Sırplar ve Kosova
Balkanlar ve Dünya
İ. Onur Kutman
|
Dünya, liberalizmin tek ideoloji olarak egemen oluşu
sayesinde sonsuz mutluluk çağına girdi.
Reel sosyalist blokun çökertilmesinden sonraki dönem
için Fukuyama denilen fikir fukarasının sarfettiği bu
ünlü sözleri, emperyalizmin bomba yağmuru ile 'kurtarılan'
Kosova sorunu ile birlikte bir kez daha anımsamamak
mümkün değil.
"Liberalizmin egemen oluşu sayesinde", Kosovalılara
nasıl bir mutluluk yaşatıldığını hep birlikte izliyoruz.
Kürtler, aynı mutluluktan dolayı yıllarca kendilerini
yaktılar!..
Balkanlar'da bir süre önce de bu "sonsuz mutluluk"
Bosnalılara yaşatılmamış mıydı? Bağdatlılar da sık sık
havadan ziyaret edilip, bu sonsuz mutluluktan mahrum
bırakılmıyorlar.
Gökyüzünden bomba yağması, binlerce insanın çocuk yaşlı
demeden aç ve barınaksız bırakılması, yerlerinden yurtlarından
zorla sökülüp atılması, yeni çağın eşiğinde inanılmaz
bir biçimde diriltilen ırkçılık nedeniyle kadınların,
genç kızların tecavüze uğratılması...
Çoğunun yüreğinde, ölenlerin acısı, yaşananların tanımlanamaz
bir kabus gibi çöken ağırlığı ve geleceğin bilinmezliğinin
yarattığı büyük korku...
Zorunlu olan herşey içinde bir dram taşır. Ama böylesi
acıların eşliğindeki göçler, bütün dramları içinde taşır.
Bunun anlamını bilir misiniz? Yaşanmadan tasavvur edilemeyecek
kadar farklı bir durumdur ve bıraktığı izler kuşaklar
boyu sürer, eğer geride sağ kalabilenler olursa...
Balkan, Anadolu, Kafkas halklarına, yüzyıllar boyu böyle
soykırım göçleri yaşatıldı. Egemen devletlerin ve sonra
emperyalistlerin bu bölgeler üzerindeki bitmeyen hesaplaşmasının
son bulmaması, Fujiyama'nın "Sonsuz Mutluluk Çağı"nda
da büyük göç dalgalarından birinin daha yaşanmasını
doğurdu.
Kosova'da neler olduğunu, en iyi bir Kosovalı, ağlayarak
özetliyordu TV mikrofonlarına: "Herşey o kadar
karışık ki, neler oluyor anlayamıyoruz. Bildiğim tek
şey, çok acı çektiğim ve bu acıların bitmeyeceği."
Kosova'da gerçekten herşey, emperyalizm tarafından Balkanlar
projesinin bir sonucu olarak, olağanüstü bir biçimde
karıştırıldı. Kosovalılar da, bütün bu kargaşa içinde,
diğer Balkan halkları gibi neyin doğru neyin yanlış
olduğunun ayırdında değiller. Ayırdında oldukları tek
somut şey: Herkesin ve herşeyin onlara acı ve gözyaşı
getirdiği...
24 Mart 1999 tarihinde NATO; "Kosova Arnavutlarını
Sırp zulmünden kurtarmak için" Yugoslavya'ya saldırmaya
başladı. Bilindiği gibi reel sosyalizmin çöküşünden
sonra savaşların adı "vurmak", "terörizme
ders vermek", "şu yada bu ülke halkını bir
başka halkın ya da bir diktatörün zulmünden kurtarmak"
oldu.
Emperyalizmin olağanüstü geliştirilmiş savaş uçaklarıyla
saldırması ve teknik olanaklarının, saldırıya uğrayan
ülkelerin gücüyle hiçbir biçimde kıyaslanamayacak olması,
"savaş" sözcüğünü artık karşılamamaktadır.
Dönemin sosyalistlerinin, bu ve benzeri kavramlar üzerinde
de siyasal üretim gerçekleştirmek zorundadırlar.
Saldırıların, bu döneme kadar kullanılan biçimiyle savaş
sözcüğünü karşılamadığı açıktır. Herşey büyük bir hızla
değişiyor. Değişmeyen tek şey var: Halkların çektiği
acılar?..
Yaşadığımız süreçte emperyalistler arası çelişkiler,
bir protokol düzleminde ele alınmaktadır. Sorunlar,
güneş ışığına çıkarılmadan, yeni sömürge halklarının
üzerinde hepbirlikte değnek kırılarak çözümlenmeye ya
da en azından hafifletilmeye çalışılıyor.
ABD, Irak'a saldırırken de yalnız değildi. Yine NATO'yu
arkasına alarak yola çıkmayı tercih etmişti. Dikkat
edilirse bu politika, özellikle öne çıkarılıyor. Kürdistan
üzerinde uygulanan oyunlarda da emperyalistlerin çıkarları
ciddi biçimde çatıştığı halde, farklı tutumlar içine
girmediler.
Yugoslavya sorunununun özü; emperyalizmin dünyayı ırk
ve din temelinde olabildiğince ufak ve güçsüz parçalara
bölmesi taktiğinin bir parçasıdır. Böylelikle, halkların,
çevresiyle sürekli problemleri olan, bu problemler içinde
boğularak ne kendi yaşamının çelişkilerini, ne de biraz
uzağı, emperyalizmin onu nasıl bir cendereye soktuğunu
göremeyen topluluklar haline getirilmesi amaçlanmaktadır.
SSCB gibi, bir halklar mozayiği olan Yugoslavya, en
ufak parçalarına ayrılmak isteniyor. Ve ne yazık ki
bu doğrultuda epeyce yol alındı. Slovenya, Hırvatistan,
Bosna, Hersek, Kosova, Sırbistan, Montenegro (Karadağ)
parçalarına bölünmüş bir Yugoslavya, hiç kuşku yok ki,emperyalistler
için çok daha elverişli bir coğrafya haline gelecektir.
Şimdi hiç kimse sormuyor, Miloseviç saldırı başlamadan
önce Kosova'ya özerklik vermeyi zaten kabul etmişti.
Saldırı sırasında tek yanlı olarak ilan ettiği ateşkes
de,aynı bağlamda değerlendirilmelidir.
Bütün bunlara rağmen Arnavut bağımsızlık yanlılarının
temiz duygularla koştukları UÇK, başta Almanya olmak
üzere emperyalistler tarafından desteklendi. Bu denli
hızlı büyüyen ve silahlanan, bu denli zor koşullarda
kısa zamanda neredeyse bir düzenli ordu olanaklarına
kavuşan UÇK'ya, kimler niçin böylesine yardım ediyor
dersiniz?
Sırbistan'ın iyice güçten düşürülmesinden sonra, bölgedeki
Rus etkinliği tamamen kırılmış olacaktır. Ruslar'ın
oynadığı rol, Balkan halklarının içinde kavrulduğu yangını
biraz daha güçlendirmek anlamına büründürülmüştür.
NATO ülkelerinin "en seçkin" operasyon timleri
Kosova'ya gönderiliyor. ABD'de SEALS, İngiltere'de SAS,
Fransa'da Yeşil Bereliler denilen bu timlerin, Sırp
milis liderlerinin yakalanmasına yönelik olarak bölgeye
gönderildiği açıklanıyor.
Öte yandan İngiliz The Daily Telegraph Gazetesi, bu
süreçte Karadağ'ın da Sırbistan'dan tamamen koparılması,
yani o işin de arada halledilmesi gerektiğini yazdı.
Kosova'ya "bağımsızlık" "verilirken",
o arada bir "bağımsızlık" da Karadağ'a "verilsin"
deniliyor. Yugoslavya toprakları nüfuz alanları sorununun
son maddesinin de aradan hızla çıkarılması gerekliliği
öğütleniyor...
Bu denklemler, 'özerklik', 'bağımsızlık' yaftalarıyla
emperyalizmin yeni nüfuz alanları politikalarının gerçekleştirilmesinden
başka bir anlam ifade etmemektedir.
Tarihte Kosova ve Sırplar
Sırplar için Kosova, Sırpların büyük Sırbistan hayallerinin
kalbinin attığı yerdir. Kosova'nın merkezi Amselfeld'dir
yani başkent Priştine'nin bulunduğu topraklar... Amselfeld'de,
28 Haziran 1389'da ünlü Kosova Savaşı gerçekleşti ve
sonunda bu yöre, Sırp Ortodoks Kilisesi tarafından 'kutsal
topraklar' ilan edildi, efsaneleşti.
Sırbistan'ın Balkanlarda önderlik konumunu alarak yükselişi,
Bizans'ın yıkılması sürecine, 12. Yüzyıl'a rastlamaktadır.
Tüm Sırp boylarının bir araya gelmesiyle, Kral Stephan
4. Dusan (1331-1355) önderliğinde; Bulgaristan, Arnavutluk
ve Dalmaçya Kıyıları ile Güney Bosna alınarak büyük
bir alana hükmedilmeye başlanıyor.
1346'da, 4. Stephan kendisini tüm Sırpların ve Yunanlıların
kralı ilan ediyor. Böylece Sırplar, politik nüfuz alanları
ve maddi güç anlamında en parlak süreçlerini yaşıyorlar.
Fakat Sırplar, ilk önderlerinin, Stephan'ın ölümünden
sonra uzun bir süre başsız kalıyorlar. Avrupa içlerinde
ilerleyen Türkler, o bölgedeki otorite boşluğunu değerlendirerek,
Güney Sırbistan'ı ve Makedonya'yı da 1371'de ele geçiriyorlar.
Osmanlılar'a karşı, Lazar adındaki bir Sırp Derebeyi
tüm bölge halkını direnişe davet ederek, Arnavutlar,
Sırplar, Hırvatlar, Walajlar, Bulgarlar ve Bosnalılar'dan
oluşan 25 bin kişilik bir ordu kuruyor. Osmanlılar'la
Kosova'da karşılaşıyorlar. (Amselfeld). Sultan Murat
önderliğindeki 40 bin kişilik bu Ordu'ya karşı savaşıp
yenik düşüyorlar. Sırp önderi Lazar, savaşta Osmanlılar'a
esir düşerek ölüyor. Sırplar, kaybediyor. Savaşı Osmanlılar
kazanıyorlar fakat bir Sırp, Sultan Murat'ı hançerleyerek
öldürüyor... Bu savaştan sonra bölgede 500 yıllık bir
Osmanlı hakimiyeti başlıyor. Sırplar, bu toprakları
iki kere terketmek zorunda kalıyorlar. 1690 ve 1737'de,
iki kere büyük Sırp göçleri yaşanıyor.
Arnavutlar'ın önemli bir bölümü kazanan tarafın dinini
kabul ettikleri için, Sırpların terk ettikleri bölgelere,
evlere ve topraklara yerleşmelerine izin veriliyor.
Böylece, hristiyanlıklarını devam ettiren Sırplar'la
islam dinini seçmiş olan Arnavutlar arasındaki tarihi
düşmanlık da başlamış oluyor.
Miloseviç başlangıçta, Sırpların tarihinde yeni bir
Lazar olmak, 1389'da O'nun yaptığı gibi efsaneleşmek
istiyor.
Son gelişmelerin fitilini ateşleyen olaylar, 1987 yılında
Sırp milliyetçilerinin büyük gösterileri ile başlamıştı.
O zaman 46 yaşındaki Miloseviç, Büyük Sırbistan hedefi
ile halk desteğini arkasına aldı ve Kosova ile Voyvodina'nın
otonomisini kaldırarak önderliği ele geçirdi.
Bu gelişmelerin hemen ardından yaşanan önemli bir provakasyon
var. Kosova-Priştina'daki bir köyde daha öncesi organize
edilmiş bir grup insan Sırp polisini taşlıyor. Olaylar
bu yönde gelişmeye başlayınca Miloseviç hemen bölgeye
gelerek bu saldırıya karşı tepkilerini dile getiren
Sırplar'ın şikayetlerini dinliyor. Sırplar, kendilerine
yönelik aşağılamalardan, kadınların Arnavutlar'dan dayak
yemelerinden, evlerinin yakılmasından söz ediyorlar.
Tüm bu söylenenleri dinleyen Miloseviç, Sırplar'ın ruh
halini değiştiren tarihi bir söz sarfediyor ve Sırp
milliyetçiliğinin önderi haline geliyor. Diyor ki: "Bu
halkı dövmeye kimsenin hakkı yoktur." Miloseviç'in
sözkonusu açıklaması, ardı ardına tüm devlet televizyon
ve radyolarından yayınlanıyor. Miloseviç'in bu milliyetçi
çıkışı, ani bir duygusal çıkış değildir. Önceden hazırlanmış
senaryonun sadece bir parçasıdır.
Sırp milliyetçiliği son dönemdeki yükselişinin teorik
çerçevesini, 1986 yılında "Sırp Bilim ve Sanat
Akademileri" nin bir araştırma tezinden almaktadır.
1986 yılında hazırlanan ve yayınlanan araştırmada: Yugoslavya
sınırları içinde yaşayan en büyük halk olan Sırpların
ayrı devlet kurma hakkının tanınmadığı ve kendi hakları
olan topraklarda iki otonom bölgeye mahkum edildikleri;
kısacası, Sırpların bu bölgede hak ettikleri durumda
olmadığı, bir halkın genel haklarından mahrum kaldıkları
savunuluyor. (Sözü edilen 'İki bölge', Kosova ve Voyvodina'dır.)
Aynı tezde ayrıca, Sırplar'ın diğer bölgelerde, Hırvatistan
ve Bosna Cumhuriyetleri'nde de yaşamaya mecbur kaldıkları
ve oralarda asimilasyona uğratıldıkları belirtiliyor.
Kosova'da ise Arnavut çoğunluk tarafından yok olma tehlikesi
ile karşı karşıya bırakıldıkları söyleniyor. Tez esas
olarak; çok cumhuriyetli Yugoslavya'da bir "anti-Sırp
gerçeğinin" var olduğu düşüncesi üzerinde yükseliyor.
Miloseviç işte bu tezi kendisine temel alarak diğer
halklara saldırmanın, yükselen işçi muhalefetini milliyetçilikle
boğmanın, işçilerin memmuniyetsizliklerini bu kanala
akıtmanın koşullarını yaratır. İktidarı da böyle bir
yoldan yürüyerek yakalar. İktidara geldikten sonra ise,
Kosova ve Voyvodina'nın otonomisini iptal ederek Tito'nun
anayasal güvenceye kavuşturduğu hakları ortadan kaldırır.
Miloseviç'in milliyetçiliği körüklemesinin nedenlerini
sınıfsal bir zeminde incelemek zorunludur. Aynı zamanda,
Yugoslavya'nın, "3. Yol" ya da "neo sosyalizm"
olarak tanımlanan örtülü kapitalizm tercihinin çarpıklığını,
bu "Yol"un beraberinde getirdiği sorunları
iyi değerlendirmek gerekir.
Miloseviç, Tito'nun ölümünden sonra doğan otorite boşluğunu
kendi lehine çevirerek iktidarı alıp kitlelere yeni
bir hedef sağlamak, insanları savaşlara hazırlamak için,
bundan on yıl önce, 28 Haziran 1989 yılında bir başlangıç
yaptı.
28 Haziran 1989 yılında, yani Kosova yenilgisinin 600.
yılında, devlet desteğiyle tüm Sırbistan insanlarını
savaşın kaybedildiği ovaya yığdı. O gün orada tam bir
milyon insan vardı. Nüfusun yüzde doksanını müslümanların
oluşturduğu bir yörede Sırp savaş marşları yükseldi.
Milliyetçilik şaha kaldırılarak, geçmişle günümüz arasındaki
durum arasında benzerliklerin var olduğu bağlantısı
yapıldı. Miloseviç orada kitleye seslenirken şöyle dedi:
"Bugün 600 yıl sonra tekrar savaşın içerisindeyiz.
Ve yine savaştayız ve savaşlarla karşı karşıyayız. Bunlar
şu anda silahlı savaşlar değillerdir. Fakat olmayacağı
anlamına da gelmiyor!..."
1989'da Sırbistan'ın Başkanı olarak Kosova ve Voyvodina'nın
otonomilerini kaldırıp Tito'nun Anayasası"nı iptal
etti. 1991'de, Yugoslavya devlet aygıtında darbeci bir
tarzda iktidarı ele geçirdi. Slovenya ve Hırvatistan'ın
demokratik adımlar atmaya başlaması karşısında, Belgrad
bu gelişmeleri sindirme ve savaş politikası benimsedi.
Kuşkusuz emperyalistler, bölgedeki tüm bu gelişmeleri
ve çelişkileri, son tahlilde sadece ve sadece kendileri
için yararlı olabilecek bir genel programın parçası
haline getirmekte gecikmedi.
Almanya'nın, Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlık
ilanlarını tanıyan ilk emperyalist güç olarak devreye
bu boyutta girmesiyle, savaş daha da gelişti.
Miloseviç'in savaştaki hedefleri belliydi; ona göre
Sırbistan, Sırplar'ın yaşadıkları tüm bölgelerdi. Bu
tez doğrultusunda, Slovenya'da Sırplar yaşamadığı için
Belgrad Slovenya'nın bu karara sessiz kalıp çekip gitmesine
izin verdi. Fakat Sırpların yoğun olarak yaşadıkları
Hırvatistan'da buna izin veremezdi ve ordu Hırvatistan'a
girerek, Sırplar'ın yoğun olarak yaşadıkları bölgeler
dahil olmak üzere, hiç Sırplar'ın olmadığı Zadar ve
Dobronik gibi bölgelerini de işgal etti.
Bosna'da ise, Miloseviç destekli Radovan Karadziç, müslümanlara
karşı diğer bölgelerde olduğu gibi etnik temizlik adı
altında katliamlar düzenledi.
1995'e doğru Hırvatlar'ın emperyalistlerin ve özellikle
Almanya'nın desteğinde ordulaşması, Sırplar'a yönelik
başarılar elde etmesi, NATO'nun bombalamalarla "ikna"
etmesi sonucu, anlaşmaya oturmak zorunda kalındı. Sonuçta,
Dayton Antlaşması'yla, Miloseviç'in Büyük Sırbistan
hayali suya düştü, Sırp kitlelere benimsetilen rüya
sona erdi...
UÇK
ABD'de devlet destekli yayınlanan Foreign Affairs'in
Mayıs-Haziran Sayısı'nda UÇK'ya geniş yer ayrıldı.
Balkan uzmanı Amerikalı Cris Hedgess'e göre; UÇK, ne
savaş esnasında ne de sonrasında, hedefinden vazgeçmeyecek.
UÇK, şu anda daha çok Washington'un desteklediği ve
Arnavutlar açısından muhatap olarak gördüğü İbrahim
Rugova'yı dıştalamıştır. Bu durum tabii ki ABD'yi rahatsız
ediyor. Çünkü Arnavutlar'ın büyük bir bölümü UÇK'yı
önder olarak görmekte.
Cris Hedgess doğal olarak, UÇK'nın ideolojik açıklamalarını
ve uluslararası ilişkiler içindeki konumlanışını hızlı
bir şekilde geçiştirmekte. Örneğin, UÇK'nın, CIA'nin
araştırmalarına göre, islami örgütlerle çok önemli bağlantıları
var. Hatta ABD devlet görevlilerinin raporlarına göre
UÇK, Körfez'deki bazı ülkelerden milyonlarca dolar yardım
görmektedir.
Hedgess, ABD'nin 1998 yılına kadar UÇK'yı terör örgütü
olarak değerlendirdiğini de yazmamaktadır. Bu konuda,
5 Mart 1999 tarihli ve yine ABD'de yayınlanan haftalık
Human Events Gazetesi'ndeki şu açıklama dikkate değerdir:
Temmuz 1998'de Sırbistan-Arnavutluk sınırında, Yugoslav
Ordusu elliye yakın mücahit askeri ile çatışmaya giriyor.
Bu grup sınırı geçerek Kosova'ya girmeye çalışmıştır.
Çatışmada Sırplar, Alija Rabie adındaki bir gerillayı
öldürür. Öldürülen kişi, Arnavut ve UÇK üyesidir.
İlginç olan, Rabie'nin üzerinde bulunan belgelerdir.
Bu belgelere göre Rabie, 50 yabancı mücahidi sınırdan
geçirerek Kosova'ya getirmiştir ve onların Hristiyan-Ortodoks
azınlığa karşı 'kutsal bir savaşa' katılmaları için
önderlik etmektedir.
Yazının geri kalan kısmı, haftalık İbir gazete olarak
yayınlanan Jane's İnternational Defense Review'dan alıntı
yapıyor. Bu dergi, merkezi İngiltere'de olan NATO bağlantılı
bir enstitünün yayın organıdır. Enstitünün asıl araştırma
konuları, NATO'nun 'terörist' olarak tanımladığı ülkeleri
büyüteç altına almak ve araştırmaktır. Kurum bu doğrultuda,
ABD haberalma örgütü ile sıkı bir şekilde işbirliği
yapmaktadır.
"Jane"e göre, UÇK sinsi bir örgütlenmedir
ve üç hedefi vardır. Birinci hedef; UÇK ile hareket
etmeyen müslümanların, ikincisi Sırp polislerinin ve
üçüncüsü Hristiyan Ortodoks azınlığın öldürülmesidir...
UÇK açısından bu amaçların gerçekleşmesi iki gelişmeyi
beraberinde getiriyor: Bu saldırıların sonuçları, UÇK'nın
amaçlarına hizmet eden sonuçlardır. Birincisi, Sırplar'ın
öldürülmesi ve buna bağlı olarak Sırp polislerin bu
saldırıların sonucunda gerçekleştirecekleri ağır misilleme
eylemlerinin UÇK'ya puan kazandırması...
Human Events, bu gerçekler doğrulsunda Clinton yönetiminin
politikasına şüpheci bakmaktadır ve sormaktadır: Bu
nasıl bir politikadır ki, Avrupa'nın tarihi sınırları
içerisinde, ulusal bağımsızlık savaşı vermek için terörizme
başvuran ve İslami özellikler taşıyan, bu amaçlarını
gerçekleştirmek için Arap devletlerinden maddi yardım
alan bir örgüt desteklenmektedir.
Human Events, UÇK'nın İslami özelliklerini ve bağlantılarını
ortaya koyan tek örgütlenme değildir. Bunun dışında
ayrıca The Scotmans Dergisi'nden Chris Stephens, 30
Kasım 1998 tarihinde şu açıklamayı yapar: İslamcı gericiler
Arnavutluk'a tamamen yerleşmiş durumdalar. Hatta 1998
yazında Arnavut güvenlik güçleriyle CIA'nin birlikte
düzenledikleri operasyon sonucunda "İslami Cihad"
ın beş önemli kilit adamı burada yakalanıyor. Buna rağmen
bölgede, Sudan, Tunus, Cezayir ve Mısır destekli ve
kaynaklı gericileşme giderek ağırlık kazanmaktadır.
Stephens'e göre ABD, UÇK ile çıkarları gereği dirsek
temasında olsa dahi bir yandan da giderek kontrolü kaybedip
UÇK'nın islamcı güçlerle bütünleşmesi tehlikesini hissetmektedir.
Örneğin ABD'nin bir no'lu düşman olarak ilan ettiği
Osama Bin Laden'in adamlarının Arnavutluk'ta çalışma
yaptıkları, artık herkes tarafından bilinen bir gerçek
haline gelmiştir.
29 Kasım 1998 tarihli Accocıated Press haberine göre,
Osama Bin Laden, savaşçılarını Kosova'ya göndermiş,
Arnavutlar'ı desteklemek için geniş bir dağıtım ve destekleme
ağı kurmuştur.
Bu konuda daha detaylı yazan Jerausalem Post (sayı 14,
Eylül 1998) 'da yazan Steeve Rodan 'a göre, UÇK'yı İran
ve Suudi Arabistan, CIA'nin bilgisi doğrultusunda, birinci
derecede desteklemektedir. Osama Bin Laden ise, UÇK'yı
maddi anlamda desteklemektedir.
Rodan devam eder: Basında UÇK'nın islami bağlantıları
ve Balkanlar'da islami gericiliğin yükselişinin açıklaması
yer almamaktadır. Hatta tartışılması ve batılı devletlerce
bu yönüyle ele alması gündeme gelmemektedir.
Nedeni, batılı devletlerin islam devletlerini büyük
bir pazar olarak değerlendirip bu tür tartışmaların
ve bazı devletlerin konu edilmesi, aradaki ticari ilişkileri
bozacaktır .Fakat buna rağmen İslam ve Arap devletlerinin
UÇK'yı ve bölge müslümanlarını desteklemesi Balkanlar'da
bir İslam ve batı Avrupa'ya bir tehlike olarak görmeye
başladı.
Rodan, örneğin İran Cumhuriyet Muhafızları'nın UÇK'yı
eğittiklerini ve hatta İran ve Suudi Arabistan'ın UÇK'ya
bölge içinde de destek vermek için temsilcilikler açtığını
ve hatta Tiran'da bir islam bankasının kurulduğunu açıklamaktadır.
Ayrıca Arnavutluk'ta Skadar'da, İranlı temsilciler,
bir Ayetullah Humeyni Cemiyeti kurmuşlardır.
Şu anda UÇK'nın içerisinde, daha önce Bosna'da da savaşmış
olan, bir çoğu Bosnalı kadınlarla evli 7000'e yakın
islamcı profesyonel savaşçı vardır. Bunların çoğunluğu
İranlılar'dan oluşmaktadır ve aralarında Afganlı, Cezayirli,
Çeçen ve Mısırlı islamcılar da vardır.
Rodan, ABD Kongresi'nin bölgedeki islam yayılmacılığını
herkesten iyi bildiğini, fakat şu anda süreç gereği
bu konuyu gündeme getirmediklerini belirtiyor.
İranlılar'ın bu gelişmeler karşısında bölgede güç kazanmaları
bile görmemezlikten geliniyor. Avrupa bu konuda ABD'den
farklı düşünüyor ve islam yayılmacılığını kendileri
açısından bir tehlike olarak görüyor.
22 Mart 1998 tarihli Londra Sunday Times'e göre Osama
Bin Laden'in UÇK'yı desteklemesinin arkasında yatan
gerçek, gelecekte Avrupa'ya yönelik bir kampı Kosova'da
kurma düşüncesi içinde olması... Ayrıca, bölgedeki gelişmelerin
önemli bir yönü daha var: UÇK, dünya eroin trafiğinin
tam içinde...
Kosova'daki özel durum
Sovyetler Birliği'nin çözülüşünden sonra ABD'nin dünyadaki
rolü ve işlevleri değişti. ABD şimdi bir bütün olarak,
tüm dünyaya yönelik programlar ve taktikler geliştiriyor.
"Küreselleşme"nin gerçek anlamı da bu...
Fakat kuşkusuz ki bu duruma, irili ufaklı devletler
ve bazı güçler, çeşitli biçimlerde direnişler geliştiriyorlar.
Boyun eğme sürecinin içine kolay girmek istemeyen ayrıkotları
rolünü oynuyorlar.
Bu yeni dünya düzenine objektif olarak direnen ve onu
objektif nedenlerle tehdit eden, onun sonunu bu bağlamda
hazırlayan verilerin yanısıra, bu ayrıkotlarının varlığı
da önümüzdeki çağda emperyalizmi bir hayli uğraştıracaktır.
Anlaşmazlıkların ve çelişkilerin, silahlı savaşlar dışındaki
biçimleri, yeni çağın değişik çatışmaları olarak yaşanacaktır.
Ayrıca ABD, hem sömürge ülkelere karşı egemenliğinin
gücünü ve sınırlarını göstermek, hem de diğer emperyalist
devletlere, ona karşı direnen bazı güçlere siyasi ve
askeri anlamda ders vermek için, zaman zaman çeşitli
hedeflere yönelir. Bu taktikleriyle, dünya jandarmalığı
rolünün tartışılmazlığını kanıtlamaya çalışır.
Yukarıdaki çözümlemeye en iyi örnek, 1991'deki Körfez
Savaşı'dır. ABD orada uluslararası güçlere önderlik
ederek, hem o bölgede petrol yatakları üzerindeki etki
alanını sağlamlaştırdı, hem de ona çeşitli biçim ve
düzeylerde muhalif olabilecek güçlere, bunu yapabileceğini
gösterdi.
ABD aynı tavrı, 1991'de Hırvatistan'da ve Slovenya'da
da aldı.
Her ne kadar Almanya, Hırvatistan ve Slovenya'yı ilk
tanıyan ve Balkanlar'da geçmişten sarkan gücünü canlandırmaya
çalışan bir emperyalist güç olarak bölgede çeşitli taktikler
geliştirmeye çalışmışsa da ABD orada, Yugoslav ordusuna
karşı Hırvatlar'a askeri eğitim vererek, müslümanları
silahlandırarak, 1995'te Sırbistan'ı bombalayarak ve
Hırvatistan'dan 200 bin Sırp'ı göç ettirerek, etkinliğini
pekiştirdi...
Şimdi bizzat kendilerinin yarattıkları Kosova Krizi'ne
sözde 'müdahale ederek' Avrupa'nın göbeğine de askeri
ve silahlı olarak müdahale edebileceklerini gösteriyorlar.
Almanya'nın rolü nedir?
NATO'nun Doğu Avrupa'daki planlarından önemlisi, sosyalist
blokun çözülüşünden sonra geriye kalan devletleri kendi
nüfuz alanlarına almaktır.
Bunun için, Polonya ve Macaristan gibi bazı ülkeler
direkt NATO üyesi yapılmakta, bazıları ise NATO'nun
"partner ship for peace' projesine dahil edilmektedir.
Bu taktiklere karşı Rusya'nın geliştirmeye çalıştığı
alternatiflerin ayağı ise bir türlü yere basamamaktadır.
Almanya ve Rusya arasındaki tüm eski Doğu Bloku ülkeleri,
emperyalizmin ağına girmiş durumda, şimdilik bir tek
Sırbistan hariç, o hala Rusya'nın en sağlam müttefiki
durumundadır. Fakat işte tam bu noktada, NATO müttefiklerinin
çıkar birliktelikleri sona ermektedir.
Almanya önderliğindeki Avrupa Birliği'nin hedefi, ABD'den
ayrı hareket edip kendi çıkarlarını korumak ve yeni
pazar alanları yaratmak veya bu konuda olduğu gibi,
eski nüfuz alanlarını korumaktır. Fakat bunu yaparken,
NATO kozunu elden çıkarmamak ve o da bunu kullanmak
istiyor.
Oysa NATO'nun önderliğini ABD yapmaktadır. Alman CDU'nun,
kırmızı yeşil Hükümeti ABD'nin kuyruğuna takılmakla
suçlaması ve AB için bağımsızlık, kendi başına belirleyici
olmak hakkı istemesi, işte bu yüzdendir. Yoksa kendi
argümanlarına göre "bağımsız ve demokratik Avrupa"
safsatasından değildir...
Kapitalizmin krizlerini emperyalistlerin masa başında
çözümleyememeleri, çelişkilerin silah yardımıyla -ama
yine yeni sömürgeler üzerinden- çözümlemeye yönelinmesini
doğurmaktadır.
Fakat günümüz koşullarında bunu ABD'den bağımsız bir
şekilde yapmak mümkün değildir, her halükarda silahlı
savaşların yolu ABD'den geçmektedir. ABD, NATO'nun önderliğini
yapmakla birlikte, diğer ülkelere nazaran silah ve ordu
bakımından çok daha üstün bir ligde top koşturmaktadır.
Örneğin, ABD tek başına geçen yıl bütçesinde orduya
280 milyar dolar ayırmışken, tüm AB ancak 180 milyar
dolar ayırmıştır. ABD, tüm dünyada birçok uçak gemisine
sahipken, AB'nin İngilteresi'nin ve Fransası'nın, yanlızca
birer uçak gemisi vardır.
Ayrıca NATO ülkeleri arasında, NATO'nun ortak araç olarak
görülmesi konusunda, gittikçe artan oranda yaşanan çıkar
çelişkileri, AB ülkelerinin ilişkilerinin bu temelde
kötüye gitmesini doğurmaktadır.
Doğu Avrupa'da yaşanan pazar kavgaları ise emperyalistler
arası gerginliği, uyuşmazlığı arttırmaktadır.
Fakat herşeye rağmen hiçbir emperyalist ülke, bu bölgeye
Almanya kadar hakim değildir. Başta Hırvatistan ve Slovenya
olmak üzere, Balkanlar'ın büyük bir bölümünde geçerli
para, Alman Markı'dır. Almanya'nın Balkanlar'da yaptığı
ticaret, 167.3 milyar dolardır. Ve (1997 yılı itibarıyla),
% 10 oranında, bölgenin Kuzey Amerika ile yaptığı ticaretten
daha yoğun bir ticari ilişki yaşanmıştır. Alman dış
ticareti, Balkanlar'da dünyanın diğer bölgelerine göre
iki kat fazla büyümekte ve Baltıklar'dan Polanya'ya
kadar, Almanya ticari önderliği şimdilik rakipsiz biçimde
götürmektedir.
İşte bu gerçeklik, Almanya'nın Kosova Savaşı'na katılım
biçimini anlamak açısından çok önemlidir. Savaş karşıtlarının
düşüncelerinden farklı olarak çıkan bir düşünce de bu
kadar başarılı olan bir bölgedeki çatışma gündemine,
ABD'nin aksine Almanya niçin katılmıştır, düşüncesidir.
Çünkü ilk bakışta, Almanya'nın bu bölgede var olmak
için hiç bir biçimde silaha başvurmasına gerek yoktu...
Ayrıca Almanya'nın en azından bir bombalamaya ve hava
saldırısına katılmasıyla, Alman Dışişleri Siyaseti de
ilk defa savaş siyasetine bir geçiş yapmış olacaktı.
Buradaki taktik, Alman Kamuoyunu, Almanya'nın artık
dışarıda savaş yürütecek aşamaya geçtiğini ve savaş
fikrine alıştırmaktır. Yani Almanya'nın sürekli ihtiyaç
duyduğu argüman olan Alman Kamuoyunu savaşa yeniden
alıştırma zorunluluğunu gerçekleştirmektir.
Nazi Almanyası'nın yıkılışı ve Federal Almanya'nın kurulmasıyla,
Alman Ordusu'nun işlevleri anayasada belirtilmiş, görevleri
yalnız vatan savunmasına göre düzenlenmişti. Alman Anayasası,
hangi nedenle olursa olsun, dışa, bir başka ülkeye yönelik
saldırıya izin vermemektedir.
Peki Almanya niçin kara harekatına karşı çıktı?
Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, kara harekatına
katılarak Almanya'daki büyük anti-savaş muhalefetinin
harekete geçmesini engellemek. İkincisi, Rusya'yla olan
önemli ekonomik anlaşmaları tehlikeye atmamak...
Yugoslavya'da tarihi gelişim ve işçi muhalefeti
1950 ve 1960'larda, Yugoslavya'ya, Doğu Avrupa'nın barışçıl
ve istikrarlı ülkesi olarak bakılıyordu. Fakat 1990'ların
ortasında süren savaştan sonra, bölge yeniden büyük
bir yıkımın içinde... Tüm bunlar, kapitalist krizlerle
bağlantılı olarak emperyalizmin bölgeye müdahaleleri
ve ülkenin politikacılarının onlarla geliştirdikleri
işbirliklerinin sonucudur.
Yugoslavya'nın, diğer reel sosyalist blok ülkelerine
nazaran farklı bir sosyal sistem uygulamasından dolayı,
1960'lı yıllarda tüm dünyada yaşanan kapitalist kriz,
burayı da etkiledi.
Yugoslavya Hükümetleri, ekonomik sorunları çözmek için
ülkeye yabancı sermayeyi çekerek borçlanma yolunu tercih
ettiler...
Fakat durum iyileşeceğine, çok daha fazla kötüleşti.
Enflasyon % 38'lere vardı. İhracat artacağına ithalat
arttı. 1970'lerin sonuna doğru, kişi başına düşen milli
borç, 1000 dolar oldu. O sıralar kişi başına milli gelir,
120 dolardı. Yani milli gelirden yılda 120 dolar pay
alan insanlar, 1000 dolar borçlandırılmaktaydı...
1987 yılında, maaşlar donduruldu ve temel gıda maddelerine
% 25-%60 arasında zam yapıldı. Tüm milliyetlerden insanlar,
maddi yaşam koşullarının 30'lu yılların gerisine düştüğünü
fark ettiler. Dünya Para Fonu IMF, daha fazla borç verebilmek
için, sosyal hakların daha da kısılmasını ve insanların
yaşam standartlarını düşüren uygulamaların başlatılmasını
şart koştu. Mali sermayenin uygulamalarıyla derinleştirdiği
kriz, ülkeyi parçalanma noktasına getirdi.
İşçilerin kötüleşen hayat şartlarına karşı ilk müdahaleleri
diğer halklara değil, patronlara saldırı olmuştur.
1987 yılında 365.000 işçi, toplam 1570 grev gerçekleştiriyor...
1987 yılının Haziran Ayın'da, 1945'den sonra Belgrad'da
örgütlenen en büyük işçi mitingi gerçekleştiriliyor.
Bu miting, (IMF) Dünya Para Fonu'nun politikalarını
protesto amaçlıdır.
Sözkonusu miting-yürüyüşte, Hırvatlarla Sırplar birlikte
hareket etmektedirler. Bu önemli eyleme ilişkin izlenimlerini
aktaran The Guardian Gazetesi'nin muhabiri şöyle yazar:
"Yürüyüşçüler, Arnavutlar'ın ölümünü isteyen bir
grup milliyetçiyi dinlemedi..."
İşte bu Miting'ten sonra Yugoslavya'nın her bölgesinde
milliyetçiler ortaya çıkar ve diğer halkları, var olan
ekonomik olumsuzlukların sorumlusu olarak göstermeye
başlar. Emperyalizmin bölgesel bir programı karşısında,
halklar birbirlerini günah keçisi haline getirmeye başlar.
Çünkü emperyalizmin çıkarları doğrultusunda milliyetçi
yaklaşımların insanların kafasına yerleştirilme yolu,
egemenler tarafından seçilmiştir. Çünkü işçiler haklı
tepkilerini düzene doğru yöneltmişlerdi ve bu tepkilerin
farklı kanallara akıtılması gerekiyordu.
Bu kriz süreci içinde bankacı olan Slobodan Miloseviç,
politikaya atıldı ve ülkede sefaletin nedeni olarak
Kosova'da yaşayan Arnavutlar'ı sorumlu gösterdi. Hükümete
yönelik tepkiyi Arnavutlar'a yönelterek, suçluların
Arnavutlar olduğunu söyledi.
Aynı taktik, Hırvat halkı üzerinde de gündeme getirildi.
Aynı politikayla hareket eden-ettirilen Hırvat Franjo
Tudamandi de ülkedeki ekonomik güçlüklerden sorumlu
olarak Sırpları gösterdi. Bunun üzerine, "Hırvatistan
Hırvatlarındır", "Sırbistan Sırplar'ındır"
sloganlarıyla karışık ve aslında bölge halklarından
kimsenin bir şey anlamadığı bir süreçte, o güne kadar
bir arada yaşayan halklar, 1991 yılında başlayan savaşla
birbirine kırdırıldı. Batı, ilk süreçte Hırvatları destekledi.
Sonuçta, 1992'de Bosna ikiye bölündü.
Arnavutlar'ın göçü sırasında bir Arnavut kadın ağlayarak
haykırıyordu: "Neler oluyor? Ben komşum Sırp'ı
öldürmem, o iyidir. O'nun benim çocuğumu öldüreceğini
sanmam. Biz birlikte iyiydik. Neden böyle oluyor?"
İngilizcede, "day" sözcüğünün anlamı, 'gün'dür.
Öğrencilerin ilkokullarda ilk öğrendikleri sözcüklerden
biridir. NATO Genel Komutanlığı'nda "D-day"ın
anlamı, savaşın ilk günüdür. Tüm savaş planlaması ona
göre yapılmaktadır. Askerler, savaşı günlerinin sayısını
doğru saymaktadırlar, fakat diğer insanlara göre değişik
bir hesaplama tarzları vardır. Örneğin onlara göre savaşın
onuncu günü "D+9" dur.
Onlar için "D-1" in anlamı da büyüktür. Bu
onlara göre, savaşın son günü demektir. İşte bu gün
çok önemlidir. Bu gün ordular, tüm kararlarını tekrar
gözden geçirme imkanına sahiptir. Eğer savaş tarzlarını
değiştirmezlerse, savaşa yönelik yeni planlamalar yapmak
zorundadırlar.
24 Mart 1999, "D-1day" oldu. Tüm savaşların,
savaş öncesi bir tarihleri vardır. Fakat herzaman asıl
başlangıç konusunda, savaşların tarafları farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. İşte bu noktada 1989 yılı, değerlendirme
açısından önem kazanmıştır.
Bu yıl Slovodan Miloseviç, Sırp-Yugoslavya başkanlığına
seçilerek, zaten sınırlı bir kısmı ile var olan Kosova
Bölgesi'nin otonomisini kaldırarak, orada çoğunlukta
olan Arnavut kökenli halka yönelik baskıları arttırma
yoluna gitmiştir. Mart 1998 tarihinde, Kosovalılar ilk
defa UÇK adında bir gerilla grubu kurmaya başladıklarında,
Sırp-Arnavut sorununun daha fazla gelişeceğinin tanımını
da yapıyorlardı...
ABD Dışişleri Bakanı, bu ordunun gelişebileceği değerlendirmesini
yaparak, Mart 1998'den itibaren ABD Hükümeti'nin Balkan
politikasında bu sorunu politik malzeme yapıyor ve soruna
cepheden yaklaşma, tansiyonu yükseltme yolunu seçiyordu.
Tekrar geçmişteki gibi kamuoyunda dünya jandarması olarak
gözükmek için ABD, NATO'yu kendi politikalarına artık
direkt alet etmek taktiğini gündeme soktu. Haziran 1998'de
Shape'de (NATO'nun Brüksel'deki ana karargahında), Yugoslavya'ya
karşı bir kara savaşının planları üzerinde çalışmalar
yapıldı. İki farklı plan ve hedef için senaryolar çizildi.
Bu senaryoların gerçekleşmesi doğrultusunda, ilk hedeflere
göre, Kosova içinde Arnavutlar'ın korunmasını sağlayacak
özel güvenlik bölgesi için en az 10 bin asker gerekiyordu.
İkinci bir hedefe göre, tüm Kosova'nın işgal edilmesi
için gereken asker sayısı, 200.000 olarak saptanıyordu.
Bu ikinci plan onlar için, sorunu kökten halletmek açısından
daha gerçekçiydi. Fakat, bu 200.000 askeri orta vadede
bölgeye yığabilmek için o bölgede gerekli hava ve deniz
limanları yoktu.
Bu nedenle, sözkonusu plandan vazgeçildi ve ordunun
bürokratları, genel bir hava saldırısı başlatmak için,
hava saldırıları üzerinde çalışmaya başladılar.
CIA'nin seferberlik ilanı
1998 Krizi derinleşmeye doğru giderken, NATO bölgedeki
hava gücünü artırmaya devam etti.
2 Ekim tarihinde, NATO seferberlik ilan ediyordu.
Bu doğrultuda 1203 Nolu Birleşmiş Milletler kararı çıkıyor,
bu doğrultuda, Birleşmiş Milletler'e bağlı gözlemciler,
Kosova'ya yerleşiyordu. BM Güvenlik Konseyi'nin kararının
hayata geçmesi için yeterli sayıda gözlemci bulunamaması,
projenin hayata geçmesini uzatıyordu.
5 Ocak tarihinde, Kosova'nın Racak bölgesinde Sırp-Yugoslav
çeteleri, elliye yakın Arnavudu katlettiler.
Bu, ilk katliam değildir, fakat süreç için politik açıdan
bir dönüm noktasıdır. Bu olay sonrasında Amerikalılar,
tamamen askeri çözümü zorlamaya başladılar. 14 Mart'ta,
Yugoslav tarafı da sorunun askeri çözümü için harekete
geçerek, Potkova adını koyduğu operasyonun başlamasına
karar verdi.
19 Mart'ta, operasyonun 25 Mart'ta başlamasına karar
verildi. Yani Sırplar, savaşa hazır olduklarını ve geri
adım atmayacaklarını ilan ettiler.
Bu noktada, top artık Amerikan tarafındaydı. ABD yönetimi
bu noktada, CIA'nin yanlış analizine kulak vererek bir
savaş stratejisi oluşturdu. Yanlış analiz şuydu: Muhtemelen,
ABD' nin ve NATO'nun saldırısı ve bombalamasına karşı
Miloseviç direnişe geçecektir ve ilk saldırıyı geri
püskürtecektir. Fakat ABD'nin kararlı savaş politikası
sonucunda, NATO'nun 1995'teki Deliberate Force operasyonunda
olduğu gibi, geri adım atacaktır.
Tam bu süreçte kamuoyu, bir savaş tehlikesinin farkında
idi. Fakat o süreçte hala süren Fransa Ramboillet'deki
görüşmeler, NATO, Sırp ve UÇK taraflarını bir araya
getirmektedir. Bu görüşmelerin anlamı, kamuoyunda, daha
çok Sırplar'ın Kosova'ya otonomi tanımasını dayatmak
olarak ortaya konulmuştur fakat gerçek başkadır.
Eğer Sırplar NATO'nun oradaki taleplerini kabul etselerdi,
o zaman Yugoslavya'yı NATO'nun tamamen işgal etmesini
kabullenmiş olacaklardı. Bu görüşmelerle ilgili olarak
kamuoyunda şimdiye kadar açıklananlar son derece sınırlıdır
ve orada gerçeklerin gizli tutulması, ayrıca, özellikle
kararlaştırılmıştır.
Kamuoyuna yansıtılan resmi biçimiyle bu görüşmelerdeki
pazarlık konuları; Kosova için adil bir otonomi ve Kosovalılar'ın
güvenliğinin sağlanması amacıyla orada bir barış gücünün
konuşlandırılması olarak lanse ediliyordu. Fakat Sırplar'ın
imzalamaya zorladıkları barış antlaşmasınnı askeri yönü
çok daha farklı idi. Bu doğrultuda, NATO Ordusu ve askerleri,
tüm Yugoslavya topraklarında özgürce dolaşma hakkına
sahip olmalı idiler. Yani hem Kosova, hem Sırbistan
ve hem de Montonegro'da...
Antlaşmanın 8. Maddesi'nde, aynen şöyle yazıyor: "NATO
personeli, tüm uçakları, gemileri, araçları ve teçhizatları
ile tüm Yugoslavya topraklarında ve karasularında ve
hava sahasında özgürce hareket edebilmeli ve hiç bir
engele takılmadan ve izin almaksızın, kamplar kurup,
tatbikatlar düzenlemeli, bazı bölgelerin binalarını
kullanmalı ve lojistik imkanlarına sahip olmalıdır"
diyor.
Madde 6: "İşgal güçlerine sınırsız dokunulmazlık
tanınmasını" öngörüyor. "Bu doğrultuda; NATO
personeli, tüm alanlarda dokunulmazlığa sahiptirler"
diyor.
Madde10; NATO'ya, Yugoslavya'nın tüm havaalanlarını
bedava kullanma hakkı tanıyor.
Sonuçta; böyle bir antlaşmayı imzalamak, bir devletin
bağımsızlığına veda etmesi anlamına gelecektir. Böyle
bir şey, kimseden beklenemezdi...
Kosovalılar'ın durumu
Saldırı öncesi, Ekim 1998'e kadar, 70.000 Kosovalı yurtlarını
terk etmişlerdi. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın açıklaması,
16 Nisan 1999'da, toplam 700.000 Kosovalı'nın kaçmış
olduğunu ve Mayıs ortasında bu sayının bir 100.000 daha
yükseldiğini ortaya koymakta.
NATO saldırılarının başlamasıyla, Sırp Ordusu ve çeşitli
Sırp Çeteleri, 400'e yakın köyü yakıp 60 değişik katliamda
3500'e yakın insanı katlettiler.
NATO'nun herhangi bir saldırısında Sırplar'ın, bölge
halkına yönelik saldırılarını arttıracakları tüm yönleri
ile açıkken, NATO bunu bile bile bu gerçeği duymamazlıktan
geldi. Tabi ki, bu durumda Sırpların zulümlerini engellemek
olanağı ya da amacı da yoktu.
Yurtlarından kaçan veya göçe zorlanan Kosovalılar'dan
100.000'inin, diğer ülkelerce kabul edileceği yönünde
karar çıkmasına rağmen, ancak 21.000 Arnavut NATO ülkelerine
alındı. Diğer tüm mülteciler, Montonegro, Arnavutluk
ve Makedonya'daki kamplara dolduruldular. Buralarda
ilk salgın hastalıklar da başgösterdi.
Başlangıçta ilan edilen "kısa vadeli askeri çözümün",
"olumsuz hava koşulları gibi nedenlerle gerçekleştirilememesi"
ve dolayısıyla Arnavutlar için NATO tarafından 'vadedilenlerin'
değil, yeni Sırp katliamlarının hayata geçmesi, NATO'nun
sözde 'humaniter' planlarının bir kez daha ne anlama
geldiğini ortaya koymuştur: Felaketlerin, halklar için
yeni biçimler altında büyümesi...
NATO'nun hava saldırılarında dikkat çeken diğer bir
yön de, hava saldırılarını ikinci haftadan sonra tamamen
yok etme ve ülkenin sanayi alt yapısını tahrip etme
hedefine yönelmesiydi. NATO'nun Nisan ortasında yaptığı
açıklama, Kosova'da topu topu yedi panzeri vurdukları
doğrultusundaydı. Bunun dışında, diğer tüm hedefler;
köprüler, elektrik santralleri, endüstri merkezleri,
yollar vb ...
Bazı veriler şöyleydi: Hava limanlarının % 50'sinin
yok edilmesine karşın, Sırp uçaklarının % 15'i, uçaksavarların
üçte biri yok edilmişti.
Şimdi, tüm bunların, NATO'nun savaş programına göre,
daha bir ay öncesinden yok edilmesi gerekiyordu.
İlginç olan bir başka gerçek ise, bazı öncelikle saldırılması
gereken hedeflerin çok sonraları vurulmasıydı. Örneğin,
NATO uçakları, ancak 38. savaş gününde Belgrad'daki
Ordu Genel Komutanlığı'nı vuruyordu.
Yani NATO, Yugoslav Askeri aygıtını yok etmeyi, önüne
ilk hedef olarak koyacağına, savaşın ikinci haftasında,
bir yıpratma hedefi olarak bu noktaları seçmişti.
Fakat öte yandan örneğin, Petrokimya sanayisini tamamen
yok etmiştir. Enerji alanları ve demir döküm sanayisi
tahrip olmuş durumdadır. Ülkenin ekonomik durumu en
az 10 yıl geriye attırılmıştır. Bunun yanısıra, sözkonusu
süreçte, sadece Sırbistan'da değil, aynı zamanda Kosova'da
da vurmuşlardır.
Tuna üzerindeki tüm köprülerin yıkılmasıyla, ülke ikiye
bölünmüştür. Elektrik santrallerini devre dışı bırakıp
tahrip etmek için graffit bombaları kullanmışlardır
ve bu bombalar Kosova Savaşı'nda ilk kez denenmiştir.
Emperyalizm, dönemin her saldırısında yeni bir deney
yapmak alışkanlığını, Kosova'da da ihmal etmemiştir.
Ciddi bir çevre kirliliğine yol açacak biçimde, kimya
endüstrisi vurulmuştur ve şu anda, bölgedeki su zehirlenmesinin
hangi oranlarda olduğu henüz saptanamamış durumdadır.
NATO'nun bombalamalarda ince ayar yaptığı söylemleri,
hedeflerin ancak % 50'sinin vurulduğunun kendileri tarafından
açıklamasıyla, havada kalmıştır.
Görüşmelerin şartlarının kamuouyundan gizlenmesi, NATO'nun
baştan beri sorunun siyasi çözümüne yanaşmadığının ve
yeni bir kirli savaşta kararlı olduğunun en somut kanıtı
değil midir?
Savaşların emperyalizm için, barışın ve halklar arasındaki
dostluğun emekçiler için olduğu çağımızda, bu temel
prensipleri, yaşamsal veriler olarak benimsemek zorundayız.
Gerektiğinde herşeye rağmen, en etkin biçimde, savaşların
en ön saflarında yer almak, ama barışı ve halkların
kardeşliğini savunmak, sosyalistlerin temel ilkesidir.
|