98 Notları-3
Şerif Onursal
|
Kitle hareketlerinin dönemsel özellikleri
Önce, temel bir saptamayı tekrarlayalım:
Türkiye, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalizmin egemen
olduğu yeni sömürge bir ülkedir. Ve şimdi, yeni sömürge
dokusunun egemen olduğu toplumsal sistem; TC'nin kuruluşundan
bu yana, tarihinin en ciddi krizlerinden birini yaşamaktadır.
Bizim gibi yeni sömürge ülkelerde krizin yapısal ve
sürekli olma özellikleri, bir tekdüzeliğe işaret etmez.
Kriz denizindeki dalgalar, zaman zaman görece daha aklı
selim olmalarına rağmen, zaman zaman çok yüksek ve boğucu
biçimde kendini gösterir. İşte, son yıllarda, bu kriz
dalgalarının en önemlilerinden biri daha, ülkemizin
üzerinde yükselmiştir.
Bunun asıl nedeni, bizzat emperyalizmdir, emperyalizme
bağımlı toplumsal yapıdır. Kapitalizm, uzun yıllara
yayılan bir savaşım sonucunda, iç dinamizmle gelişmemiştir.
Daralan pazar sorununu çözme amacıyla, emperyalizmin
ihtiyacı doğrultusunda, yukarıdan aşağıya bir tarzda
geliştirilmiştir. Dolayısıyla bağımlı kapitalizm, yeni
sömürge ülkelerde; ekonomik, sosyal, siyasal karakterli
bunalım süreçleri olarak, daha üst boyutlarda, yeniden
ve yeniden üretilmektedir.
Ayrıca, bu sömürücü, asalak, insana yabancı toplumsal
sisteme karşı yükselen toplumsal muhalefet, ekonomik-demokratik
ve siyasal hak arayışları, mevcut yapısal krizi derinleştirmektedir.
Bu bağlamda ülkemiz, 1950'lerden bu yana, sürekli bir
kriz içindedir. Toplumsal ilişkilerin her alanında yaşanan
bu kriz, 1958, 1961, 1970, 1980' li yıllarda doruk noktalarına
sıçramıştır. Bugün ise, emperyalizmin küreselleşme taktikleri,
bölgesel kriz ve yürütülen sömürgeci kirli savaşın belirleyici
etkileri ile ölümcül bir aşamadadır.
Kriz devam ediyor.
Bu, aynı zamanda, toplumsal bir devrim için zorunlu
olan nesnel koşulların, yani "devrimci durumun",
olgun olduğunu açıklamaktadır. Türkiye toplumu devrime
gebedir ve stratejik konumu, proleter potansiyeli vb
dikkate alınırsa yeni bir devrimci dalga, sistemin zayıf-sorunlu
halkasından yaratılabilir.
Burada iki önemli noktayı iyi kavramak gerekir: Birincisi,
ulusal-sınıfsal çelişkilerin oldukça yoğun olduğu, bu
anlamda da emperyalist-kapitalist sistemin ilk bakışta
zayıf halkası konumunda olan Türkiye, bir devrimin tek
boyutlu verili koşullarını yaşamaktadır.
Bu veriler ışığında, Lenin'in, devrimci duruma ilişkin
şu sözlerini anımsamadan edemiyoruz: "Yönetenlerin
yönetemez olduğu" bir ülke... Bugünü ve tarihsel
süreci, bu anlamda tanımlamak, önemlidir. Fakat, bütün
ekonomik, siyasal, toplumsal genel verilere rağmen bu
ülkenin öylesine özel ilişki ve çelişkileri devreye
girmektedir ki; genel formülasyonların ötesinde, P-C
diyalektiği ekseninde dönemsel argümanları önümüze doğru
koyabilmek ve herşeyi yeniden tartışmak-değerlendirmek
zorunluluğu gündeme gelmektedir.
İkincisi, yeni bir Ekim Devrimi'nin, tarihsel rolünün
düşünsel hedeflerini bilince çıkarmak, dünya devrimi
perspektifi ile, Türkiye'de bu rolün gereklerini yapmaktadır.
Leninizmin ruhu, Lenin'in iradeciliği ve devrim anlayışı,
bize bu konuda, çok şey açıklar. Ekim Devrimi, gerileyen
Alman Devrimi'ne karşın yükselen Rus Devrimi'nin, Rus
Proletaryası'nın tarihsel rolünün kavranması sonucu
yaşanmıştır. Lenin, bu gerçeği şöyle açıklar: "Tarih,
Alman Proletaryası'na verilen rolü, şimdi Rus Proletaryası'na
veriyor. " (Ne Yapmalı)
Bu tarihsel rol, "çok verilenden çok şey istenir"
(Lenin) enternasyonal mantığı ile, Ekim Devrimi'nde
somutlaşmıştır. Aynı bakış açısı, sosyalizmin inşaasına
yansımıştır.
Bu temel öneme sahip vurguları yaptıktan sonra şu söylenebilir:
Bu gün devrimin nesnel koşulları ile öznel koşulları
-devrimin olması için öznel koşulların da olgun olması
gerekir- kaynaşırsa, devrimci durum değil, devrim durumu
oluşur. Fakat pratikte bu anlamda bir çelişki, uyumsuzluk
söz konusudur.
Nesnel koşullar teorik anlamda olgun olmasına rağmen,
kitleleri devrimin saflarına çekecek, ona önderlik edecek,
adına layık bir proletarya partisi yoktur. Bu "en
ileri örgüt biçimi" etrafında kitlelerin yaratıcı
gücü, devrime seferber edilememektedir. Veya mevcut
öznel koşullar, parti ve kitle ilişkileri, devrimin
ihtiyaçlarının uzağındadır. Elbette "hiçbir şey
yok" değildir, bir birikim vardır, ama bu, nesnel
koşulların oldukça gerisindedir. Günün görevi, nesnel
koşullar ile öznel koşulların arasındaki mesafeyi kapamak,
öznel koşulların gelişmesi için devrime yüklenmektir.
Sözünü ettiğimiz "mesafenin" en önemli nedenlerinden
biri de; TDH'dir. Bünyesinde yaralar açılmış, tarihsel-siyasal
kökeni olan bir dizi zaaftan beslenen TDH, değişen dünya
ve ülke gerçeğine yönelik sağlıklı açılımlar yapamamakta,
kendini yeniden üretememekte ve özellikle bugünün durgunluğunu
ifade eden Eylül yenilgisinin yarattığı örgütsel varlığını,
koşullara paralel bir biçimde yeniden inşa edememektedir.
Bu yönde elbette bir dizi adım ve gelişmeler vardır.
Ama bütün gelişmeler ne yazık ki, henüz bu mesafeyi
kısaltacak dinamizmden uzaktır.
Ayrıca dönemin özelliklerini ve en başta bütün bunların
kitle hareketlerine etkilerini iyi kavramak gerekir.
Bugün, kimi zaman yükselme eğilimi gösteren, kimi zaman
durgunluk yaşayan ama önemli bir potansiyele sahip kitle
hareketlerinin en önemli bileşkesi; işçi, gençlik ve
yoksul emekçilerin belirlediği toplumsal kesimlerdir.
Yeni sömürgeci toplumsal sistemden rahatsız olan ve
toplumsal ortalamaya göre görece bilinçli insanlar,
herşeye rağmen düzen muhalifliği özelliklerini yitirmeyen
bir kesim Aleviler ve sömürgeciliğe karşı bir toplumsal
diriliş yaşayan Kürt dinamizmi, emek cephesinin yanında,
onu büyüten özelliklere sahiptir. Yine de örneğin, 1965-70
dönemi, 1970-80 dönemi ile kıyasladığımızda, hareketlilikler,
kendine özgü niteliklere, kısıtlanmışlıklara sahiptir.
Daha önceki dönemlerden farklı olarak bugünün kitle
hareketleri, 2. Dünya Savaşı sonrası büyük bir prestije
sahip olan sosyalizmin moral gücünden ve yine bu dönemde
ezilen ulusların esin kaynağı olan ulusal kurtuluş fırtınasından
önemli ölçüde yoksundur. Bu, çok önemli bir faktördür
ve asla revizyonizm dahi kitle hareketi üzerindeki bu
olumlu etkinin yarattığı sonuçları ortadan kaldıramamıştır.
Bugün, moral değerlerden yoksun kitle hareketleri, önemli
ölçüde, kapitalizmin yarattığı toplumsal zeminde, onun
sömürü ve zulme dayalı sorunları ekseninde, toplumsal
bir tepki temelinde gelişmektedir. Stratejik hedefler
doğrultusunda örgütlenemedikleri için de yine aynı bağlamda,
zaman zaman akıntıya kürek çekilmektedir.
Bunun yanısıra, eskiye nazaran bugün kitlelerin tepkisi,
olağanüstü kırılma aygıtları ile karşı karşıyadır. Yani
her yeni gibi, zorunlu olarak bir oturma süreci yaşamakta,
bu süreci yaşadığı için de, kendi iç dinamizm, süreklilik
ve korunma aygıtlarını oluşturamamaktadır.
Ayrıca, örneğin, 1950-70 döneminde yeni sömürgeciliğin
ve onun üst yapı kurumlarının aldığı biçim ile 1970
sonrası, özellikle de 1980 sonrası, aynı değildir. Yeni
sömürgecilik, kendi içinde evrilmiş, en olgun dönemine
ulaşmış; buna paralel olarak Oligarşi'nin tüm baskı
kurumları, daha yoğun bir biçimde emperyalizm odaklı
olarak merkezileşmiş, kurumlaşmıştır.
Ayrıca sorunun toplumsal boyutları vardır.
Yükselen yeni sömürgecilik, "yükselen değerleri"
hızlandırmış, insana yabancı tüm "değerler",
çarpık kapitalizmin bünyesinden adeta fışkırarak toplumu
sarmıştır. "Köşe dönücülük", rüşvet, bireycilik,
pragmatizm, ahlaki yozlaşma vb günlük yaşama nüfuz etmiştir.
Bugün Oligarşi, sadece zor yöntemleri ile ayakta kalmıyor.
Önemli ölçüde toplumu ve bireyi düşürerek, apolitik
bir ortamda tutarak varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Bu yanıyla da, tarihsel koşullar, eski tarihsel koşullardan
oldukça farklıdır ve kitlelerin tepkisini dolaysız etkilemektedir.
Bunlar ve bunların dışında bir dizi irili ufaklı nedenler,
kitle hareketi üzerinde etkide bulunur, bulunmaktadır.
Anlaşılacağı üzere kitle hareketinde, kendiliğindenci
yan önemlidir. 1965-70 ve 75-80 döneminde çok önemli
bir yer tutar. 80 sonrası gelişen kitle hareketinde
de kendiliğindencilik önemlidir, ama, eski ile kıyaslanırsa,
yaratabildiği sonuçlar açısından daha geri bir noktadadır.
"Kendiliğindencilik vardır, kendiliğindencilik
vardır" diyor Lenin ve farklı dönemleri kıyaslıyarak
devam ediyor; "bu da gösteriyor ki, kendiliğinden
unsur, özünde, tohum halindeki bilinçlenmeden başka
bir şey değildir." İlkel başkaldırmada bile bilinçliliğin
belli bir ölçüde uyanmış olduğunu ifade ediyor. (Ne
Yapmalı Sf 37-38)
"Tohum halindeki bilinç", kitle hareketinde
bugün daha zayıftır, ama bunun yerini, "siyasal
bilinç" almaktadır. Bir başka deyişle, kitle hareketi
eskiden "yukarıdan" bir karaktere sahipken,
bugün en küçük demokratik hakkın bile siyasal eksende
geliştiği "aşağıdan" bir karaktere sahiptir.
1975-80 döneminin ayırt edici özelliklerinden biri de,
kitle hareketinin kendiliğindenci yanının yanı sıra,
bu mücadelenin anti-faşist özelliklerinin ön planda
olmasıdır. TDH'de, yanlış faşizm anlayışından kaynaklanan
bir dizi zaafın, anti-faşist mücadeleyi anti-oligarşik
mücadeleden soyutladığı biliniyor.
Bu temelde, taktiksel programı yanlış akım ve örgütler
bu dönemde, mücadelenin hedefini bulanıklaştırmışlar,
kitlelere yanlış hedef göstermişlerdir. Ancak, bütün
bunları bir yana bırakırsak, bu özelliklerin, halkçı
popülist bir anlayışla ön plana çıktığı bir gerçektir.
80 sonrasında ise; Eylül yenilgisi nedeniyle kitle mücadelelerinde
oldukça geri noktalara düşülmüş, kitle hareketi adeta
dibe vurmuş, daha sonra bu zeminde tekrar yükselme eğilimi
zaman zaman zayıf bir biçimde kendini göstermiştir.
Bu gelişim, spontane değil, küçük mevzilerin kazanılıp
büyütülmesi temelinde sağlanmıştır.
Oligarşi, zor yöntemlerini her adımda devreye sokmuş,
kitle hareketi zayıf bir siyasal mecrada gelişebilmiştir.
Ve dönemin özelliği olarak, anti-faşist mücadeleden
daha çok, özünde bunu da zayıf biçimde içeren demokrasi
mücadelesi ön plana çıkmıştır. Kitle mücadelesinde,
ekonomik ve kendiliğindenci yanın paralelinde, bu özellik
de önem kazanmıştır.
12 Eylül açık faşizminin en önemli amacı, yeni sömürgeci
sistemi zorlayan, daha ileri bir toplumsal sistemin,
sosyalizmin kanallarını açan kitle hareketini, sistem
içinde eritmek, onu pasifize etmektir.
Bu açıdan, 12 Eylül açık faşizmi, geçici ama önemli
bir başarı kazanmış, sınıf savaşımı tarihimizin en önemli
kitle potansiyelinin pasifize olmasına, oldukça derin
sonuçları olan kırılmanın yaşanmasına yol açmıştır.
Hiç bir karanlık sonsuz değildir. Şafak söker, aydınlık
etrafa saçılır. Sınıf savaşımının temel gerçekleri bu
dönemde de bir kez daha yaşanmış, Eylül karanlığı dağılmaya
başlamıştır.
İlk ışık, cezaevleri direnişleri olmuş, bunu tutsak
yakınlarının toplumsal mücadelenin önderi olması izlemiştir.
Ve 85-86'larda yayılan ışıklar, öğrenci gençlikte yolunu
bulmuş, tarihsel önemi çok büyük olan "Nisan Direnişi"
yaratılmıştır. Kendiliğinden yükselme içine giren işçi
hareketi, 90 başlarında Zonguldak Direnişi'ni yaratan
bir noktaya gelmiştir.
Artık, 90 sonrası kitle hareketlerinde yükselme dönemidir.
Bu yükseliş, 1 Mayısları, Gazi-Ümraniye Direnişlerini,
Harçlara karşı mücadeleyi, Bergama'yı... yaratmıştır.
Ancak, bir yükselme eğilimi göstermekle beraber, kitle
hareketi, kimi dönem nedenlerinin önemle değerlendirilmesi
gereken durgunluklar da yaşamaktadır.
İşte, 1996 1 Mayıs'ı sonrası durgunluk, böyle bir durgunluktur.
Bu noktada, önemli ölçüde TDH'den kaynaklanan zaaflar,
sürecin durgunluğunun asıl nedenlerinden biridir. Ancak
bu durgunluk, yeni sömürgeci sisteme yönelik tepkinin
boyutunu zayıflatmamaktadır. Bu açıdan, dönem için;
görünürde "durgun" ama yoğun bir iç tepkiyi
bünyesinde taşıyan ciddi bir potansiyelden söz etmek,
hiç de yanlış değildir.
Anlaşılacağı üzere; devrimci hareketler topluma ışık
olup, onun önünü açtığı ölçüde, kendi zaaflarından kurtulup
kitlelere güven verdiği ölçüde, ciddi sıçramalara şahit
olunabilecektir...
Yeni sömürgeci toplumsal sistem, karşıt çelişkilerin
birlikte gelişmesi prensibi temelinde, bir yandan özgürce
gelişir-küreselleşirken, bir yandan da çok boyutlu bir
toplumsal tıkanmayı yaşamaktadır. Bu aynı zamanda, yeni
sömürgeci sistemin ezilen sınıf ve ulusların hiçbir
sorununu doğası gereği çözemediği, kitlelerin buna parelel
olarak objektif biçimde düzenden koptuğu anlamına gelmektedir.
Ancak, eğer devrimci irade ve bunun cisimleştiği proletarya
partisi, bu gelişmeye doğru yanıt veremez, onu devrim
saflarında örgütleyemezse, bu sistem tüm açmaz ve tükenmişliğine
rağmen, varlığını sürdürür.
"Devrim kitlelerin eseridir" sözü, son derece
doğrudur ve örgütlü bir kitle yaratıcılığı ile ortaya
konulabilir, "yıkma" ve "yeniden kurma
ekseninde önemli tarihsel rolü belirginleşir; Lenin'in
bu sözünü, böyle anlamak gerekir.
Dolayısıyla devrimcilik, esas olarak nesnel gelişmelere,
kendiliğindenci kitle mücadelesine övgüler dizmek değildir,
tüm bunların materyalist özünü, karakterini kavramak
ve gereklerini yapmaktır.
"Reel politika", gerçeği kaba değerlendirir,
görüntüyü olduğu gibi alıp, onun teorisini yapar; ama
bu devrimcilik değildir, diyalektik ve tarihsel bakış
ile de materyalist felsefe ile de ilgisi yoktur. Leninizm,
devrimci marksizm, diyalektik materyalizmin ışığına,
yaşayan ruhuna sadıktır. Ve Leninizm, iradecilik demektir.
Devrimci iradenin yoğunlaştığı parti, nesnel gelişmelerin
önüne çıkarak politika yapar; önderdir, kitlenin önünü
doğru biçimde açar.
Bugün kitleler, yeni sömürgeci sistemden objektif kopuşu
yaşıyor, ama aynı biçimde; oportünizmin "reel politika"
tarzına rağmen devrime koşmuyor, üstelik devrimle de
arasına, ciddi bir mesafe koyuyor. Bu, tarihsel koşulların
ortaya çıkardığı bir olgudur. Ve elbette bu noktadan
kopuş, devrim lehine ciddi gelişmeler olacaktır. Ama
bu "mesafeyi" bilmek, dönemin en önemli özelliklerinden
biri olduğunu tanımlamak, nereden ve nasıl başlanacağını
bilmek anlamına geldiği için, zorunludur.
Gerçeği iyi kavrayamayan bir mantık, bunu değiştirip
devrim lehine dönüştüremez.
Siyasal mücadele boşluk tanımaz. Birbiri ile kıyasıya
mücadele eden sınıfsal-politik güçler, bir dizi yöntemle
bu boşluğu doldurmaya çalışır. Yeni sömürgeci sistemin
önemli çözümsüzlükler yaşadığı bir gerçektir. Ama devrimci
hareket bunu, tarihsel rolüne uygun olarak doğru biçimde
lehine çeviremezse, aynı durumu kaçınılmaz olarak Oligarşi,
bir dizi kirli yöntemle değerlendirmek ister. Oligarşi,
başta açık, çıplak zor yöntemi olmak üzere, çeşitli
ideolojik politik taktiklerle, yöntemlerle kitleleri
kendine bağlamak ister.
"Laiklik-anti laiklik" merkezli tartışmalar,
Kemalizm, Türk-İslam sentezi, liberalizm, milliyetçilik,
sosyal demokrasi, vb hep bu yönde işlev görmektedir.
Birbirine karşı gibi görünen, toplumsal yaşamda görünürde
böyle bir tablo çizen bu akımlar ve yapılan tartışmalar,
özünde, görünümdeki farklı kanallardan kitleleri düzene
bağlamaktadır, düzen içinde tutmaktadır.
Burada, kemalist solcu, ismen "sosyal demokrat",
ama özünde sosyal demokrasi ile ilgisi olmayan bir burjuva
partisi olan CHP ve onun gerçeğini özel olarak anmak
gereklidir...
Yeni sömürgeci sistemin ekonomik-sosyal dayanağı zayıfladıkça,
zor yöntemleri o oranda artarak gündeme girmektedir.
Yeni sömürgeci sistemin "ekonomik" ayağı,
1970'lerden bu yana gerilemektedir. İşçi ücretlerinin
1969'dan bu yana sürekli düşüş yaşaması, bu durumun
en önemli verilerinden biridir.
Çözümsüzlük, ekonomik sosyal dayanaktan uzak biçimde,
zoru başlıca, tek yöntem haline getiriyor. Hep, sömürge
tipi faşizmin "yedek lastiği" rolünü oynayan,
toplumsal muhalefeti düzene bağlamak, tepkileri nötralize
etmek rolünü oynayan CHP geleneği, bugün örneğin 1974-75'lerdeki
işlevinden son derece uzaktır. Bu boşluğu, özellikle
geçtiğimiz seçim döneminde RP'nin doldurduğu biliniyor.
Kemalist solcu CHP'nin bu işlevsizliği, kitleler ile
devrim arasındaki mesafenin, ilişkinin "kısaldığı"
anlamına gelmektedir. Veya kitleleri bloke etmede CHP,
eski rolünü oynayamamaktadır. Bunun, toplumsal zemini
de zayıflamıştır.
Diğer burjuva parti ve akımların bu boşluğu doldurduğu
ortamda, ancak doğru, uzun soluklu, etik anlamda son
derece temiz ve güçlü siyasal ajitasyon, kitleleri devrime
yaklaştıracaktır.
Ayrıca, bu noktada reformizmin rolünü hatırlamakta da
yarar var.
Reformizm-devrimcilik ayrışması, TDH'de bugünün sosyalizm
hedefli toplumsal mücadele tarihinde, kimi zaman zayıflayan,
kimi zaman ise görece güçlenen tarzda, hep yaşanmaktadır.
Ama dalgalanmanın özellikle son otuz yıllık tarihsel
kesitte; çok daha boyutlu yaşandığı açıktır.
71 silahlı mücadelesi içinden, partimiz THKP-C'nin yanısıra,
THKO ve TKP/ML'nin ortaya çıkması, bir yanıyla da bu
kopuşun devrimci tarzda kazanımıdır.
Ülkemizde bağımlı, kimliksiz, tasfiyeci, düzene soldan
destek sunan, Kürt sorununda katıksız sosyal şoven,
kalkınmacı bir sosyalizm anlayışı ile ufuksuzlaşmış,
"en az direniş" perspektifini her alanda benimsemiş,
teslimiyetçi, reformla yetinen bir damar, her zaman
vardır.
Sadece TİP-TSİP-TKP geleneği değil, 70 sonrası Devrimci
Yol, Kurtuluş, TDKP, TKEP vb de, böyle bir rolü üstlenmişlerdir.
Bir yanıyla halkçı popülist, diğer yanı reformist olan
bu akımlar, giderek halkçı yanlarını bir yana atarak,
legalizm zemininde reformcu bir mevziyi tutmuşlardır.
Dünya ölçeğinde sosyalizmin gerilemesinin, burjuva demokrasisinin
kutsanmasının bu damarı beslediği; bu damarın yenilgi
yıllarının bir dizi hastalığı ile büyüdüğü biliniyor.
Dahası, devrimcilik adına, marksizmi kaba, sosyalizmi
halkçı bir yoruma tabi tutan, ideolojik derinlikten
yoksun bir söylemle varlığını sürdüren, dar pratikçi
gelenek, reformizmi tersten beslemektedir. Oligarşinin
"yumuşaması" tespiti de, bu kesime yöneliktir.
Demek ki; kendi zayıflıklarımıza savaş açmak, reformizmle
mesafeyi doğru biçimde koymak, başta Kemalist solculuk
olmak üzere tüm burjuva akımlara karşı cepheden devrimci
savaşımı yürütmek, düzenden kopuşu yaşayan kitle potansiyelini
devrime yaklaştıracaktır, sözünü ettiğimiz "mesafe"
azalacaktır.
Devrimci harekete özet bir bakış
Devrimci harekette kavram kargaşası oldukça yoğundur.
Dolayısıyla önce bazı kavramları ayrıştırmak, yerli
yerine koymak zorunludur...
Önce, "devrimcilik", "reformizm"
kavramlarından başlayalım. Devrimci ile reformist arasındaki
fark, devrimcinin devrim ve reformistin reform istemesi
değildir. Devrimci reform için de mücadele eder ama
bunu devrime bağlar, önüne devrim programı koyar. Onun
politik hedefi, devrimdir. Reformist ise, kendini reformla
sınırlar. Lenin, "reformizme karşı değiliz"
derken, bu temel ayrımı ifade eder.
"Devrimci", sömürü ve baskı üzerine kurulu
mevcut sistemi yıkmak görevini önüne koyan, bu anlamda
sömürücü sisteme tam cepheden tavır alan bir programı
savunur. Bu yanıyla da; "devrimci" kavramı
aslında sınırlı bir kavramdır.
Bundan dolayı, proletarya devrimcileri veya devrimci
marksizm savunucuları, asla mevcut sömürücü, insana
yabancı baskı politikası ile ayakta kalan sistemi yıkma
görevi ile kendini sınırlamaz. Onlar bu "yıkma"
eylemini, sosyalizm perspektifiyle, bu toplum projesi
doğrultusunda "yeniden kurma" eylemi ile içselleştirirler.
Tam da bu anlamda, proletarya devrimcileri ile burjuva
ve küçük burjuva devrimcileri, tamamen farklı programlara
sahiptirler.
Proletarya devrimcisi, reformu savunur ama onunla yetinmez.
Önüne, mevcut sistemi yıkma programını koyar ama onunla
da yetinmez. Tüm bunları siyasal iktidar kavgasında
siyasal özgürlük ve sosyalizm mücadelesine bağlar. Strateji
ve taktiği, bunun üzerine kurar, ekonomik-demokratik,
siyasal ajitasyon ve kampanyaları, bu eksende örgütler.
"Devrimci sosyal demokrasi, reform uğruna savaşımı
eylemine her zaman katmıştır ve şimdi de katmaktadır.
Ama sosyal demokrasi, iktisadi ajitasyonu yanlızca hükümetten
her türlü önlemi yerine getirmek istemesi için değil,
aynı zamanda (ve esas olarak) hükümetin otokratik hükümet
olmasına son vermesini istemek için de kullanır. Üstelik
devrimci sosyal demokrasi, hükümete karşı bu sistemini
yanlızca iktisadi savaşım üzerine dayandırarak değil,
aynı zamanda toplum ve siyasal savaşımın genel olarak
bütün alanlarına dayandırarak ileri sürmeyi, görev bilir.
Kısacası, devrimci sosyal demokrasi, bütünün bir parçası
olarak reformlar uğruna mücadeleyi, özgürlük uğruna
ve sosyalizm uğruna devrimci mücadeleye tabi kılar."
(Lenin. Ne Yapmalı Sf, 72)
Yine, "sol" ve "solcu" kavramına
da, böyle bir pencereden bakmak gerekir. Tek başına
"sol" ve "solcu" kavramı, hiç bir
şeyi açıklayamaz. Sınıfsal açıdan muğlak olan bu kavram,
sınıfla birlikte ele alınırsa yerli yerine oturur. "Kemalist
sol", "reformist sol", "marksist
sol", "devrimci sol", vb kavramlar, sık
sık kullanılır, belirli bir sınıfın/sınıfların tavrını
yansıtan bu akımlar, ülkemizde de mevcuttur.
Kavramları yerli yerine koymak için devam edelim. Yine
bir yanılsama vardır; reformizm legalizmle özdeş, eşit
görülür.
Bu yaklaşım ampirik, kaba bir yaklaşımdır, doğru değildir.
Reformizm, mevcut kapitalist sistemin çarpık, sivri
yanlarını düzeltme mücadelesi verir, düzen içi bir solculuğu
içerir; bundan dolayı legalizmde de ısrar eder, ona
yaslanır, ondan beslenir.
Ancak, buradan legalizm ile reformizmin aynı veya eşit
olduğu anlamı çıkmaz. Legal zeminde devrimci bir politika
yürütülebilir, bu yanıyla da devrimci ile reformist
birbirinden ayrılır. Legal bir parti veya kurum, her
zaman reformist değildir; ayrıca pekala illegal parti
veya kurum, reformist bir programa sahip olabilir.
Ülkemiz devrimci hareketinin bir orijinal yanı daha
vardır; faşizm süreklidir, legal hukuki zemin, bundan
dolayı dardır, sınırlıdır. Reformist programa sahip
bir çok kesim, bundan dolayı çeşitli biçimlerde illegal
konumlanmıştır.
Ayrıca, illegaliteyi esas alan, silahlı mücadeleyi savunan,
ancak programı demokratizmle sınırlı bazı akımlar vardır
ki, bunlara silahlı reformist demek, hiç de yanlış değildir.
"Demokratikleşme", "barış" vb hedefler
için, silah unsuru bir pazarlık kozudur; dünyada bunun
çok çeşitli örnekleri vardır. Ülkemizde de böyle bir
damar, hiç de zayıf değildir.
Demek ki, "legalizm reformizmdir" veya tam
tersi; "devrimcilik illegalitedir" biçiminde
bir yaklaşım doğru değildir. Tüm bu kavramlar; "legalite"
- "illegalite" "devrim" - "reform",
farklı kavramlardır.
O halde, herhangi bir siyasal akımı, partiyi; siyasal
mücadelede yerli yerine koymak için; her şeyden önce,
onun toplumsal politik hedeflerini içeren siyasal programına,
programatik tezlerine ve pratiğine bakmak gereklidir.
Ancak bütün bunları, dünyayı yorumlama değil "değiştirme"
araçlarıyla bütünsellik gösteren politik tarz ile birlikte
düşünmek, bununla tamamlamak, asıl çerçeveyi oluşturur.
"Herhangi bir örgütün niteliğini, doğal ve kaçınılmaz
olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir.
" (Lenin, Ne Yapmalı, Sf. 109)
Bu açıklamalardan sonra şunlar söylenebilir: TDH'nde
yaşanan tasfiyecilik dalgaları, reformist sola alan
açmıştır. İdeolojik, politik, örgütsel alanlarda derin
deformizm izleri taşıyan bu akımlar, toplumsal zeminden
beslenmektedir.
Oligarşinin düzen içi bir solculuk programıyla boy atmaktadır.
Sosyalizm perspektifini bir kenara atan, hatta onu biçimsel
olarak bile programına koymayan, demokrasiyi herşeyin
önüne koyan, bu yanıyla da burjuva demokrasisini kutsayan,
eylem çizgisini bununla sınırlı tutan, düzen içi bir
tarz ve yaşamı bünyesinde somutlaştıran bu akımlar,
bugün oldukça geniş bir alana yayılmıştır. ÖDP oluşumu
bunun en ileri mevzisidir, ama reformizm, ÖDP ile sınırlı
değildir. Ve önümüzdeki süreçte PKK ile dahi buluşabilir...
Ancak burada, bu özet değerlendirmede bizi daha çok
reformist kanat değil, devrimci kanat ilgilendirmektedir.
İllegaliteyi esas aldığını ileri süren ve emperyalizme
bağımlı, çarpık kapitalist sistemi yıkma görevini önüne
koyan, -bir kısmı yarı feodal tespitleri yapan- böyle
bir programa sahip kanat, TDH'nin önemli bir kesimini
oluşturur.
Tümü, marksizmi referans alır ama önemli bir kısmı,
popülisttir, devrimci marksizme mesafelidir.
Toptancı bir mantık, bize ait değildir. Böyle bir mantık,
bilimsel de değildir. Marksizm, bir yöntem olarak genelleme
yapar, ortak paydaları tanımlar ama her olguyu, akımı,
örgütü, kendi nesnel gerçeği ile ele alır. "Türk
Solu" cümlesi ile başlanan ve ne kadar olumsuzluk
varsa, biraz da hararetle sıralanan tanım ve değerlendirmeler,
sık sık yapılır ve hiç de doğru değildir, bilimsel değildir.
Belki bu tip değerlendirmeler gerçeğin bir kısmını da
ifade eder, ama gerçeğin biraz da ayrıntıda olduğu,
bu yanıyla da gerçekten uzaklaşıldığı, açıktır. Bu durumu,
hep göz önünde bulundurmak, zorunludur.
TDH'nin devrimci kanadında, her şeyden önce, tarz sorunu
vardır. Politika, genellikle kaba, derinlikten yoksun,
reel biçimde yapılır. Halkçı popülist söylemle karışık
bir biçimde, sınıf mücadelelerinde ortaya çıkan bazı
olumlu ama dönemsel gelişmeler abartılır, ona övgüler
dizilir, hatta söylemci kendi politik varlığını buna
bağlar. Reklamı, kendi kendini övmeyi, doymamış bir
ego eşliğinde benimser, bunu bir "sahiplenme",
"mirasa sahip çıkma" mantığı ile karışık yapar...
Kendini büyütür, diğer oluşumları, özellikle de devrimci
yapıları küçümser. Yani bir türlü kendine ve diğer devrimci
yapılara karşı nesnel, objektif olamaz. Çünkü subjektivizm,
başlıca karakteridir.
Bunun için bir çok şey yapar; sıradan bir kitle hareketinde
anlamsız bir biçimde kendi pankartını açmaktan tutalım,
'ulvi amaçlar için kirli işler yapmaya' kadar uzanan
uzun bir çizgide, hep bu özelliği görürüz.
Devrimin ortak değerleri, şehitler dahil her şey, tam
bir pazarcı zihniyeti ile ele alınır, bunun üzerinden
politika yapılır.
Devrimin ciddi bir tarihsel kazanımı vardır; fakat o,
bunun mutlaka kendisi ile başladığını ileri sürer. Tarih,
sınıf savaşımı, vb hep kendi öznel konumu, politikası
ile açıklanır. Özetle, bu kesimin önemli bir kısmının
politik tarzı, tam bir küçük burjuva tarzıdır, bu sınıfın
kimliğini, tarzını yansıtır...
Demokratik merkeziyetçilik, Leninist bir ilkedir ve
parti dahil bir çok örgüt biçimlerinde geçerlidir. Bu
ilkeyi, devrimci kanadı oluşturan tüm siyasal yapılar
savunur, hatta eğer varsa, tüzüğünde bunu tanımlar.
Ancak bu, çoğu kez yazılı bir ilke olarak kalır, parti/örgüt
yaşamında ise farklı pratikler geçerlidir. Çoğu kez,
bir anlayış olarak, "demokrasi" ve "merkeziyetçilik"
karşı karşıya getirilir. Hatta "savaş", "mücadele",
"faşizm gerçeği" vb söylemle demokrasi bir
yana atılır, katı merkeziyetçilik, "en merkeziyetçi"
olmak tanımı altında savunulur...
Parti-örgüt yaşamında, düşünce zenginliğine tahammül
yoktur. En küçük düşünce farklılığı; "reformizm",
"tasfiyecilik", "aşırıcılık", "sağcılık",
"solculuk" vb kavramlarla, "mahkum"
edilir.
Bazıları, parti-örgüt yaşamında, "iki çizgi mücadelesini"
resmi düzeyde savunur, ama asla bırakalım iki çizgiyi,
tek çizgiye bile tahammül edilemez.
Son yıllarda, prim toplayan pragmatizm ve Ortadoğu tarzı
politika yapma, parti veya örgüt yaşamlarına sinmiştir.
Örgüt içi kumpas, komplo, darbe, ajan- polis, karşı
devrimci vb söylemleri, birbirini izler. Sağlıksız birleşmeler
ve sağlıksız ayrışmalar, bu eksende biçimlenir. Sözde
program, taktik çatışmaları, hiçbir anlamda gerçek farklılıkların
tanımlanamadığı ayrılıklar, birbirini izler...
Değişim, nesnel bir gerçeklik olarak doğar; dünya ve
ülke, bu nesnel değişimin koşullarını yaşar. Ancak,
bırakalım çok temel tespitleri, bunların nesnel gerçekliklerle
uyumsuzluğunu, bazıları bunları, taktik düzeyde dahi
yakalayamaz.
Dünyanın adeta küçüldüğü, kapitalizmin en geri ülkelerde
bile egemen olduğu bir dönemde, o hala, "yarı feodal"
tespitlerinden vazgeçmez. Hatta tam bir dogmatizmle,
2000'li yıllarda, 1930 Çin'ini kendine model alır.
Kürt Ulusal Sorunu, yakıcı ve dayatan, çeşitli biçimlerde
sağlıksız farklılaştıran bir sorun olarak Türkiye gündemine
girmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen; bırakalım somut
tarihsel koşulların gerektirdiği politikaları, olguya
basit yanıtlar vermeyi; bazıları hala, herşeye rağmen,
Kürdistan'ın temel gerçeklerine bile yabancıdır...
"Aynı-birlikte örgütlenme", "ezilen ulus",
"tek ülke-tek devrim" tespitlerini; "PKK
milliyetçidir, burjuva devrimcisidir" tespitleri
izler... Tabi bazıları, "iki ülke tek devrim"
der, PKK'ye yönelik tesbitler de sık sık değişir. "Kürt
ve Türk Halkları'nda barış talebi güçlüdür", "KUKM
'barış" mı, "ateşkes mi dedi", söylemleriyle
bu kesimin önemli bir kısmı "savaşçı" kesilir,
dönemsel barış taleblerine cepheden tavır alır.
"Birlik" ise, çoğu kez abartılı biçimde ele
alınır. Son yıllarda sıkça atılan "yaşasın devrimci
dayanışma", özünde günlük ilişkilere kadar inen
bir şiardır. Ancak, buna rağmen Türk ve Kürt Solu'nda
anti-birlikçi bir karakter vardır.
Olumsuz birlik deneyleri çoktur, ama genellikle bu olumsuzluklar,
herşeyden önce 'kendi' olunamamasına bağlanır.
Hatta "birlik" adına, bir dönem katı bir merkezci
politikanın kitle hareketine zarar verdiği unutulur
ve bu kez yorumlar, kendi dışındaki yapıların kimliksizliğine
kadar uzatılır. Örneğin "Meclisler" tartışmasının,
böyle bir yanı vardır. Devrimci teori, önemli ölçüde,
bazı kesimlerce küçümsenir, "dogmatizmin reddi"
adına devrim deneyleri, evrimsel tezler bir yana bırakılır.
Ütopik ve popülist bir tarz içinde; "Devrimci durum
vardır", "Suni denge vardır", "Öncü
savaşı, SP gereklidir" denir... Örneğin seçimlerde,
bu eksende tavır hep "boykotçu" dur ama, özünde
mahalli bir alanda yarı açık bir örgütlenme modeli olacak
bir tarz, "meclis" olarak adlandırılır, anayasa
tartışmaları, bu toz duman içinde yapılır. Çalışma yapılan
dar alanlarda, anayasal hayaller yayılır. Ortadoğu tarzı
ile karışık "Türkçülük" övülür, halkın değerlerine
saygı adı altında, islam övülür, mevlutlar okutulur.
Ve sol içi çatışma, "örgüt içi sorun" adı
altında, devrim ve sosyalizm kavgasına zarar veren,
tahrip eden boyutta, hem de "biz sol içi çatışmaya
karşıyız" söylemi ile adeta körüklenir.
Özellikle 1993'ten sonra, yaşanan bir dizi olumsuzluk,
geçmiş çatışmalara rahmet okutmuştur. "Ajan, kontra,
iç düşman, dış düşman" vb söylemle, hem at izi
it izine karışmış, hem de onarımı zor, yer yer imkansız
yaralar açılmıştır. Bu gelişme, son yılların en ciddi
problemlerinden biri olarak, demokrasi anlayışı ve kültürünü
kapsayan bir boyuttadır.
Bu kesim, gerçek anlamda, silahlı mücadeleyi savunmaz,
böyle tanımlanamaz. Bu kesimin içinde silahlı mücadele
savunucusu olarak tartışılabilecek olan, böyle bir geleneği
olan bazı yapılar, özellikle araştırılmalı, çok farklı
çıkış noktaları üzerinden değerlendirilmelidir.
Bunun dışındaki kesim ve gruplar, silahlı mücadeleye
hep karşıdır. Bu açıdan, silahlı mücadeleyi reddeden
devrimci kanat, Türkiye gerçeği ile uyum halinde değildir.
Diğerleri ise, küçük burjuva devrimciliği konumunda,
halkçı, devrimci marksizmden uzak akımlardır.
Özet bir bakış açısından yola çıkarak ayrıntılarla boğuşmak,
bu yazının konusu değildir ama ayrıntının önemini biliyoruz...
Ve önemli bir noktanın yeniden vurgulanması gereklidir.
Reformist kesimden devrimci kesime kadar, TDH'nin eleştirel
bir yaklaşımla ele alınması, tek başına, ülkemize özgü
bir olgu değildir. Tüm bunların, politik tutum ve tespitlerin,
sosyalizm anlayışı ile dolaysız bağı vardır. Bunu, önemle
belirtelim.
Ayrıca, yine bu tip hata ve zaaflar, uluslararası komünist
harekete musallat olmuş hata ve zaaflardan bağımsız
değildir. Bunların kökeninde, bu tip hata ve zaafların
kaynağı olan, miras alınan, eleştirel ele alınmayan
dünya devrimci pratiği gizlidir.
Başta 3. Enternasyonal partileri olmak üzere, SBKP,
ÇKP, AEP vb partilerin siyasal pratiğinde, tüm bu eksiklikleri
ve hataları görürüz. Bu yanlış politik tutum ve pratikten
ciddi bir devrimci kopuş gerçekleşemez ise, sosyalizm
anlayışında cisimleşen bu tip yanlışların, gerçekleşebilecek
yeni sosyalizm pratiklerinde de devam edeceği açıktır.
(Sürecek)
|