Ulusal Sorunda ABD Çözümü
A. Pınar Pektaş
|
Ulusal sorun içinden geçmekten olduğumuz dönemde, benzer
durumlar için ABD'nin dünyanın diğer yörelerinde de
öngördüğü sonuçlara doğru, büyük bir hızla ilerliyor.
Çeşitli nedenlerle, benzer özgürlük mücadelelerinin
içine sokulduğu bu tür evreler, genellikle yılları alır.
Fakat ne yazık ki bizim coğrafyamızda hiçbir konuda
kaydedilemeyen hızlı bir seyir, bu mücadelenin üzerinde
uygulanan son taktiklerle olağanüstü bir biçimde izlenmektedir.
Emperyalizm bütün gücüne rağmen, bir dış etken olarak,
iç çelişkileri belirleme şanına sahip değildir. Etkiler,
ama belirleyebilmesi, bir nitelik dönüşümüne işaret
eder. İç dinamiğin özelliklerinin parçalanması ise iç
ve dış etkenlerin uygunluk anını doğurur...
Ulusal mücadelede şu günlerde yaşanmakta olan süreç,
böyle bir uygunluk sürecidir. Bu sürece büyük bir hızla
girilmiş ve birbiri ardına gündeme getirilen 'açıklamalarla',
ABD'nin, Kürt sorununun almasını istediği biçime doğru
hızla yürünmeye başlanmıştır.
Bu "yürüyüş"ün durdurulma şansının ne yazık
ki artık pek fazla kalmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda
sosyalistlerin en önemli görevinin, daha sonraki mücadele
dönemlerinin sorumluluğu içersinde; durumu doğru, net
değerlendirebilmek ve tanımlayabilmek olduğu gözden
kaçırılmamalıdır.
Öcalan'ın 1990'lardan itibaren içine girdiği kırılma
çizgisini gerektiği gibi yorumlayamayan bazı kesimlerin
ve ulusal mücadele saflarındaki insanların şaşkınlığı
geçtikten, sel çekildikten sonra, kesinlikle çok farklı
bir tablo ortaya çıkacaktır.
Bugün kesif bir toz bulutu içinde tartışılanlar da önümüzdeki
dönemlerde kuşkusuz çok farklı biçimlerde tartışılacaktır..
Herşeyden önce, yelpazenin neresinde olursa olsun, devrimci
sosyalist kesim içinden hiçkimse, süreçten kendi özelinde
çıkar sağlama hayalleri içinde olmamalıdır. Bir mücadele
sürecinin yanlışlarla, zaaflarla, geriye dönüşleriyle
yaşanması ayrı şeydir; bugün içine girilen teslimiyet
koşullarının getirecekleri ayrıdır. Ve herkes tarafından
çok iyi bilinmelidir ki bu sürecin olumsuzlukları, objektif
olarak, herkesin hepimizin sırtındaki küfenin içine
girmektedir.
Dolayısıyla, eleştirilerimizde, tavırlarımızda ve geliştirilmesi
gereken sosyalist taktiklerde, tarihsel ve son derece
büyük bir sorumluluğun düzeyi yakalanmalıdır.
Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin içinde barındırdığı zaafların
ve bugün sosyalist basında birdenbire bardaktan boşanırcasına
yağan eleştirilerin, itirazların, gerçeklik ve haklılık
payı ne olursa olsun; burada bir halkın herşeye, belki
'önderine' rağmen yükselttiği çok önemli bir mücadele
vardır.
Yine bizler tarafından, 'sonuçları ve bedelleri' ne
olursa olsun, zamanında yüksek sesle dile getirilmeyen-getirilemeyen
eleştiriler vardır. Bırakalım eleştiriyi, birçokları
için, bugün tarihselliği içinde yargılanan hareketin
yörüngesinde olma tavrı vardır...
Sürecin bütün olgularıyla birlikte değerlendirilmesi,
hiçbirşeyin göz ardı edilmemesi, geleceğin sağlıklı
biçimlenebilmesinin ilk zorunlu durağıdır. Doğru bir
duruş tarzı, ışık hızıyla gelişen gündemin içinde çok
daha rasyonel biçimde var oluşumuzu ve tavrımızın sosyalizme,
halkların çıkarlarına hizmet etmesini doğuran önemli
etkenlerden biri olacaktır.
Herşeyden önce; sürecin kesin olan ve tartışmalı olan
olgularının birbirinden net bir biçimde ayırt edilmesi
gerekir. Yaptığımız tartışmaların ve saptamaların işlevsel
hale gelebilmesinin ön koşullarından biri budur.
Tartışmasız biçimde somut olan, Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin
ideolojik ve örgütsel tasfiyesidir. Yine tartışmasız
bir biçimde somut olan, söz konusu tasfiyenin koşullarının
yıllar öncesine dayanan bir sürecin sonunda gelinen
bir nokta oluşudur.
Üstelik bu tasfiye, hiç koşulsuz bir tasfiyedir. Belirli
sonuçların yaratılmasında, taraflar arasındaki güçler
dengesi ne olura olsun, belli bir ödünleşmenin gerçekleşmesi
ilkesinin de tasfiye edildiği bir tasfiyedir.
Ne var ki, mücadele yaşamının da başka ilkeleri vardır;
objektif nedenlerden kaynaklanan, haklı ve meşru olan,
uzun yılların dinamizmi içinde, acıların yanı sıra amaçları
ve haklarıyla var olan bir Kürt Halkı vardır. Getirildiği
bu noktaya karşı göstereceği doğal reaksiyonları, tavır
alışları olacaktır. İkinci tartışmasız ve önümüzdeki
süreci belirleyecek olan gerçek de budur.
Bu gerçeğin farkında olan Emperyalizm ve Oligarşi, kendince
gereken önlemleri almaktadır. Bazı şeyleri yıldırım
hızıyla gerçekleştirilirken, bazı şeylerin 'zamanın
teskin edici etkisine' bırakması, bundandır.
Yarattıkları yanılsamalar dünyasında, Öcalan ve O'nu
destekleyenlerin, mevcut durumu garip teori ve söylemlerle
tanımlamaya çalışarak bulanık suda kıyıya çıkma taktiği,
halkın direniş barikatlarına çarpacaktır. '29.Kürt İsyanı'nın',
bu noktada bittiği, bitirildiği düşünülmemelidir.
Su durulduktan ve ilk sürecin duygusallıklarla, sahiplenme
içgüdüleriyle, başka bazı motivasyonlarla belirlenen
davranışları yaşam içinde oturduktan sonra, çok farklı
bir boyuta geçilecektir. Öte yandan, bazıları için sağlam
olmayan yargılarla, hareketin şu ana kadarki anlayış
ve davranış tarzının getirdiği alışkanlıklarla tanımlanan
tutumlar gerçeklerle yüzleştiklerinde, süreç onlar için
de değişik kanallarda akacaktır. Herkes çok iyi bilmelidir
ki zaman, oldukça önemli gelişmelere gebedir, çünkü
dünyayı tersine çevirmeye, kimsenin gücü yetmez.
'Devrim ve silahlı mücadele yolunun çıkmaz bir yol olduğunu,
Kürt sorununa Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve egemenliği
çerçevesinde bir çözüm aranması gerektiğini, bunun için
de silahları bırakıp PKK'nin devrimci bir örgütten,
devletin koyduğu kurallar içinde yasal mücadele yürüten
demokratik bir örgüte dönüşmesinin zamanının geldiğini,
1990'ların başından itibaren düşünmeye başladım. 1993'ten
itibaren de PKK'yi bu çizgiye çekmek için yoğun bir
mücadeleye giriştim.'
Bu sözlerin yoruma gereksinimi var mı? Son 6 yıldır
sürdürülen bir 'mücadeleden' söz ediliyor. Ama, örgütün
ve halkın, devletin koyduğu kurallar içine çekilmesine
ilişkin bir mücadeleden... Bu noktada, diyalektik ve
tarihsel materyalizmin kurallarını bir kez daha anımsamak
zorunludur. Genellikle unuttuğumuz şu kuralları..
Dolayısıyla, bugün gerek 'Önderlik' gerekse de parti
açısından bu durumun bir anda ortaya çıkmadığı; savunulan
tezlerin ve mücadele, yaşam içinde ifadesini bulan anlayışların
yanısıra; örgütlenme tarzı, politika yapma tarzı, savaşı
yürütme tarzı içinde, gelinen noktanın bütün verileri
somutlaşıyor.
Söz gelimi, Öcalan'ın baştan beri edindiği bir misyon
var. Hata yapmaz, karşısında söz söylenmez, eleştirilmez
bir peygamber misyonu... 'Halk bunu ister' teziyle,
neredeyse ideolojileştirilen bu ilginç 'güneş' teorisi,
mücadelenin en büyük handikaplarından biri olmuştur.
Mücadelenin kendi kendini üretmesini, onarmasını, düşünsel
ve pratik zenginlikler yaratılmasını engellemiştir.
Oysa mücadele içinde, Kürt halkının dinamikleri, son
derece önemli ve saygın insanlar, değerler, anlayışlar,
olgunluklar yaratmıştır.
Bu misyonun karşısında hiçbir biçimde durulmaması-durulamaması,
bir süre sonra, yukarıdan aşağıya biçimlenen bir tarzda
(dağdaki manga komutanının manga üyelerine karşı tavırlarına
varıncaya değin), bütün yapılanmayı kapsayan tabiyet
ilişkilerini doğurmuştur. Bugün yaşanılanlarda, örgütlenme
için nitelik belirleyici olan söz konusu durumun önemi
göz ardı edilmemelidir. Pratikte yaşanılmış olan çeşitli
sorunların yanısıra, gelinen noktada herşeye rağmen
'Başkana bağlılık' temelinde geliştirilen politikalarda,
taşınıp getirilen bir yöntemin belirleyiciliğini görüyoruz.
Bir stratejiye, amaçlara, yaşanılanların değerine, analizine
göre değil; 'Başkanın durumuna göre' biçimlendirilen
bir politik hat oluşmuştur. Başkan, öteden beri bugün
gelinen noktanın ışıklarını yakmaktaydı. Eğer farklı
bir örgütsel şekillenme olsaydı, mücadele ve halkın
gücü, bu zaafı çok daha kolay yenebilecekti. Kişiye,
kişilere değil, halkın nesnel gerçekliklerine ve amaçlarına
endeksli bir gelişim seyrinin içine girilebilecekti.
Mücadelede hatalar yapmakla, farklı politik yönelimler
içine girmekle, hatta ideolojik tezleri değiştirmekle,
düşmanın politikası ekseninde taktikler geliştirmeye
başlamak, ayrıdır.. Öcalan'ın, 'memleketine' getirildiği
andan itibaren, değişen-değiştirilen budur.
Örgütsel ve diğer nedenlerin yanısıra, sadece politikalar
çerçevesinde Öcalan'ın l990'lar sonrası grafiği değerlendirildiğinde,
oldukça ilginç bir trendle karşı karşıya kalınıyor.
l993'lerde, bağımsızlık talebinden vazgeçildiğini, federatif
çözümün daha gerçekçi olduğunu söylemeye başladı. Yine
aynı yıllarda, 'bazı gelişmelerle bağlantılı olarak,
gerillanın milis gücü haline getirilebileceğinden' söz
etmeye başladı.
l Eylül l998 tarihli basın toplantısında; (MED TV) 'Devlet
bugün Kürdistan'da 75 binden fazla korucuyu besliyor.
Bunlara avuç dolusu para ödeniyor. Korucuların yaptığı
işi biz onlardan daha iyi yaparız. Üstelik onlar kadar
masraflı da olmayız. Bu devlete çok daha ucuza gelir'
diyordu. Söylemleri içinde, bu tür yaklaşımların çok
zengin örnekleri görülüyordu.
Fakat bir yandan da, resmi yayın organlarında yazılanlar,
değerli PKK kadrolarının farklı söylemleri vardı. Herşeyden
önemlisi, halkın olağanüstü özverili mücadelesi vardı.
Bu üç denklem, PKK'nin açıktan eleştirilmesinde, mücadeleye
verebileceği zararlar düşünülerek, birçok kesimin elini
kolunu bağlamıştır.
Yer yer Öcalan'a yönelik eleştiriler dile getirildiğinde
de; 'herkes, düşman güçler gibi Apo'suz bir PKK istiyor'
reaksiyonu temelinde gösterilen tepkiler, eleştirilerin
yerini bulmasını önlemiştir. Yanısıra, Apo yalakalığına
soyunarak politik icazet alan bazı 'şahsiyetlerin' tutumları
durumu iyice karmaşık hale getirmiştir.
l999'da mahkeme sürecinde ise kuşkusuz koşulların farklılığından
dolayı, çok daha açık ve net bir Öcalan portresi vardır.
'Kendilerine intikamcı değil kazanımcı bir yaklaşımla
yaklaşılırsa, PKK'nin silahlı gücü, altyapısı, bölgesel
ve uluslararası ilişkileri ve imkanları ile devletin
hizmetine gireceği, bunun da Türkiye'nin bölgede lider
ülke haline gelmesine büyük katkı sağlayacağı'ndan söz
eden bir TC stratejisti ile karşı karşıya geldik.
Öcalan, savunma sürecinde, geliştirdiği tavırlarına
yönelik bazı itirazları olan avukatlarına diyordu ki:
'Ben devletin ve başbakanlık eşgüdüm merkezinin çizdiği
çerçeve içinde savunma yapacağım. Kimse benden başka
bir savunma yapmamı beklemesin. Sizlerden de bu çerçevede
savunma yapmanızı istiyorum.'
Savunmanın ana hattı, "PKK'nin gücü ve imkanlarının,
içte ve dışta devletin hizmetine verilmesi" idi.
Bu, Öcalan'ın daha uçakta iken sarfettiği; 'imkan verilirse
devletin hizmetinde çok yararlı hizmetler gerçekleştirebileceği'
sözleriyle uyum içindeydi. Doğrusu, Kenya sürecinden
sonra, bu anlamda oldukça tutarlı bir Öcalan portresi
ile karşı karşıyayız...
Kenya günlerinden sonra atılan her adım, içine girilen
her tavır; halkın ve taraftarların içinde öncelikle
şaşkınlığa neden olsa da bir süre sonra, yılların alışkanlığı
ve o güne kadar içinde bulunulan psikolojinin dürtüleriyle,
yine keramet-hikmet aranan, bu umutsuz arayışla 'yorumlanmaya'
çalışılan adımlar, tavırlar haline geldi.
Fakat ne yazık ki İmralı'da herşey çok netti.
Pusulanın, tamamen emperyalizmin Kürt politikasına çevrildiği
bir teslimiyet! Bu politikanın Kürt Ulusal Mücadelesi'ni
en asgari sınırlarına çekmeye çalışan bir taktik olduğunu
göremeyenler, büyük bir gayretle, sözlerin ve tavırların
arasında umut ışığı aramaya koyuldular. Böylelikle de,
net bir tavır alma ve yadsıma süreci değil, yine emperyalizmin
politikalarının içeriğinde var olan 'yorumlamaya çalışma'
tutumunun yarattığı karmaşa gündeme geldi.
Sözkonusu karmaşa içinde, onlar taktiğin diğer adımlarını
ardı ardına atmaya başladılar. Son olarak, gerillanın
ülke sınırları dışına çekilmesi çağrısı gündeme geldi.
PKK Başkanlık Konseyi, birkaç gün sonra bu çağrıya uyacağanı
açıkladı.
Bakın, 'teslim olun' denmiyor. Sınır dışına çekilinmeye
çağrılıyor. 'Bu bir taktiktir' diyen kesimler, yanılsamalar
dünyasındaki çırpınışlarını sürdürdüler.
Evet, bu bir taktiktir. Ama Ulusal Kurtuluş Mücadelesi,
Kürt Halkı'nın çıkarları lehinde bir taktik değildir.
Öcalan'ın "PKK'nin ülke ve bölge düzeyinde devletin
hizmetine sokulması" yönündeki taktiğidir. ABD,
PKK güçlerinin, Kuzey Irak ve İran politikaları çerçevesinde
kullanabilmesini hesaplamıştır. Bu hesap, sınır dışına
çekilmesi istenen yurtseverlerin, Ortadoğu'da, yeni
bir Filistin benzeri süreçte kullanılmasını öngörmektedir.
Kuzey Kürdistan'da gerillanın değerlendirilme tarzı,
her zaman asker-gerilla çatışması düzeyinde tutulmuştur.
Güney Kürdistan'da ise diğer Kürt örgütlenmelerinin
militanlarıyla sürdürülen yoğun çatışmalar yaşanmıştır.
Buralarda yaşamını yitiren PKK savaşçılarının sayısı,
kuzeyde olduğu kadar fazladır. Bu olgu, son derece önemlidir
ve devletle çatışmanın farklı düzeylerde cereyan ettirilmesinin
ardında yatan gerçekler, önümüzdeki dönemlerde çok daha
iyi tartışılabilecektir.
Bugün gündeme getirilen tasfiyenin koşulları, biraz
buralarda da aranacaktır kuşkusuz...
Yüzlerce intihar gerillasının, binlerce, kendini gerçekten
mücadeleye her yönüyle adamış Kürt yurtseverinin, bu
savaşıma her düzeyde emeğini, beynini, canınıvermiş
yüzlerce enternasyonalistin, halkın sınırsız özverisinin
ve dayanma gücünün yarattığı değerlere rağmen durulan
noktaların anlamı, değerlendirilecektir...
Her çatışma, atılan her adımın, kendi tarafları üzerinde
yaratacağı etkileri de hesaplayarak yürütülür. Niteliği
ne olursa olsun, çatışmaların karakterinde, çatışma
taraflarının moral değerleri, son derece büyük bir rol
oynar.
İmralı süreci, ne kadarının anlaşıldığı veya doğru yorumlanabildiği
tartışmalarının ötesinde, bir halkın moral değerlerinin
de tasfiye edilmeye çalışıldığı bir süreçtir. Ki bu
halk, direnme tavrını; Oligarşi'nin, emperyalizmin maddi
gücü karşısındaki olanaklarıyla değil; özgürlüğe ve
bağımsızlığa duyduğu inancıyla, bin yılın içinden süzüp
getirdiği ulusal reaksiyonlarıyla besliyordu.
Yani O'nun varlığı ve mücadelesi, tamamen moral değerler
temelindeydi.
Ve bütün bunlara rağmen, 02.08.l999 tarihli İmralı çağrısı
diyordu ki;
'Tüm Türkiye ve Dünya Kamuoyuna;
Türkiye'de çatışma ve şiddet ortamı, insan hakları ve
demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir.
Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet,
bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların
çözüm yolu, şiddete son vermeyi gerektirmektedir.
Bu nedenle PKK'yi, l Eylül l998'den beri tek taraflı
yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinden, l Eylül l999'dan
itibaren, silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini,
barış için, sınırların dışına çekmeye çağırıyorum.
Böylelikle, demokratik çözüm yolunda yeni bir diyalog
ve uzlaşma aşamasının gelişeceğine inancımı belirtiyorum.
Bununla birlikte, tüm devlet ve toplumun ilgili kurum
ve yetkililerini, bu barış ve kardeşlik sürecinin başarısı
için duyarlı ve destek olmaya, ulusal ve uluslararası
hükümet ve kuruluşları da olumlu temelde yaklaşmaya
çağırıyorum.'
Ve TC'nin, bu çağrının iletildiği Ağustos ayı 'demokratikleşme'
gündemine şöyle kabaca bir bakınız; Meclis'te bir milletvekilinin
sarfettiği 'Arapça, Farsça ve Kürtçe biliyorum' cümlesinin
içinden, Kürtçe sözcüğü çıkarılıyor. 'Böyle bir dil
yoktur, lehçe vardır'deniliyor. Dağlarda gerillalar
'ölü ele geçirilmeye' devam ediliyor. Her zaman olduğu
gibi, polis merkezleri işkencehaneler olarak kullanılmaya
devam ediliyor. Ayrıca, emperyalizm dayattığı yeni kararlar,
Anayasa değişikliğini gerçekleştirmek dahil, büyük bir
hızla yapılarak 'çağ atlanmaya' devam ediliyor. Emekçiler,
daha da geriye çekilmeye çalışılan hakları için sürekli
eylem yaptıkları halde, hükümet, 'geri adım atmama konusundaki
kararlılığına' devam ediyor.
Basın üzerindeki sansür devam ediyor. Tartışılan ve
sadece adli hükümlüler için çıkarılması öngörülen kısmı
af yasası bile gündemden kaldırılıyor. Düşünce suçluları
cezaevlerine doldurulm??aya devam ediyor. Sosyalist
basın üzerindeki baskılar arttırılıyor...
Aynı günlerde Öcalan diyor ki:
'Benim tutsaklığım halkın tutsaklığıdır.' Çarpıcı ve
bir gerilla liderinin ağzına yakışan bir cümle... Ama
devam ediyor; 'Ben yaşamadım. Bu biçmde yaşanmaz, yaşanmayacak,
50 küsur yaşımı geçtim, hala kendimi yaşama hazırlıyorum.'
Sanki iki ayrı kimlik konuşuyor değil mi? Cümlenin bir
yarısını biri kuruyor, diğer yarısını ötekisi...
Ama psikolojik çözümlemeler yapmak değil, insan unsurunun
oynadığı rolü, mücadeleye etkilerini, mücadele içindeki
işlevlerini değerlendirmek gibi bir yükümlülüğümüz var.
Kişilik çözümlemeleri, bir örgüt içi sorundur, tarzdır.
Kişinin toplumsal yaşamın önündeki rolü düzeyinde, ne
yazık ki davranışların politik anlamını yorumlamaya
zorunluyuz.
Öcalan'ın aynı günlerdeki benzer sözleri şöyle; 'Ölmenin
anlamı yok. Eski yaklaşımlar ve yöntemlerle bu iş yürütülmez.'
Ecevit ekliyor: 'Bölücü terör, Türkiyede çıkmaz sokağın
sonuna dayanmıştır. Abdullah Öcalan bunun bilincine,
anlaşılan Türkiye'ye getirilip tutuklandıktan sonra
varmıştır.'
Paradoskun insan gözüne batan sivri uçları...
Tarz ve teslimiyet tavrının, ilk günlerde 'ilaç verilmiş
olması, işkence altında olması' savunmasıyla yorumlanmaya
çalışılmasına da Öcalan mahkemenin ilk günündeki ilk
sözlerinde, net bir yanıt veriyordu; 'Bana hiç bir şekilde
işkence yapılmamıştır.'
Yeni Dünya Düzeni'nin 'barış'ı
Öcalan'ın tarzının, tavrının, bu tür sözlerinin yorumlarının
geride kaldığı günler içindeyiz. Bu konudaki tartışmalar,
artık somut bir geçmiş üzerinde artistik jimnastik anlamını
taşıyacak.
Bugün önemli olan, Öcalan'ın içine girdiği ve PKK Başkanlık
Konseyi'nin uygulacağını açıkladığı tavırların yorumudur,
bunların halklarımıza neler getireceğidir ve bütün bunlardan
hareket ederek alınması gereken tutumlardır.
Öcalan'ın İmralı Süreci, şiddetle yadsınması gereken
tarzı bir yana bırakılarak salt politik olarak yorumlanmaya
çalışılırsa; tamamen farklı bir teorik ve politik zemine
geçildiği görülmektedir. (Kayıldığı değil!..) Dünyadaki
değişime, sağ reformist bir tarzda uyum sağlama çabası
vardır. Ya da başka bir deyişle bu, ulusal kurtuluşçuluktan
post modern burjuva milliyetçiliğe geçiştir.
Bir siyasal çizgi, en geri sınırlarına değin çekilmiştir.
Ulusalcı dinamiklerini terkedip, en gerisinden sağcı
bir reformculuk çizgisinde tutunmaya çalışmaktadır.
Yeni Dünya Düzeni'nin meşruluğu, içinde bulunulan durumun
ve savunulanların çıkış noktasıdır. Bu yaklaşım, coğrafyamızda
ilk kez bu denli açık biçimde dile getirilmektedir.
Sistemin ideologlarının l990 başlarında ifade ettikleri
ve sonradan onların dahi çok fazla boşlukta kaldığını
gördükleri için vazgeçtikleri 'demokrasi' tezleri, Öcalan
tarafından ısrarla gündeme getiriliyor. (Demokrasi,
burjuva demokrasisi ve çağımızda uygulanabilirlik koşullarının
nasıl tamamen ortadan kalkmış olduğu üzerindeki tezlerimizi,
önümüzdeki günlerde yineleyeceğiz.)
İmralı'nın ikinci temel ayağı ise, birinci nokta ile
bağlantılı olarak, temel hedefi olan kendi kaderini
tayin hakkından, net bir biçimde emperyalizm lehine
feragat ediliyor. Bunun yerine, siyasal kazanım ve kurumlaşmayı
ifade etmeyen ve daha çok ulusal azınlıklar için en
geri nokta olarak bilinen dil ve kültür hakları belirsiz
bir biçimde konuluyor.
Bu söylemlerin en olumsuz yanı, bütün bunların yersizliğinden,
gereksizliğinden ve uluslararası güçlerin (ABD-İsrail
hariç), Kürtleri TC aleyhine kullanmak istemesinden
söz edilerek, TC politikaları temelindeki taktiklerin
yorumuna girişilmesidir.
Çekoslovakya bu temel ilke temelinde sessiz sedasız
bölünmüştür. Kanada'nın Quebec Bölgesi'nde, referandum
yapılmıştır ve 35 bin Eskimo'ya, l milyon km karelik
bir özerk bölge verilmiştir.
Ama güçlü devrimci dinamiklere sahip 30 milyon Kürt'e
'bir çakıl taşı yok'tur. Zaten Kürt'ler hiç yoktur!..
Öte yandan, yine Kosova'nın, Filistin'in, Çeçenistan'ın
durumu, emperyalizmin bölgesel programları temelinde
ele alınmaktadır. Buralarda ulusal haklar, YDD'nin bir
parçası olarak gündeme getirilebilmektedir. Emperyalizm,
bazı bölgelerde çok farklı anlayışlarla program yapmaktadır.
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya devrim ocaklarıdır. Bu
alanlarda halklara zaferi tattırmamak gerekir. Çünkü
buralardaki bağımsızlıklar, emperyalizmin çıkarlarına
terstir. Eskimolar'ın bağımsızlıklarına ve özerkliklerine
benzemez.
Yeni Dünya Düzeni, onlarca yıl sürdürülmüş ve çok ileri
noktalara ulaşmış halk kurtuluş hareketlerini boğmak
için, çok tehlikeli oyunlar oynamaktadır. Devrimci için,
sosyalist için, bütün bunlar; umutsuzluğun ve kararsızlığın
değil, başarı için alınması gereken derslerin zemini
olarak değerlendirilir. Değerlendirilmelidir!..
El Salvador'da başkent önlerine gelmiş, zafere dayanmış
gerillalar, politik oyunlarla devrimi tasfiye etmek
durumunda kalmamışlar mıdır?
Nikaragua'da, iktidar, 'demokrasi çözümleri' uğruna
geri verilmemiş midir?
Meksika'da Zapatistler, 'diyalog' bataklığında boğulmamışlar
mıdır?
İrlanda'da girilen 'barış süreci', diğer örneklere kıyasla
kazanımları olmasına rağmen, örgüt için girdap haline
dönüştürülmemiş midir?
Halkının müthiş direnişçiliğine ve çok uzun yıllar çektiği
acılara rağmen emperyalizmin oyunlarına yataklık eden
örgütler nedeniyle Filistin, bir timsah bataklığına
dönüştürülmemiş midir?
Kolombiya'da ELN, 40 yıl sürdürdüğü savaşın sonunda,
bugün geldiği aşamada, 'barış ve diyalog' sürecinde,
bütün bu örnekler nedeniyle, bu denli ihtiyatlı davranmakta
değil midir?
YDD'yi kabul eden Öcalan, bütün bunlara rağmen emperyalistlerin
çözümlerini kabul ediyor.
Esas olarak ABD'nin yıllardır öne sürdüğü koşulları
savunuyor.
Diğer emperyalistlerin bile bu denli açıklıkla öne sürmediği
tezleri ortaya koyuyor. ABD karşısında, diğer emperyalistlerin
de alanlarını kısıtlıyor.
Öcalan, 'artık devrimler tarihi kapanmıştır' diyor.
'Devrimci değil demokrat olmalıyız, silahlı mücadeleyi
terkederek barışçıl mücadeleyi esas almalıyız' diyor.
'İçimizde bu yönlü tartışmalar, l990'larda başladı'
diyor. Yani sosyalist sistemin çöküşünün ve YDD'nin,
ABD tarafından ilan edildiği yıl...
Ve dünya çapında yeni bir dönemin başladığı yıl...
Dünya'da, l989-90'lardan itibaren pek çok gerilla grubu
barış arayışına girmiştir. Çünkü l990'larla, devrimci
güçler için olağanüstü olumsuz bir dünya tablosu ortaya
çıkmıştır.
l9l7'de, tüm emperyalist güçler birbirleriyle savaş
halinde ve parçalanmış iken, l20 milyonluk dev Rusya'da
Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren Lenin bile, 'devrimi
zafere ulaştırabilir miyiz, Paris Komünü kadar ayakta
tutabilir miyiz?' endişesini taşımıştır. Günümüzün koşullarındaki
yeni sömürge ülkelerin devrimcilerinin, ideolojik olarak
reel sosyalizmin yenilgisini çözümleyememiş oldukları
koşullarda, devrimcilere karşı birleşmiş durumda olan
emperyalist güçler karşısında başarıya ulaşabilir miyiz
endişesi taşımaları, anlaşılır bir kaygıdır.
Ama bu kaygılar, onları teslimiyete değil, daha bilinçli
ve sorumlu davranmaya yöneltmediği zaman, halklara karşı
bir konumlanış ortaya çıkmaktadır.
Çağımızda durduğumuz yer, tarihin en büyük ve kritik
sorumluluklarının tanımlandığı yerdir. Bu noktada layıkıyla
direnebilmek, bu tarihsel barikatı savunabilmek, ciddi
ve yoğunlaştırılmış bilinç, sosyalizmin gerçeklerine
uygun politika yapma tarzı, örgütlenme anlayışı ve mücadele
tutarlılığını zorunlu kılmaktadır.
Kürt halkının kazanımları, herşeye ve herkese rağmen
varlığını koruyacaktır.
Onların bu son mücadele sürecinde gösterdikleri olağanüstü
özveriler, herkese ve herşeye rağmen, tarihin en güzel
sayfalarına yazılmıştır.
Ve yeni sayfaların, bu süreçten gerektiği gibi dersler
çıkarmış sayfaların çevrilmesi için, çok fazla beklenilmeyecektir.
|