Didar Şensoy
Hasan Şensoy'la
Röportaj
Ahmet Altaylı
|
AA-Herşeyden önce sizin için bir abla, bir anne,
bir mücadele yoldaşı olmak gibi yaşamınız içinde zengin
anlamları, boyutları olan bir devrim kadını üzerine
röportaj yapabilmekten dolayı sevincimi belirtmeliyim.
Bunun ötesinde, aradan geçen uzun yıllara rağmen, bu
konuda neredeyse ilk kez konuşmakta oluşunuzun tanığı
olmak da beni heyecanlandırıyor.
HŞ- Konuya girmeden önce, derginizin çalışmalarıyla
ilgili olarak sizleri içtenlikle kutluyorum. Ve bu derginin
yayın hayatını sürdürmesinin önemini vurgulamak istiyorum.
Direnç ve emek sürecinizi saygıyla izliyorum.
Benim, Didar Şensoy ile ilgili olarak aradan geçen bu
kadar yıla rağmen çok fazla konuşmama tavrıma ilişkin
söylediklerinize gelince, ben sadece bir devrim kadını,
bir devrim insanı olan Didar Abla'mla ilgili değil,
uzun yılları kapsayan -neredeyse 30 yıl oluyor- savaşımız
boyunca yitirdiğimiz bütün yoldaşlarımız için de konuşmayı,
herşeyden çok daha fazla zor buldum.
Yani bu durum, sadece Didar Abla'yla ilgili değildir,
tüm diğer şehit arkadaşlarımızla da ilgilidir. Aynı
sorunu, onlarla ilgili olarak da yaşıyorum.
AA-Sanıyorum aradaki yaş farkı dolayısıyla Didar
Abla'nın yaşamının ilk dönemleriyle ilgili bilgileriniz,
sadece duyduklarınızla sınırlıdır.
HŞ-Yaşamımızın son derece farklı biçimlenmesinden
dolayı, ne yazık ki bu konuda duyduklarım da son derece
sınırlıdır. Dolayısıyla o konuda anlatabileceğim çok
fazla bir şey yok. Aile içinde, geçmişe yönelik olarak,
kim nerede ne yapmış, ne olmuş, nasıl olmuş diye çok
fazla bir diyaloğun da tanığı olmadığım için, ailede
öyle bir gelenek olmadığı için, geçmişe ilişkin anımsadıklarım,
oldukça sınırlı...
Sadece, Didar Ablamın Gilan'da doğduğunu hatırlarım.
Yugoslavya'nın Kosova Bölgesi'nde. Piriştine'nin ilçesidir
Gilan. Ailenin orada yaşadığını biliyorum. Daha önce,
Piriştine'den önce, bölgenin il merkezi Gilan'dır. Kosova
Bölgesinde yaşayan Arnavutların ulusal talepler doğrultusundaki
aktivitelerinin merkezi de Gilan'dır...
Annem Dobrucan'lıdır. Orası da Gilan'a yakındır. Kosova
bölgesindeki Gilan, ailemizin ilk yaşadığı yerdir. Gilan
daha önce, bölgesel olarak, ekonomik ve idari merkezmiş.
Şimdi bu rolü, Priştine üstlenmiştir, zaman içinde ekonomik
ve idari ağırlık Priştine'ye kaymıştır. Kosova zaten
Arnavutluk'a komşu bir bölgedir ve dolayısıyla Arnavutların
bu bölgede yaşaması son derece normaldir. Yugoslavya
sınırındaki Arnavut bölgesi...
Sanıyorum; tarihsel olarak Arnavutlar'ın oraya yerleşmesi,
Kosova Meydan Savaşı'ndan sonra oluyor. Osmanlılar'ın
işgalinden sonra, oraya bilinçli olarak bir nüfus kaydırma
politikası izlenmiş. Sonuçta Arnavutlar Kosova'da yerleşik
bir biçimde yaşıyor. Bizim de ailemiz bu Arnavutlar'dan.
Ve aleviler. Alevilik, bektaşilik, Arnavutlar arasında
çok yaygındır.
AA-Ailenizde bazı bireylerin dönemin Yugoslav
iktidarına karşı aktif muhalefet yürüttüklerini öğrenmiştim.
Bu konudaki bilgilerim doğru mu?
HŞ-En büyük enişte, devrim sonrası, 2 Dünya Savaşı
sonrası, Kosova'da, Arnavut Dili'nin eğitiminin örgütlenmesinden
görevli. Bu alanda en önemli yetkililerden bir tanesi.
O, bu görevini yaparken, bir gün hiçbir açıklama yapılmadan
tutuklanıyor. Birkaç yıl cezaevinde yatıyor. İlk başlarda
aileye en küçük bir açıklama yapılmıyor. Neden tutuklandı,
nereye götürüldü? Hiçbir açıklama yapılmıyor. Tutuklanıp
tutuklanmadığı bile açıklanmıyor. Resmen kayıp gibi...
Kimse araştırmaya da cesaret edemiyor.
Türkiye'de yaşayan devrimcilerin pek bilmediği bir olay
ama o dönem reel sosyalist ülkelerde yaşanan ve daha
sonra patlayan gerçekleri, bizler, yaşamış insanlar
olarak biliyoruz. Bütün devrim yapılan ülkelerde, reel
sosyalist diye tanımladığımız ülkelerde, ne yazık ki
durum genellikle böyle. Halkta, devlet görevlisi dahi
olsalar, müthiş bir devlet korkusu var ve devlet sorgusuz-sualsiz,
nedenli-nedensiz alıyor, kaybediyor. Hiç hesap da vermiyor.
İnsanların niçin tutukladığı, ne yapıldığı konularında
herhangi bir açıklama yok... Bu durum, orada da eniştemin
başına geliyor.
Babam, genel tavrın dışına çıkarak, hiç korkmadan konuyla
uğraşıyor ve çözüyor. Buluyor, ilgileniyor. Eniştem,
birkaç yıl sonra dışarı çıktığında da öylesine zayıf
ve bitkin çıkıyor ki neredeyse dışarıdan bakıldığında
iç organları görülecek durumda... Daha sonra da Arnavutluk'a
göç etmekten başka çareleri kalmıyor.
AA- Büyük dayınız ve ağabeyleriniz için de asilerin
yaşam tarzını benimsedikleri söyleniyor.
HŞ- Ağabeylerimden önce annemin dayısı Kosova'da,
Arnavutların ulusal haklarını kazanmak için militanca
mücadele eden, sürekli silahlı dolaşan, devlet tarafından
sıkı biçimde aranan bir insan. Bir direnişçi. Devlet
güçleriyle sürekli çatışma içinde olan bir insan. Evine
ancak korsan gibi giriyor ve bölgede önemli bir kahraman.
Babam, bulunduğu yerde çok önemli bir terzi, son derece
iyi para kazanıyor. Evlendikten sonra, Atatürk zamanında,
annemle birlikte bir kez Türkiye'ye gelip gidiyorlar.
Hiçbir şey hoşlarına gitmiyor, kafalarında dolaşan yerleşme
fikrinden vazgeçiyorlar.
Annemin dayısı, benim dayılarım ve iki dedem Çanakkale'de,
Anadolu Savaşları'nda şehit düşmüş. Annemin babası,
savaştan önce Ödemiş'e geliyor. Memleketteki varını
yoğunu da satıyor. Oradan getirdiği servetle, Ödemiş-Tire
tarafında büyük bahçeler alıyor. O bölgedeki en büyük
değirmenlerden birini satın alıyor. Kaydını yaptırıyor.
Çocuklarına miras kalacağını düşünüyor.
Hatta daha sonra, M.Kemal zamanında çağrı mektubu geliyor
anneme; "Babanızın burada mülkleri var, kendisi
şehit düştü, gelip mülkünüze sahip çıkabilirsiniz"
diye.
Ağabeylerimin her ikisi de Tito'nun savaş öncesi verdiği
sözleri devrimden sonra yerine getirmemesini, oralarda
yaşayan Arnavutlar'a daha önceden vadettiği kültürel
ve politik hakları uygulamaya sokmamasını hiç bir zaman
bağışlamamış ve bu konudaki duygularını tavırlarıyla
dile getirmişlerdir. Arnavutlar'da yeşeren ulusal bilincin,
Kosova Kurtuluş Savaşı hareketleri içinde yer alan Arnavut
direnişçilerinin, ulusal hakların tanınması yolunda
mücadele edenlerin simgelerinden biri olan bazı kıyafetleri,
inatla giymişlerdir. Onların bu yöndeki tavır alışlarına
ilişkin bilgilerim, bu düzeyi çok fazla geçmemektedir.
AA- Anneniz, bu röportajı gerçekleştirdiğimiz
1999 yılı itibarıyla çok yaşlı, bir kaç ulusun mücadelesine
tanık olmuş, dayılarından ve babasından başlamak üzere
yakınlarını ulusal kurtuluş savaşlarında yitirmiş, son
olarak da kızını bu mücadelede şehit vermiş, bir oğlunu
daha yitirmiş, sizin yaklaşık 30 yıllık güçlüklerinizi
acılarınızı yüklenmiş bir çınar, deyim yerindeyse...
Ve bu yaşlı çınarda, hala canlı bir "çetnik"
bilinci, düşmanlığı var. Bunun özel nedenleri var mı?
HŞ- Çetnikler, Sırp faşistleri bilindiği gibi.
Irkçılar. Ve kendilerinden olmayan herkese çok yoğun
baskı yapan bir hareket. Savaş sırasında, yaşamında
yoğun bir biçimde hissetmiş olmasından kaynaklanan bir
hafıza canlılığıdır.
AA- Didar Abla'nın genç kızlığıyla ilgili olarak
anımsadıklarınız nelerdir?...
HŞ- Küçüklüğünde de yırtıcı, kavgacı, dışa dönük
bir insandı. Daha sonra okulda ve sosyal yaşamda da
son derece aktif. Mahallede ağabeylerim kendisinden
küçük olduğu için kardeşlerine yönelik birtakım haksızlıklar
olduğunda tavır alan, karşısındakinin bayan ya da erkek
olduğuna aldırmayan, kavga etmek gerektiğinde öne atılan,
başka mahallelerin gençlerinin de korktuğu bir tip.
Savaş sonrası dönemde gıda maddelerinin uzun kuyruklara
girilerek karnelerle alındığı süreçte, o eziyet sıralarına
hep kendisi giren, aile için sürekli fedakarlıklara
katlanan bir özelliği var. O sınırsız fedakarlığını,
yaşamının her döneminde aralıksız sürdürdü. Aile yaşamında
aktif rolü olan, aile ihtiyaçları için sürekli koşturan
bir insandı.
Didar Abla, her zaman, her şey için çok çaba harcamıştır.
Evlenmeden önce ve evlendikten sonra da ailesinden ilgisini
esirgememiştir. Özellikle eşinden ayrıldıktan sonra,
her zaman ailesinin ihtiyaçlarını kendi yaşamının önüne
koymuştur. Bu nedenle, eşinden ayrıldıktan sonra da
bir çok cazip evlilik teklifleri aldığı halde, evlenmeyi
sürekli ertelemiştir.
AA- Kendisinin ve eşinin Yugoslavya'daki konumları
nasıldı? Neden Türkiye'ye geldi?
HŞ- Didar Abla, öğretmen. Eşinin Cakova, son
direnişin yaşandığı bölge olan Cakova Bölgesi Valisi
olduğunu biliyorum. Kendisi de, radyoda spikerlik, öğretmenlik
yaptı. Sonra kocasının bir ilişkisi olduğunu öğrendi,
ihaneti kabul etmedi, kocasını bıraktı, ayrıldı ve Türkiye'ye,
ailesinin yanına geldi.
Üç kız çocuğu olmuştu. En büyüğü benim yaşımda. Bir
kaç ay fark var aramızda. Diğerleri ikişer yaş küçük.
Hepsi Yugoslavya 'da yaşıyor. Önce, çocuklarıyla ilişkisini,
uzun süre telefonlaşarak sürdürdü. Daha sonra Türkiye'ye
gidip gelmeye başladı çocukları. Kendisi de oraya gidip
geliyordu. Eşi daha sonra, o ilişkide olduğu kadınla
evlendi. Çocuklar sanıyorum, en büyüğü 9 yaşındaydı
Didar Abla bıraktığında. 9, 7, 5 yaşlarında...
AA- Türkiye'ye geldikten sonra çabuk adapte olabildi
mi?
HŞ- Oldu. Yine iradeciliğiyle... Daktilo öğrendi.
Sekreterlik yaptı. Hayatımı kazanacağım diye bir problemi
olmadı. Hatta yine aileye katkıda bulundu. Zaten her
zaman başkaları için yaşadı...
AA- Didar Abla Türkiye'ye geldiğinde siz kaç
yaşındaydınız?
HŞ- İlk geldiğinde biz İstanbul Zeytinburnu semtindeydik.
Ben İlkokul 5'teydim. İlkokulu bitirmeden Bakırköy'e
taşındık. Beşinci sınıfın sonlarında. Çünkü 5. Sınıfın
bir döneminde Bakırköy'den Zeytirburnu'na okula gidip
geldiğimi iyi hatırlıyorum. Sonra Ortaokulu Bakırköy'de
sürdürdüm. O arada, yani ben 5. sınıfta iken sanıyorum
Didar Ablam geldi. 1963-64'te olabilir.
AA- Bu arada siz bir çok okul değiştirmek zorunda
kaldınız sanıyorum.
HŞ- İstanbul Zeytinburnu Yeşiltepe İlkokulu'nda
okudum. Sonra Yeni Mahalle'de, İstasyon yanındaki Bakırköy
Lisesi'nde ortaokul ve liseyi okudum. Sonra üniversite...
AA- Didar Abla geldikten sonra, aile yaşantısında
egemen bir kimlik haline geliyor anladığım kadarıyla?
HŞ- Aile yaşamımızda otoritesi her zaman oldu.
Otoritesi demesek de, babam öldükten sonra, Didar Abla
ailenin reisiydi. Babam, ben orta ikide iken öldü. Orta
birden orta ikiye geçtiğim sırada...
AA- Didar Abla'nın Türkiye'ye gelişiyle ilgili
olarak ailenizden herhangi bir biçimde tepki oldu mu?
Niye geldin, eşini, çocuklarını neden bıraktın şeklinde?
HŞ- Hayır. Olmadı. Çünkü ailede herkes, ihaneti
kabullenemeyecek bireylerdi.
AA- Aileyi tanıyan bazı şahısların, Didar Abla'nın
ve hatta sizin kişilik özelliklerinizin, mücadeleci
kimliklerinizin, annenizin şahsiyeti ile bağlantıları
olduğu yönünde gözlemleri var. Annenin kişilik özelliklerini
nasıl tarif etmek lazım?
HŞ- Kuşkusuz insanların kimliğinin ve yaşamdaki
duruş tarzlarının oluşumunda, aile bireylerinin, olumlu
ya da olumsuz, benzerlik ya da bazen tepkilerle oluşan
aykırılık yönünde izleri vardır.
Annem bir ev kadınıdır. İnançlı bir alevidir... Onun
aleviliğiyle tanrı tanımazlık arasında çok az bir fark
vardır. İnançlarına bağlı ve hizmet eden bir insandır.
Alevi olmasından dolayı, Zeytinburnu, Kazlıçesme, Yedikule,
Mevlanakapı, Belgradkapı, Silivrikapı gibi çevredeki
bütün yatırları, alevi ileri gelenleri olarak görür,
alevi düşüncesinin, tasavvufun temsilcileri olarak bilinen
insanların mezarlarını her hafta mutlaka gidip temizlerdi.
İbadetini yapar, alevilerin muharrem orucunu tutardı.
Bunun dışında, zeki, cefakar, zaman zaman esprili, insanlar
üzerinde keskin gözlemleri olan, bizlere büyük sevgi
ve saygı duyan bir insandı.
AA- Didar Abla'nın Türkiye'li devrimcilerle tanışma
süreci, düşünsel ve tavırsal gelişme sürecine gelirsek?..
HŞ- Önceleri, ülkemizin ortalama solculuk düzeyindeki
bir solcuydu sadece. Biz aktif devrimci olduğumuzda,
ülkeyi, ilişkileri, mücadeleyi dolaylı bir biçimde izlemiştir.
Eve gelip giden bütün devrimci arkadaşları sevgiyle,
kardeş gibi bağrına basmıştır. Benimsemiştir. Hiçbir
zaman tepki göstermemiştir. Her zaman sadece, kendimize
dikkat etmemizi söylemiştir.
Gecenin kaçında ve ne biçimde eve gelirsek gelelim,
giriş çıkışlarımıza tepki göstermemiştir. Sadece bir
konuda bizlere kızmıştır; temizlik konusundaki müthiş
titizliğinden dolayı, aşırı bir kirlilik yaptığımız
zaman, "şurayı kirletmeyin, burayı kirletmeyin"
diye sevimli müdahaleleri olmuştur, o kadar... Onun
dışında yaptığımız hiçbir işe karışmamıştır. Engel olmamıştır.
Altı, yedi, sekiz kişilik toplantılar yaptığımızda,
hiçbir şekilde itirazı olmamıştır.
Bizler de zaten girip çıktığımız her yerde temizliğe
dikkat ettiğimizden dolayı, kendisinin bizlere yönelik
olarak ifade ettiği önemli bir rahatsızlığı da olmamıştır.
Devrimcilere, gençlere her zaman zevkle hizmet etmiştir.
Aramızda anne çocuk düzeyinde çok büyük yaş farkı olduğu
için, arkadaşlarımın hepsini çocuğu gibi severdi, döverdi,
küfür ederdi, onlara yönelik sevimli bağırışları olurdu.
Onlara bazan zorla evi badana yaptırır, yemek yapar
zorla yedirirdi.
İlk ayrılığımız, sanırım onu sarsan en önemli olaylardan
biriydi: 12 Mart döneminde, 1972 Kızıldere Darbesi'nin
hemen ertesinde, bizim Suriye'ye gidişimiz... Aileye
hiçbir şekilde haber vermeden, benim arkadaşlarla Suriye'ye,
Lübnan'a, Filistin'e gidişim ve 1973'te dönüşüme kadar
hiçbir şekilde haberleşmemiş olmamız, onları ilk sarsan
olay oldu.
Bir seneye yakın bir süre için, hiçbir şey söylemeden
ayrılmıştım. Bir cumartesi günü öğle saatlerinde, kapıdan
çıkarken, 'tamam, ben biraz sonra geliyorum' dedim ve
73'e kadar bir daha dönemedim. Bu, ilk uzun ayrılık...
AA- Bu arada ne hissetmişler, ne düşünmüşler?
HŞ- Telaşlanmışlar, korkmuşlar... Sevgi, saygı
ilişkilerinin de yoğun biçimde yaşandığı bir ailede
yaşanabilecek tüm duyguları, kaygıları, yoğun biçimde
yaşamışlar doğal olarak...
Döndüğümde, çok ciddi bir tepkiyle karşılaşacağımı düşünüyordum.
Onun için doğrudan eve gitmedim. Henüz, gidebileceğim
uygun bir ilişki de yoktu. Deşifre olduğumuzu, arandığımızı
da ciddi biçimde hesaplamak zorundaydım. Çünkü, benden
bir süre önce dönen bir arkadaş, mahalli ilişkilerimize
uğramış, normal ve sıradan bir şekilde dolaşması gerektiği
halde, gizlilik ve benzer konularda önemli yanlışlar
yapmıştı.
Tanıdıklarına, "bizim Filistin'e gittiğimiz, Lübnan'da
Filistin kamplarında kaldığımız, benim binbaşı olduğum,
işi çok ilerlettiğim" yolunda sözler söylemiş.
Ortalıkta bu şekilde dolaşıp, bizi deşifre ederek geri
gelmiş. Bundan dolayı, durumun polisin kulağına gittiğini
ve alınma ihtimalim olduğunu düşünüyordum. Dolayısıyla,
dönüşümde de aileme gitmedim. Bir süre sonra, durumun
düşündüğüm sonuçları yaratmadığını tam olarak anladığım
zaman görüştüm onlarla. Ve ciddi bir tepki göstermediler.
Gayet iyi davranıldı.
Devam ettik yolumuza, barış içinde...
AA- Bu ilk ayrılık ve ilk kavuşma sonrasında
Didar Abla'nın özel bir tavrı oldu mu?
HŞ- Kavuşmanın sevinciyle, sevgiyle hareket ettiler.
Hiçbir tepki de göstermediler. 'Niye ayrıldın, niye
bize haber vermedin' demediler. Çünkü, memlekette yaşadıkları
süreçlerden dolayı, neden söylemediğimi, neden söylememem
gerektiğini ve benzeri bir çok şeyi biliyorlardı. Gizlilik
gereği söylemediğimi biliyorlardı. Bunlardan dolayı
da, anlayışla karşıladılar. Sanıyorum bu tavırlarında,
biraz da beni daha fazla uzaklaştırmamak isteklerinin
rolü vardı. Yani daha fazla uzaklaşmamı engellemek için
fazla tepki göstermediler.
AA- Bu konuda senin anlatma çabanın, onların
anlama çabasının rolü nedir? diye düşünüyorum.
HŞ- Zaten bazı şeyleri biliyorlardı, benden önce
de biliyorlardı. Benimle sadece daha aktif olarak süreci
izleme ve duygusal olarak da yaşama imkanı buldular.
AA- Bu arada güzel, çekici, genç, aktif bir kadın
olan Didar Abla'nın özel bir yaşamı da var ve gezmeyi,
eğlenmeyi seviyor. Fakat, özel yaşamını senin, genel
olarak ailenin dışında kurma noktasında, daima sizleri
tercih ediyor. Siyasallaşması, daha bilinçli tavırlar
içine girmesi o süreçte mi başladı?
HŞ- O dönemdeki duruşuna siyasallaşma denilebilir
mi, bilemiyorum. Siyasallaşmaktan anlaşılması gereken,
doğrudan politik aktivite içinde yer almaktır. 1976'dan
sonra, ilk yakalanmamla birlikte, daha aktif bir destek
ilişkisi içine girdi. Sürekli, her hafta ziyarete gidip
geldi. Bizlere yemekler hazırladı, yiyecekler getirdi.
Her hafta bir otomobil dolusu yiyecekle geliyordu. Hiçbir
zaman bir iki kişilik birşeyle gelmedi. Bu, maddi durumunun
iyi olmasından kaynaklanan birşey değildi kesinlikle.
Tamamen fedakarlıkla ve kendi ihtiyaçlarından kısıntı
yaparak oluyordu. Getirdiği herşeyi, hepimize getiriyordu.
Hiç birşey özel değildi. Arkadaşlarımla, onun deyimiyle
"çocuklarla" ilişkisi daha özel ve sıcak oldu.
Tam anlamıyla, halk devrimcileri nasıl bağrına basarsa,
o da bizi öyle bağrına basmıştı. Bu anlamda, bir devrim
sempatizanı olarak...
Ve cezaevlerindeki firar girişimlerimiz sırasında da
bir devrim sempatizanından öte bir militan gibi yapabileceği
herşeyi, yapılması gereken herşeyi yaptı. Haberleşmede,
içeriye silah sokulmasında ve daha birçok konuda, en
önemli desteğimiz Didar Abla'mızdı... Toptaşı firarı,
o süreçte gerçekleştirildi.
Didar Abla, benim yakalanışımdan önceki süreçteki aktivitemizin
ciddiyetinin farkındaydı. Ama boyutları, illegal eylemimizin
boyutlarını bilmiyordu. Sadece, kesinlikle silahlı bir
aktivite içinde olduğumuzu seziyordu, anlıyordu.
Çünkü, günün koşullarında, eve giriş çıkışlarımız, taşıdıklarımız,
getirip götürdüklerimiz, biz ne kadar dikkat edersek
edelim, evdeki uyanık birinin dikkatini çekmeyecek gibi
değildi. Üstelik bazı odalarda, kapıları kapatıp onların
görmesini istemediğimiz birşeyler yapıyoruz. Ve o seziyordu
mutlaka, ülkedeki bazı gelişmelerde bizim de payımızın
olduğunu...
Hazırlıklar oluyor, hemen ardından birşeyler oluyor.
Bunları da seziyordu. Sonra bunlar tümüyle açığa çıktı.
Giderek, daha aktif bir desteğe dönüştü onun bizlerle
ilişkisindeki tutumları... O günkü bilinç düzeyiyle,
deneyimiyle yapabileceği şey, bize sahip çıkmak, her
türlü maddi manevi yardımda bulunmaktı ve bizim cezaevinden
çıkıp özgür olmamız için, üstüne ne zaman bir görev
düştüyse, tereddütsüz yaptı.
Sezdiği şeylerin çok daha üst boyutta gerçek olduğunu
gördüğü zaman, herhangi bir tepki duymadı, gerilemedi,
tam tersine, daha aktif destekte bulundu.
Polisin elinde olduğumuz ilk ve yoğun işkence dönemlerinde
de aktif bir şekilde sahip çıktı. 1976'da, şubenin önüne
karargah kurdu. Cezaevi ve mahkeme süreçlerinde de öyle.
Ailenin bütün olanaklarını, diğer kardeşlerimi, herkesi
zorlayarak, her hafta düzenli biçimde, bir araba dolusu
ihtiyaç maddesiyle geldi cezaevlerine... Avukatlarla
yoğun biçimde ilgilendi, onları harekete geçirdi, gerektiğinde
zorladı, düşünülebilecek her türlü desteği sınırsızca
ve yoğun özverilerde bulunarak sundu. Her biçimde özgürlüğümüzü
kazanmamız için gerekli olan her şeyi, üstüne düşen
herşeyi, talep edilen herşeyi, büyük bir zevkle yaptı.
Hiçbir zaman tereddüt etmedi. İstekleri daima severek,
canla başla yerine getirdi. Firardan sonraki günlerde
de görüştük, kısa bir süre sonra... Oldukça coşkuluydu,
hiç bir tereddütü yoktu, ürkmüyordu. Yine, olağanüstü
risklere girdi.
Toptaşı Firarı'yla, 1980'deki yakalanmam arasındaki
süre içinde, gazetelerde resmimizin çıkmadığı hafta
olmadı. Çok sık olarak basına yansıdık, çok sık olarak
ölüm emriyle arandığımız duyuruldu. O, sürekli bu gerginliği
yaşadı. Yoğun bir biçimde yaşadı. İzlendi, basın tarafından
rahatsız edildi, tüm aile olarak...
Bu arada, yine zorlu iletişim koşullarını yararak, iletişimimizi
de kurdu, başka arkadaşlara yardımcı da oldu.
1980'de tekrar yakalandığımda, her zaman olduğu gibi,
şubenin önünde karargahını kurdu. Biz tutuklanana kadar
geçen süre içinde, yine yoğun emek ve çabayla, herşeyi
izledi, gereken tüm aktiviteleri, yaratıcı biçimde yaşama
geçirdi.
AA- Bu arada, bildiğim kadarıyla başka arkadaşların
da başları her derde girdiğinde, maddi manevi her türlü
ihtiyaçları için, İstanbul'da ilk çaldıkları kapı, O'nun
kapısı oldu.
HŞ- Öyle... Bunların hiçbirini reddetmedi. Bunların
hepsi için koşturdu. Hepsi için elinden geleni yaptı.
Elinden geleni de, gelmeyeni de...
AA- Çeşitli ifadelerde de O'nun adının geçtiğini,
defalarca gözaltına alındığını, sorgulandığını, sorguları
sırasında son derece yürekli davrandığını biliyoruz.
HŞ- Evet, 80 başlarından itibaren bazı şahısların
ifadelerinde adı geçti. Ondan sonra da zaten, kendisini
öldürmeye yönelik girişimler başlıyor.
Sultanahmet Cezaevi'nde ziyaretlere gidiş gelişi sırasında,
bu yöndeki ilk girişimler oldu. Faşistlerin, Sultanahmet
Cezaevi çevresindeki semtlerde denetimi vardı ve orada,
bizimkilere yönelik ciddi bir tehlike sözkonusuydu.
Özellikle, Didar Abla'ya yönelik.
AA- Bir anlamda kaçınılmaz bir yönelim olarak,
O'nda yoğunlaşan bir tepki vardı. Ta Bakırköy'den, Zeytinburnu'ndan
O'nu tanımaktan başlayan, sizin ablanız olmaktan da
öte, gerek bazı şahısların ifadelerinde geçtiği haliyle,
gerekse sürecin ilk direnişinin içinde sivrilmesiyle...
Hem polisin, hem de o bölgenin sivil faşistlerinin gözünde,
yok edilmesi gereken ciddi bir odak haline geliyor.
HŞ- Tüm bunları, başka arkadaşlar daha iyi hatırlar
ve mutlaka anlatıyorlardır...
AA- Bir de kendisinin trenden atılmaya çalışıldığı
bir olay duymuştum, sizin bu konuda bilginiz var mı?
HŞ- O olay, 12 Eylül'den daha sonra, cezaevleri
sürecindeki problemlerin çözümü için sık sık Ankara'ya
geliş gidişleri sırasında yaşanıyor. O dönemlerde cezaevi
çevresinde yollarının kesildiğini, sürekli tehdit edildiklerini
biliyorum, hatırlıyorum.
AA- Bu arada Didar Abla'nın, yaşamın diğer alanlarında
olduğu gibi temizlik konusunda da çok büyük bir titizliği
var. Sizin cezaevinde olduğunuz süreçlerde, size bir
ziyaretçi olarak gelişlerinde, size ve diğer arkadaşlara
getirdiği eşyalarda, onların güzel kokmasından güzel
ütülenmesine kadar varan çok büyük bir titizliği var.
HŞ- Ve aynı zamanda, onların içeriye sokulması
konusunda da büyük bir inadı var. Kavgacılığı var. 12
Eylül'den hemen sonra yoğun baskılar başladığında, hiç
duraksamaksızın O da kavgasına başladı.
12 Eylül Askeri Diktatörlüğü'nün gelişinden, tezgahlanışından
ve sonraki yoğun katliamlarından, baskılarından dolayı
kapıldığı bir yılgınlık, en ufak bir tereddüt olmadı.
Cezaevi kapısında, anında, içerde biz nasıl tereddüt
etmeksizin direnişe geçtiysek, O da dışarıda, cezaevi
kapısında, desteğini, aktif eylemleriyle, tavrıyla,
kavgacılığıyla başlattı. Başlattı demek doğru değil
aslında, yükselterek, ara vermeksizin sürdürdü.
Dönem ne gerektiriyorsa, tereddüt etmeksizin yaptı.
Ve cezaevi yöneticilerinin illallah dediği, kavgacı
bir insan haline geldi. O arada yalnızdı da... 12 Eylül'le
birlikte yanlızlaşmasına rağmen yükselttiği bir kavga
var. 12 Eylül'ün ilk süreçlerinde, aileleri bile kapsayan
yoğun bir gerileme, sinme var çünkü gerçekte...
AA- O hiç tereddüt etmeksizin varlığını, eylemini
sürdürdü.
HŞ- Sultanahmet Cezaevi Müdürü'nün, o dışarıda
kavga ettikten sonra gelip, "şu ablana birşey söyle,
dışarıda bizi mahvediyor, şöyle yapıyor, böyle yapıyor,
bak fena olacak, tutuklatacağım" diye, bizim dolayımızla
onu pasifleştirme çalışmasına dair konuşmalar, sık sık
tekrarlanırdı...
O, hiç bir şekilde tereddüt etmedi. Yükseltti direnişini.
81'de bizim mahkemeler başladığı günlerde, Ahmet Ateşli
ekibi bir gün yine evi basıyor. Sanıyorum 6 Haziran
günlerine de denk geldi. "Savaş halinde düşmana
yardım etmek" suçlamasıyla, onlara yoğun baskılar
yaptılar. Tehditlerini arttırdılar, göz altına aldılar.
Metris Direnişi sırasında da aynı şekilde son derece
aktif hareket etti. Ziyaretler kısa olduğu için o kısa
ziyaretlerde, ancak çok önemli şeyleri konuşabildik.
Dışarıda onların yaptıklarını dinleyip öğrenmek, yani
pratik destek faaliyetleri hakkında bilgi almak imkanı
olmuyordu. Sadece yapılması gerekenlerle ilgili çok
kısa ve özlü konuşabiliyorduk. Onlar, o aldıkları mesajlara
göre, cezaevindeki direnişin isteklerini anlıyor ve
dışarıda da onun yürütücülüğünü layıkıyla yapıyorlardı.
Adnan Binbaşı gibi İstanbul Cezaevleri'nin en azgın,
en fazla ismi çıkmış komutanlarını titreten bir tutum
içinde olduğunu, ben kendisinden hiç bir zaman öğrenemedim.
İlk olarak hastanede iken bir arkadaşın ziyaretçisinden
öğrendim. Başka siyasetlerden olan ve o süreçte hastanede
yatan arkadaşlardan duydum. Diğer ziyaretçiler, tutsak
arkadaşlarımıza, dışarıda neler olup bittiğini ziyaretlerde
anlatıyorlar. Ama biz konuşma imkanı bulamadığımız için,
bu konuda da şu an anlatabileceğim fazla şey yok ne
yazık ki...
Öz olarak söyleyeceğim şudur; ziyaret kısa olduğu için
yapılanlarla ilgili tartışma ve aktarım imkanımız yoktu.
Benim de konumumdan dolayı, sadece cezaevinde yürütülen
direnişin, mücadelenin ihtiyaçlarını, bu doğrultuda
dışarıda yapılması gerekenleri konuşuyorduk. O da, onları
kısa bir süre içinde, kısıtlı şekilde aktarıldıkları
haliyle anlayıp, dışarıda aktif uygulayıcısı ve yönlendiricisi
oluyordu. Hüseyin Abi'mle birlikte... O'na haksızlık
yapmamak lazım. Her zaman bu işin içinde oldu. Didar
Abla gibi yoğun ve özverili emek, aktivasyon gösterdi.
Hüseyin abim bir hayli politik düşünen, taktik üretebilen
bir insandı ve kavgacıydı. Düşündüğünü uygulardı. Ödünsüzdü
ve yaşamın maddi bağlayıcılıklarından tümüyle uzak prensipler
içinde, ödünsüz bir biçimde var olmuştu.
Metris Cezaevinde onların rollerinden dolayı, oynadıkları
rolden dolayı, direnişin ilk dönemlerinde, oradaki faşist
Emin Yüzbaşı'nın, "ablana, abine söyle çok fazla
şey yapıyorlar, kışkırtıyorlar milleti, onları asarız,
keseriz" diye tehdit ettiğini, onlara mesaj ileterek
pasifleştirme girişimlerinde bulunduğunu hatırlıyorum.
İçeride gereken cevabı da ben veriyordum.
AA- Dışarda, onlara bütün bunların çok daha fazlası
söyleniyordu. Ayrıca fiziki olarak da her türlü işkence
ve baskıdan nasiplerini alıyorlardı. Ama onlar, bütün
bunlara rağmen hiç bir biçimde gerilemiyorlardı. Didar
Abla'nın, Adnan Binbaşı'nın Metris'in Nizamiyesi'nde
yolunu kestiğini, yakasından tutup arabasından indirerek
tir tir titrettiğini biliyoruz.
O yılları yaşayan insanlar, O'nun, bütün bu zorlu mücadelesi
esnasında, çok güzel gülen, insanlara moral aşılayan,
onları, kahkahalarını izleyen güçlü ajitasyonlarıyla
hareketlendiren, gerektiğinde somut durumun etkili propagandasını
yapabilen, çevresindekileri canlandıran, harekete geçiren
kimliğini, çok derin izleriyle hatırlıyorlar.
HŞ- Mücadeleden kaçınanları küfürleriyle tahrik
eden, azarlayan, insanları cezaevindeki tutsakların
beslenmesi için alışverişe zorlayan, eylemleri organize
eden, 'siz dışarıda yemiyeceksiniz onlara yedireceksiniz'
diye baskı yapan bir zindan mücadelecisi O...
1981'de Metris'in içini de tanıdılar. Kısa bir büre
yattılar. Böylece savaşımları, sadece zindan önleriyle
sınırlı kalmadı. Duvarların ötesini de somut biçimde
yaşadılar ve orada da direnişlerini layıkıyla sürdürdüler.
12 Eylül sonrasında, İstanbul Cezaevleri'nde yatan devrimci
tutsaklar için açılan ilk toplu dava, MLSPB davası oldu
ve ilk iddianame de doğal olarak MLSPB iddianamesi idi.
Bu iddianameyi, büyük bir karşı propaganda kampanyasıyla
yayınladılar ve kamuoyuna duyurdular.
Çok sayıda tutukluya idam isteniyordu. Didar Abla, iddianameyi
alır almaz hazırlayıcı olarak lanse edilen savcı Faik
Tarımcıoğlu'nun Selimiye'deki makamına, yeğenlerini
yanına alarak gidiyor:
"Siz bu insanların yalnız kaldığını, bunları rahatlıkla
idam edebileceğinizi düşünüyorsunuz, ama yanılıyorsunuz!
Biz yaşıyoruz. Onları kesinlikle idam ettirmeyeceğiz!...
Onları idam ettirmek için bu iddianameyi hazırladınız.
Onları bitirebileceğinizi sanıyorsunuz, ama onlar bitmiyor,
bak yeğenleri var, onları yetiştireceğim, bütün bu yaptıklarınızı
anlatacağım ve seni vurdurtacağım", diyor. Çocuklar
o zaman 8 ve 6 yaşlarında...
Böylesine bire bir cebelleştiği insanlar, savcılar,
sıkıyönetim komutanları, adli müşavirler, Necdet Üruğ,
Haydar Saltık...
AA- Bu iddianame okununca, mahkemede, hiç unutulmayan
ve sık sık ifade edilen bir tepkisi var. Yıllardır dile
getirilen ve aile direnişçiliğinin bir sembolü olmuş
bu sözlerinde; "Çocuklarımızı Öldürtmeyeceğiz"
diye haykırıyor.
Fakat, bütün bunların yanısıra, bu röportajda; daha
çok sıradan insan özelliklerinden ve özel ilişki yanlarından
hareketle, direnişçiliğin insan karakterindeki biçimlenişini
oluşturan salt insan kriterlerini yakalamak istiyorum
izninizle... Çünkü bir çok şey, buralardan hareketle
oluşuyor. İnsanın kimliğindeki özelliklerden başlayan
bir tarzda gelişiyor ya da başka mecralara akıyor.
Metris'te, yıllar süren zorlu mücadelelerden sonra,
bir açlık grevinin zaferle sonuçlanmasıyla, açık görüş
hakkı da elde edilmişti. O ilk kucaklaşmada siz ne hissettiniz,
o ne yaptı?
HŞ- Biz O'nunla aslında hiç yalnız kalamadık...
Hep kalabalık olduk... Hep kalabalıkta olduk...
1986 sonlarında Tek Tip Elbise dolayısıyla uygulanan
ziyaret yasaklarından sonra Metris'e döndük ve bir süre
sonra yeniden ziyaretler açıldı. Yani yıllarca süren
ısrarlı, ödünsüz bir direnişin sonunda, düşman cephesi
gevşedi. Politika değişikliğine gitmek zorunda kaldı.
Bize sivil elbiselerimizi yavaş yavaş verdi. Ziyaretler
başladı. İlk ziyaretimizde, ben hiç konuşamadım. Sürekli
ağladım. Aynı şekilde, o da öyle...
Uzun süren zorlu bir mücadelenin, birbirimizi göremeden
karşılıklı olarak sürdürülmüş bir direnişin başarıyla
sonuçlanmış olması, bir dönemin kapanmış olmasıyla birlikte,
kavuşmayı yaşamıştık.
Siyasi partiler kanunu çıkıp siyasi partiler oluştuğu
andan itibaren, siyasi partiler nezdinde cezaevlerine
destek faaliyetlerine hız verdiler. Cezaevleri direnişlerimizi,
SODEP'in oluşumunda ve sonrasında SODEP platformuna,
politik platformlara taşımaya çalıştılar. O zamanki
bütün toplu gösterilerde, mitinglerde, bu doğrultuda
pankartlar açtılar. Cezaevleri sorununu duyurmaya, kamuoyuna
yansıtmaya çalıştılar.
Daha sonraki süreçte, önemli olan şudur; 12 Eylül sonrası
dönemde, o ortamda, gereken tavrı alamayanlar, almayanlar,
ilginç bir biçimde, bütün cezaevleri mücadelesine, abartılı
bir şekilde sahip çıkmaya çalışmışlardır. Kendilerinden
başkalarının direnmediğini söyleyerek çarpıtılmış bir
resmi tarih oluşturmaya çalışmışlardır. Polisin elinde
ve cezaevlerinin ilk dönemlerinde direnmeyen bu tutsaklarının
dışarıdaki yakınları da kaçınılmaz biçimde, onların
cezaevlerindeki ilk yıllarının yalpalamalarına parelel
bir yalpalama ve tereddüt içindeydiler.
Tutsak yakınlarını yargılamak, doğru değildir. Ama sözkonusu
tutsakların, tarihi çarpıtma ve tam tersine çevirme,
adeta, Osmanlı-TC geleneğinin bir devamı olarak tarihi
tersinden yazma geleneklerinin yargılanması, zorunludur.
Bugün tersinden bir tarih yazmaya çalışan bu insanlar,
içeride en geri noktalarından, teslimiyet olarak tanımlanan
tavırların içinden çekilerek, genel direniş sayesinde
bir yerlere taşınmıştır. Ama o zorla taşındıkları noktalardan
geriye bakarak, "herkes postal yaladı, bir tek
biz direndik" edebiyatı yapmaya başlamışlardır.
Ve onlara paralel olarak, doğal bir biçimde, 12 Eylül
sonrası dönemde dışarıdaki aileleri de uzun süre, en
basit bir dilekçe imzalama eylemine bile katılmaları
için, ilk direnişi geliştiren aileler tarafından zorlanmışlar,
fakat bu basit ilk tavırlardan bile kaçınmışlardır.
Aileler, bu grupların tavırlarını-tavırsızlıkları anlatıyorlardı
bize, şikayet ediyorlardı. Biz ise, 'görevinizdir, ısrarlı
olun, kazanın, zamanla onlar da anlayacaktır' diyorduk.
Bu gerçeği, 12 Eylül sonrasının ilk döneminin doğru
anlaşılması açısından bilmekte yarar var ve farklı anlatımlar
nedeniyle, aktarmakta zorunluluk var.. Sözkonusu ailelerin
de canlandırıcısı, onlar oldular. Hüseyin Abi, Didar
Abla, diğer birkaç aile...
AA- Hüseyin Abi'nin çok ciddi bir rolü var o
dönemde. Dışarıdaki direnişlerin yürütülmesinde ve örgütlenmesinde
birinci dereceden rol oynayan üç beş insandan biri.
Canlanmayı zorlayan bir insan. Ve şimdi örgütlerin militanlarının
bile kavramakta zorlandığı bir işi kavrayıp yapıyorlar.
Nerede en ufak bir muhalefet, bir kıpırdanma olsa, hemen
orada, kendi talepleriyle ve onların eylemlerini destek
için yer alıyorlar.
HŞ- Sadece muhalefet etmek çerçevesinde değil.
Egemen partilerin, ANAP gibi bir partinin bile nefes
alışından dahi bir şeyler çıkarmak istiyorlar. Hangi
parti, en basit bir şekilde, sadece ortamı istismar
için, hümanizmden, insancıllıktan, demokrasiden söz
ettiyse, onların o demogojisinden yararlanarak, sürdükleri
demokratik mücadele için bazı sonuçlar almaya çalışmışlardır.
Onların en merkezi kademelerine kadar, heyetler oluşturarak
gitmiş ve istemleri doğrultusunda diyaloglara girmişlerdir,
bu güçleri zorlamışlardır. Ve onların o çabaları sayesindedir
ki, ANAP içinde dahi bazı milletvekilleri, bu yoğun
baskılardan etkilenerek zaman zaman cezaevleri için
olumlu şeyler yapmışlardır.
ANAP'ta bir çok kademeyi etkilemişlerdir. Hücre tipi
cezaevleri uygulamasıyla ilgili olarak, cezaevlerinin
sivil sürece geçişiyle ilgili olarak, düşman cephesini
çatlatmak ve oradan destekler yaratmak konusunda, oldukça
başarılı bir çalışma yürütmüşlerdir.
AA- Tavırlarında, müthiş bir caymazlık, direniş
ve inat var. Müthiş bir emek var. Yılmama var, hesapsızlık
var.
Daha sonraki yıllarda analardan biri anlatıyordu. Didar
Abla, çok ileri yaşlarda, 50'li yaşlarda o kadar çok
ve kesintisiz koşturuyor ki, geceyarıları eve geldiklerinde,
tabanları şişiyor. Fakat ertesi gün yapmak zorunda oldukları
çok fazla şey var. Görüşmeleri, eylemleri, direnişleri
var. Kendisini, tabanlarını oklavayla dövdürerek rahatlatmaya
çalışıyor ve ertesi günün sabahı erkenden yeni bir eylem
için yola koyuluyorlar.
Bu süreçte, cezaevleri direnişleri cerçevesinde, 12
Eylül sonrasının ilk eylemcileri olan bu ellili yaşlardaki
insanların, yaşamın bütün diğer alanlarına müdahale
etme tavırları da var. Bütün kıpırdanışlara koşma yüreklilikleri
var. Muhaliflerin bütün gereksinimleri için var olma,
çözüm üretme dinamizmleri var.
Yıl, 1984. Bir yasadışı eylem sonrasında, izlenmeye
alınan bir grup devrimcinin içinde bulunan bir bayan,
12 Eylül öncesinden tanıdığı bir arkadaşının evine giriyor.
Evde sadece bir bayan ve bir küçük çocuk var. Küçük
çocuk çok hasta, ateşler içinde kavruluyor. Oraya, bir
takip sonucu, gizlenmek için giren bayan devrimci, bir
başka bayanın ve çocuğun çaresizliğine çözüm getirmek
zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyor. Çare, yine Didar
Abla'dır...
Çocuk Didar Abla'ya götürülüyor. Didar Abla çocuğu vakit
geçirmeksizin doktora götürüyor ve tedavi ettiriyor.
Didar Abla, bütün bunların yanısıra, daha o yıllarda
mücadelenin içine giren, mücadeleyi bölmeye, parçalamaya
çalışan sınıf dışı unsurlarla mücadele etmek gibi bir
zorlu yöntemin de içinde buluyor kendini...
O'na, belki de en zor gelen, bu insanlarla uğraşmak,
onların ne için olduğu, neden olduğu henüz belirsiz
tavırlarına karşı mücadele etmek oluyor. Objektif olarak
oğlu , O'nun yakını gibi işkencede olan, eşi, idama
mahkum olan bu insanların mücadeleyi ilk bakışta anlaşılmaz
biçimde geri çekmeye ilişkin tavırlarına karşı savaşmak,
kuşkusuz O'nun için de, mücadelenin en zor yönlerinden
biri oluyor. Aynı insanlar, bildik yöntemlerle, O'nu
yıpratmaya çalışıyorlar. Anlamıyor. Nedenini kavrayamıyor.
Ama, kişiliğindeki sağlam direnişçi özelliklerin kararlılığıyla,
neden bu şekilde tavır aldıklarını bir türlü anlayamadığı
bu 'garip' insanlara karşı da tavır almakta, hem de
en kararlı bir biçimde tavır almakta tereddüt etmiyor.
Mücadelelerin bir adım daha ileriye götürülmesi, belki
de biraz bu düz insan algılarından, O insanların tereddützüz
tavır alışlarından yola çıkacaktır. Daha önceki örneklerinde
olduğu gibi... Fazlaca politik taktik, stratejik, hesaplamalar,
bizi tarihin gerisine mi atıyor acaba?
Tekrar sürecin pratiğine dönersek, özellikle 12 Eylül'den
sonraki cezaevleri mücadelenizde, direnişinizde, çok
fazla açlık grevleri oluyordu. Bu esnada Didar Abla'
nın tavrı nasıl oluyordu? İlk açıkladığınız zaman, sürecin
gelişimde, sözgelimi sizin o mide kanaması geçirdiğiniz
grevde neler yapmıştı?
HŞ- Hiçbir zaman, 'yapma etme, kendini esirge
gibi bir tepkisi olmadı'. Yaptığımız herşeyin yapılması
gerekenler olduğunu biliyordu. Bu anlamda bir karşı
çıkışı olması söz konusu değildi. Bazen en fazla şunu
derdi: 'Siz kendinize birşey yapmayın, biz dışarda yapalım.
Ne gerekiyorsa biz yapalım. Siz zarar görmeyin, biz
görelim gibi.' Bu içerikteki sözlerle tepkisini ifade
ediyordu.
AA- O'nun, bir tren yolculuğu esnasında trenden
atılarak öldürülmek istendiği, bu tarzda bir komployla
karşılaştığını biliyorum. Sözkonusu öyküyle ilgili bildiklerinizi
anlatır mısınız?
HŞ- Yine Cezaevleri Direnişleriyle ilgili olarak
yaptıkları bir Ankara mekiklerinden birinde, ailelerden
Şükriye Nazari ile beraberken, bir ara bir fırsat buluyor
birisi, O'nu trenden aşağıya atmaya çalışıyor. Son süratle
giden trenden... İtişip kakışıyorlar, kurtuluyor. Bunları,
sözkonusu ailelerle konuşmanız gerekir daha çok...
AA- Haklısınız. Son olarak, izninizle, Didar
Abla'nın ölümünü nasıl duyduğunuzu ve o anı nasıl yaşadığınızı
eğer mümkünse dinlemek istiyorum?
HŞ- Ankara yürüyüşüne gideceklerdi. Cezaevleriyle
ilgili bir genelgeye karşı çıkılması gerekiyordu. Cezaevlerinin
askeri yönetimden sivil yönetime geçişi ile ilgili bir
kampanyaydı. O süreçte Adalet Bakanı olan Oltan Sungurlu'nun
yayınladığı bir genelge vardı.
Biz, süresiz açlık grevi, dönüşümlü süresiz açlık grevi
sürecindeydik. Aileler de destek için dışarıda bir hayli
aktif faaliyet yürüttüler. O arada da, Ankara'ya gitme
kararı almışlardı. Ankara'ya gittiler. Gideceklerini
biliyoruz.
Ertesi gün, sabah erkenden ziyarete çağrıldım. Normal
ziyaret başlamadan epeyce önce... Bir olağanüstülük
olduğunu sezdik ama ne olduğunu anlamadım. Yine cezaevleriyle
ilgili bir sözcülük, haberleşme işi vardır diye düşündüm.
Çünkü bazen öyle oluyordu. Gittim, bizim davadan yargılanan
arkadaşların, cezaevleri mücadelesinde aktif olan ailelerinden
bir kaç kişi, Metris Cezaevi'nin ziyaret yerinde, ama
mazgaldaydılar. Birşeyler sezdim. Kötü bir haber geldiğini
sezdim. Onlar, 'Didar Abla'nın öldürüldüğünü' söylediler...
Kısaca konuştuk. Tamam dedim. Avukatımız Nebi Barlas
Ağabey de vardı. Koğuşa geri döndüm. Arkadaşlara söyledim.
AA- Ne hissettiniz ilk duyduğunuz anlarda, koğuşa
giderken, o uzun koridorlarda yürürken?
HŞ- Öfke!...
Kaybetme hissi, birşeyler yapamama çaresizliği.
Ondan sonra da zaten pek yalnız kalmadım.
AA- Kabullenmeme hissi yaşadınız mı?
HŞ- Sanki olmamış gibi... Yaşadım.
Şimdi bile, güzel bir şey gördüğüm zaman, keşke o da
olsaydı diye düşünüyorum. Bir yarım yokmuş gibi hissettiğim
anlar oluyor.
Eksikliğini şiddetle hissettiğim anlar...
Eylül 1998
|