Anadolu
Halklarının Onur Portreleri
Ömer Özsökmenler
Cihan Göksel
|
Anadolu; Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Çerkez... Onlarca
halkın hamuruyla yoğrulmuş bir topraktır.
Anadolu; bu halkların soylu evlatlarının yarattıkları
değerler nedeniyle; erdemi, halkların kurtuluşunu, özgürlüğü,
sosyalizmi savunan, tavrını ve yaşamını bu yönde koyan
onurlu evlatları nedeniyle, hala üç deniz üzerinde yüzebilmektedir.
Anadolu, hala bu soylu evlatları dolayısıyla herşeye
rağmen ufku görebilmekte, karanlığa karşı direnebilmekte,
gün ışığını selamlamayı ve ona doğru ağır adımlarla
da olsa yürümeyi sürdürebilmektedir. Emperyalizme karşın.
"Yeni Dünya Düzeni'ne" karşın. İhanetlerine
karşın.
İşte, Anadolu halklarının yüz akı insanlarından biri
de; Ömer Özsökmenler'dir.
Yaşamış yüzlercesi gibi...
Yaşayacak yüzbinlercesi gibi...
Ömer Özsökmenler'i, Anadolu halklarının bütün onurlu
direnişçileri, savaşçıları da anlatacak, ama aşağıda
onu, çok daha özel bir insan, onun eşi, yoldaşı, mücadele
arkadaşı, sevgiyi, ve emeği bölüştüğü insan, savaşımı
O'nun gibi yaşam bilmiş bir özel kadın, bir özel insan,
bir özel direnişçi anlatıyor:
Yurdusev Özsökmenler...
O, sadece bir önemli savaşçıyı, bu coğrafyanın üç kritik
döneminde de mücadele bayrağını onurla ve en ileri noktalarda
taşımış bir mücadeleciyi, bir devrim şehidini anlatmıyordu.
O, aynı zamanda, yaşamın en güzel buluşma noktalarında
yüreğini yüreğiyle bütünleştirdiği eşini anlatıyordu.
Zorun, namlunun, işkence tezgahlarının, devrim acılarının,
gerekirse ihanetlerin yanısıra, bazen kazanımların mutluluğunun
paylaşıldığı, ama şehitlik sürecinde sevgi akıtacak
bir mezar taşının bile olası olmadığı savaş koşullarının
ayırdığı, ayrılıkları mücadele paydasında buluşarak
yendiği, gözyaşlarının zaferden sonrasına saklandığı
koşullarda, ölümünü sadece hissettiği eşini yoldaşını
anlatıyordu...
Daha zor ve o oranda daha güçlü anlatımlar da var mıdır?
Gözyaşlarının çığlıklarla haykırılmadığı zamanlarda,
bir görev içinde, O'nu anımsarken, O'nu yaşarken , değişmeyen
yüz hatları içinden süzülen bir damla yaşın, tarihsel
haykırışı, tarihsel direnişi kadar eylem yüklü tavırlar
vardır
Aksini ifade edebilecek olanların, yaşam, tarih ve insanlığın
geleceği noktalarındaki cehaletini, Ömer Özsökmenler
gibi ya da onun yüzü, yüreği, beyni, sevdası, yoldaşlığı
gibi güzel, eşi gibi güzel insanları tanıyamama bahtsızlığını,
anlayışla karşılamıyoruz.
O, burada sadece bir devrim kahramanını değil, bir insanı,
'kahraman' yapan, devrimci yapan ayrıntılardaki özel
insanı anlatıyor.
Devrimciliğin, yaşamın, o ince ayrıntılarındaki ışıklarını
anlatıyor.
Direnişçiliğin, devrimde uzun soluklu bir biçimde var
olabilmenin, her türlü güçlüğe rağmen var olabilmenin
sırrını anlatıyor.
Devrimci mücadelenin, yaşamın son noktasına kadar yüzlerce
barikat aşmak anlamına gelmesinin, devrimcinin yaşamındaki
özverilerin derin bir bilinçle seçilmiş mutluluk ritmine
dönüşmesinin yalın ruhuyla bizlere sesleniyor.
Onlar varlar, yaşadılar, yaşıyorlar. Ve Anadolu halklarının
her gün doğumunda, yüzlerce insan olarak yaşayacaklar.
Biraz çaba gösterin. Böylesi insanları yakalayın. Bu
insanların düşünce ritmine doğru kaydırın yüreklerinizin
ritmini. Bu insanların gülümseyen yüzünün ışığına çevirin
içinizde birikmiş karanlıkları...
Çağın, zulmün, binlerce koldan tüketmeye, ezmeye, yoketmeye
çalıştığı bu insanlardan hiç değilse birini olsun tanıyın.
Ömer'i tanıyın. İnsanla, insanlıkla, direnişle, direnişçiyle
tanışın.
Herşeye rağmen ayak diremenin çağımızdaki yaşayan örneklerini,
sadece bir günün ışıkları kadar bir zaman diliminde
solumanın dahi, size binlerce günün ışığını taşıyacağını,
kesinlikle biliyorum.
Onların milliyeti yok, milliyeti çok...
Onların mezarları yok, doğum yerleri tüm dünya...
Onların yola çıktıkları nokta bir çocuk gülüşü; onların
varacakları ufuk, milyonlarca çocuğun güldürülüşü..
Onların sevdaları yar'la elele yaşanmadı ama, öylesine
büyük bir halkanın sevgilisi oldular ki... Denizlerde
eriyen ırmaklar gibi eridiler halkların şafağı içinde.
Yani gerçekte denizleri besleyen pınarlar gibi... Sevgiyi
öyle anladı onlar... Ve deryalar içinde yüzerken, bir
gece sevdalılarıyla seyrettikleri yıldızlar, başka hiçkimsenin
göremeyeceği kadar parlak ve unutulmaz oldu...
Onların beraberlikleri çağlar boyu sürmüş, bir yaşama
sıkışmamış; binlerce insanın yaşamına adanmıştır çünkü...
Onların binlerce çocuğu olmuş, onlar her şafakta bir
kez daha çoğalmıştır çünkü...
Onlar, ülkemiz halklarının kurtuluş mücadelelerinin
üç ayrı döneminde, üç yenilgiye karşı da direnerek,
herşeye ve herkese rağmen yeniden ve yeniden başlayarak;
bir küçük öykü değil, bir kocaman çağ masalı yaşamışlar,
büyük mutluluklarla çünkü...
"Ömer, ilk kez 69-70 yıllarında dışarıya çıktı.
Dev Genç eylemlilikleri, dernek ilişkileri ve daha sonra
Beyrut'taki çalışmalar, Ömer'in o süreçteki başlıca
mücadele alanları. Aranırken, eğitimini tamamlayıp geri
dönüyor.
Ülkeye geri döndüğünde, diğer arkadaşlarının çoğu içeridedir.
70 öncesi faaliyetlerinden dolayı, ülkenin birçok yöresinde
yürüttüğü 70-80 dönemi mücadele sürecinde de aslında
yarı aranır durumdadır.
70'li yıllardan sonra Antep, genellikle olduğu gibi
birçok milliyeti ve dinamik bir devrim potansiyelini
barındıran illerden biri olarak, önemli bir çekim merkezidir.
Dolayısıyla Ömer, Antep'te çalışmalara katılıp, toprak
işgali eylemlerinde bizzat yer alıyor. Ve bu sırada,
gözaltına alınıyor.
Toprak işgallerinin yoğun olduğu bir süreç. O zamana
kadar işgalleri ve direnişleri örgütlemek için gelen
devrimciler, genellikle toprak işgalleri sırasında,
düşman saldırısı olduğunda, geri çekiliyor. Kaçıyor!..
Onlar kaçınca, köylüler devletle baş başa kalıyor. Köylüler
ön planda kalıyor, köylüler yakalanıyor.
Dolayısıyla, devrimciler için, 'jandarmalar yakalamak
için geldiklerinde kaçan insanlar' imajı kalıyor köylülerin
gözünde. Köylüler, biraz da bu algılayışlarından ötürü,
'biz devrimci olamayız-olmayız' diyorlar. Fakat Ömer,
kendileriyle birlikte katıldığı bir toprak direnişi
sonucu düşman tarafından ele geçirilince, toplanarak,
traktörleriyle, adliye binasının önünde birikiyorlar.
Onlar, orada, kendilerinden olan bir insanı, bir devrimciyi
istiyorlar. Daha önce farklı yanlış örnekler nedeniyle,
aralarında solcu olarak bulunanlara yönelik çeşitli
tepkileri olmasına rağmen, Ömer'in onlarla birlikte
olmasındaki farklı anlamı kavrayarak, onun gözaltına
alınmasına karşı, direnişe geçiyorlar.
Sonuçta, Ömer serbest bırakılıyor.
Aynı dönemde Ömer, bir örgütsel randevuya giderken,
yakalanıyor. O sırada, Antep'te, bir kuşatma süreci
yaşanmaktadır. Ve Antep'in gecekondularla örülü Düztepe
yöresinde, bir mağarada, 'İlhanlar', dört can, kuşatılırlar.
Direnişleri, Oligarşi'nin bilinen yanıtıyla karşılaşır:
Katledilirler... Bu arada Ömer, katledilen yoldaşlarıyla
randevuya gitmektedir. Çatışma, tam da bu anda çıkmıştır.
İlhan, Mehmet Ali içeride ve diğer ikisi dışarıdadır.
Herkes içeride bilmektedir hepsini...
Fakat, bir tesadüf sonucu, Ömer ve yanındaki yoldaşı,
randevunun gerçekleşememesi nedeniyle, bu katliamdan
kurtulmuştur...
Yoldaşlarının acımasızca katledildiği, kendilerinin
de bu katliamda yok edilmemesinin sadece bir tesadüf
sonucu olduğu Düztepe Çatışması'ndan sonra Antep'i terkedip,
İstanbul'a geldiler ve İstanbul'da fabrikalara girdiler.
Ömer, 1976'da, fabrikalarda bir süre işçi olarak çalıştı.
1 Mayıs 1977'de, fabrika işçisi olarak diğer gruplarla
aynı tarzda çalışma yaptı ama, 'olmadı' denmişti...
1 Mayıs 77'de Taksim Meydanı'nda, işçilerin, emperyalizm
ve Oligarşi ile; onlarca cana mal olan, bizzat CIA ajanlarınca
gerçekleştirilen bir hesaplaşması vardı. Bu kanlı hesaplaşmada,
işçiler ve onların yandaşları sadece bayramlarını kutlarken,
emperyalizm, onların üzerlerine binlerce mermi boşaltmış
ve 37 can orada yitirilmişti. Bu kanlı hesaplaşmadan
sonra Ömer eve geldiğinde, pantolon ve ceketinde, kurşun
delikleri vardı...
Tekrar fabrikalarda çalışmaya devam etti. O süreçte,
80'e yakın direnişe katıldı. Ayrıca, İstanbul'da gecekondu
direnişlerini örgütledi. Örgütlediği fabrika ya da gecekondu
direnişlerinin tümünde, bizzat oralarda, mutlaka Ömer'i
görürdünüz. 'İstanbul'da ayak basmadık semt bırakmamıştır'
demek, kesinlikle abartı olmayacaktır. Bir devrimci
olarak yaşamda var olmak, biraz da budur, böylesi bir
iradeciliktir, böylesi bir yaşamdır, böylesi bir pratik
ufkudur...
Daha sonra, pratikteki etkinliğinin kaçınılmaz sonucu
olarak, kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde, İstanbul
örgütlenmesinin başına geçti. TDKP'nin ve oradaki semt
komitelerinin, gecekondu direnişlerinin, fabrika komitelerinin
hemen hemen hepsinde yer almıştı.
1984'te bir kez daha düşman eline geçti. TDKP'nin en
önemli görevlerinden birindeydi. Konferansın gerçekleşmesi
sürecinde, 'inşa örgütü' çalışmalarında yer aldı. Aynı
dönemde, MK'da görev aldı.
Fakat daha sonra, çeşitli nedenlerle, kendisi istifa
etti. Daha çok kitle içinde çalışma yapıyordu. İstanbul'da
kitle direnişlerinde bir devrimci öncü olarak, bir örgütçü,
bir militan olarak yer alıyordu...
O süre içerisinde ise hep aranıyordu...
Birkaç gösteri örgütledi, aynı şekilde İstanbul'da çeşitli
gösteriler örgütledi. Yakalandığında, bütün ilişkilerin
hesabı ondan soruldu. Çünkü hem 'Devrimin Sesi' ile
ilgili sorular hem de illegallite alanında gerçekleştirilmiş
konularla ilgili sorular vardı. İlk bir hafta, sürekli
olarak ilişki ve randevu soruldu... İlk bir haftayı
atlatmak, önemliydi. Çünkü, randevuların korunması gerekiyordu.
Randevularında çok dikkatliydi. Bütün önemli örgütsel
randevular, onların evinde ayarlanırdı. Bir baskında
ise en önemli olan buydu. Sürekli dikkatli ve hazırlıklı
oldunduğundan dolayı, baskın anında birşey ele geçirememeleri,
düşmanı çılgına çeviriyordu.
Gözaltı süreci, son derece zorluydu. Cezaevinden tekrar
sorguya götürüldü. İstanbul işkencehanelerinde iki-üç
ay kaldı. Her yakalanan yine aynı şeyleri veriyordu,
Ömer yine orada kalıyordu. Orada, şans eseri ölümü atlattı.
Bir keresinde, işkence sırasında doktor geliyor ve ölmek
üzere olduğunu söylüyor. Kısacası, 1980 sürecindeki
cezaevi yaşamının da ilk iki yılının 8-9 ayı şubede
geçti.
"Cezaevinde iken bir takım tartışmalar başladı.
Ben biraz daha erken çıktım. Cezaevinde şunu çok daha
iyi anlamaya başladım. Türkiye Devrimci Hareketi, 1980'de
büyük bir yenilgiden çıktı. Ama bu yenilgi, 1976-77-78'lerde
başlayan bir yenilgiydi. Potansiyel yüksek olmasına
rağmen, nicelik ve nitelik olarak kendisini yenileyememesi,
olgunlaşamaması ve çocukluk hastalıklarından kurtulamaması,
son derece önemli bir devrim sürecinde yenilgi koşullarını
hazırlamıştır. 1980, o şekilde yaşanan sürecin noktalanmasıydı.
Cezaevinde ise kendi kimliğin önemlidir. Başka hiçbir
şey değil...
Ömer, çocukluğunda ailesini, kim olduğunu bilmiyordu.
Ailesi, Ermeni idi. O, katlimdan kalanlardan tekti.
Dolayısıyla hep, bir yanı Türk, bir yanı Kürt devriminde
kaldı.
TDKP içerisinde iken, hep Kürdistan'ı istiyordu. Orada
görev aldı. O cezaevindeyken, TDKP içindeki tartışmalar,
'biz yenildik' temelindeydi. Ama 84'te ve sonrasında
yükselen başka bir olgu vardı. Sürekli bir mücadele
vardı ve 'buna bakmamız gerekir, öğrenmemiz gerekir'
diyordu. Cezaevlerinde yaşanan direnişlerdeki insanlar,
arkadaşlarıydı.
"Çıktıktan sonra bütün gücüyle çalıştı. 1987, hafızamda
çok önemli bir yer edinmiştir. Ondan sonra pek metropollerde
kalmak istemiyordu. O yıllarda 'Özgürlük Dünyası'nı
çıkarıyordu. TDKP, Kürtlerle tartışıyordu ve Ömer bunu
reddediyordu. Türkiye'de kalamayacağını söylüyordu.
Orada kardeşleri ölürken yürütülen bu tartışmalar anlamsız
geliyordu ona. Bir TDKP'li olarak Kürdistan'a gitmek
istedi. Bugün kolay gibi geliyor. 'Onlardan öğreneceğimiz
şeyler var ve gidip öğrenelim' diyordu...
Bu konudaki tartışmaları çok yaşadık. Sonuçta O, enternasyonalist
bir dayanışmayı gerçekleştirdi. "Yanıbaşımızdaki
bir halk savaşıyor , fiziki olarak savaşın içinde yaşıyor",
diyordu. Küba ve Nikaragua'ya gitmek gerekir diyenler
var, halbuki buradaki savaş ortada, yanımızda... En
son Tigre tartışması çıktığında, son nokta konuldu.
Sıcak savaşın içinde yer almak isteyen insanlar gittiler.
Böyle bir mücadeleye destek sunmamak ikiyüzlülüktü,
halkların kendi kaderlerini tayininden bahsetmek lafta
kalıyordu ve iddianamelere de yabancı kalınıyordu.
"Sonra Fransa'ya gitti ve Kürdistan'a indi. Zaten,
amaç da oydu. Orada O'na, Türkiye'ye dönmesi noktasında
çok ısrar edildi ama reddetti. Türkiye'nin acilen böyle
bir tecrübe birikimine ihtiyacı olduğu konusunda çok
fazla konuşma yaptığını hatırlıyorum. Aksi görüşleri
şiddetle reddetti ve savaşın içinde olmak istedi. Botan'a,
oradan da Gabar'a gitti.
1993-94' de, Gabar'dan bir ropörtaji yayınlandı. Bayram
sonrasıydı, birinin ölümünden bir hafta sonraydı. O
sıralarda görüşme fırsatımız oluyordu. Kendini çok kötü
hissettiğini söylüyordu. "Halkın uyanışına tanıklık
etmek, dünyanın en büyük mutluluğu" diyordu. Gabar'a,
oradan Güney'e ve Botan'a gitti.
Son süreçte, diplomatik faaliyetlere verilmişti. Ulusal
Demokratik Cephe'nin içindeydi. Güney'deki Cephe'nin
kurulmasında görev alıyordu.
Bütün bunlar, O'nun kişiliğinin çok özel yanlarını yeterince
anlatamıyor.
Ömer Özsökmenler'i daha çok, O'nun içindeki küçük şeylerle
anlatmak lazım.
Örneğin, ilk reddedişini anlatmak lazım.
Üniversitede iken, 69 -70'te, babası para gönderiyordu.
Ömer, reddeder ve para kağıtlarını geri yollardı. Düzenin
dışında ve bulunduğu örgüt içerisinde konumlanışı ve
net bir reddedişi vardı. Bu konumlanışın tanımı, mücadelenin
neferi olmaktı. Herkesin yaşamı tercih ettiği, kişisel
yaşam kurmayı tercih ettiği bir zamanda, Ömer hep en
sıcak olunan yerdeydi. Mesela, Avrupa'yı reddetti. Güney'i
tercih etti. Türkiye'ye gönderilmek istendiğinde de
reddetti.
Kendi yazdığı şeyler, O'nu anlatmak için en önemli belgelerdir.
Anlatımlarla tanımlamaya çalışmak, oldukça mekanik oluyor.
O'nu anlatırken, daha çok O'nun yazdıkları gerekli.
Cezaevinde, birlikte bulunduğu diğer yerlerde, Güney
sürecinde, birlikte olduğu insanlarla görüşmek, O'nu
çok daha iyi tanımlayacaktır.
Ömer'in hiçbir zaman teslim olmama özelliği vardı. Devrimci
yaşam içinde, sürekli bir biçimde, riski göze almak
gerekiyor. Koşullar yaratılırsa, herşey yapılıyor. TDKP'yle
sorunlar oradan başladı zaten; risk göze almak. Riskin
ortasında olmak. Kişilik özelliği; riske evet ama, ben
de varım özündeydi...
Askeri timin başındayken, sürekli olarak kendisi bizzat
eylemliliklere katılıyordu. Yönetenler eylemin bir biçimde
de olsa içinde olmazsa, yabancılaşırsa, bürokratik bir
kimlik oluşur.
Aksi halde, her anlamda, deneyim ve tecrübelerin teorik
aktarımı yaşanır. Asıl olan, askeri örgütlülüğü örgütlemek
değildi, içinde bulunmaktı. Herşey yazılıp çiziliyordu
ama o ayrıntıları belirliyordu.
Risk almazsan, kaybetmemek için hiç bir şey yapmazsan,
varlık nedenin ortadan kalkar. O açıdan en önemli kişilik
özelliklerinden biri, riski göze alarak, riskin ortasında
her zaman var olmaktı.
1980 operasyonlarından sonra, O'nun bizzat içinde olduğu
bir şey çıkmadı. Dolayısıyla bazı şeyler daha çok anlatılamaz
gibi. Fakat O, daima, uzaktan örgütleyici değildi, hep,
örgütlediği şeyin içinde oldu.
"Gerek PKK, gerek TDKP içerisinde, kadın devrimcilerin
en büyük destekleyicisi oldu." Yükseltilmesi gereken
kadınlar olmalı" derdi ve ısrar ederdi. Bu noktada
büyük emeği de vardır. Bu ısrarı, 1975'lerden itibaren
onun tipik özelliklerinden biriydi.
"Kişişel yaşantımızda da öyleydi. 30 senelik beraberliğimiz
var ama en çok iki üç yıl beraber olabildik. Hep başka
yerlerde oluyorduk. Farklı yerlerde... Yanlız biraz
birlikte büyüdük. 71'de araya üç dört yıl girdi. Farklı
farklı yerlerde yer alışlar... Sonra hiçbir şey olmamış
gibiydi...
Ben bir fabrikada, o başka bir fabrikada çalışırdı.
Günlerce birbirimizi görmeden ya da görüştüğümüzde,
'merhaba' diyerek geçti bu yıllar. Bazı yıllar iki üç
ay giriyordu araya. 6 sene gene ayrı ayrı yerlerde olma
zorunluluğumuz oldu.
En önemli özelliklerinden biri de bütün çalışma arkadaşlarının
kendisini çok sevmesiydi. O açıdan, birkaç arkadaşının
dışında, herkesin onu iyi anlatacağını düşünüyorum.
Beraber çalıştığı arkadaşlarını, en ince ayrıntısına
kadar düşünürdü. Kendisini ise asla düşünmeyen bir insandı.
79'da sıkıyönetim zamanında, 'bir arkadaş hamile, süt
parası bulmamız gerekir, arkadaş için ceket bulmak,
ayakkabı bulmak gerekir' diyordu.
Sürekli, sadece siyasallığı değil, kimin neresi ağrıyorsa,
kimin neye ihtiyacı varsa; bu ihtiyacı dostluk olabilir,
sevgi olabilir, değişik katkı ya da eylemin bizzat örgütlenmesi
olabilir, tüm bunları düşünürdü. Yaşamın kendisini,
insanın kendisini temel aldığı için, O'nu herkesin iyi
anlatacağına eminim...
Benim ondan öğrendiğim birşey; 'devrim devrimdir, devrim
için tutkusu olan herkes, yakın arkadaşdırlar, dostdurlar'
düşüncesiydi. Çevresinde çok değişik insanlar oluşuyordu.
Birbiriyle ilgisi olmayan insanlarla, her siyasetten,
belki bir başka platformda bir araya gelemeyecek insanlarla,
herkesle derin dostluklar kurardı. Yetişmek, yetiştirmek
için vardı...
İnsan, özelliğini hiç yitirmedi. Şematikliğe düşmedi.
Uzun süren devrimci hareketlerde, o temelde gidiyordu.
Özellikle devrimin devrimcisi olduğunu belirtiyordu.Hatalarda,
yanlışlarda, hep özeleştiri isterdi. Çevresinden, ilişkilerinden,
kendi yaptığı işlerden...
Dönemi değil, kendisini eleştiren bir yapısı vardı.
Çünkü, 'biz ne yaptık' derdi. 'Biz neydik orada'? 'Biz
de yapamadık'. Hep somut koşulları göz önüne alırdı.
Kendini daha çok eleştiren bir yapıya sahipti.
Yaşamaya çok büyük bir tutkuyla bağlıydı hep ve yaşadığı
anın keyfini çıkarmaya bakardı. Ne olursa olsun...
O, böyle bir yaşamda fazla yaşayamayacağını biliyordu.
"Paylaştığımız her an şunu derdi; 'şu anı hiç unutma,
çünkü belki bir daha hiç yaşanmayacak'.
O an, herhangi bir şey olabilirdi. Güneşin doğuşunu
seyretmek ya da dostlarla bir şeyler paylaşmak gibi
bir an olabilirdi. Yaşadığı her anı sonuna kadar yaşayan
ve yaşamın bütün keyiflerini o kadar sıcaklığın içerisinde
tadabilen biriydi.
Evet, belki de o tadı, o insanlar alabiliyor. Yaşadığın
anı, en iyi şekilde yaşamak ve onun içerisinde bütün
riskleri göze alabilmek... Hep kendini tuttuğunda, zaten
hiç birşey yapamıyorsun.
Hep gülerdi. Onun gözleri hep gülerdi. Yaşamı ve arkadaşlarını
büyük bir tutkuyla severdi. Arkadaş ve dostlarına çok
değer verirdi. Bu, devrimci yoldaşlığın ötesinde bir
şeydi. Sadece devrimcilerden değil, her çevreden dostlara
sahipti. Çok tuhaf arkadaşlıkları vardı. Sokaktaki insanlarla,
mahalledeki komşularla, benden daha çok arkadaştı. Bizi
arkadaş, kardeş ya da akraba sanırlardı. Evli ya da
beraber olacağımızı kimse düşünemezdi. Benzerliğimiz
vardı. Bu da belki birlikte büyümenin, dünyayı algılamanın
verdiği bir sonuçtu. Benzerliğimiz çoktu ama,O benden
çok daha ataktı. Hiç kural tanımazdı. Bense, kuralları
tanırdım...
Kendine ait özel şeyler yaratabilmesini bilir di. Düzenli
yaşamak, temiz ve titizliğe çok önem verirdi. Onun hastalığı
olmuştu. Cezaevinde hep söylerlerdi. Herkesi sıraya
dizip zorunlu banyo, temizlik yaptırırdı.
"Güzel bir yaşamı paylaştık. Böyle insanlar, genellikle
yaşamın güzelliğini en temelden yaşardı. Bunları, bugünün
devrimciliğini yaşayamamakla karıştırsalarda...
Yaşamın her anını, nerede ne şekilde olursa olsun, dolu
dolu yaşayabilmek. Bilmekten gelen çoşku. Mesela güneşin
doğuşunu seyretmek, o sana yetiyor. Ama bugün seyret,
hiçbir anlamı kalmıyor...
Anların çok kısa olduğunu bilmek ama o anların yaşamın
bir parçası olduğunu da bilmek. Devrimin yoksulluğunu
değil zenginliğini, duygu zenginliğini, yaşamın zenginliğini,
bütün bunların güzelliklerin bir parçası olduğunu bilmek
ve onunla yaşamak.
İşte o zaman dostluklarında da yaptıklarında da mücadeledende
de çok derin oluyorsun. Çünkü sakınmaya başladığında;
eşini, dostluklarını, yaşamını, sahip olduklarını, herşeyi
sakınıyorsun ve o, bir yaşam biçimi oluyor.
Duygularını sakınıyorsun sonunda...
Sakınmak, karakter biçimin oluyor.
Sakınmadan yaşamak, bütün bunlardan sakınmadan yaşayabilmeyi
içeren bir şey...
Devrimi, bugün zaten kendinde, an be an yaşıyorsun.
" Ömer, çok da esprili bir arkadaştı. Bazen isyan
ediyor insan, neden en güzel insanlarını alıyor devrim?
En güzel insanlar kaçtığında, güzel birşeyler yaratmak
zor. Fakat o güzel insanların da sakınmaması gerekir.
Neye mal olursa olsun; bu, bütün devrimlerde böyledir.
Devrimin bize yansıyan bir kaç yönüdür. Onlar bir anlamda
şematik kişiliklerdir ama onun arkasında var olan binlerce
güzellikler, güzel insanlar vardır. Başka türlü olmuyor
zaten. Devrimciler hep önde gitmek zorundadır. Orada
öylece var olmakta bir güzellik var ve o güzelliği kaybetmemek
gerekiyor.
Onun başka insanlara verdiği çoşku, başka insanlarda
düşündürdükleri, o anlamda son derece önemli.
Anadolu topraklarında devrimin üç sürecini yaşadı. Elli
yaşında vardı.
Tekrar tekrar aynı süreçleri yaşamıştı.
İşin ilginç yanı, Kur'anı çok iyi bilirdi. Arapça bilirdi.
Fransızca bilirdi. Türkçesini çok iyi kullanırdı. Yeni
konuları da çok iyi bilirdi. Hemen hemen herşeye, hayattaki
herşeye bir şekilde bulaşmıştı.
O aşamalardan geldiği için de, herkesle çok rahat diyalog
kurabiliyordu. Halkçıydı aslında. Çok okuyan bir insandı
ama çağımızda olduğu gibi halktan kopuk bir bilgi değildi
Onunkisi. Ben önem veriyorum buna. Halkçı, halktan biri,
içinden biri olmalı ve onların anladığı dili bilmeli,
o dilden konuşmalı. Onlarla bütünleşebilmeli.
Birçok devrimci arkadaşla dostluk kurabilen, onları
kazanabilen bir insandı. Önemli bir özellik. Çoğumuz
bunu aşamıyoruz çünkü.
"Annesinin ve babasının en iyi arkadaşıydı. Annem
de bütün çocuklarından çok severdi O'nu. Kabul etmesek
de, hep çok yakın, hep çok uzak olmaya alışmıştık."
50 yıllık hasatın içine sığdırdığı 250-300 yıllık bir
hayatı var. Müthiş mücadele etti. 50 yıllık hayatından
konuşuyoruz. Anlatamıyoruz. Başka bir boyuta geçemedik
hala. Ömer'in yaşadığı boyutlardayız. Başka bir boyuta
geçersek, iz dönüşür. İç kayma fikri bizi korkutuyor.
Birgün birşeye kaymaktan korktuğumuz için, birşeyler
yapamıyoruz.
Hiç görmediğimiz, tanımadığımız bir takım insanlar,
Deniz, Mahir, bizim için hala canlı, yaşayan bireyler.
Yaşadıkları ortamı çok fazla dolduran ve belirleyen
insanlar oldular.
"Kendi adıma konuşayım, çok güzel yaşadım. Yani
sadece anılarda yaşamak insanı öldürür. O anıları da
öldürür. Bu, sizin için de zor. Bayan devrimciler anıları,
ayrılıkları herşeyi kaldırıyorlar. Hele kendileri devrimcilerse,
uzun-kısa ayrılıkları, zorlukları kaldırıyorlar.
Şimdi sen bir simgesin. 20-25 yıl birlikte yaşayan,
bunun içinde 3 yıl beraber yaşayan. Buna rağmen sevgiyi,
aşkı dimdik ayakta tutan, geliştiren bir bayan devrimci
olarak, anlatabilmen gerekli ki, çok güzel yaşandı.
Mutluluk duyulabileceğini, çaresiz ve zor olmadığını,
insan aklıyla yaşayabileceğini anlatmak lazım ki o insanlar
bilsinler...
"Ben cezaevinden çıkmıştım. Herkes, 'biz ne yaşadık
ki' diyor. Ben, 'biz çok güzel şeyler yaşadık' diyorum.
Çok sert tartışmalar. 'Siz nereden biliyorsunuz. benim
yaşadığımı. Kötü değerlendiriyorsanız, o anı kötü değerlendirdiğiniz
için, o andan koptuğunuz için... Biz çok güzel yaşadık'...
Bir tarihi yaşamak ve onun içinde birlikte olabilmek,
birçok insan, bir çok dost kazanabilmek ve kendinle
çelişkiye düşmemek, yaşamın güzellikleri başka ne olabilir
ki...
Cezaevi süreci çok güzeldi. Yani, en kötü anları güzel
yapabilen insanın güzellikleriydi yaşadıklarımız...
Yoksa sürekli o kötü anları yaşayıp, hatırlayan insanların
dünyası tabii ki güzel olamaz. O insanlar başka yaşamlara
geçtiler ve oralar da da çok huysuz ve rahatsızlar.
Demek ki mutluluk kafa ve ruhtan kaynaklanıyor."
"Bir de herşey, çok fazla emek işi. İnsanlar devrimciliğe,
dostluğa, emek, sevgi ve aşka da çok basit yaklaşıyorlar.
Bunu kavrayamıyorlar. Aile ve çocuk ilişkileri de ayrı.
O kadar çok emek işi ki bunu herkes söylüyor.
"Bütün bu süreç içinde hiç mi çatışmalar yaşanmadı...
İnsan ailesiyle, dostlarıyla, sevdiğiyle büyük çatışmalar
yaşıyor. Zaten çatışmanın olmadığı yerde hayat yoktur.
Birinde, diğerine tabi olma vardır. Düzene, aileye,
eşine tabi olma, çocuğun ailenin baskısına tabi olması,
erkeğin kadına tabi olması vardır. Bu çatışmayı yaşarken
bir de saygıyı kaybetmemek en önemli şeylerden biridir.
Başarı...
İki çiftin, insanların tartışmalarına baktığımda çok
şaşırıyorum. Yani çok ürküyorum. O kadar ciddi şeyleri,
o kadar sıradan söylüyorlar ki ben hiç yaşamadım bunu.
Dostlarıma karşı da sevdiğim insanlara karşı da öyle
değildi. Kötü biçimde kullanmak, onu öyle nitelendirmek.
Aptal, salak diyebilmek, onu öyle nitelendirmek, öyle
rahat kullanılıyor ki... Ben niye aptal biriyle dost
olayım, arkadaş olayım, onun aptallığı, benim de aptallığımdır
sonuçta. Herşeyin içerisindeki o saygı ve ilişkilerin
düzeyini yakalayamamak, galiba biraz mesele buralarda...
Evet, emek dediğim şey, çok gözetilen bir şey olmazsa,
ilişkiler emekle inşa edilmezse, insanlar çok çabuk
karşı koyuyor veya çok çabuk bırakıyorlar. Çok çabuk
devrimci oluyorlar ve çok çabuk bırakıyorlar, yani uzun
soluklu olmuyor, terkediyorlar. Ömründe bir tek insan
kazanmamış insanın, insanları kaybetmesi o kadar kolay
ki... Bir tek ilişkiyi örmemiş insanların, ilişkileri
koparması o kadar kolay ki. Çok çabuk çarpı koyuyorlar.
Dostluğun, sevginin üzerine çok çabuk çarpı koyuyorlar.
Çünkü çok çabuk elde ediyorlar. Sevgi içinde bir problem
çıktığında, bir tek istisna göremedim, yoğun emek harcamış
ve aynı konumda olan insanlarda, konu ve emekler aynı
değil. O yüzden zaten kopuşlar çok. İnsanlar herşeyden
kopabiliyor. Ters yüz oluyor ve ağlayıp bakıyorsun.
Başka birşey de, çevreden arkadaşlarla konuşuyoruz,
ortak ruh çok ç önemli. Eskiden devrim kaygısını, aynı
ortak ruhla farkederlerdi. Şimdi aynı örgütün içindeki
insanlar bile, ortak ruhu yaratamıyorlar. Bu beni çok
tedirgin ediyor.
"Bu aynı şeyi yaşamak, kim yaparsa, yapsın aynı
sevinci duymak. Şimdi biz niye yapamadık. Evet, sen
de yap ama başkalarının yaptıklarından da kıvanç duy.
Devrimin hanesine geçen bir artı sonuçta.
"Yanlışları da aynı ciddiyetle, dostlukla eleştirmek
gerek. Belki de dünyayı böyle sorguladığımız, böyle
yaşadığımız için, bizim dostluklarımız daha derin oluyor.
Türkiye Solunda çok yaygın. Ya orada, ya öbür tarafta
olmak. Onun ortasında birşey yok. Gencecik çocukların,
gençlik heyecanını görememeleri sonuçta.
Bürokratizm, devrimci örgütlerde var, bunu aşmadıkça
kurtulamayacağız. İnsiyatif meselesi, yapılması gereken
bu deyip, yapabilmek. Yani şu anda bunu yapmak gerekiyor.
Yapılması gerekenler şunlar, şunlar deyip, bunun işçisi
de benim demek gerekiyor. Örneğin, bu, bir önceki dönemin
en belirgin özelliklerinden biriydi.
"Ömer, insiyatifini sonuna kadar kullanırdı. Ve
bunun böyle yapılması gerektiğini söylerdi, anlatmaya
çalışırdı. Onlar, fabrika çalışmasında yer aldılar.
Hep anlatırdı, gün geldiğinde tek başınıza kalacaksınız,
ama siz tek başına devrimi temsil etttiğinizi, asla
unutmamalısınız. Tek başına bir devrimcinin yapacağı
çok şey vardır.
"Ben, 80 döneminde tek başıma kaldım. Ne yapacağım
diye düşündüm. Ve bütün ilişkilerim gitti. Önce aklıma
gelen baskı makinasını buldum. Üç tane eve gittim ve
oradan bir komite çıkardım. Ama o sözler hep kafama
çakılmıştı:
Tek başına bile kalsan, sen bir şeyi temsil ediyorsun.
Oradan başlattığın zaman o insiyatifi kullanmak, ne
gerekiyorsa orada, anında yapmak...
Bu, eski devrimcilerde belirgin bir özellikti. Şimdi
direktif gelmeden kimse parmağını oynatmıyor. O işin
ötesi gelecek. O, başlardan başladı.
Gene yeni insanı yaratmak gerekiyor. Sözgelimi, harçlara
zam gelmiş, doğal olarak sokağa fırlamamız lazım, bunu
kimsenin size söylemesine gerek yok. Burada başlar bu
iş. Birşeye karşı tepki gösterirsin ve tepkini bir şekilde
ifade edersin.
Ama tepki göstermiyorlar insanlar.
Böyle öfke duymuyorlar.
Düzene, yaşama, yanlışlara öfke duymak..
"Bir eve taşınmıştık biz. İstinye'deki eve. Orada
bir dolap yaptırdık. Mutfakta dolap yoktu, yaptırmıştık.
Dolabı güzel yapmamış marangoz. Ömer, gidiyor geliyor,
gidiyor geliyor; bu marangoz niye böyle yapmış, madem
bu işi yapıyor niye emeğine saygı göstermemiş, niye
kötü yapmış... Gitti geldi ve marangozla kavga etti,
adama yeniden yaptırdı. Yani, sen emeğine nasıl saygı
göstermezsin. Sen burada birşey yapıyorsun, en iyisini
yapmamanı kabul etmiyorum. Gerçekten sonradan iyisi
yapıldı, getirildi...
Bu, sadece bir dolaba değil, yaşama, inşa ettiğin ilişkiye,
emek veriyorsan, en iyisini vermelisin. Çalakalem yapamazsın,
yaşayamazsın. Yaparsan da onun yıkılmasını görebilirsin.
Bunlar çok ayrıntıymış gibi görünüyor ama yaşamın biçimi
buralarda, bu ayrıntılarda gizli. İnsanın, daha iyisini
yapabilecekken yapmaması, en çok öfke duyulacak bir
şeydir. Yetinmek, kabullenmek, sakınmak... En kötüsü,
güzel sözü bile söylemekten sakınıyor insanlar.
Yani insanın bir dostuna, çocuğuna, ailesine söyleyeceği
güzel sözü sakınıyor insan. Anlaşılmaz birşey. Yaşamı
sakınıyor. Ben de çok sakınmasız yaşadım. Herşeyi. Tarih
haksızlık etmedi bana, devrimcilik verdi, Ömer gibi
bir eş verdi, çok ciddi sevgiler verdi. Çok güzel, iyi
yaşadığımızı düşünüyorum.
Başka dönemde yaşamak istemezdim.
Tabi çok fantazilerim var ama... Ömer'le beraber düşlediğimiz
bir fantaziydi Mars'a yolculuk yapmak, imkansıza, geri
dönüşü olmasa bile...
Ankara Hukuk'ta, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçememişti
hayatta. Onlar öyle işte.
Geldim, ne yapabilirim? Ya savrulacaksın... Tek şey
aklıma geldi, çalışmak... Bir şey üretmezsen, savruluyorsun
çünkü. Çare, üretmekti.
Hep savrulmalar var çünkü. 70 sonrası, 80 sonrası savrulmalar...
Kendi kendine, 'ben hala var mıyım' sorusunu sormasan
da, sonuçta savruluyorsun.
Birçok insan da, değerli insan da böyle savruldu gitti.
O ilk adımı atmak çok önemli çünkü. İlk adım, nereye
gideceğini belirliyor.
"Ama, neyi kabullenemiyorum? Ne kadar seversem
seveyim, tamamen farklı bir hayata geçmek kolay değil.
İlk adımı yanlış yaptın, ikinci adımda yanlış yaptın,
bunun bir geriye dönüşü var. İnsanlar hata yapabilir.
Bizim hayatımız da bu kadar güzel geçti dememize rağmen,
hatalar yığını. Bu yanlışların çocukları, kimin çocuğu,
bizim çocuklarımız.
Gücümüz değiştirmeye yetmedi.
Asla kendimizi ayrı tutmuyorum. Gücümüz değiştirmeye
yetmedi. Doğruları göremedik. Çünkü hepsi bizim çocuğumuz,
kimseyi küçümsemeye hakkımız yok. Ancak yanlış anlayışlara
bugün aynı şekilde düşmemek. Aynı değil, güzellikler
kadar yanlışlar var hayatımızda. Yoksa devrim bugün
bu noktada olmazdı. Farklı nedenler var. Halk o zaman
büyük yanıt verdi. Parmağımızı oynatsak yanıt verildi.
Yalnız şöyle bir şey vardı, biz o zaman çok konuşurduk...
"İyi de bir dostluk vardı Ömer'le aramızda. 24
saat bir aradaydık, iki üç kişi de olsak, bütün gün
konuşurduk aramızda. Bazen, 'yeter, biraz da bizimle
konuşun' derlerdi.
80 öncesi, evet birşey vardı. Bir şey patlaması vardı
ama kadronun bunu kaldıracak gücü yoktu. 80 öncesi kadroların
yoğun çalışması olduğu dönemde tam 'iktidarı almaya
hazır mıyız, kapasite olarak var mıyız' sorusunu soruyorduk.
Ben bugün düşünüyorum hala, örneğin, Sümerbank'ın başına
kimi getireceksin, bankaların başına kimi getireceksin.
Kazayla aldık yani İstanbul'u, belediye başkanı olarak
kimi yapacaksın?
Devrimcilerin işi yıkmak değil aslında, yapmak. Oysa
biz yıkmayı biliyoruz. Bunun sonuçları da var nitekim.
O kebapçı dükkanını kuruyor ama bunu benim için kurmuyor,
bireysel yararın varsa yapıyorsun.
O dönemde kafamızı kurcalayan şuydu: Tamam, herşey büyüyerek
gidiyor ama nereye gidiyoruz? Kadrolar bu olgunlukta
değil. Küçük çatışmalardan zaman zaman başarıyla çıkıyorsun
ama bu kadrolar bu olgunlukta değil. Zaten bu olgunlukta
olmadığımızı, 80 geldikten sonra anladık...
Ama sorun o gelmeden anlayıp kadrolar yetersiz diyebilmekti.
Eğitime ağırlık verebilmekti. İşte o geri çekilme, gerçekten
baktığımızda, o noktada gerekirdi. 75'lerde, 77'lerde
gerekliydi. Onu biz, çok tartışmıştık.
Ama, akıllı bir geriye çekilme gerekliydi. Herkes diyor
ki, yok kitle mücadelesiyle, ekonomik krizin derinleşmesiyle
siyasal krize dönüşür. İşte öyle değil, 24 Ocak'ta kararlar
alındı, bunun doğal sonuçları olacak. Geliyorlar artık.
Bunun yoğun tartışmalarını yaşadık.
"Tartıştığımızı hatırlıyorum, keşke daha cesur
tartışma imkanı olsaydı. Ömer çıkarılabilseydi, bir
de öyle bir denklik gerekiyor. O kararı almak yetmiyor.
Uygulamak gerekli. Tarihin de biraz yardım etmesi gerekli.
Çok somut oldu, mevcut iki kişiden birinin çıkması,
çok şeyi değiştirebiliyor. Tarih de biraz yardım etmeli.
Benzer tartışmalar, her yerde yaşandı. Bu çekilmeyi
tek uygulayabilen PKK oldu ve orada kazandı zaten...
O çekilmeyi de Avrupa'ya değil, Ortadoğu'ya yaptı ve
orada kazandı.
Bir, düzenli geri çekilmeyi sağladı; iki, çekilmeyi
Avrupa'ya değil, Ortadoğu'ya yaptığı için, orada kazandı.
69-74 arasında onu yapabilenler kazandı. O zaman da
gözünü herkes Ortadoğu'ya dikmişti. Sonra Filistin'e
girenler, döndü. 74-80'de, bir yükseliş sağlandı.
Onu ben, bulunduğu toprakları terketmeme şeklinde tanımlıyorum.
Tabi bunu söylerken, Ankara-İstanbul'da bulunmayı kasdedmiyorum.
Dinamiklerin olduğu yerde terketmemenin gerektiğini,
şimdi somut olarak görüyorum, bunlar o zaman ancak teoride
görebildiğimiz şeylerdi.
Bir de şu yönü var tarihin, nedense haklı olan insanlar
o kadar cesur olamıyor derslere karşı.
Böyle bir durumun gerçekliği var. Tartışmalarda çok
değerli şeyler söyleyen ama efendice söyleyen insanlar
değil de saldırgan ve ilkesizce tartışan insanlar tartışmayı
sonuçlandırıyordu.
Çok ağır bir şey bu...
Devrimciler, sanki o tarzı birden kaybettiler. Sanki
tarzı tersten aldılar. Ama genellikle o gibi tartışmalarda,
Ömer gibi gözünü hep pratiğe diken, hep yarına dikenlere,
tartışmalarda hep bir şeyler oluyor, yani başkaları
tartışıyor birileri de yakıyor birilerini...
Aslında öyle oldu o dönemde, ben çok iyi hatırlıyorum,
öyle yaşandı. Ben biraz öyle olmaması için kışkırtmaya
çalıştım ama olmadı. Belki de oradan ders almamız gerekir,
gözünüz pratikteyken de işin o yanını boş bırakmamak
lazım. Pratik bazı şeyleri belirlemiyor, diğerlerinin
de çok önemi var. Türkiye'de çok başındayız bizler.
Bugün PKK'de hiç kimse belirleyemez, yani çok olumsuz
bir takım şahısların da PKK'yi başka yerlere götürme
şansı olamaz. Durum bundan çıkmıştır.
"Yeniden özelimize dönersek; evet, yani galiba
biz birbirimizi de çok sevdik. O noktada, hiç vazgeçmeyi
düşünmedik. Koşullar ne olursa olsun. Birbirimizden
çok şey öğrendik. Şu noktada çok dikkatliydi: Güzellikleri
yaratabilen bir insandı. Bence hayatımız ne kadar zor
olursa olsun, onun güzellikleri yaratabilme becerisi
çok önemliydi.
Aslında çok çapkındı ben onu tanımadan önce, yani sonra
kendiliğinden gelinen bir süreç oldu. O anları, çok
tuhaf yaşadık. Bunu nasıl ifade edebilirim ki. Çok dengesiz
iki yaşam. Bilemiyorum galiba biraz öyle oldu.
Belki şu idi, çok genç yaşta birbirini tanımak önemliydi.
O arada dostluğu geliştirip tartışmak, konuşmak, birlikte
yolunu bulmaya çalışmak. O önemliydi. Zaman zaman birimiz
çekiyordu sürecin yükünü. Onu da farkediyorduk. 80 öncesinde
zaman zaman benim çektiğim oluyordu. 80'de, cezaevi
süreci bizim kendi ilişkilerimiz konusunda özeleştiri
yaptığımız bir süreçti. Kişisel ilişkilerimiz konusunda
da, konuşabiliyorduk. Çünkü böylesi ilişkilerde bile
insanlar birbirini engelleyebiliyorlar. Çünkü birinin
birşeyler yapabilmesi için öbürünün fedakarlık yapması
gerekebiliyordu.
Bunları tartışabiliyorduk. Bunları aşmanın yollarını
görebiliyorduk. Belki bir yanı da oydu. Yani sorunlar,
ilişkiye birikmiyordu.
Bir kısmı birikse bile, onun boşaltmanın ve yeniden
inşa etmenin yollarını bulabiliyorduk. O bir şanstı
bizim için.
"80 sonrası öyle bir süreç yaşandı. İlişkimizde
de onun önemli olduğunu düşünüyorum. Yani, hata yaptık
ama, en çok kırıldığı anda bile vazgeçmemesinin gerektiğini
anlıyorum.
Vazgeçmedik, ne devrimden ne de birbirimizden...
Çünkü bir çok başka şeyleri de böyle düşündük. Eğer
genel olarak birşeyle birliği düşünürsen, bütün mantığın
o birliği nasıl kuracağın üzerine yoğunlaşır. Bu birlik,
beraberlik meselesinde böyledir.
Yaşanan hayatlar çok kolay hayatlar değil, yaşanan ilişkiler
de çok kolay değil. Devrim de bugün bize psikolojik
doygunluk ve kendi kendinle barışıklığın dışında, fazla
maddi bir şey vermiyor. Zor hayatlar yaşanıyor ama,
birşeyle birliği düşünürsen, o birliğin nasıl inşa edilebileceğini
düşünürsün. Eğer ayrılığı düşünürsen, aklına gelen şey,
o ayrılığı derinleştirip hep kötü yanlarını ön plana
çıkarmak olur. Ailede de böyledir. Çocuğunda da böyledir.
Sonuçta, örgüt ilişkinde de aynıdır.
Evlilik te de, eğer ayrılığı kafanızda istiyorsanız;
hep kötülük ve haksızlıkları hazırlarsınız. Ve başlarsınız
bana çok haksızlık ettiler demeye... Yoldaşların etmiştir,
devrim etmiştir, devlet, eşin etmiştir.
Orada birliği düşünürsen, hep güzellikler üzerine düşünürsün.
Ben bunun çok önemli bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.
Bir de başka bir şey; Ömer de sanırım böyle düşünüyordu.
Böyle konuşurduk, hayatımızda hiç fedakarlık yapmadık
biz, sadece öyle yaşamak istediğimiz için yaşadık. Kimse
için yapmadık bu fedakarlığı. Yaptığımız bir fedakarlık
değildi.
Çünkü fedakarlık yaptığını düşündüğün anda; fedakarlığın
diyetini istiyoruz. Hayır, biz, istediğimiz için böyle
yaşadık. Kimse istediği için yapmadık, herşeyden önce,
kendi isteğimiz için böyle yaşadık...
Devrimci olmayı istediğimizden, birlikte yaşamayı istediğimizden,
kimse için fedakarlık yapmadık. Onun için birşeye katlanılmış
olmuyor. Bu senin yaşam tercihin. Bu bende sabit bir
fikir haline gelmişti.
"Cezaevinden çıktığımda da kadınlar, kocalarını
beklemişler kapıların önünde. Evet, saygı duyuyorum,
ama bunun diyetini istediler. Bu diyetler çok pahalıya
mal oldu. Ben cezaevinden çıktığımda, Ömer cezaevinden
çıktığında asla bir şey istemeyeceğim diye kafama taktım.
Yani, yemek yiyelim dediğinde bile; ne istersen onu
ye. Kimse kimseye diyet ödetmeye kalkmasın. Çünkü kimse
kensi için bir şey yapmadı...
Belki bu noktada ilişkimiz bu kadar uzun sürebildi.
Kimse kimseye diyet ödetmeye kalkmadı. Öyle yaşamak
istedi, o yaşamın içinde güzellikler de ümitler de vardı,
kötülükler de...
Bütün bunları görerek ve öğrenerek yaşandı. Tabi başta
bunun böyle olduğunu bilmiyorsun. Bütün bunlardan öğrenerek,
birşeyle birlikte olmak istemenin çok önemli olduğunu
düşünüyorum. Umduğumu, yaşadığımı ve yaşamakta olduğumu
söyleyebilirim.
Hiç güzel şeyler vadetmedik, zaten gerekmiyordu. Güzellik
senin o yaşamının içinde vardı, tercihinde vardı. Mistik
falan görebilir bazıları ama, 10 yıl bir insanın başka
bir insanı beklemesi bile, o kadar güzel bir şey ki...
Ama beklemiyorsun, söylemek istediğim o işte. Çünkü
sen öyle istediğin için, sen o tercihini öyle yaptığın
için... Birçok insan anlamıyor. Beklemeyi kullanmaman
lazım. Hayır, ben biliyordum, böyle yaşamayı tercih
ettim. Benim şansım baştan böyleydi.
Bugünkü bilinçle öyle değil ama, biliyorduk ve hissediyorduk.
Yani ben 74'te bir araya geldiğimizde, Ömer bana ve
ben ona; ben seni şu kadar bekledim demedik. İstemeseydi,
beklemezdi insanlar birbirini. Demek ki öyle yaşamayı
tercih ediyor insanlar...
"O kelimelere bazen çok takıyorum. Ama biraz beklemek,
fedakarlık yapmak karşılığında diyet istiyor insanlar
ve diyet, herşeyi öldürüyor. Çocuk-anne, karı- koca,
dostluk ilişkisini de öldürüyor. Bak ben sana iyi davrandım,
çünkü ben sana öyle davranmak istedim. Belki uzun süre
birlikte olunmasının nedeni bu. Kimse kimseye diyet
ödetmedi, bunu dayatmadı.
Birlikte, ama özgür yaşadık. Bu demek değil ki hiç tatsız
tartışmalarımız olmadı. Bunlar doğal, çok sert tartışmalar
da oldu. Birlikte yaşamayı istiyorsan, o güzellikleri
görüyorsun. Gerçekten felsefi olarak da çok olur böyle
şeyler.
Bir çok örnek var. Taraflardan biri devrimci, diğeri
değil, buna rağmen iki insan böyle bir istek duyuyor.
O ilişkide genellikle bayanların yaşantısı değişiyor/değiştiriliyor.
Burada, ortak sevinçlerin olmayacağını düşünüyorum.
Şimdi ortak ruh denilen, belki yaşamı belirleyen şeydir.
Çok kaba olarak örnek vereyim. Eşlerden biri 1 Mayıs'a
müthiş bir çoşkuyla giderken, öbürü bir o kadar kayıtsız
olabiliyorsa, orada hiç bir konuda gerçek anlamda ortak
ruhu yaratabilmek mümkün değildir. Oradaki heyecanı
duymak, yaşamın temel çizgisidir. Diğeri, bu çizgiyi
farklı bir biçimde çizmiştir.
Şöyle değil, her şey bir ve aynı değildir insanlarda.
Olmaz böyle bir şey, aksi halde insanlar birbirinin
kopyası olur. Bir de insanları, bizim istediğimiz biçime
sokmamızın da yanlış olduğunu düşünüyorum ben. Yani
insanları olduğu gibi görmek ve o olduğu için sevebilmenin
çok önemli olduğunu düşünüyorum. O öyle olsaydı daha
çok severdim, hayır o öyle, o öyleydi... Güzelliği de
eksikliği de belki kötülüğü de içinde taşıyan bir insan...
Onu öyle sevebilmek önemli.
Burada doğru yanlış ayırımı biraz farklı bir şey. Yani
şöyle, bir arkadaş bir örnek vermişti, o örneği çok
severim. Bir insan bir kuşu sevebilir, öbürü de çiçeği
sevebilir, yani müzikte bu bir zevk. Ama örneğin bir
insan temizliği, bin insan pisliği sevmez. Doğru olan
temizliktir. Olduğu gibi sevmek derken onu kastediyorum.
Her zaman çok iyi, çok güzel, çok düzgün olmasını beklememek
lazım insanların. Biz ne kadar öyleyiz ki... Yani sevebilmek,
öyle sevebilmek, olduğu gibi kabul edip...
"Ama müthiş yanlışlar içindeyse, artık ortak bir
yaşam, ortak bir ruhu taşıyamıyorsa, işte orada ayrılmalar,
kopmalar başlıyor. Ve doğru ayrılmalar, kopmalardır
bunlar... Yani o, doğal bir şey oluyor. Ortak sevinci,
ortak acıyı duyamıyorsa, orada farklı noktalarda olduğunu
görüyorsun. Yani çok kaba örnekler vereceğim şimdi.
18 yaşında bir genç sokakta vurulmuş, sen acı içindesin,
o acıyı paylaşamıyorsan, orada ne dostluk kalıyor, ne
sevgi kalıyor.
Bu anlamda o farklılıktan yola çıkıp da ortak ruh yakalanamayacağını
düşünüyorum. Dünyalar farklılılaşıyor, özlemler farklılaşıyor,
duygulanmalar farklılaşıyor. Sen başka şeylerin kaygısında
oluyorsun, başka bir ruh anını yaşıyorsun o anda, öbürü
başka, çok başka bir şeyi yaşıyor. O zaman ortak ne
kaldı ki... Yoksa sen kitap okumak isteyebilirsin, öbürü
sinemaya gitmek ister, bu çok büyük bir farklılık değildir.
Yani acıları ve sevinçleri ortak olarak yaşamanın önemli
olduğunu düşünüyorum. Eğer bunu yaşayamıyorsak, dünyalar
ayrılmış demektir. Ve orada çok zor bir ilişki olacaktır.
Zorlama ilişki haline dönüşecektir."
"Ömer'in ölümünü ilk öğrendiğimde neler hissettim?
Bir şey tercih ettiğinde, sonucunu da biliyorsun aslında...
Ama bilmek ve yaşamak başka bir şey. İkisi çok farklı
bir şey... Yani çok sarsıldım, halen de çok sarsılıyorum.
Halen de söylüyorum, bunu herkese de çok açık söylüyorum,
beni çok sarstı. Çok uzun süre, hala yine yüzleşemiyorum,
yani çok uzakta olmasına çok alışkınım, çünkü böyle
şeyler hep gerekti, gerektiği için de öyle yaşadık.
Aslında bir kez daha görüşememe ihtimalinin çok fazla
olduğunu biliyorduk. Burada yaşam tercihin olduğu için,
bu kabullenilmiş bir şeydi. Belki o yüzden şimdi hep
söz edemiyorum olaydan.
Çünkü öyle bir olay olsa da olmasa da benim yaşamım
değişmeyecek. Duyduğum saygı ve sevgi de değişmeyecekti...
Bugün için böyle bu. Bugün böyle düşünüyorum. Bir şeye
soyunmak niyetinde değilim. O beni en çok korkutan noktalardan
biri. Hayır, ifade etmem zor. Çünkü ben ne hissediyorsam
onu yaşadım. Ve ne hissediyorsam, onu yaşamak istiyorum.
Böyle bir takım elbiseleri giymek, bir takım kimlikleri
etiket olarak kullanmak, hayatımda en çok korktuğum
şeydi. Zaten o öyle de olsa daha sonra değişebilir.
Evet o etiket ve kimlikleri atabilmek, takındığın kadar
çok kolay oluyor, o değil. Ama şunu biliyorum, belki
bir noktada kesişmeyecekti hayatlar. Bunu bilmek çok
zor değil. Çünkü hayatımızda hiç oyun oynamadık.
Devrimci olunmuş gibi yapmadık. Devrimci olunacaksa
sonuna kadar olunur. Bunun sonunda ne olacağını da biliyoruz.
O, deyim içinde bilinen bir şeydi. Ve aşağı gitme kararı
alınırken, bu bilinerek gidilmişti. Orada olurken de
kenarda köşede dururum diye bir şey yok. Oradaki savaşın
son derece sıcak çatışmalarla yaşandığı bilerek atılmış
bir adımdı. O yüzden, aslında belki bir daha hiç görüşemeyeceğini
biliyorsun ama bilmek ve yaşamak farklı bir şey...
"Çok sarsıldım, inanılmaz derecede sarsıldım. Yani
o sarsıntıyı çok uzun süre atamayacağımı biliyorum.
Ama o sarsıntıyla birlikte yaşamayı becerebileceğim.
O yüzden de duygularımı hiç gizleme gereği duymuyorum.
Genellikle konuşmamayı tercih ediyorum zaten. Bir süre
sonra bunu da atabileceğim ve de sadece güzellikleri
ve hoşluklarıyla hatırlayacağım onu. Çünkü o kadar acı
çektik ki... Sadece en yakın arkdaşlarımızı kaybettiğimizde
de aynı acıları çektik aslında ve onlarla yaşamayı öğrendik.
Onunla birlikte yaşamayı ve attığımız her adımda...
İşte diyet bu noktada. Devrimci olmanın bir diyeti olduğunu
biliyorduk ve hep, her adımda, ödedik bunu...
Yanımızdaki arkadaşlar, çok sevdiklerimiz, en temiz,
en güzel insanları, genel olarak hep böyle kaybettik,
sen de böyle kaybettin. İşte bununla birlikte yaşamayı
öğreniyoruz. Ve bunu öğreneceğiz.
Ve bunun hayatımızın en güzel yıllarının bir parçası,
belki işte ona sahip çıkmakta titiz davranmaların doğru
olduğunu düşünüyorsun. Bu asla birilerinin bir şey kanıtlaması
için değil. Bu bizim yaşamımızdı, bu yaşamımıza sahip
çıkmalıyız. Ve bununla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz.
Sanırım bu olacak bir süre sonra...
Çünkü hep yapmamız gereken işleri yapmayı öğrendik biz.
Hep görevlerimizi kendi yaşamımızın üzerinde tuttuk
ve bir de herhalde şimdi böyle yaşamaya devam ediyorum.
Çünkü dediğim gibi bu bir tercih sorunu, kendine saygı
sorunu ki öbür türlü kendine her gün saygısızlık edeceğin
bir yaşamı yaşamak, hayır işte o, herşeyi öldürür. Herşey
o zaman ölür. Sanıyorum devrimcilerin görevler nasıl
yapılır gibi çok önemli bir şeyi söylemesinin bu en
önemli ikinci boyutu da yaşanmışlıklara nasıl bakılır
sorusudur.
"Aslında ben bu konularda gençlerle çok sohbet
etmek istiyorum. Çok kolay bakıyorlar herşeye. Yaşanmışlıkları
aktarmanın belki de bu noktada önemi var. Ama bunu anlatabilmek
çok zor tabi, kolay değil. Kendi tarihimize, hem kişilik
tarihimize, hem de devrim tarihimize bu şekilde bakmanın
önemli olduğunu düşünüyorum.
Devrim kavranamıyor, devrim kavranamadığı zaman da,
sloganlardan ibaret oluyor. Ama bu aşılacak. Çünkü doğrusu,
başka çare de yok. Anlatması gereken insanlara önemli
görevler düşüyor. Anlatılması gereken üslupla anlatılması
gerekiyor. Geçmişi anlatmanın da değişik tarzları var.
Geçmiş derken, yaşanan bir sürecin bir öncesini anlama
tarzındadır bizim yaptığımız. Fakat farklı bir noktadan
bakılmamalıdır düne. O iki tarz arasında çelişki vardır.
Diğer tarzda çok anlatılıyor. İnsanlara anlatıyorlar.
Şunu bilmek gerekiyor. Biz o sürecin seyircileri değil,
aktörleri idik. Yani o bizim rolümüzdü ve yine burda
durup bunu anlatabilmek önemli. İzleyici gibi kendini
herşeyden azadi kılarsan, gerçekten kendine, yaşamına,
yaşanılanlara da haksızlık ediyorsun. Ve çok kolay karalamak.
Ama kendini onun bir parçası olarak görüp de doğruları
saptamak gerekli. Yanlışlar da dediğim gibi, bizim yanlışlarımız,
kimsenin değil. Kimdir o dönemde yaşayan, en küçüğünden
en büyüğüne kadar? O gün, 'dur bu böyle gitmez' deyip
gösterebilseydi, yüksek sesle söyleme cesaretini gösterebilsiydi
insanlar... Hep tartışıldı, konuşuldu bunlar ama. Birçok
etken vardı tabi. Tabi birçok etken vardı ama onu söylememek
bir yanlışlık.
O zaman o eksikleri orada görebilmek gerekiyor en azından.
Hep birlikte bir dalgaya sürüklendik. Arada duralım
diye kısık bir sesle söyledik. O, dalgayı çevirmeye
yetmedi.
"O kadar çok şey beynime hükmediyor ki, ayıklamak,
birşeylerini görebilmek gerekiyor. Belki başka duruş
noktalarından da aktarmak gerekiyor. Ben sonuçta bir
tarafım. Taraf olmak... Asla birşeyde taraf olmanın
kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama sonuçta bir
tarafım.
Günümüzde herşeyi düzene sokmadan anlatmak...
İnsanlar, bunlardan önceki genç arkadaşlar da 12 Eylül'ün
değerlendirmesinde; iki nokta üst üste koyarak, daha
ziyade bunu yaşayanlardan öğrenecekler. Derinliği düşündüğün
zaman süreçte o kadar değerli insanlar vardı ki o kadar
değerli şeyler yaptılar ki kendi tarihimizin en güzel,
en değerli sayfalarına sahip çıkmayı beceremedik.
Bu yüzden de herkes çok karaladı bizi ve çok hırpalandık.
Kendi mirasımıza sahip çıkmadık, bu bizim mirasımızdı.
Sahip çıktığımızda da öylesine sloganlaştırdık ki kendimize
yabancılaştığımız sloganlar haline geldi kendi tarihimiz...
"Yoksa; onlarca, yüzlerce, binlerce öykü... Dönemin
romanını yazan bir arkadaşla onu konuşuyorduk. Yazıyor,
yani orada olay kendi öyküsü değil, bir anı anlatmak,
oradaki duyguları, mantığın nasıl çalıştığını, ilişkilerin
sıcaklığını belki..."
"Belki bir anıyı, ayrıntıları, çok ince yanları
anlatmak, o dönemi anlatabilir.
O derinlikte anlatılmadığı için çok iyi kavranamıyor.
Aslında,'biz anlatamadık, demek lazım.
"Hangimizin dergisini açarsan aç, hep aynı sloganlar,
aynı değerlendirmeler. Ve bunlardaki zenginliği, bu
arkadaşlarımızdaki zenginliği, yaşamlarındaki zenginliği
toparlayarak zenginleşmek, belki diğer teorik çıkarımlarımızı
da biryerlere sıçratacak. Birilerini uzaklıştıracak,
birilerini yakınlaştıracak.
Ama bütün örgütlerin içinde birbirine çok yakın o kadar
çok insan var ki. Birbirine benzer ortak şeyleri duyan,
hisseden... TDH'nin talihsizliği orada, bu insanlar
belirleyici olmayı beceremediler. Bizim de yaşamımızda
öyledir.
Ömer, baktık iki kişiyle geliyor, 'ah niye onlarla birlikte
değiliz' derdi. Niye onlarla birlikte değildik, o zaman
söyleyemezdik. Onlarla beraber niye olamadık, bizleri
birbirimizden ayıran o muhteşem tezlerimiz miydi bizim.
O kadar çok insan vardı ki...
"Bir dönem PTT'de çalışmıştım. Dev Yolcu'larla
toplantılarda birbirimize girerdik, sonra bir araya
gelirdik. Ve arasıra sorardık, 'niye biz içerde birbirimize
giriyoruz?' Öyle yapmamız gerekiyor... 'Yapmamız gerekiyoru
bir aşabilseydik...
Öyle bir şey oluyor ki, etrafında çok fazla örgütten
adam da olsa, o ortak duyguyu sen birileriyle daha fazla
yoğun yaşıyorsun. Kendi yanındakiyle yaşayamıyorsun.
O zaman nedir seni birleştiren, bazı kitabi tezler midir?
Ve süreç içinde o iki cümlenin hiçbir anlamı olmadığını,
fiilen gördük"
"İnsanların çok fazla tartıştığı şeyler üzerinden
kimin aklında neler kalmıştır?
O anda işte biraz sohbet ediyoruz. Nedir, bu ülkede
kapitalizm, prosedür tarzı mı gelişmiş? Yani ne kaldı
o tatışmalardan? Bunlar, farklı yaptığımız neleri belirledi?
Önemli olan taktik programlardır. Şuna inanıyorum, Türkiyeli
devrimciler için, kişisel bir şeyleri yakalamak çok
önemlidir şimdi...
Devletin de en çok başarılı olduğu şey, bu ayrılıkları
körüklemek. Bölüp parçalıyorlar. Cezaevinde bir ara
yakalanmıştı o süreç. O süreçte farklılıklarımız neydi?
Sonra dışarı çıktık, yine herkes gitti. O dönemde yaşanan
çok büyük hatalardan biri de orada insiyatif geliştirilemedi.
Fakat o birliktelik içinde bile, orada bazıları farklı
idi zaten. Onlar kendisini farklı biçimde ifade ediyorlardı.
Ama o birliktelik içinde, herşeyi birlikte, ortak duyabilen,
hissedebilen, yaşayabilen, ortak tavır geliştiren insanlar,
sonra neden farklılaştılar yine"..
"Bir çok konuda ortaklaşa tespitlerimiz de vardı
sonuçta. Teorik tespitlerde bile birbirimize çok fazla
yaklaşmıştık aslında. Farklılıklar vardı, farklılıklar
da, önümüzdeki yaşamı belirlemiyordu.
Aslında o döneme bir dönülebilse, birlikte iş yapabilme
dönemeci bir dönülebilse, çok fazla sorun kalmayacak,
çünkü bütün güçleri birleştirdiğin zaman herkesin aynı
yöntemle yaklaşması da gerekmiyor. Sen, ben böyle vuracağım
diyorsun; öbürü, ben böyle vuracağım diyor. Bence çok
önemli ayrılık noktaları değil. Ama aynı kanala aksın
ve aynı hedefe yönelsin.
"80 öncesinde, objektif olarak öyle bir şey vardı.
Herkes bulunduğu noktadan vurmaya çalışıyordu. Şimdi
birbirini vurmaya çalışıyor insanlar. Muhteşem bir yarış
var. Sen bir şey yapıyorsun, benim mecburen yapmam lazım.
İki pankart sen asıyorsun, benim de asmam lazım. Rakip
düşman gibi hissediyorum kendimi. Biri şunu yapmış,
ben de yapmak, o bölgeye pankart asmak zorundayım.
Halbuki dünyanın devrim açısından en şanslı bölgelerinden
biri Ortadoğu ... Yani devrimci dinamiklerin hala var
olduğu, çatışmanın varolduğu en önemli merkezlerden
biri. Şimdi birileri kır gerillacılığını çok iyi öğrendi
ve yapıyor.
Yani üç tane, yirmi tane gerilla daha dağlara gitmesinler.
Bunlar, şehir gerillacılığını biliyorlar, batıda bu
işi yapsınlar.
Kır gerillacılığı kimsenin aklına gelmiyordu daha önce.
Şimdi herkes kır gerillacılığına soyunuyor. Yapmayın,
yani oradan vurun, çok önemli bir ayak batı. Zaten şehir
tehlikesi var, şimdi devrim genellikle kentlerde patlak
veriyor.
Bu, proleteryanın bulunduğu yerlerde yaşanıyor. Oysa
Türkiye'de tersine döndü iş. Kentler durdu, patlaması
gereken yerler durdu. Herkes oraya gidiyor. O fikirde
bir birleşilebilse, herkes onu bir kanala akıtmanın
yolunu bulsa, ister istemez birleşecek. Şans var şimdi,
kırlar güçlü şimdi Türkiye'de. Onu da öğrenmiş, bilen
insanlar yapıyor.
Ben Tokat'ta değil de İstanbul'da, Ankara'da olursam,
kuşkusuz çok daha iyi olur. Çünkü, Avustralya devletine
karşı var olmayacağım. Kentler bomboş, halbuki kentler
milyonların bulunduğu, yığınsal sıçramaların en çok
olacağı yerler. Kentleri harekete geçirmek daha kolaydır.
Kırlar, çok daha uzun soluklu bir çalışmayı gerektirir.
Kentlerde ise, anı yakalaman gerekir. Tabi o anı yakalamak
için de önceden hazırlıklı olman ve o anın geldiğini
iyi gözlemleyebilmen lazım. O an geldiğinde doğru değerlendiremediğin
zaman, iş bitiyor işte. Zaman zaman böyle durumlar oluyor,
İstanbul'da da Ankara da'da...
"Anlatılanları da bazen o kadar içselleştiriyorsun
ki, kendin yaşamış gibi oluyorsun. Resmen hafıza yanılması
oluyor. O ikisini ayırmaya çalışıyorum şimdi, yani çok
etkilenmiş, yaşadığın için paylaştığın için etkilenmiş
oluyorsun, Çok içselleştiriyorsun.
Bazı şeyleri inanılmaz derecede içselleştiriyoruz.
O, çok canlı halleri geliyor da gözümün önüne...
"Anadolu devriminin güzel insanları, Anadolu şafağının
gerçekleşme kaçınılmazlığını simgelemektedir.
O insanlardan biri de Ömer Özsökmenler'dir.
O'nun anısı, coğrafyamız halklarının onlarca yıldır
sürdürdükleri mücadelenin anısıdır. Merhaba Ömer Özsökmenler!..Sevgiyle,
yoldaş coşkusuyla merhaba.
Şafaktaki randevumuza da, sakın geç kalma!
Merhaba!...
|