Serpil Arkadaşımdı
Hüseyin Koroğlu
|
Serpil Polat'ın şehit düşmesinin ardından, onunla birlikte
Sakarya Cezaevi'nde kalmakta olan bir TKP/ML tutsağının,
Serpil'in bir yoldaşına yazdığı mektubu aktarıyoruz:
"3.3.1999
Sevgili Hüseyin,
Mektubunu bugün aldım. Serpil, "kendimi anlatmanın
zamanını ve dilini yakalayamadım. Ancak anlaşılacağına
inancım tamdır" diyordu ya, inanıyorum ki onun
en çok "anlaşılmak" istediği insanlardan biri
de sendin... Son olarak da bunu söyledi zaten, fakat
hiç farkettirmeden...
O sabah erkenden, bizimkilerin yanına TV seyretmeye
gittim. Öğlenleyin koğuşa uğradım, yemekten önce, Serpil'le
beraber bulaşık yıkadık. Bulaşık yıkarken, Ruhi Su'nun
bir türküsü olan "et getir ekmek getir"i tutturmaya
çalışıyorduk. Ben hep avazım çıktığı kadar "et
getir ekmek getir" diye bağırıyorum, sonra o, "ooyy
et getir ekmek getir" diye sürdürüyordu. Türkünün
sonuna kadar böyle devam ediyoruz. Fakat sonunda mutlaka
bir karışıklık oluyordu. Sözgelimi; "başta çarık,
ayakta sarık" diyorduk ve O, dakikalarca kıkır
kıkır gülüyordu bütün bunlara...
O günü biliyorsun işte, hiç türkü mürkü söyleyecek havada
değildik zaten. Bulaşığı bitirdik. "Haydi et getir
ekmek getir"i söyleyelim dedi. "Bulaşık bitti
heval" dedim. "Bitti, bir daha ki sefere"
diye mırıldandı... Sonra lafı nasıl getirdiyse, Ümraniye'ye
giderken ona vereceğim kaktüse getirdi: "Sen onu
bana vereceksin, ben de Ümraniye'ye gidince Hüseyin'e..."
"Gel saksıyı değiştirelim şimdi" dedim. Yüzü
değişti, "İşim var şimdi" deyip, yemek yemeden
PKK'li arkadaşların yanına gitti...
Onu gönderdikten sonra, yemekhanedeki masanın üzerinde
mektuplarını koyduğu dosyasını bulmuş arkadaşlar. İçinde
sadece senin ve birinin daha (kim olduğuna bakmadım,
senin yazını tanıdım sadece) mektupları vardı. Sanırım
son bir kez gözden geçirmiş. Özellikle son bir haftadır
hergün postacının yolunu gözlüyordu ve her seferinde
aynı diyalog geçiyordu aramızda: "Hesapta olmayan
bir sürü yerden geldi, Hüseyin'den gelmedi daha..."
- Ne kadar üşengeçsin. Bir kart atıp eline ulaşıp ulaşmadığını
sorsana. Hüseyin'in günahını alıp duruyorsun.
- Gelecek diye yazmıyorum heval.
Böyle işte, sana yazmıştı ve dört gözle bekliyordu.
Annemin ona gönderdiği fotoğraf (masanın başında asılıydı)
yoktu piyasada. Onu da sana göndermiş olduğunu düşündüm
ben. Belki faksa yanıt bekliyordu, bilemiyorum.
Bir de haber; hastaneye giderken nasıl olduğuna ilişkin:
Sonuna kadar bilinci açıkmış hastanede. Kan dolaşımını
sağlamak için vücudunun bazı yerlerini kesmişler. Askerler
şırıngayla ağzına su vermek istemişler, kabul etmemiş.
Eylemini anlatmış onlara yol boyu ve tek bir inleme,
tek bir ah çıkmamış ağzından...
Korkunç etkilenmişler.
Sevgili Hüseyin, öğrenmek isteyeceklerini yazmaya nereden
başlayacağımı bilemiyorum gerçekten. Çok farklı bir
yanı vardı ve bu kısa sürede öyle çok şey öğretti ki...
Harun Bakır'a iki mektup yazdım, neler yazdığımı tam
olarak hatırlamıyorum ama parça parça yazdım ona dair.
Aslında Harun Bakır'a daha önce de yazmayı düşünmüştüm.
Diyorum ya, o gerçekten özel biriydi ve pek çok özelliğini
yazışmalarda yansıtmadığından eminim. Bunlar senin eline
geçmezse, sana tekrar yazarım.
Sana en çok ulaşmasını istediğim, şiirlerini yazdığı
ajandası... Bu ajandanın büyük bölümünü, O'na ait şiirlerin
tamamını daktilo ettik zaten, olmazsa buradan gönderirim.
Bu şiirler; onu en iyi anlatan, bunlar işte...
Hem "iki nokta arasındaki çizgi dümdüz" hem
de bütün renkleri, bütün tonları kucaklayacak kadar
zengin...
Harun'a bu şiirler üzerinden birşeyler yazmaya çalıştım
ama tutuk ve parça parça oldu. Hani bazı insanlar sadece
coşkularını, umutlarını değil, zor dönemeçleri de şiirlerle
yaşarlar ya; o kadar yoğun işte. Tek yanlı anlatmak
haksızlık gibi geliyor, o yüzden de, derli toplu yazamadım...
Daha koğuşa gelir gelmez farklı bir hava getirmişti.
En azından benim için. Midyat'tan geliyordu, savaşın
içinden geliyordu, savaşın gerçekliğini kavramıştı ve
en küçük ayrıntıya kadar buna göre şekillenmeye, kazandığı
özellikleri diri tutmaya çalışıyordu. İlk hoş beş sohbetinde
hemen, "elin savaşta mı oldu heval" diye sordu.
"Kaza yaptım evin mutfağında" gibi birşeyler
çıktı ağzımdan. Algılayış farklı işte diye düşündüm...
Benim hala kaza olarak, beceriksizlik olarak gördüğümü,
o savaşın bir parçası olarak değerlendiriyor. Sonraki
günlerde de sohbetimiz bu minvalde gelişti. Savaş pratiği,
onun deneyimleri, yaşadıkları...
Bunlar ne kadar yazıldığında aktarılabilir bilmiyorum
ama, onunla sohbetlerde ben oraların havasını soluyordum.
Çünkü herkesin fark edemeyeceği, göremeyeceği ayrıntılarda
da, bir çok şey yakalamıştı, sorgulamıştı. Ve gerilla
yaşamıyla böylesine bütünleşmişti.
Gerillada tutulan bir defter... Elinizde vardır düşüncesiyle
Harun'a farklı aktardım bunları. Yine buraya geldiğinden
beri de, hep anlattıklarını yazıya dökmesi, bu pratiği
süzgeçten geçirmesi gerektiğini; bunun başkaları için
de önemli olduğunu söyleyip duruyordu. Sonra, "ama
savaşın içindekiler yazıyor zaten" deyip geçiştiriyordu.
Değerlendirmenin de zaten gerekli yerlerde yapıldığını
söylüyordu. Anlattıkları içinden özellikle bazı anılarını
unutmam olanaksız.
Örneğin, Helkis 14 yaşında bir gerilla. O henüz 12 yaşında
iken bir korucu köyü basılıyor ve Helkis rehin alınıyor.
Sonra sorun çözülüyor ve Helkis'i geri götürüyorlar.
Helkis gerillayla kalmak için inat ediyor. Köye bırakıldıktan
sonra, kendi başına yeniden buluyor gerillayı ve bu
birkaç kez tekrarlanıyor. Serpil onu tanıdığında, Helkis
artık usta bir gerilla... Yaşının verdiği avantajla,
her eyleme katılmak için kendini dayatıyor, sonuç alamazsa
küsüyor.
Birgün, çok dik bir uçurumun ağzında, dondurucu bir
soğukta, birkaç gün süren bir pusuya yatıyorlar. Helkis
bayılıyor burada. Sonrasında da her zorlandığında bu
tekrarlanıyor. Serpil, kalp hastalığı olduğunu söylüyordu.
Helkis buna rağmen aynı inatla, aynı atılganlıkla savaşın
içinde. O'da Serpil'i çok sevmiş...
O'nun anlattığı bir çok şey, savaşın gerçekten de bir
yaşam alanı olduğunu; bir yığın hastalıkla, olanca gerilikle,
taşıdıkları onca zaafa rağmen savaşan yığınlarca insanla,
tam bir savaş alanı olduğunu biraz anlamamı sağladı.
O'nu gerilla yaşamıyla bu kadar bütünleştirense, daha
çok halkın yaşam koşullarını, halkın acılarını yakından
tanımış, görmüş olmasıydı. Bunu çok canlı yaşıyordu
gerçekten, taa yüreğinde duyuyordu.
Buradaki yaşamda da, en ufak bir lüks -krem kullanmak,
tuvalet kağıdı kullanmak gibi- onda eziklik yaratıyordu.
5 saatten fazla uyumak "ihanetti" O'nun için...
Sonunda vücudu iflas edip, rahatsızlığı artınca, spordan
ve az uykudan geri kalmanın, ona ne kadar zor geldiğini
tahmin edersin..."Gerillada fiziksel olarak hiç
zorlanmadım heval" diyordu. "Fabrika koşulları
daha zordu..."
Serpil'in küçüklüğünü anlatmak deyince, hep bunları
anlatmak istiyorum. Çünkü doğduğu, yaşadığı ortam, ilkokuldan
beri çalışıyor olmak, 14 yaşında fabrikanın soğuk yüzüyle
karşılaşmak, sel felaketinden sonra aynı fabrikada çalıştığı
komşu kadının çocuğunu onlarca cesedin arasından aramak...
Bunlar, bu koşulların kazandırdığı özellikler, damgasını
vuruyor kişiliğine.
Kısaca şunu söyleyebilirim; O'nda 'sınıf' kavramı, 'sevgi'
kavramı çok somuttu; genç yaşamına sığdırdığı yaşam
tecrübesiyle somuttu. En basit ayrıntılarda bile gözlüyor,
kendimde sorguluyordum bunu. Örneğin onun yaptığı 'bol
bulgurlu sebze yemekleri', sebzenin ayda yılda bir ve
çok kısıtlı girebildiği mutfaklardan çıkmaydı; benimkiler
ise çok farklı...
Bunlar 'gereksiz' gelecek belki ama beni etkiliyordu
ve başka 'farklılıklar' olarak da somutluyordu kendini.
Örneğin bütün cezaevlerinde sabah 7'de marş sesleriyle
uyanıyor olmaktan şikayetçidir herkes; O "işte
bıkmayacağım şey bu, her seferinde içim kıpır kıpır
oluyor" diyordu. Ondaki bu kıpır kıpır olmak; "halk
sevgisi" denen şeyin çok derin, çok nesnelleşmiş
olmasından; 'dıjmın' kavramının çok berrak olmasındandı
ve hiçbir zaman bir abartı gibi durmuyordu üzerinde...
Kısacası; onda, benim gibi devrimci mücadelede yer almayı
"entellektüel-ahlaki" bir tercih sonucu seçmiş
küçük burjuva kökenli biriyle, 'dıjmın'ı çocukluğundan
beri tanımış, yaşamış biri arasındaki farklılıkları
yakalıyordum. Ve benim için eğitici olan da, asıl buydu.
Sen, 'Metalica'yı teybe taktığım anda sohbet konumuz
oluveriyordun. "Ben anlamıyorum bunlardan, teneke!"
dediği anda önce müziğin evrenselliğinden, öz biçim
meselesinden, arka plandaki ritimlerin muhteşemliğinden..
vs başlıyor sonra da "Ümraniye'ye gittiğinde Hüseyin
seninle uğraşır"a getiriyorduk lafı Güler'le...
"Anlamıyorum", işin hikayesi; Peter Gabriel'in
Passion'ını ta Midyat'tan getirmişti. Goran Bregoviç'in
Arizona Dreams'ini istiyordu arada bir; flamenko çalınırken
komik hareketlerle dans etmeye çalışıyordu. "Anlamıyorum",
"anlamak istemiyorum, bunu anlamak ne katacak ki"
gibi bir şeydi işte...
Salyangozlara gelince; sadece salyangozlar değil, havalandırmadaki
bütün canlı varlıklar Serpil tarafından hergün kontrol
ediliyor, isim isim biliniyordu, tabi kendi dilinde.
Birgün O, "dıbışt! dıbışt!" ben de "danaburnu!
danaburnu" diye bağırdım. Sonra da hayvanı inceledik,
ilk andaki halimize de bol bol güldük! Pek çok davranışı
gerilladan bir parçaydı ama hayvanların ve bitkilerin
ayrı ayrı hepsi Serpil'in sevgisine muhataptı aynı zamanda.
Sakın kaktüs göndermenin bir iğneleme olduğunu düşünme;
o da benim gibi 'masrafsız büyüyen, fazla ilgi istemeyen
kaktüsleri çok seviyordu, onların canlı olmasını seviyordu.
Sağmalcılardan getirdiğim kaktüsler onun masasındaydı.
Saksılarına hergün bir slogan yazıyordu. Sonra biri
çürüdü... Çok dağıttım; önemsiz gelecek bir yığın ayrıntıya
daldım. Galiba derli toplu yazabilmek için biraz daha
zaman geçmesi gerekecek. O'nun yeri, o 'ayrıntılar'ın
boşluğu öyle belli ki hala...
Ümraniye işi için hala uğraşıyorduk. Son günlerde bir
girişim daha oldu, bu kez olacak gibiydi ve bu üçüncü
dilekçe olacaktı sanırım. Zaten son iki gün yerinde
duramıyordu ve hep; "ne oldu sana böyle" dediğimde,
"Ümraniye'ye gitme heyecanı" vb deyip beni
atlatıyordu...
"Bu kadar açık vermiş, nasıl anlayamadınız"
diyeceksin belki. Hem anlayamadık, hem de şaşırmadık...
Böyle bir şey işte. Anlasaydık, farketseydik; O kafasında
çok uzun süre önce bitirmişti bu eylemi ve tamamen kilitlenmişti,
başarmayı garantileyecek biçimde planlayacak kadar da
zekiydi...
Bir gece önce, yemekhanede birkaç arkadaş sürecin ihtiyaç
duyduğu eylem biçimine ilişkin konuşuyorduk (ya da hayal
kuruyorduk.) Ben biraz da Nurhak'ın (Nurhak Polat) eylemini
dağıtmak için "30 Mart'ı bekleyeceğiz heval"
dedim. "30 Mart'ta gidip kaçıracağız, bu ihtiyaç
var."
O da benim gibi, dışarıda yapacağımız eylemlerden, gerillada
nasıl ses getireceğimizden bahsetti...
Bir çok şeyi düşünüyordu ve bunlar arasında özellikle,
MLSPB'nin bu süreçteki ilk eylemini gerçekleştirerek
süreci selamlamak, bir gelenek yaratmak, geleneği taşımak
da vardı.
Senin dediğin "işe yarar eleştiri" nin nasıl
yapılacağını göstermek, kesinlikle vardı. O, bu sürecin
yakıcılığını; bu topraklardaki sınıf mücadelesinin nasıl
bir dönüm noktasından geçtiğini en iyi kavrayan, en
iyi duyumsayandı. Hem sadece beyniyle değil, aynı zamanda
yüreğiyle, kocaman-herkesi içine alan- yüreğiyle...
Onu hastaneye götürdükten sonra biri; "mektupları
bulun" dedi. Hemen masama koştum. Ajandamın arasında
çiçekler ve mektuplar... (Mektuplarda 4.20 yazılmış.
Yanlış. Büyük olasılıkla 4'e 20 kala.)
O son dakikalarda annemi bile hatırlamış olması, beni
çok etkiledi açıkçası. Annemi tanıyor musun bilmiyorum.
Kemalist, bu kadar yıl içinde devrimcilere biraz sevgi
duymaya başlamış olsa da, PKK hakkında bildik Kemalist
aydın tavrının ötesine geçmeyen, kendi 'yaşam kavgasıyla'
ilgili bir insan... Kısacası, Serpil'e çok uzak biri
işte... Oturup anneme bir 'şok' mektup yazdım daha sonra.
Bugün ondan da cevap geldi, sarsılmış epeyce...
İşte 'kocaman' dediğim, böyle bir yürek. Ben onun yerinde
olsam, 'burjuva' deyip tepki duyardım ya da pek çok
insan böyle yaklaşırdı.
O kocaman yüreğin içine sindiremediği pek çok şey de
vardı: Özellikle, "ihanet'. İhanetin sınırları
biraz fazla genişti onun için. Bir kere güvendiği, beklentisi
olduğu insanların hataları, sınıf mücadelesi karşısındaki
yalpalamaları, affedilemezdi O'nun için... Ve bunlar
karşısında duyduğu öfke de, içten içe de kemiriyordu
O'nu...
Bunun üzerine çok konuşuyorduk ama bu konuşmalar hiç
bir zaman sonuç alıcı olmuyordu. Ağabeyinin -eskiden
arkadaşının- askere gittiğini duydu; böyleleri vurulmalıydı
örneğin. "İnsanlar yuvarlanıyorsa bir noktada tutmak",
"hiç olmazsa yardım etmeye devam etmelerini sağlamak"...
"Olur mu, askere gitmiş!" dıjmın dıjmın!..
Böyle idi işte.
Ama bu özellikleri günlük yaşama asla 'sekterlik' olarak
yansımıyordu. Bazen onun yanında çok 'huysuz' hissediyordum
kendimi. Bunun dışında da o hasta haliyle yapılacak
ne iş varsa, sanki eyleme gider gibi üstüne atlaması,
kanser ediyordu beni. Ben bağırıp çağırdıkça, O kikirdiyordu
çocuklar gibi.
Eylemi gerçekleştirdikten sonra yanına gittiğimde, sürekli
eylemi niçin gerçekleştirdiğini anlatıyordu. Slogan
atıyordu. O anda söylemek istediğim hiçbir şeyi söyleyemedim,
ağzımdan bir tek "eylemine saygı duyuyoruz, şimdi
kendini yorma" çıktı ya da buna benzer şeyler...
"Beni anlayın; sadece Apo için değil, bütün devrimci
önderler için yaptım bu eylemi..." Arada bilinci
gidip geliyordu sanıyorum, bir ara "niye ortalık
su olmuş, beni söndürdünüz" dedi. Sürekli söndüren
arkadaşın adını söyleyerek; "o ihanetçi" diyordu.
Sonra içeri giren herkese ismiyle hitap ederek birşeyler
söyledi ya da tekrarladı. Güler girdiğinde, "arkadaşlar
bana civciv diyorlar; civciv büyüdü" dediğini duydum.
Güler ona civciv diye takılıyordu ve bu hitap hoşuna
gidiyordu.
O gece bir iki saat uyudum. Rüyamda onun erimiş yüzüyle
konuşup duruyordum. "Ben eylem gerçekleştirdim,
sen niye coşkunu göstermedin!" "Bir ara gözünü
kaçırdın benden!" Sonra yüzü iyice eriyip yüzüme
karıştı. Bugün yeni gelen mektuplara baktım da; sırf
bu yüzden, sırf söyleyemediklerim yüzünden o gece yaşayacağına
inandırmıştım kendimi ve hemen oturup yazmışım ona.
Oysa doktor; 'şans yok' demişti baştan.
Yanına gittiğimde elini tutmak istedim, ama canını acıtırım
korkusuyla hiç dokunamadım bile. Dokunarak hissettirmek
istediklerim dökülmedi ağzımdan. Çok mu önemli? Önemli
işte! Ona söyleyeceklerimizi eylemimizle, pratiğimizle
söyleyeceğiz ama, o da önemliydi... İlk anda, "ne
olursa olsun yaşamalı" dürtüsüyle, bir an önce
hastaneye götürme telaşı sardı. Bir 'veda'?
Tam olarak algılayamadım bunu böyle...
Murathan Mungan'ın bir şiiri var: "Karanfil".
Omayra kitabında... M. Mungan çizgisinin biraz dışında
bir şiir. Serpil çok sevmişti bu şiiri. Birkaç kez yanıma
gelip okuttu bana. (Son zamanlarda başımı kaldıramadığım
için, uzun sohbetler yapma fırsatımız olmuyordu.) Fakat
yine de her okuyuşta, neredeyse şiir üzerinden eğitim
çalışması yapıyorduk. Her mısrada birşeyler konuşuyorduk.
O işine gelenlerde durduruyordu:
"Çocukluk taşınabilir birşeydir
alınsa da elinden geçmişin
ağızlık, tütün, tabaka
tesbih bırakın yollara
ayrı düşmüş arkadaşlara
belki görüşemezsiniz bir daha..."
|