Emek Cephesinde, Kritik Bir Süreçte Yükselen Dalga
M. Seyhan
|
Ülkede son derece önemli gelişmeler olurken, emekçiler,
önlerine dikilen bütün siyasal, sosyal, psikolojik,
ekonomik barikatlara rağmen varlıklarını, isteklerini
ve yönelimlerini, ciddiyetle, ısrarla duyumsatıyorlar.
Ülke tarihindeki rollerinin bir dayatmaya dönüşmesinin
yollarını, bir kez daha el yordamıyla arıyorlar. Şeyh
Galip'in dediği gibi; "giydikleri Temmuz güneşi,
içtikleri cihanı yakan güneş ışığı oldu" 1999 Temmuz
sıcağında...
Emekçilerin 99 yazı dalgalanmalarını ve onları Temmuz-Ağustos'a
taşıyan dinamikleri doğru değerlendirebilmek, büyük
önem taşımaktadır. Bu dalga, onu kırmak için objektif
ve subjektif anlamda varolan bütün kırılma olgularına
rağmen yükselmiştir. Bütün yok sayma, baskı, tehdit,
bölme parçalama ve sansürün yanısıra, sınıf önderliği
rolüne soyunmuş çeşitli sınıf dışı güçlere rağmen; kendi
varlığını kendince göstermiştir.
Fakat bütün bunların yanısıra, daha önce birçok kez
olduğu gibi, henüz dere çok uzaklardayken bir avuç suda
paça sıvayarak, bu tür direnişlerden ve sınıfın yaşamı
dolayısıyla kaçınılmaz olan dalgalanmalarından yola
çıkarak, ülkenin genel durumunun verilerini yok sayan
değerlendirmeler içine girilmemesi de gerekmektedir.
Bu durumun, sol açısından çok önemli bir noktası daha
vardır: Gereken hazırlığın, örgütlülüğün olmaması gerçeklerine
rağmen sınıfın bu tür direnişlerini sahiplenmek adına,
O'nun dalgalanmalarını soldan parçalamamak...
Sınıfın, kendiliğinden eylemliliklerinin, sınıfa da
devrimci harekete de öğrettiği çok şey vardır. Sınıf,
birçok şeyi kendiliğinden eylemliliklerinin, direnişlerinin
içinde öğrenir, örgütlenir, büyür, varlığının ve tavır
alışlarının önemini görür. Onun kendi pratiğinden çıkardığı
sonuçlar, binlerce sözcükten oluşan propaganda ve ajitasyondan
çok daha önemlidir.
Öte yandan devrimci hareket, kendi rotasının, ülke sorunlarıyla
ilgili olarak hangi taktik programlarla yoğurulması
gerektiğini, sınıfın tavırlarından yola çıkarak soyutlar.
Gelişmelere yönelik olarak izlenmesi gereken politikalar,
atılması gereken adımlar, sınıfın durumuna uygun olarak
biçimlendirilir. Devrimci hareketin bu konudaki yanlışları,
bir sürecin daha yitirilmesine yol açabilir.
Ayrıca, mutlaka bir şeyler yapmak adına yapılan yanlışlar,
bir ilerlemeye yol açmaktan çok, gerilemelere, yeniden
ve yeniden zaman yitirilmesine yol açar. Bütün bunlar
temelinde, yeni dalganın da doğru değerlendirilebilme
yetisi, sınıfın ve devrimci hareketin yeni sınavlarından
biridir. Gerek sınıf, gerekse devrimci hareket, gereken
derslerin çıkarılabileceği kadar yoğun bir yanlışlar
birikimine, ne yazık ki çok fazla sahiptir.
Emekçilerin son aylarda yeni bir dinamizm dalgasını
yükseltmekte olduğunu görmek ve bu durumun analizini
çok iyi yapabilmek gerekir.
Eylemliliklerin çıkış noktası emeklilik yaşının yükseltilmek
istenmesine gösterilen tepki olmasına rağmen, daha ciddi
özellikleri vardır ve bunların gözden kaçırılmaması
gerekir.
Emekçi, sadece yaşam koşullarına karşı alanlarda, direnişlerde
değildir. Aynı zamanda, ülkede sürekli olarak yapay
biçimde yaratılan, "sıcağı sıcağına" gündemlerle
unutturulmak istenen sınıf çelişkilerini, herşeye ve
istisnasız bütün kesimlere rağmen dayattığı için bu
tavır alışlar oldukça önemlidir.
Devletin yanısıra, devlet kurumları niteliği taşıyan
sendikalara rağmen, yaratılmak istenen Kürt-Türk düşmanlığı
gündeminin yakıcılığına rağmen, sınıf mücadelesinin
soldan da ciddi biçimde yıpratılmış olmasına rağmen
emekçiler, önemli sloganlarla alanlara çıkmakta, coplanmakta,
ağır baskılar görmekte ama direnişlerini güçlendirmektedirler.
Yaklaşık ikiyüzbin kişinin katıldığı 24 Temmuz Ankara
Mitingi'ne gelinceye kadar gerçekleştirdikleri protesto,
yürüyüş, oturma ve miting türü eylemliliklerinde coplanan,
tartaklanan emekçilere, o gün pek fazla dokunulmadı.
Ve gerçekten görkemli bir kalabalık, ciddi tavır alış
ve diğer siyasal nedenlerle bu kez saldırmayan devlet,
sadece "olgun bir eylem gerçekleştirildiğini"
ifade etmeyi tercih etti.
Türk-İş, Hak-İş, KESK, DİSK, TMMOB, TDHB, TEB, DTB,
THVB, TÜRMOB, Türk Kamu-Sen, ve Memur-Sen'in gerçekleştirdiği
mitingde, CHP, DSP, MHP ve FP'li bazı milletvekilleri
de göze çarpıyordu.
Sözgelimi, eski DİSK Başkanı, yeni DSP milletvekili
Rıdvan Budak, bunlardan biriydi. Budak, emeklilik yaşı
konusunda DSP'li milletvekillerinin çoğunluğunun 50-55
formülünü benimsediğini söylüyordu. Mitinge katılan
MHP milletvekili Ali Işıklar da, partilerinin bu görüşte
olduğunu söylüyordu. Sonuçta, iktidarın iki önemli ortağının
aynı konudaki ortak görüşüne rağmen hükümet sözcülerinin
farklı konuşmasını anlamak güçleşiyordu. Rıdvan Budak,
sorunun ANAP'tan kaynaklandığını söylüyordu. Öyleyse
bu hükümeti kim belirlemekteydi? ANAP mı?
Hayır, emperyalizm ve onun adına aracı-memur kurumları
olan IMF, Dünya Bankası vb... Ve ekonomideki, siyasetteki,
ulusal sorunda biriken bütün soruların ve sorunların
net çözümü için, Başbakan Bülent Ecevit'in 28 Eylül'de
yapacağı ABD ziyaretini ve oradan alacağı uyarıları,
yönlendirmeleri beklemek gerekecek. Onlar bu hesapları
ve zamanlamaları yaparken, Başkent'in en büyük meydanına
doğru yürümekte olan emekçilerin, sınıf yaratıcılığı
ile belirledikleri ve attıkları bazı sloganlarınının
anlamı, iyi yorumlanmalıdır:
"Direne Direne kazanacağız!"
"Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye!"
"Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek!"
"Hükümet Şaşırma, Sabrımızı Taşırma!"
"Vur Vur inlesin, Kurtlar Kuşlar Dinlesin!"
Araya Yaşar Okuyan'ın silueti giriyor: "Parlamento'nun
iradesine sokakta müdahale olmaz". Emekçilerin
yükselen sesleri, Yaşar Okuyan'ın MHP-ANAP terkibinden
oluşan gövdesinin beynimizden hızla kaybolmasını sağlıyor:
"IMF Uşağı Yaşar Okuyan!"
"Eyleme, Eyleme, Eyleme Geldik. Hükümeti Mezara
Gömmeye Geldik!"
Hükümet, ülkenin önünün açılması için, uluslararası
dünyada yerini alabilmesi için Tahkim Yasası'nın çıkarılmasının
zorunluluk olduğunu söylüyor. Siyaset dünyasından buna
karşı çıkan pek yok... Medyanın en önemli temsilcileri,
'artık ulusal ekonomiler dönemi kapanmıştır. Bu tür
gelişmelere karşı direnmek, içinde bulunduğumuz süreci
anlayamamaktır' diyor. Emekçiler, benzer dönemlerde
neredeyse aynı sözcüklerle gündeme getirilen bütün bu
geleneksel nakaratları bastırırcasına haykırmaya devam
ediyor:
"Tahkim, Vatana İhanettir!"
"İşçi Memur Elele, Genel Greve!"
"Emeklilik Hakkımız, Söke Söke Alırız!"
Kulağımızda, topraklarını bir ABD altın şirketine karşı
yılmadan koruyan, yıllardır örnek bir şekilde direnen
Bergamalılar'ın çığlıkları yankılanıyor:
"Ölünceye Kadar Direneceğiz!"
Ve Ankara emekçileri, büyük mitinglerinde seslerini
biraz daha yükselterek ülkelerinin gerçeklerini sloganlarda
tanımlıyorlar:
"SSK Batmadı, Batırıldı!"
"Bu Zamla Kaldık Piyade, Yüzde Yirmilik Zam İade!"
"Dünyada Prim Yatır, Ahirette Emekli Ol!"
Yine bir başka görüntü giriyor beynimizin devrelerine;
işçiler yaz sıcağında alanlarda coplanırken, Bodrum'da
her gece binlerce dolar harcayarak eğlenenler, dünya
sosyetesinde, nereden buldukları belli olan ve bir gece
ansızın oluşan milyonlarca dolarlık servetleriyle salınanlar
giriyor. Bizi saran afakanlar, devreyi emekçilerin tamamlamasıyla
dağılıyor:
"Biri Yer Biri Bakar, Kıyamet Ondan Kopar!"
Bütün siyasal, sosyal, ekonomik, küresel, ideolojik...
vb, vb konuların ötesinde ve aslında cümlenin başında
sıraladığımız terimlerin hepsini yönlendiren temel insan
gerçeğidir bu. İşin, herşeyin özüdür. Öyle değil mi?
Emek cephesinde yeni birşeyler var
Diyorlar ki:
"Bağımsız Demokratik Türkiye İçin Direniş Var,
Yılgınlık Yok!"
"Mebuslara Kıyak Emeklilik, Çalışanlara Teneşir
Tahtası"
"Biz Girmeyiz Mezara, Genel Grev Kapıda!"
Ve not aldığımız son üç slogan, kaçınılmaz olarak son
seçim tablosunu bu emekçi tablosu ile karşılaştırmamızı,
oradan bazı yorumlara yönelmemizi doğuruyor:
"Güvendik Oy Verdik, Böyle Oldu!"
"Oyumu ve Onurumu Geri İstiyorum!"
"Uğraşmayın Yaşımızla, İşimizle, Aşımızla; Sizin
de Yıkarız İktidarı Başınıza!"
Sağ partilere oy vereninin de solcusunun da sınıf çelişkilerinde
birleşerek oluşturduğu Emek Cephesi'ni acilen bölüp
parçalamak, doğal olarak bu süreçte Oligarşi'nin en
önemli hedeflerinden biri oldu. Ve her zamanki gibi
aşil topuğu, Türk-İş'ti...
Fakat, Türk-İş'in uzlaşmacı, emekçiyi hükümet politikaları
doğrultusunda yatıştırıcı tavrına karşılık, Türk-İş'e
bağlı 9 sendika Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı'nda hükümet
ile Türk-İş'in arasındaki uzlaşmanın kabul edilemez
olduğunu belirterek, Emek Platformu ile birlikte hareket
edeceklerini açıkladılar. (Petrol-İş, Harb-İş, Kristal-İş,
Hava-İş, Tezkoop-İş, Liman İş, Deri-İş, Tümtis, Basın-İş)
Olayları yok saymak ve gizlemek, onların toplumsallaşmaması
için izlenen en bildik yöntemlerden biridir.
Dolayısıyla, Oligarşi, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'nden
daha büyük bir sansürü; emekçilerin, sınıfın içine girdiği
tavırlar için uygulamıştır-uygulamaktadır. Ne var ki
zaman zaman dalga öylesine yükseliyor ki, sansür duvarları
kendiliğinden çatlıyor.
Ülkemizdeki en büyük işçi direnişlerinin hemen hemen
hepsinde aynı yöntem uygulanmıştır. 15-16 Haziran Olayları
da, Zonguldak Madencileri'nin Büyük Yürüyüşü de, yakın
tarihlerdeki SEKA Direnişi de, Bergama Köylüleri'nin
uzun soluklu tavrı da; önceleri yok sayılmış, sansürlenmiş,
ama olaylar ülke sınırlarını dahi aşacak boyutlara ulaşınca,
devletin çıkarları için en uygun biçimlerde kamuoyuna
yansıtma yoluna gidilmek zorunda kalınmıştır.
Son günlerde, tarihinde görülmedik bir hızla çalışan
Meclis, neredeyse çalışma günü başına bir yasa çıkarıyor.
Ve hepsi, emperyalizmin sıkıştırdığı, dayattığı, son
zamanlarda bizzat başında bekleyerek sonucu denetlediği
yasalardır. Tahkim, SSK, özelleştirmeler, emeklilik,
enerji kaynaklarının tümüyle emperyalizme terkedilmesi...
Ve bunca önemli konuda 'ağır işçilik yapan' (ağır işçiliğin
genel literatürdeki anlamı bilinmektedir) Meclis üyelerine
vizite ücreti olarak, yeniden 'kıyak emeklilik' yasasının
çıkarılması armağanı...
Ve emekçiler alanlarda tüm bunlara "Hayır"
diyor...
Sınıfın bu tür eylemliliklerine, literatürde 'kendiliğinden
patlamalar' denir. Kendiliğindenciliğin açıklaması;
sözkonusu siyasal, ekonomik, sosyal durumu tanımlamak
anlamında yerli yerine otursa da, belki Türkçemiz'in
sözcük kıtlığından ötürü sık sık kullanmak zorunda kaldığımız
bu 'kendiliğinden' sözcüğünün rahatsız edici bir yanı
vardır. Bu rahatsızlık, bazı yaşanmışlıkların yaptığı
çağrışımlardan dolayı da olabilir...
Fakat, emekçiler, dünya gerçeklerinin tüm zorlayıcılıklarına
ve geri itiş ritmine rağmen, ülkedeki çelişkilerin aleyhteki
verilerine rağmen, kısacası herşeye rağmen, yeni bir
dalga yükselttiler. Burada, özellikle KESK'in uzun soluklu
mücadelesinin altını çizmeden geçmek, olası değildir.
Şimdi devlet, özünde bir devlet kurumu olan Türk-İş'i
kullanarak; emekçileri bölüp parçalamak için, bütün
Emek Platformu adına Türk-İş'i muhatap almaya ve ona
isteklerini kabul ettirmeye çalışıyor. Bu arada da,
mevcut iş yasalarının sendika değiştirmek konusundaki
zorluklarından, -özellikle küçük işyerlerinde neredeyse
imkansızlıklarından- ötürü, işçilerin çoğunluğunun Türk-İş'de
birikmesinden dolayı, en büyük işçi sendikasını muhatap
alma argümanı kullanılıyor.
Ve emekçilerin aşil topuğu olan Türk-İş'in zaafından,
somut durumundan kaynaklanan boyun eğişi, emekçileri
en kritik noktalarda sermayeye teslim etme geleneği,
'emekçilerle hükümet arasındaki uzlaşma' olarak lanse
edilmeye çalışılıyor.
IMF'nin ve hükümetin yaz
sıcaklarında buharlaştırdığı
çok şey var
Tahkim Yasası.
Enerji Kaynaklarının emperyalizme devri.
Özelleştirme için Anayasa değişikliği.
Sosyal Güvenlik Reformu kılığında, emeklilik yaşının
yükseltilmesi.
Sakatlanmış bir Vergi Yasası.
IMF görüşmelerindeki teslimiyet...
Almanya temaslarındaki kişiliksizlik...
"Nereden Buldun Yasası"nın kaldırılması...
Pompalı tüfekler yasasının RP-MHP isteğiyle yumuşatılması...
Son seçimlerde MHP ve DSP'yi iktidara taşıyan, Kürt
Ulusal Mücadelesi'nin yükselişiyle paralel biçimde şovenizme
savrulan, DİSK'in içindeki önemli bir çok iş kolunda
MHP'yi güçlendiren emekçiler, düzen karşıtı sloganlarla
alanları zorluyorlar, başkent bulvarlarına sığmıyorlar.
İlk bakışta karmaşık görünen bu tablonun net bir anlamı
vardır: Sınıf Çelişkileri...
Sınıf Çelişkileri, yaşadığımız çağın da belirleyici
çelişkisi olmayı bütün yakıcılığıyla sürdürmektedir.
Dolayısıyla; kim ne yaparsa yapsın; emeğin gücü, sonucu
belirleyecektir.
Ve emeğin şafağı konusundaki geçici gerilemeler, durgunluklar,
sosyalizmin öğretilerinin canlı tutulması noktasında
düşülen zaaflar, bizi çözümsüzlüklere, analiz hastalıklarına,
her türlü yanlış yola sapmaya götürür.
Derya, sosyalizmdir; kılavuz, diyalektik materyalizmdir!..
Özellikle de karmaşık süreçlerde ve zor görünen problemler
karşısında, pratikte bizleri zorlayan süreçlerde de,
tek gerçek can simidi, sosyalizmdir...
IMF'nin ve O'nun acentası Hükümetin, yaz sıcağında ülkemizde
yeniden ve yeniden buharlaştırmak istediği bir şeyler
var.
Öncelikle enerji kaynakları!..
Sonra, 'Tahkim Yasası'nın acilen ve kamuoyunun pek ruhu
duymadan çıkarılmasıyla, bağımlılık zincirlerinin son
halkasının da sıkılması...
Daha sonra, SSK'nın tümüyle yok edilmesi ve emekçilerin
gelir diliminden aldıkları küçük payın biraz daha azaltılması
anlamına gelen geç emeklilik...
Fakat çok iyi bilinmelidir ki; emekçilerin alanlarda
haykırdıkları gibi, SSK'yı batıran, çalışanlara verilen
geri ödemeler vb. değil, devletin bizzat kendisidir.
Hükümetler, her dönemde SSK'yı en önemli arpalıklardan
biri olarak değerlendirmişlerdir.
Öte yandan, emeğin niteliğinin yükseltilmesi, iş güvencesi
ile istikrarın arttırılması, iş kazalarına yönelik önlemler
alınması gibi kapitalizmin kendi ruhuna ve sağlığına
paralel uygulamalara da gitmemişlerdir. Son olarak,
özelleştirmeler yoluyla, bu konudaki birkaç olanak,
son birkaç soluk borusu da, emperyalizme ve tekelci
sermayeye yamanmıştır.
Emekçilerin karşı çıkışlarında, gerçekten bir ölüm-kalım
ikilemi vardır. Emekli yaşının yükseltilmesinin yanısıra
devlet, bugün bile yarı-aç, yarı-tok bir yaşamı dayatan
emekli maaşlarıyla da oynamaktadır.
Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı, emekli aylıklarını üç
ayrı yönden tırpanlıyor. Birincisi, emekli aylıklarında
ücretlerin daha yüksek olduğu son 5 yıl değil, ortalaması
daha düşük olan "tüm hizmet süresi" esas alınacak.
İkincisi; maaş artışlarının enflasyona bağlanması nedeniyle,
emekliler, olası genel refah düzeyi artışlarından yararlanamayacak.
Ve üçüncüsü; mevcut yasada 5 bin işgününde % 60 olan
aylık bağlama oranı, % 42'ye düşürülüyor.
Tahkim: Ulusal egemenliğin bir kez daha satılması
Tahkim; kamu hizmetleri alanında, hak, ayrıcalık sağlanmasıyla
ilgili olarak yabancı sermaye ile doğabilecek anlaşmalarda,
Türkiye Mahkemeleri'nin tamamen devre dışı bırakılması
demektir.
Şu an bu konuda Danıştay'a yapılan başvurular uğruna
Anayasa değişikliği yapılarak çıkarılmak istenen Tahkim
Yasası'ndan sonra, ancak Dünya Bankası'na, Uluslararası
Ticaret Odası'na yapılabilecektir.
Dolayısıyla, Tahkim Yasası ileYeni Dünya Düzeni'nde,
yargı erki, tek elden, uluslararası sermayenin odakları
tarafından yürütülecektir. Küreselleşme denilen facianın
bizim gibi küçük taşlarının iyice unufak edilmesi ve
toprağa karıştırılması için, zaman zaman emperyalizmin
canını sıkabilen ufak tefek pürüzler de giderilmek istenmektedir.
Oligarşi'nin sözcüleri, benzer tüm konularda olduğu
gibi, 'çağdaş dünyada yerimizi almak için gerekli bir
adım' olarak sundukları Tahkim Yasası'nı çıkarmak için,
bu sıcakta Meclis'te terlemeyi göze almaktadır. (Gerçek,
göze aldırılmakta oluşlarıdır.)
Türkiye için emperyalizmin bu alanda da tam olarak yetki
ve insiyatifini tanımış olmak, yeni bir durum değildir.
Yeni olan, kamusal alanlar da dahil olmak üzere, "yabancı
hakem kararını tanımak" anlamına gelen ve ulusal
egemenliği dolaysız ve sınırsız biçimde yok sayan bu
uygulamaların, kamusal alanlarda yapılacak yatırımlar
için de geçerli olmasına ilişkin son adımların atılmasıdır.
Oligarşi, 1958'de 'New York Sözleşmesi' ve 1961'de 'Avrupa
Sözleşmesi'ni imzalayarak, anlaşmazlıklarda yabancı
hakem tanıyacağını kabul etmiştir ne yazık ki... Anayasanın
155. maddesi nedeniyle, şimdiye kadar sadece kamusal
yatırımlar, bu sözleşmelerin dışında kalıyordu.
Şimdi ise, tıpkı "vatan haini solcuların"
'Gümrük Birliği'ne Hayır' diye bağırarak bizi dünyadan
koparmak istemelerine rağmen, Meclis'ten bir dakikada
Gümrük Birliği Anlaşması'nı geçirip ülkemize çağ atlatanlar,
bu kez de Tahkim Yasası ile ülkeyi bir yerlere atlatacakladır.
Atladığımız yerin, emperyalizmin kucağının tam orta
noktası olduğu, sıradan akıl sahibinin gördüğü bir zina
gerçeğinden başka bir şey değildir.
"Tahkim Yasası olmadığı için ülkemize yabancı sermaye
gelmiyor. Yabancı sermaye gelmediği için kalkınamıyoruz"
formülleri, bildik riyakarlıklarla, yine kulakları tırmalıyor.
Son dönemin en önemli argümanı, (emperyalizm, enerji
kaynaklarımızla ilgili olduğu için), enerji kaynaklarındaki
zorlanmalarımız, enerjisiz kalma ihtimallerimiz...
Türkiye'de yatırım yapacak kaynak olmadığını söyleyenlerin
katıksız yalan söylediklerinin en somut kanıtı, KİT'lerdir.
Devletin en önemli gelir kaynağı KİT'lerdir ve vergilerin
çok önemli bir bölümü KİT'lerden elde edilmektedir.
Böylesine yaşamsal öneme sahip KİT'lerin satılmak istenmesinin
mümkün olmadığını, düşünülemeyeceğini, akıldan geçirmenin
bile inanılmaz olduğunu, sıradan aklı selim sahibi yurttaşlar
olarak dile getirmeniz mümkündür.
Fakat, bu arada, bizim bir yeni sömürge ülke olduğumuzu,
Oligarşi dediğimiz bir emperyalizm acentası tarafından,
emperyalizm için yönetildiğimizi, uygulanan çeşitli
oyunlar sayesinde emekçilerimizin de bu acentanın partilerine
oy vermeye devam ettiklerini, kendilerini sömürttürmek
için, 'demokrasi' denilen, ücret ödenmeyen ama yaşamlarıyla
büyük bedeller ödedikleri oyunun figüranları olmaya
devam ettiklerini, bir kez daha söylemek zorunda kalacağız.
Devlet'in en önemli gelir kaynakları ve en önemli vergileri
KİT'lerden elde edilmektedir. Ama yine de ısrarla KİT'ler
özelleştirilmek, yani satılmak istenmektedir. Çünkü,
sermaye, bu çok önemli alanlara sahip olmak, onları
elde etmek istemektedir. Emperyalizmin bu isteği doğrultusunda,
'zarar ettikleri için KİT'ler özelleştiriliyor' senaryosunun
gerçekleşmesi için, yıllardır KİT'ler yüksek faizlerle
borçlanmaya zorlanmaktadır.
Bu ucubeleştirilmiş, zarar ediliyor gösterilmeleri için
herşey yapılmış, devletin sağlayacağı milyonlarca dolardan
vazgeçilmiş halleriyle bile KİT'ler, halen Türkiye'nin
vergi gelirlerinin üçte birini, ulusal gelirin % 10'unu
sağlamaktadır. Bütün bu verilere rağmen KİT'leri satmak,
vatanı bir kere daha satmak değilse, tersini açıklayabilecek
olan beri gelsin...
Son tasarılara CHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Seyman;
"kapitülasyonlardan daha kötü düzenlemeler"
derken, Genel Başkan Altan Öymen; "bunlar özellikle
santrallerin yabancılaştırılmasına yöneliktir. Birilerine
verilmiş sözler var" ifadelerini kullandı.
Sözlerin kimlere verildiği ya da daha gerçekçisi, kimler
tarafından alındığı, bütün bu yaygaranın altında, enerji
kaynaklarımızın emperyalizme tamamen devredilmesi gerçeklerinin
yattığı, bugün yine sadece biz "vatan haini komünistlerin"
söyleminde yer almaktadır...
Kaçınılmaz olarak...
Emeklilik, artık sadece bir
mezar taşı primi
Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı üzerinde pazarlıklar sürerken,
Emek Platformu, daha önce öngördüğü prim gün sayısını
yükseltti. Ama Hükümet, emeklilik yaşının 58-60 olmasındaki
ısrarını sürdürdü.
"Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı" Yaşar
Okuyan, Emek Platformu ile Hükümet arasında sürdürülen
görüşmeler sırasında ilginç açıklamalar yapıyordu. Sözgelimi;
"Kıdem tazminatının ödenmesi noktasında bir öngörümüz
var. Fakat işverenler karşı çıkıyor. Bence işten tümüyle
ayrılan bir kimsenin kıdem tazminatının ödenmesi doğru
bir olaydır" diyor ve hükümetin görüşünün değil,
işverenlerin görüşünün belirleyici olduğunu itiraf ediyordu.
Tartışmalar sırasında, dünyada en genç emekliliğin Türkiye'de
olduğunu vurgulayan Hükümet, yine akıl almaz bir çarpıtma
yöntemine başvurmaktaydı. Bu tür yöntemleri sürekli
kullanmaktan ve akıl hocalarının zengin portföyünden
dolayı o kadar ustalaştılar ki, zaman zaman hakkını
arayan emekçilerin bile kafasının karıştığı oldu.
Konu, aşırı yoksulluğun ve karşı tarafta görülen olağanüstü
zenginliğin somutluğunda yaşanmasa, sorun sadece tartışmalar
ve kavramlar düzeyinde bir çelişki olsa, egemen güçlerin
bizimkileri ikna edebilmesi işten değildi. Yaşamın bütün
çarpıcılığına rağmen kafalar karıştırılabildiğine, bulanıklaştırılabildiğine
göre...
"Sizin yaşam düzeyiniz Avrupada bile yok. Devlet
sizlere bu imkanları sağlamak için nasıl fedakarlıklar
yapıyor bir bilseniz. Daha ne istiyorsunuz? Ama ille
de yürümek istiyorsanız, buyrun, yollar aşınmaz. Bu
yolları siz yürüyesiniz diye kan ter içinde yaptık.
Biz, yollarımızın aşınıp aşınmamasına ilişkin bahis
tutuşmak konusunda bize inanılmaz özgürlükler sağlayan
bir demokrasiye sahibiz. İlle de yürümek, bağırıp çağırmak
istiyorsanız, kafalarınız aşınır ama, bizim taş gibi
polislerimizin copları asla aşınmaz..."
Kavram kargaşaları ve demagojilerin kafaları bulandırdığı
yerde, rakamlara başvururuz. Rakamlar, doğru değerlendirildiği
takdirde, onlarca tartışmadan çok daha çarpıcıdır. Örneğin,
dünyada en genç yaşta emekliliğin Türkiye'de olduğunu,
ülkenin sosyal güvenlik harcamaları nedeniyle çok büyük
paralar kaybettiğini öne süren devlet, şu somut rakamları
çok iyi bilmektedir:
Türkiye'de GSMH'nın % 5'i sosyal güvenlik harcamalarına
ayrılmaktadır.
Bu rakam, İsveç'te, % 32'dir.
Ve evet, İsveç'te emeklilik yaşı daha yüksektir!..
(AB ülkeleri içinde sosyal güvenliğe ayrılan payın en
düşük olduğu ülke olan Portekiz'de, 1999'da bu rakam,
% 21'e yükseltilmiştir.)
Şimdi, rakamların ifade ettiği bu derin çelişkilere
rağmen ekonomik çöküşün ve sorunların yükünü, bir biçimde,
bir kez daha emekçiye yüklemek, üstelik de bu konuda,
sözde uluslararası normlara uyum sağlamak gerekliliği
için yola çıkıldığını öne sürerek, halkı yeniden ve
yeniden aldatmaya çalışmak, evet, yeni sömürge oluşumuzun
kaçınılmaz uygulamalarından biridir.
Örneğin, emeklilik yaşı uygulamasının bu biçimde sürmesinin
neredeyse devletin çöküşü olacağını savunan egemenlerin
bu konudaki bütün iddialarına rağmen gerçeğin rakamları,
bakın neler söylüyor:
Herşeyden önce ülkemizde genel nüfusa oranla son derece
sınırlı sayıda sigortalı vardır. Çalışan kesimin, %
24'ü sigortalıdır. Çalışan iki insandan biri, mutlaka
sigortasızdır. Kıyas yapılan Avrupa ülkelerinde ise,
çalışan ya da çalışmayan herkes, sigortalıdır. Sosyal
güvenlik, bir çok daldan tüm insanları sarmıştır.
Bu sosyal güvenlik harcamalarının kaynağının da bizim
gibi ülkelerin yoksullaştırılan insanları olması noktasını
tartışarak, konuyu bu yönde derinleştirmeyeceğiz.
Ama bizim soframızdan bir dilim ekmeğimiz daha çalınırken
böyle bir karşılaştırmanın yapılması; acı, kötü, isyan
edilmesi zorunlu çok bayağı bir demogoji değil midir?
Bütün bu yaz sıcağı tartışmalarının altında yatan problem;
ülkemizin bir yeni sömürge oluşu, emperyalizmin, emekçilerimizin
kanının son damlasını da emmeden onları mezara salmak
istemeyişi gerçeğidir yalınlığıdır.
Fakat emperyalizmin (yeni ya da eski) Dünya Düzeni gerçeklerinin
karşısında; emekçilerin sosyalizmin ışığında kurtuluş
gerçekleri de yok mudur?
Bunu kendileri, alanlarda en güzel ve en net biçimde
haykırmakta değiller midir?
"DİRENE DİRENE
KAZANACAĞIZ!..."
|