağı sürecin çok ciddi sorunlarıdır.
Şüphesiz onlar, öncelikle solun zayıflığına ve işçilerin
örgütsüzlüğüne güveniyorlar ama işleri yine de zor görünüyor.
Burada çok önemli olan soru şu: AB süreci, hem reel
ücretleri geriye çekmeyi (işçi hareketini bastırmayı)
hem de siyasal baskıyı yanılsamalı bir yoldan nisbeten
hafifletmeyi (şiddetin konsantre edilerek kör biçimlerden
kurtarılmasını) birlikte içerdiğine göre, "eline
yetki verilse" bizim "gölge başbakanımız"
İnsel, bu ülkeyi nasıl yönetmeyi düşünmektedir? Olup
bitenlerin sonuçlarına katlanmak istemeyen ("özgür
ve dayanışmacı Avrupa yurttaşları olmamız"ın önemini
kavrayamayan) yoksullara ve kendilerini onları örgütlemekle
görevli sayan devrimcilere ne yapmayı planlamaktadır?
Tabii ki o, öncelikle (Ecevit gibi!) ikna yolunu deneyecektir;
ama "tekdir ile uslanmayan" ne olacak? Sanırım
bu, İnsel'in bile bildiği şeydir: Bu ülkede ya da dünyanın
başka herhangi bir köşesinde, ezilenlerin taleplerinin
yüksekliği ve koşullar karşısında gösterdikleri tahammülsüzlük
miktarı, "istikrar" için gereken şiddet dozunu
da belirler!
Görüldüğü gibi bol keseden atmak yetmemektedir; ayrıca
iktidarın süreci oyalamak gibi bir derdi de yoktur.
İktidar, elinden geleni yapacaktır ve onun elinden gelen
üzerinde durduğu sosyal zeminin sağlamlığı-çürüklüğü
ile ilgilidir. Bu politika, devrimci muhalefetin ve
sınıf hareketinin düşük yoğunluklu bir çatışma haline
sıkıştırılmasını, solun geniş öbeklerinin "iktidarsız"
bir baskı grubu olarak merkeze doğru çekilmesini ve
kalanların da vahşice ezilmesini içermektedir. Devrimci
hareketin buna razı olup olmayacağı, şüphesiz en dış
kapının en dış mandalını değil, sorunun gerçek muhataplarını
ilgilendiriyor; bu konuda bir yol bulması için İnsel'i
zorluyor değiliz elbette ama bizim kaygımız iktidarın
süreci oyalamasından işkillenen İnsel'in "çeribaşı"
vazifesini kazara üstlenmiş olsa, kalbinin bu "önce
babasını kesme" işine dayanıp dayanamayacağıyla
ilgilidir.
Yalandan ölünmez mi?
Bu baskılanmanın bir sonucu olsa gerek, İnsel, gerçek
dünyadan kaçmak için yalan konusunda bir sınır tanımıyor.
"AB'ye üyeliği, ulusal bağımsızlığın yitirilmesi,
emperyalist güçlere teslim olunması, tekelci ululararası
sermayenin av sahası haline gelinmesi olarak algılayan
sol çevreler, bugün ulusalcı devletçilerle aynı dili
konuşuyorlar. ulusal devletin üzerinde yer alıp onun
tasarruflarını sınırlayan veya yönlendiren bir gücü
bağımsızlığın kaybedilmesi olarak algılayıp bunu başımıza
gelebilecek en büyük felaket olarak sunuyorlar."
diyor örneğin. Ve sorular soruyor: "ulusal bağımsızlığın
devletin efendilerinin dokunulmazlığı ve bağımsızlığına
indirgenmesi midir solun verdiği bağımsızlık ve özgürlük
mücadelesinin anlamı?"
"AB üyeliği dinamiğinin 75 yıllık merkeziyetçi,
otoriter ve tahakkümcü devlet idaresi geleneğinin temellerine
yerleştireceği dinamitleri [insan gerçek "dinamit"leri
unutunca neler söyleyebiliyor!] önemsemiyorlar."
"Sosyalist olduklarını zannederlerken, bu devlet
geleneği, bu devlet erkanı ve bu fırsatçı ve kaypak
'burjuvaziyle' ["üretime yönelik girişimci"leri
tenzih ederiz!] kapalı kapılar ardında başbaşa kalmayı
tercih ediyorlar. Ne adına? Kutsal devletimizin egemenliğinin
korunması adına, ...."
Ve nihayet en tiksinti verici ima geliyor: "Kendini
sol olarak tanımlamaya ağız alışkanlığıyla devam eden
Kemalist devletçilerin son zamanlarda ülkücü harekete
sevecenlikle bakmalarının işaret ettiği gibi, zaman
içersinde yukarıdaki tavrı devam ettiren sosyalistlerin
de 'yerli toplumculuk' cephesinde saf tutmasına şaşırmayacağız."
"Yerli toplumculuk" kavramındaki 'nasyonal
sosyalizm' anıştırması, bu yazının çerçevesinde yanıtlanabilecek
türden değil, onu geçiyoruz. Devrimcilerin tahammül
gücü geçmişe oranla hayli artmıştır artık ve doğrusu
İnsel buna ne kadar sevinse yeridir.
İşin diğer bölümü ise gerçekten akla sığmaz yalanlardan
oluşmaktadır ve neresinin düzeltebileceği bile bilinememektedir.
Şu çok açık: Bu topraklar üzerindeki hiçbir devrimci,
en çok Kemalizmle suçlanmış olan Denizler dahil,(ve
şüphesiz soldan başka bir yerde duran Aydınlık çevresi
hariç!) bağımsızlık kavramını sosyalist bir Türkiye
bağlamı dışında kullanmamışlardır. Bunun tersini iddia
etmek, utanmazca bir yalandır. Türkiye devrimci hareketi
bir çok yönden eksik ve zaaflı olabilir, bugün için
kitleselleşmenin çıkış yollarını bulamıyor da olabilir;
ama onun bünyesindeki hiçbir aklı başında insan, sosyalist
bir Türkiye bağlamının dışında, kendi devletini olumlayan,
onunla bir arada yaşamayı içeren bir "bağımsızlık"
biçimini aklından bile geçirmemiştir.
Hiç laf ebeliğine gerek yok. Mesele gayet basittir.
İnsel gibi "dayanışmacı yurttaş" olmayı değil
de, dünyanın herhangi bir köşesinde sosyalist bir iktidarı
istiyorsanız, isteyip aldığınız bu iktidarı korumak,
uygulamasına başladığınız şeylerin sahibi olmak zorundasınızdır
ve bunun da adı "bağımsızlık"tır. Şüphesiz
bugünün koşullarında işiniz daha zordur ve içe kapanmış
"dar" bir bağımsızlık biçimiyle yetinemezsiniz.
Belki de bunun yerine, dünyadaki muhalif güçlere daha
çok açılan, onlarla dayanışmayı ve onları desteklemeyi
daha çok amaçlayan, "kendini koruma"yı fiziki
sınırlar boyutunda düşünmeyen bir anlayışın seçilmesi
daha doğru olacaktır. Bu bağımsızlık anlayışı paradoksal
gözükse de muhtemelen "daha çok açılma"ya
dayanacaktır. Ama bütün bunlar ayrı şeylerdir, kendi
devletine "yalakalık" yapan bir "bağımsızlık"
anlayışı ayrı bir şeydir. Kapı mandalları bugün unutmuş
olsalar da, daha 1900'lü yılların başında "artık
sosyalizm dışında bir ulusal bağımsızlığın tarihe karışmış
bulunduğu" marksist yazında yeterince işlenip,
tartışılması bile gereksizleşmiş bir sorundur. Birileri,
eşitsiz gelişim yasasının, dolayısıyla zayıf halkalar,
tek tek devrimler sürecinin sona erdiğini, artık yalnızca
"muhalif baskı grubu" biçiminde konumlanmak
gerektiğini düşünüp öyle davranabilir; ama iktidar isteyenler,
bağımsızlık da isterler, istemek zorundadırlar. Birileri
"kendi ulus devletlerine sarılmayan Avrupa solu"nu
pek makbul sayıp, onlarla birlikte bir "yurttaşlar
Avrupası" kurmayı düşleyebilirler; ama devrim düşleyenler,
bunun ulus-devlet dahil bugüne ait ne varsa hepsinin
paramparça edilmesi gerektiğini bilirler. vb. vb.
Ayrıca yine İnsel'in izleme zahmetine katlanmadığı devrimci
çevrelerde de hiçkimse, Türkiye'nin bugün "bağımsız"
olduğu ve bu "bağımsızlığın" AB süreciyle
sakatlanacağı gibi ahmakça bir düşünceye sahip değildir.
AB süreci, olsa olsa bu bağımlılık zincirinin yeni bir
halkasına denk düşmektedir, bu halka çözümlenebilir,
tartışılabilir; ama bunun dışındaki bütün yorumlar ve
atfı cürümler tamamen İnsel'in düş dünyasındaki bir
sol karikatüre aittir.
Prens'in akılları fikirleri...
Okumuş olanlar bilir, Dostoyevski'nin "Amcanın
Rüyası" isimli uzun öyküsünde yaşlı ve bunak bir
prens vardır; dönem, Rusya'da "yeni fikirler"
icat etmenin moda olduğu dönemdir ve biz, bütün öykü
boyunca Prens'ten hep şu komik cümleyi duyarız: "İşte!
Aklıma bir fikir geldi! unutmadan hemen odama çıkıp
onu defterime yazmalıyım."
Psikanalizm konusundaki yazılarıyla tanınan Bülent Somay
da tam bizim yaşlı prensimize benzemektedir. Defter
dergisinin yaz 99 sayısında, Türkiye'deki devrimci kesimlerin
devletle ilişkilerini Oidipus kompleksiyle "açıklayan"
bir denemede bulunan Somay, o zaman bir hayli ilgi yaratmıştı.
Şüphesiz bu, Defter gibi geniş kitleleri hedeflemeyen
bir dergide yapılmış bir denemeydi ve bu bakımdan da
yaşlı prensimizin tuhaflıkları gibi hoşgörülebilir bir
şeydi. Bu konuda en çok söyleyebileceğimiz şey, asıl
iştigali yüksek ücretli psikanaliz seminerleri vermek
olan Somay'ın böyle ciddi adamların işlerine karışmasının
yersizliği üzerine olabilirdi.
Ama şimdi anlaşılıyor ki, bütün iktisadi/sosyal/politik
değerlendirmeleri "gereksiz" kılan(!) bu büyük
keşif, aslında İnsel'in düşüncelerinin ve kafasındaki
"solcu" karikatürünün temelini oluşturmaktadır.
Yani kısaca söylendiğinde durum şudur: Türkiyeli devrimci,
"yekpare devlette kendi Oidipal korkularının yansımalarını"
bulmakta ve klasik psikanaliz kuramına uygun olarak
onda "devlet korkusu" ve "nefreti"
ile, devlete karşı duyduğu hayranlık, ("devlet
yalakalığı") içiçe geçmiş olarak bulunmaktadır.
Yoğun şiddet eğiliminin ve teslim oluşunun altında da
bütün bunlar yatmaktadır. vb.
Prens ve dış kapı mandalının gele gele geldikleri yer
işte burasıdır: Oidipal bir devrimci karikatürü!
Hayatları boyunca bir kez olsun zahmet edip devrimcilik
denilen şey nedir, devrimciler nasıl insanlardır, nasıl
davranırlar, ne yer ne içerler diye düşünmemiş olan
bu adamlar, hesaplarını böyle bir karikatürle görüyorlar
işte! Her satırından açık bir nefretin sızdığı bütün
bu laf yığını, gelip insanları aşağılama noktasına varıyor.
Hayatları boyunca devlet memuru olarak yalnızca postacılar
ve nüfus memurlarıyla karşılaşmış olan bu adamların,
devletin karanlık bodrumlarında hayaları burulan, tecavüze
uğrayan, yüksek pencerelerden boşluğa uçanlara reva
gördüğü, budur işte: "Babaya yalakalık!"
Bütün bunlar hamasi edebiyat olarak algılanabilir belki;
ama hiç değil! Bu topraklar üzerinde gencecik insanlar,
İnsellerin hiç tanımadığı o "devlet" denilen
şeyi daha onbeş yaşında tanımaya başlarlar ve iyi tanırlar.
Onu derilerinde, iliklerinde hissederler. Ona karşı
nasıl mücadele edileceği konusunda şüphesiz yetersizlikleri
vardır; dün vardı, yarın da olabilecektir.
Devleti tanımak, somut bir deneyim olarak otomatik biçimde
doğru mücadele biçimlerinin keşfine yol açmaz. Ama bu,
onların devlet konusundaki sezgilerini ve somut bilgilerini
hiç de değersiz kılmaz.
Devrimle ilgili her şey, esas olarak insanla ilgiliyse
eğer, şüphesiz o insanın kavranılması sürecinde başka
şeylerin yanında, psikoloji biliminin yaklaşımlarını
da kullanabilirsiniz; ama bu ayrı şeydir, yaklaşık 70
yıla yayılan ve kendi içinde hiç de homojen filan olmayıp
çeşitli kategorilere ayrılan Türkiye solunun tarihini
bütün diğer bağlamlarından koparıp basit bir klinik
vaka gibi görmek, her şeyi böyle kolaylıkla genişçe
bir torbanın içine sıkıştırmak ayrı bir şeydir. En aşırı
Freud müritlerinin bile cesaret edemeyeceği kadar cüretkâr
olan bu büyük sıçrama, tümevarım/tümdengelimlerin ve
diğer bütün yolların bu aşırı zorlanışı, sonuçta gelip
düpedüz bilimin spekülasyon alanında kullanılması noktasına
dayanmaktadır. AB iyi bir şeydir... Karşı çıkanlar "devlet
hizmetkârı"dır... Bu muhafazakârlığın psikanalitik
temeli ise Oidipus kompleksinde yatmaktadır. Prens ve
kapı mandalının mantık zinciri böyle işliyor.
Kim nerede duruyor?
Peki ama gerçekten, kim kimin babasıdır bugün? Önce,
çok net olarak söylemek gerekiyor. İnsel tarafından
hurafeler diyarına sürüklenmek istense de, AB tartışması
solun geleceği bakımından çok önemli bir tartışmadır.
Türkiye solu, bugün, AB süreciyle doğrudan ilgili olmayan,
başlangıç noktası ta 1983 yılına dek uzanan bir sıkışmayı
yaşamaktadır. Bu sayıda yer alan bir başka yazıda (Şiddetin
Konsantrasyonu ve Kitle Hareketinde Yeni Süreç) açılmaya
çalışılan bir dönem boyunca Türkiye'nin politik/sosyal
manzarası değişmiş, ortaya çıkan yeni durumda solun
konumu da hayli zayıflamıştır.
Bu noktada sosyalistler, "zaten" sözcüğünün
arkasına sığınarak davranamazlar. Sözgelimi "Türkiye'nin
zaten bağımlı bir ülke olduğu" saptamasını öne
sürüp AB'nin buna eklediklerini görmezlikten gelemezler.
AB süreci Türkiye'nin emperyalist sistem içindeki yeni-sömürge
konumu bakımından önemsiz bir halka değildir; ama bugün
olup bitenler dün olanlardan çok bağımsız da değildir.
Daha 1940'lı yıllarda bile asla bir "muz cumhuriyeti"
olmayan ve "yarı-köleci Latin toprak düzeninden"
daha farklı ve özgün bir yoldan yeni-sömürge sürecine
dahil olan Türkiye, zaman içersinde coğrafi avantajların
da etkisiyle klasik bir Ortadoğu ülkesi olmaktan öteye
sıçrama eğilimi göstermiş, 90'lı yıllar boyunca da sistemin
"genişleme"sine parelel olarak zaman zaman
bu eğilimini ortaya koymuştur. Hatta bu durum, olguya
salt medyatik bir yüzeyden bakıldığında neredeyse "bağımsız"
bir ülke gibi davranıldığı yanılsamasını da yaratmıştır;
oysa sistemin işleyişine derinlemesine bakıldığında
manzara çok değişiktir. Dünya emperyalist sisteminin
"iyi günleri"nde kurulan bu ilişkiler, henüz
hayat tarafından zorlanmamış olan yapısı düşünüldüğünde,
eşitlerin entegrasyonu değil, bağımlılığın yeni bir
türü olarak algılanabilir. "Onlar ortak biz pazar"
tekerlemesi bu bakımdan aslında gereğinden çok fazla
basit olmakla birlikte yanlış değildir; "pazar"
kavramını salt "satış yeri" olarak değil,
sermaye dolaşımının bütün biçimlerini kapsayan bir genişlikte
kullanmak koşuluyla... Ve ayrıca, bu ilişkinin, herkesin
yükü daha alttakilere yıkmak isteyeceği bir kriz ya
da devrimci bir dalga koşullarında kurulmamış olduğunu
da unutmadan. Yani, çok erken çekilen fotoğraflardan
hareketle yapılan "bir siyasi bütünlüğe dahil olunduğu"
ve öyleyse demokratik dönüşümlerin yolunun açıldığı
gibi saptamaları ihtiyatla karşılamak gerekiyor.
Sonuçta devrimci kesimler açısından bu konularda ciddi
tartışmalara ihtiyaç duyulduğu açık ve basit ajitatif
söylemlere başvurmadan bu tartışmaların yapılması gerekiyor.
Ama kanımızca en önemlisi, işin bu cephesinden çok,
Türkiye'deki şiddet ve baskı unsurunun AB ile başlamayan
ama ona denk düşen yeni macerasıdır. 90'lı yıllar boyunca
geliştirilen "düşük yoğunluklu çatışma" ve
"şiddetin konsantrasyonu" politikalarının
yeni süreçte daha olgunlaştırılacağı söylenebilir ve
bu durum devrimciler açısından ciddi riskler içermektedir.
Ekonomik/sosyal politikalar ve bütün ideolojik araçlar
birlikte kullanılarak yeni türden bir kitlesel pasifikasyonun
yaratılması, bunun devasa boyutlara büyütülerek artık
hayatın her alanına sızan bir şiddet aygıtı yoluyla
pekiştirilmesi ve nihayet uluslararası haydutluklar/ibret
amaçlı misillemeler yoluyla perçinlenmesi yeni dönemin
en belirgin politikalarıdır. Ezilen sınıfların örgütsüzlük
yoluyla felç edilmesi ve devrimci güçlerin köşeye sıkıştırılarak,
hayatın kenarına bir yere itilmesi bu politikaların
temel amacıdır.
Bütün bunlar, şüphesiz AB süreciyle başlayan şeyler
değildir ama yeni süreçte daha olgunlaşmaları beklenmelidir.
Şiddetin estetize edilmesi, yoğun bir medyatik "linç"in,
beyinleri deforme eden düşünsel şiddetin buna daha gelişkin
biçimleriyle eklenmesi, yeni sürecin karakteristik unsurları
olacaktır.
Bu bakımdan İnsel gibilerinin "yeni ufuklar"
konusundaki hayalleri kendi bakımlarından reeldir; çünkü
onlara, aklı başında "sosyalist"lere zaten
dün de dokunmayan yılan, yarın çok daha az dokunacaktır.
Yani, siz kendinizi, zaten "dayanışmacı yurttaş"
çizgisine dek çekmişeniz ve ne yaparsanız tutuklanacağınız,
ne yaparsanız evinizin kana bulanacağı belleğinize iyice
kazınmışsa, niye dokunsun ki?
Netice olarak varılmak istenen nokta ise, tam da İnsel'in
modelindeki gibi iktidar/devrim derdi olmayan baskı
gruplarının, NGO'ların seviyesine düşmüş bir solun yaratılması,
bunun için mümkün olanların merkeze çekilmesi, çekilemeyenlerin
de imhası ya da politik olarak imhasıdır. Politik imha
vurgusundan kastımız çok açık: Katlanılabilir, tolore
edilebilir bir etkisizlik düzeyinde kilitleme. Her kongresinde
"komünist ihtilal" perspektifleri saptayan
ama 1940'ların Türkiye solu gibi iki tevkifat arasına
ancak bir hücre iki afiş sığdırabilen, sürekli budanarak
güçlenmesi engellenen bir marazi unsur...
Yani çok açıkça söylenebilir: Türkiye solu, ciddi bir
tehdit altındadır. Ve devrimci güçler, "karamsarlığın
aptallıktan daha hayırlı olduğunu" hiç unutmadan,
meseleleri dergi sayfalarında gürültüye getirmeden bugüne
ve geleceğe ilişkin ciddi tartışmalar yapmak ihtiyacıyla
karşı karşıyadır.
Şüphesiz bütün bunlar, ağır ve ciddi görevlerdir ve
bu ciddi işler, zaman zaman pek hafif tutumlar sergiliyor
olmalarına rağmen, yine de "devrim" işinin
talibi olan kesimleri ilgilendirmektedir. "Aklına
durmadan yeni fikirler gelen" prenslerle ya da
uzaktan akrabamız bile olmayan başka dünyaların insanlarıyla
bu nokta bakımından tartışacak bir şeyimiz yok. Ama
yine de, bitirmeden önce, İnsel'e dönüp önemli bir noktayı
anımsatmadan yapamayacağız.
Son derece canalıcı olan soru şu: Türkiye Cumhuriyeti'ni
şu anda yönetmekte olanlar, daha açık bir biçimde söylersek,
MGK'dan en büyük tekellere uzanan o kadro, yani oligarşi
dediğimiz şey, AB'ne girilmesini istiyor mu istemiyor
mu?
Adına ne derseniz deyin bu gücün ve onun ayak işlerini
gören politik kadroların AB konusunda son derece hevesli
olduğu, salt hevesin ötesinde bu konuda pratik adımlar
atttığı, tasarımlar yaptığı -bu tasarımların sosyal
zemininin zayıflığı bir yana- ve hatta konu üzerine
çıkabilen çatlak sesleri en azından sessizlik yoluyla
boğduğu doğru mudur değil midir?
Eğer bütün bunlar doğruysa, ki çok açıkça görünen oligarşinin
bütün kanatlarının İnsel'den daha fazla AB'ci olduğudur,
o zaman ortaya İnsel'in suçlamaları bakımından yeni
bir karmaşa çıkmıyor mu?
Yani, Türkiye'de Demirel dahil bütün devlet erkanı AB'nin
cansiperane bayraktarlığını yaparken, "ulus devlete"
ve onun hizmetkârı olan "sol"a sövgüler yağdıran
İnsel, kendi politik duruşu bakımından nasıl bir yer
tutmuş oluyor?
Gerçekten, sayın Somay ve sayın İnsel, bu durumda, kim
kendi "ulus-devlet"iyle işbirliği içinde olmaktadır
ve gerçekten kim "muhafazakâr"dır?
DİPNOT:
(1) Bunun tersi de geçerlidir aslında. Geçtiğimiz aylardaki
bir röportajında "hiyerarşik işleyen bir örgütte
artık yer almayacağını" kesin bir dille deklare
eden Nevzat Çelik de (onu kimin nereye davet ettiği
sorusu ve bu vehminin komikliği bir yana) aslında doğru
söylemektedir. Bu iki dünya birbirinden kesin olarak
ayrılmıştır çünkü.
|