Tabutlukta 27 Gün
Çağla Tebriz
|
Ulucanlar Katliamı, cezaevlerindeki saldırı zincirinin
son halkası oldu. Olayın temelinde yatan sorun da aslında
çok yeni değil. Oligarşinin siyasi tutsakları hücrelerde
çürütme hevesi neredeyse 1980'den beri devam ediyor.
80'li yıllarda cezaevinde bulunan ve ilk Eskişehir Tabutluğu
direnişini yaşayan bir devrimciyle yapılan röportajı,
bir deneyimin bugüne aktarılması bakımından önemli buluyoruz.
S: 80 sürecinden sonra tutsak olan bir insan
olarak hangi yıl yakalandığınızı, hangi cezaevlerinde
kaldığınızı ve bu cezaevlerinde size uygulanan baskıları
ve bununla beraber gelişen sizin direnişlerinizi kısaca
anlatır mısınız?
Y: 1982 yılında yakalandım. Adana 6. Kolordu
Askeri Sıkıyönetim Komutanlığı'nda yargılandım. 1986
yılında da idam cezası aldım. 1982-1984 arasını Adana
Cezaevlerinde geçirdim. 84'e kadar 6. Kolordu Askeri
Cezaevi'nde yattım. O dönemde askeri cezaevinde tek
tip dayatması yoktu. Daha çok; askerlere komutanım denmesi,
istiklal marşı söylenmesi, yemek duası yapılması ve
zorunlu spor gibi dayatmalar vardı.
İlk başlarda nasıl bir direniş sergileyeceğimizi biz
de bilmiyorduk. Bunun verdiği acemilikle daha çok ferdi
direnişler vardı. Bu direnişler karşısında saldırıya
maruz kalıyorduk. Saldırıdan sonra yarı baygın, ağzımız
burnumuz kırık vaziyette hücrelere atıyorlardı. Hücreler
havasız, tek kişilik, tuvalet yok, yalnızca bir teneke
vardı. Onun içinde tuvalet ihtiyacını gideriyorsun.
Yemeği mazgaldan veriyorlardı. 15 gün kalıyorsun hücrede
. 15 gün sonunda koğuşa çıkıyorsun. 1 gün koğuşta kalıyorsun.
Sonra yine, aynı dayatmalar, aynı direniş, yine hücre.
82-84 dönemi böyle geçti. O dönemde doğru dürüst görüşe
de çıkamadık. Hücrede olunca zaten görüş yoktu. Mektup
ve görüş yasağı gibi cezalar vardı. Mektup yasağı mahkeme
kanalıyla, üç ya da altı ay gibi sürelerle geliyordu.
Daha sonra 83'te 20 günlük geniş katılımlı bir açlık
grevi oldu. Bu açlık grevinden sonra da güçleri bölmek
amacıyla eylemin elebaşı gibi gördükleri kişileri farklı
cezaevlerine sürgüne gönderdiler. Bununla beraber bir
takım haklar alınır gibi oldu. 84'te alınan haklar,
tekrar gasp edilmeye başlandı. Aynı yıl bir açlık grevi
daha gerçekleştirildi. Bunun ardından da açlık grevleri
bitirilmeden tekrar sevkler başladı. Hatay, Maraş, Adana
Kapalı'ya. Biz de Adana Kapalı'ya götürüldük.
Adana Kapalı Cezaevi'ne vardığımızda ilk girişte bir
"hoşgeldin" dayağı vardı. Asker "suçun
ne?" diye soruyor, tutsaklar da "siyasi"
diye cevap veriyordu. Bu konuşmadan sonra asker saldırdı
ve hücreye atıldık. Adana Kapalı'nın koşulları daha
ağırdı. Çok eski bir cezaevi olduğu için hücreler de
zemin kattaydı. Adana nemli bir şehirdir. 2-3 metre
kazdığın zaman su çıkar. Doğal olarak hücreler sulu
ve nemliydi. Büyük fareler vardı; biz onlara "Cardın"
diyorduk. Üç-dört tane briketi üstüste yığarak tuvalet
oluşturulmuş, yemek, içmek, uyumak da dahil her türlü
ihtiyacımızı aynı yerde karşılıyorduk. 10-l5 gün orada
kaldığında deride kızarıklıklar ve başka hastalıklar
başlıyordu. Sonrasında tekrar koğuşa alındık. Adana
Cezaevi'nde, aynı davadan yargılandığımız insanlar ve
komün yaşamı vardı. Tutsak sayısı fazlaydı. Bu insana
hem maddi hem de manevi anlamda güç veriyordu. Sonuçta
86 yılına kadar orada kaldık. Bu arada ailelerin dışarıda
korkunç bir desteği de vardı. İki tane daha büyük açlık
grevi oldu. Bir de ölüm orucu oldu. Biz ölüm orucuna
katılmadık, destek amaçlı açlık grevleri yaptık. Tarz
olarak ölüm orucu değil, fiili direnişi benimsiyorduk.
Bizce zaten ölüm orucunun da koşulları yoktu. Aileler
kullanabildikleri her olanağı kullanıyorlardı. Düzen
partılerini bile. l986 Haziran ayında cezaevi idaresi,
direnişlerde başı çekenleri başka cezaevlerine gönderme
kararı aldı.
Biz de bir grupla beraber, Konya Akşehir'e götürüldük.
Başka cezaevlerine giden arkadaşlar da oldu. 86 yılından
sonra durum biraz rahatladı. Zaten Akşehir Cezaevi'ne
ilk giden siyasi tutsaklar bizlerdik. "Şöyle davranın,
böyle davranın" diyorlardı ama ufak tefek didişmelerin
dışında ciddi saldırı olmadı. Adana'dan bizim tavrımızı
da biliyorladı. Tutumumuz netti. 87'de Ağutos Genelgesi
gündeme geldi. Bu sırada dışarıda tutsak yakınlarının
büyük direnişleri oluyordu. Cezaevlerindeki baskıları
protesto etmek için, TBMM'nin önünde yapılan eylemde
Didar Abla'yı kaybettik.
88'den sonra Bursa E Tipi'ne götürüldük. Bu cezaevinde
de "hoşgeldin" dayağı ve "tek-tip"
dayatması vardı. Bursa E Tipi'nde, bizden önce dört
tane siyasi tutsak vardı. Onlar "tek-tipi"
kabul etmişlerdi. Ama bizim oraya gitmemiz ve direnişe
geçmemizden sonra, onlar da tek-tipe karşı çıktılar.
Bursa Özel Tip'in yapımı bitmişti. 87 yılından itibaren
"Özel Tip"e tutsak sevki başlamıştı. "Özel
Tip" cezaevi aslında hücre sistemidir. 4 kişilik
odalar vardır ve koğuş kapıları sürekli kapalıdır. Buradaki
tutsakların direnişleri sonucunda koğuş kapıları açtırılmış
ve bazı haklar elde edilmişti. 88'in sonunda bizi "Özel
Tip"e götürdüler. İlk defa bir cezaevine girdiğimizde
dayatmalara maruz kalmadık ve bizi siyasi temsilciler
karşıladı. Bu manevi anlamda çok büyük bir mutluluktu.
90'lardan itibaren artık "idam cezaları yerine
getirilsin mi, getirilmesin mi" tartışmaları başladı.
Bu sırada dışarıdaki toplumsal muhalefet çok yoğundu.
Bu muhalefet düzen partilerine ve boyalı basına baskı
yapıyordu. Basının gündemini sürekli cezaevleri oluşturuyordu.
Aydınlardan, yazarlardan, demokratik kurum ve kuruluşlardan,
her yerden tepki vardı. Bu sıralarda "af"
gündeme geldi. Ardından yasa çıktı. Bu aftan ilk elde
adli suçlar ve l4l/l42. maddeden yargılananlar yararlandılar
sadece. Bunun ardından Anayasa Mahkeme'sine başvurular
oldu. Anayasa Mahkemesi, eşitlik ilkesine aykırı olduğuna
dayanarak yasayı bozdu, ama kendi içinde bir eşitisizlik
yaparak l25. maddeden yargılananları kapsam dışı tuttu.
Bunun nedeni açıktı. Ulusal hareket büyük bir gelişme
ve atılım içindeydi. Tabii bu arada devletin de cezaevlerine
ilişkin, tutsaklara ilişkin değerlendirmeleri vardı.
Kimin çıkınca ne yapacağını hesaplıyordu devlet. İnfaz
yasası gündeme gelmeden önce "hücre tipi"
tartışmaları vardı. O zamanki siyasi yapılar ortak bir
deklarasyonla hücre tipi gündeme geldiğinde kalınan
cezaevinden başlayarak fiili direnişe geçileceğini ve
hücre tipinin kabul edilemeyeceğini, kamuoyuna duyurdular.
Öncelikle gitmek kabul edilmeyecek, zorla götürüldüğünde
ring arabasından inilmeyecek, kimlik bildiriminde bulunulmayacak,
üst aratılmayacak hücrelere atılındığında ise slogan
atılacak, patlatılabilecek ne varsa patlatılacak ve
açlık grevine başlanacaktı. 9l'de infaz yasasının çıkmasıyla
birlikte birçok siyasi tutsak dışarı çıktı ve cezaevindeki
sayıda azaldı. PKK'li tutsaklar ağırlıktaydı. Tüm tutsaklar
direnmeyi ve deklerasyona uymayı kararlaştırdık. Ve
91 Kasım'ında idare, bize "sevke gidiyorsunuz"
dedi. Biz de gitmeyeceğimizi bildirdik ve direnişe geçtik.
Barikat kurduk. Karşılıklı kafa, göz patlatıldı. Sonuçta
arabalara bindirildik.
Eskişehir Tabutluğu'na vardığımızda zorla ring arabalarından
indirildik, dövüldük, zorla saçlarımız kesildi. Ve yine
yaralı, yarıbaygın bir vaziyette hücrelere atıldık.
Hücre 2 metre eninde, 3 metre boyunda bir yerdi. Yatma,
yeme, tuvalet hepsi onun içindeydi. Havalandırma, yine
hücre kadar,5 metre yük sekliğinde ve üstten tel örgülerle
kapalı. Kafes gibi. Hİç kimseyle bağlantın yok. Hücrelerde
insanlar kendilerine geldikten sonra slogan atmaya ve
patlatabildikleri yerleri; kapı, duvar vs patlatmaya
çalıştılar ve açlık grevine başlanıldı. Havalandırmaya
çıkarak yandaki hücrelerle bağlantı kurmaya çalıştık.
Bu diyaloğun sonucunda hemen hemen her cezaevinden insanlar
olduğunu gördük.
Sosyal ilişki yoktu, biz çeşitli yöntemler geliştirdik.
Örneğin, herkes bir gazete ya da dergi alıyor, havalandırmaya
çıkınca yüksek sesle okumaya başlıyor, o bitirince diğeri
okuyordu. Karşılıklı giysi, araç-gereç alışverişi yapamıyorduk,
ama yanındakinin ihtiyaçlarını öğrenip, parasını ödeyip,
bunların, yanındakine verilmesini sağlayabiliyorduk.
Yemek, kapının altında mazgaldan veriliyordu. Gardiyan
oradan içeriye itiyordu. Açlık grevinde olduğumuzu söylüyorduk
ve geri itip almıyorduk. Gardiyanın bile yüzünü görmüyorduk.
Bu koşullardaydık. Ama moralimiz yüksekti. Dışarıda
da aileler bizimleydi. Gazeteler aracılığıyla kamuoyunun
tepkilerini de öğrenebiliyorduk. Biz tabutluğa getirilmeden
önce seçimler yapılmış ama yeni hükümet kurulmamıştı.
Eski hükümetin son icraatı da tabutlukları açmak olmuştu.
Yeni hükümet kurulunca kamuoyunun baskısıyla ilk Bakanlar
Kurulu toplantısında, cezaevlerini gündemine aldı. 27
günlük bir direniş sonucunda, Eskişehir Tabutlukları
kapatıldı ve herkes sevk olduğu cezaevine geri döndü.
Bu 27 gün içerisinde sosyal ilişki yok, insan yok, televizyon
yok, etkinlik yok, kitap yok. 27 gün kısa bir süre,
daha uzun olsaydı şüphesiz biz, yine devrimci inancımızla
ayakta kalırdık, ayakta kalmayı görevimiz sayardık ama
oradan hem psikolojik hem de fiziki olarak sağlıklı
çıkmak da pek kolay değildi. Devletin amacı da bu. Emperyalizmin
geçmiş deneyimlerinden yararlanıyor. Hücre tipinin başka
ülkelerde de örnekleri var. Mesela; Uruguay'da, Tupamarolar
ll yıl hücrelerde kalmışlar. Bu sırada intihar edenler,
çıldıranlar var. Dışarıya çıktıklarında hayata uyum
problemleri var. Ayakta kalan çok az. Havalandırma kapısı
kapatıldıktan sonra hücrede yalnızsın. Kendi dünyandasın.
Seni ayakta tutan tekşey, bilincin. Belleğini taze ve
güçlü tutmaya çalışıyorsun. Kendini geliştirmeye çalışıyorsun,
kitap olmadığı için okuyamıyorsun. O zaman geriye yalnızca
yazmak kalıyor. Dışarıyı olabildiğince düşünmemeye çalışıyorsun.
Yazarak atmosferden uzaklaşmaya çalışıyorsun ve tabii
gerilememek için yazıyorsun. Fakat zor oluyor. Olabildiğince
diri durmaya çalışıyorsun. Bizlerin en büyük gücü, silahı,
bilincimiz. Tercihimizi bilinçli yapıyoruz. Neden orada
olduğumuzu biliyoruz. O bilinçle hareket ediyorsun ve
ayakta kalmaya çalışıyorsun. En azından o koşullara
kendini kaptırırsan başına neyin geleceğini biliyorsun,
bilincindesin. Buna karşı ayakta durmaya çalışıyorsun.
Ama bir çok faktör senin aleyhinde.
Koğuş sistemi, bizler için büyük önem taşıyan birlikte
üretebilme, sosyal aktiviteyi geliştirme, dayanışma,
yardımlaşma ve bilincimizi diri tutmayı sağlıyor. Devlet,
hücre sistemiyle bütün bunları engellemek ve tutsakları
kişiliksizleştirmek ve toplumdan tecrit etmek istiyor.
Ayrıca güvenlik açısından da koğuş sistemi daha sağlıklı.
Dünyadaki pratiklerden örnek verirsek Almanya'da RAF
üyeleri tek kişilik tecrit hücrelerinde katledilmişlerdir.
Oysa kamuoyuna intihar ettikleri duyurulmuştur.
Bugünden baktığımızda çıkarılması gereken dersler olduğunu
görüyorum. Kamuoyu daha duyarlıydı. Farklı ve çeşitli
kesimlerden insanlar destek sunuyorlardı. Ailelerin
dışında, aydınlar, sanatçılar, yazarlar, demokratik
kurumlar, vs içerdeki tutsaklarla birlikteydi. PKK'li
tutsakların özellikle Ulucanlar Katliamı'ndan sonraki
tavırları belli. O zamanlar henüz hep birlikte hareket
ediyorduk. Avrupa'da bir kamuoyu oluşturmaya çalışılıyordu.
Öğrenciler, devrimciler, yurtseverler yerinde ve daha
güçlü bir ses çıkarıyorlardı.
Hücre tipine karşı mücadelede en önemli etken dışarıda
oluşturulacak kamuoyu. 1991'de Eskişehir Tabutluğu'nun
kapatılmasında toplumsal muhalefetin önemli bir payı
var. Bugün kamuoyunun duyarlılığını diri tutmak çok
daha önemli. Çünkü devlet, geçmiş deneyimlerinden de
yararlanarak, elindeki tüm araçlarla, çok daha boyutlu
bir saldırı dalgasına hazırlanıyor. Bu dalgayı kırmanın
koşuluysa devrimci mücadeleyi yükseltmekten geçer. Teşekkür
ederim.
- Size teşekkür ederiz.
|