Mahir ve Devrim-4
Şahin Şimşek
|
2. BÖLÜM
A-Döneme kısa bir bakış
Ekim Devrimi ile emperyalist-kapitalist sistemin dışına
çıkan Sovyetler Birliği ülkesi, 2. Dünya Savaşı'ndan
sonra yalnızlıktan kurtulmuş, devrim Doğu Avrupa ve
Asya'ya yayılmış ve dünyanın 1/3'ü kapitalist sömürünün
dışına çıkmıştır. Paris Komünü'nü dışta tutarsak, proletarya
ilk kez, Ekim Devrimi ile kendi iktidarını yaratırken,
devrimin açmış olduğu yoldan bir dizi ülke proletaryası
yürümüş ve sosyalizm, maddi bir güce dönüşmüştür.
Ayrıca, Ekim Devrimi ile artık sömürge devrimlerine
dönüşen ulusal kurtuluş hareketleri; Asya, Afrika ve
Latin Amerika ülkelerinde önemli mevziler kazanmış,
emperyalist-kapitalist sistemi tehdit eden en önemli
güç olmuştur.
2. Dünya Savaşı'nda önemli ölçüde sarsılan emperyalist-kapitalist
sistem, bu savaşta en az yıpranan, savaştan güçlenerek
çıkan ABD emperyalizmi önderliğinde, yeniden örgütlenme,
kendini yeniden üretme sorunuyla karşı karşıyadır.
İşte 2. Dünya Savaşı sonrasında, Marshall ve Truman
Doktrinleri ile gündeme getirilen uygulamalar, sosyalizme
ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı; emperyalist-kapitalist
sistemin yeniden yapılanması politikalarıdır. Uzun süreli
bir programı önüne koyan bu politikalar, ilk önce; Avrupa
ve Japon kapitalizminin yaralarını sarmayı, giderek
de, yeni sömürgecilik ekseninde, geri bıraktırılmış
ülkeleri emperyalist-kapitalist sisteme entegre etmeyi
amaçlamıştır.
Denilebilir ki, bu dönemde, dışta yeni sömürgecilik
geliştirilirken; içte, ekonomik-siyasal-askeri karakterde
bir entegrasyon yaşanmıştır. 3. Bunalım Dönemi olarak
tanımladığımız bu dönemin en önemli özellikleri arasında
bunlar sayılabilir.
Sözkonusu süreç 1970'lere geldiğinde, bu döneme kadar
görece dengeli ilişkiler yaşanan emperyalist-kapitalist
sistem içinde, sömürüden pay alma kavgası büyümüş, Avrupa
ve Japon kapitalizmi, ABD emperyalizmini genelde rahatsız
eden, bazı alanlarda tehdit eden bir konum kazanmıştır.
ABD emperyalizmi önderliğindeki sistem, doları uluslararası
para birimi olarak kabul etmiş, ama değişmez para birimi
dolar, 1971 Nikson Hükümeti Dönemi'nde devalüe edilmek
zorunda kalınmıştır. Sosyalizmin ve ulusal kurtuluş
hareketlerinin , özellikle de Vietnam Devrimi'nin yarattığı
etki, emperyalist sistemin bunalımını derinleş tirmiş,
sistem, 2. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez ciddi bir
krizle karşı karşıya kalmıştır.
Doğal olarak bu kriz, yeni sömürgecilik ilişkileri içinde,
geri bıraktırılmış ülkelere yansıtılmıştır. Latin Amerika
deneyleri derinleştirilerek, tüm yeni sömürgelere taşınmıştır.
Emperyalist-kapitalist sistem, yeni sömürgeciliği korumak
için, açık askeri faşist diktatörlükleri yaygınlaştırmıştır.
Bu, dönemin en önemli özelliklerinden biridir.
Yeni sömürgeciliğin ilk uygulama alanlarından biri olan
Türkiye, sözkonusu dönemde, durumun tüm özelliklerini
yaşamaktadır.
Ayrıca, ülkemiz açısından yeni sömürgecilik, ithal ikameci
model gereği, iç pazara yönelik olarak geliştirilmiş;
bir yandan ülkede yeni sömürge olmanın derin krizi yaşanırken,
diğer yandan sistemin tüm iç dengeleri, bu dönemde yeni
özellikler kazanmıştır.
Yeni sömürgecilik önemli bir kriz içindedir dedik; bu
krizin faturası, işçi-köylü-memur vb tüm emekçi halka
çıkarılmak istenmektedir. Öte yandan Oligarşik İttifak
içindeki huzursuzluk ve çelişki had safhadadır. Yeni
sömürgecilik, iç pazarı genişletirken; doğal olarak,
emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda kapitalizm gelişmiş;
başta kırsal alan olmak üzere, tüm alanlarda çarpık
kapitalizm egemenliğini kurmaya başlamıştır.
Oligarşi, bir ittifaktır ve tekelci sermaye ile diğer
pre-kapitalist sınıfların zorunlu ittifakını tanımlar.
Ancak, bu ittifak biçimi, zaman zaman önemli çatışmaları
yaşar. İşte 1970 dönemi, böyle bir dönemdir.
1960 sonrasında, özellikle tekelci sermaye içinde sanayi
kesimi, ithal ikameciliğin bir ifadesi olarak gelişmiştir.
1960'da GSMH'den % 16 pay alırken, 1970'de bu oran %
22'ye çıkmış; aynı dönemde, tarımın payı, %37'den %
26'ya düşmüştür. Ancak, bu gelişme, sanayi sermayesinin,
tarım için ayrılan fonlara da el koyma isteğini artırmış,
ama tarım burjuvazisinin desteğini alan AP İktidarı,
bu sorunu çözmekten çok uzak kalmıştır.
Yine, başta tekelci sermayenin tüm kesimleri olmak üzere,
küçük burjuva radikalizminin desteğini alan 1960 Askeri
Darbesi ve bu dönemde oluşan 1961 Anayasası, tekelci
sermayenin daha fazla sömürü isteğinin önünde bir engeldir.
Özellikle ordu içinde varlığını koruyan küçük burjuva
radikalizmi, Talat Aydemir, Fethi Gürcan vb olaylar
sonrasında etkisizleştirilmeye çalışılmışsa da, potansiyel
bir tehlike oluşturmayı sürdürmüştür. Sömürge tipi faşizmin
kurumsallaşması her açıdan devam etmiş, OYAK bu yönde
bir işlev görmüş, ama yine de bu kurumlaşma henüz tam
olarak oturtulamamıştır. Bu eksendeki çelişkiler de,
alabildiğine yoğundur.
Bu dönemde, dış borç yükü 300 milyon dolara çıkan, üretimi
zayıflayan, parasını devalüe eden, kırsal alanda yoğun
çözülme yaşayan, işsizliği büyüyen bir Türkiye vardır.
Ve en yetkili ağızlar, bu dönemi "70 sente muhtacız"
(S.Demirel) diyerek tanımlar.
Tüm bunlar, yeni sömürge sisteminin, iç ve emperyalist
kapitalist sistemden kaynaklı sorunlarıdır.
Türkiye devrimi açısından ilk kez, sisteme karşı toplumsal
tepki önemli ölçüde yoğunlaşmış, işçi-öğrenci-köylü-küçük
üretici-aydın halk muhalefeti, yeni sömürgeciliği tehdit
eden bir konum kazanmıştır.
Oligarşi içi çelişkiler bu dönemde önemli bir yer tutmasına
rağmen, herşeye rağmen bir sürece yayarak farklı çözümlere
başvurabilirlerdi. Ama, yükselen sınıf mücadelesi, demokrasi
ve sosyalizm talepleri ile bütünleşmiş, tüm toplumsal
kesimlerde yankı bulmuş, sistemin dengelerini bozacak
bir potansiyel kazanmıştır.
Bu dönemde Emperyalizmin desteğini alan tekelci sermaye,
tarihsel bir evrim içinde, ekonomik-siyasal-askeri açıdan
örgütlenmiştir. Toplumsal sistem, her ne kadar bir dizi
çelişki yaşıyorsa da, sistem kendi zıddını doğurmuşsa
da; başta proletarya olmak üzere, tüm emekçi sınıflar
bu sürece karşı hazırlıklı, örgütlü değilse, can çekişen
yeni sömürgecilik kendini yeniden ve yeniden üretir.
Tekelci sermayenin örgütlülüğüne karşılık, proletarya
ve emekçi sınıflar, dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek
bir örgütlülüğe sahip değildir. Bilinç ve örgütlülük
düzeyi düşüktür.
2. Dünya Savaşı sonrası gelişen yeni sömürgecilik; bu
dönemde, yeni bir aşamaya ulaşacaktır. Şimdi artık ya
yeni sömürgeciliği karakterize eden "emperyalist
üretim ilişkileri" tam bir egemenlik kuracak ya
da yönü sosyalizme dönük bağımsızlık-demokrasi mücadelesi
nitel bir sıçrama yaparak, tarihsel rolünü oynayacaktır.
Toplumsal süreçler boşluk tanımaz. Örgütlü ve hazırlıklı
olan sınıf, kendi politikasını egemen kılar; onu, zorla
da olsa, toplumsal gelişmelerin merkezine koyar. Böylece,
kendi içinde bir evrim yaşayan tarihsel süreç, sınıflar
mücadelesi; hazırlıklı ve örgütlü sınıfın çizdiği yönde
devinir. Ne var ki, bu devinime rağmen mücadele durmaz,
devam eder. Bir tarihsel süreç olgunlaşır, yeni bir
tarihsel sürece yerini bırakır. Elbette, tarihin motoru
sınıf mücadelesidir. Herşeyi beliryen de, bu savaşımdır.
Tarih, 1970 Mart'ını gösterdiğinde, bu özet başlıklar,
ülkemizin kaba bir tablosunu çizmektedir.
B- Yayın politikamız
1970 yılının Aralık ayı, tarihsel bir toplantıya şahit
olur. Bu toplantıda, partimiz THKP kurulur.
Özellikle 1965-70 döneminde, Devrimci Gençlik Hareketi
başta olmak üzere, halk muhalefetinin içinde pişen temel
kadrolar, artık bir zorunluluğun bilincindedir. Bu zorunluluk,
toplumsal sürece, amatör bir çevre veya gençlik hareketi
olarak değil, programlı ve disiplinli bir yapılanmayla
önderlik edecek, proletaryanın en üst örgüt biçimidir,
partidir.
Sık sık ele aldığımız gibi, bu dönemin ikili bir karakteri
vardır. Birincisi, bir dizi ideolojik mücadele ile doğru
devrimci çizgiyi yaratmak ki 1969 ve 1970 yılları bunun
yoğun izlerini taşır. İkincisi ise, toplumsal muhalefete
önderlik eden kadroların, toplumun en ileri kesiminin,
bu doğru devrimci çizgi etrafında, süreci parti ruhu
ile karşılamalarıdır.
Bundan dolayı, bir yandan işçi eylemlerinden köylü eylemlerine,
küçük üreticinin taleplerinin savunulmasından öğrenci
gençliğin tüm eylemlerine kadar, yaşamın ve mücadelenin
içinde olan THKP-C öncülleri, diğer yandan özellikle
Mahir Çayan önderliğinde yoğun bir ideolojik mücadele
içindedirler.
Marksizmle tanışan, onu mücadele içinde özümleyen kadrolar,
bu yönüyle bir birikim kazanmışlardır. Ayrıca bu coğrafyada,
şu ya da bu şekilde, elli yıllık bir sol birikim vardır.
Bu birikimin olumlu yanları olduğu gibi, son derece
olumsuz yanları da vardır. Dahası, bu döneme damgasını
vuran, revizyonizm ve onun Kemalizmle barışık-karışık
versiyonlarıdır. TİP ve MDD süreçleri biliniyor. Ve
bu oportünist önderliklerle, Türkiye Devrimi ileriye
taşınamamıştır.
Süreç dinamiktir. İşçi-köylü-öğrenci-aydın tüm toplumsal
kesimler, sınıflar yoğun bir hareketlilik içindedir.
Kendiliğinden de olsa, tohum halindeki bilinç gelişmekte,
emperyalizmi ve işbirlikçi Oligarşi'yi tehdit etmektedir.
Bilinç ve örgütlülük düzeyi zayıftır; ama buna rağmen
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, bu ülkede yaşanmaktadır.
Gelişmeler tüm statüleri yıkmakta, yeni oluşumların
önünü açmaktadır. 1971 Dönemi'nin ülkemiz ve halklarımız
için ifade ettiği en önemli anlam, mevcut bütün statükoları
sarsmasıdır, kısa ama nitelikli mücadele kesiti içerisinde,
coğrafyanın tüm değer yargıları üzerindeki önemli etkileridir.
Burada, 15-16 Haziran direnişini özel olarak anmak gerekiyor.
Yaklaşık yüz yıllık bir tarihi olan sınıf hareketi,
dar, dağınık, sakattır ve sağcıdır. Sınıf ise, "kendisi
için sınıf olma" durumundan uzaktır. Ama özellikle
1960 sonrasında, kapitalizmin ve siyasal mücadelenin
gelişmesi, sınıf hareketine yeni özellikler kazandırmaktadır.
15-16 Haziran, sınıf hareketinin bu sürecinin adeta
bir finalidir ve kendiliğindenci bir sınıfın, proletaryanın,
kendisi için bir sınıf olma yönünde bu dönemde attığı
en ileri adımdır. 15-16 Haziran Direnişi'nin verdiği
siyasal mesaj ise, proletaryanın partisinin bir an önce
yaratılmasıdır.
Başta Mahir Çayan olmak üzere, THKP-C öncülleri yoldaşlarımız,
özellikle 1969'dan bu yana bunun bilincindedirler. Yaşanan
ideolojik-politik mücadele ve devrimci kopuşlar, hep
bu yöndedir. 15-16 Haziran Direnişi'nin siyasal mesajı,
bunu bir kez daha onaylamış, revizyonizmin, kalkınmacı
sosyalizmin, MDD'ciliğin etkisinden kurtulan kadrolar,
proleter sosyalizm ekseninde yeni oluşumlar içine girmişlerdir.
Bu temelde, belirli bir anlayış ekseninde, kendi ayakları
üzerinde, 1970 Aralık ayı içinde gerçekleştirilen bir
toplantı ile, THKP'nin ilk somut adımı atılmıştır.
Elbette ki parti yenidir, gençtir ve bir önceki dönemin
izlerini üzerinde taşır ama, öncüllerimizin kafası çok
açıktır: Bu süreç, mücadele içinde yaşanacak, olumsuz
izler iktidar yürüyüşünde silinecek, devrim kavgası
büyütülecektir.
Toplantı gerçekleştirilir, yaşanan süreç değerlendirilir,
programatik görüşler yeniden gözden geçirilir ve görevlendirmeler
yapılır. Bu bir sıçramadır fakat kuşkusuz eksik olan
bir çok şey vardır. Başta devrim anlayışı olmak üzere,
programatik görüşlerin derli toplu hale getirilmesi
kararlaştırılır. Yeni bir yayın organının oluşturulması
kabul edilir. Program, tüzük ele alınır. Böylece, yeni
bir anlayış, yeni bir çerçeve vardır artık... Ve bir
dizi hazırlık yapılarak, bu oluşum, parti, kamuoyuna
açıklanacaktır. Parti kurulmuştur ama kamuoyuna açıklanmamıştır.
Sınıf mücadelesinin hızlı ivmesinin zorlaması sonucu,
yeteri derecede hazırlıkların tamamlanmadığı bir sırada,
1971 Mayısı'nda, Elrom olayı ile partinin adı, kamuoyuna
duyurulur.
1971 yılına bu zeminde girilir. Herşey yeniden harmanlanacak
ve yeniden üretilecektir. Elbette bu "yeni",
belli bir birikimin üzerinde yükselmiş olan bir "yeni"dir.
Tarihine, geleneklerine sahip çıkan bir yenidir. Bu
yeni, THKP-C'dir, THKP-C ruhudur.
KURTULUŞ/ "DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA SOSYALİST DENMEZ",
Mahir'in de vurguladığı gibi, partimizin yayın organıdır.
"AYDINLIK SOSYALİST DERGİ'YE AÇIK MEKTUP"
ile Mihri Belli oportünizminden kopan THKP-C öncülleri,
bu dergiden de koparlar. ASD'yi MDD'cilere bırakırlar.
Kafalarında iktidar yürüyüşü vardır. Yeniyi yaratırken,
herşeyin yeni olmasına özen gösterirler. "KURTULUŞ/DEVRİM
İÇİN SAVAŞMAYANA SOSYALİST DENMEZ", bu anlayışla
ve böyle bir ortamda çıkarılır. 1972 yılının ilk adımı
budur.
Her alanda dönemin gereklerine uygun yeni bir anlayış,
yeni taktikler geliştirilecektir. Bu yeni anlayışlar,
doğal olarak eski anlayışlarla çatışacaktır. Hatta tıpkı
Lenin gibi, yeni anlayışı yükseltmek için çubuk, yeni
olanın tarafına, biraz da sert bükülecektir. Böyle de
olmuştur. Ve yeni anlayış, eskinin yıkıntıları üzerinde
yükselmiştir.
"KURTULUŞ/DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA SOSYALİST DENMEZ",
partimizin ilk ideolojik politik yayın organıdır. Ve
bu yeni anlayışı, yeni bir yayın politikası ile yürütmek
üzere çıkarılmaya başlanılmıştır. Derginin birinci sayısıda
(19 Mart 1971), "Yayın Politikamız" başlıklı
yazı, bu yöndeki bir perspektif olarak yayınlanır.
Önce hesaplaşma sergilenir, özeleştiri verilir, kırtasiyecilik
eleştirilir. DEV-GENÇ'in yayın organ olan "İLERİ",
merkezi yayın organına bağlanır, yeni düzenlemeler yapılır.
Bu yeni anlayışın temelinde, bir yayın organı etrafında
örgütlenme değil, bir strateji ekseninde örgütlenmek,
yayın organını da bunun üzerinde inşa etmek vardır.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, yeni anlayışın
temelidir. Yayın organı, PASS ekseninde, gerilla savaşı
temelinde bir stratejiyi savunur. Ülkenin ve dönemin
koşullarını dikkate almayan, dergi aracılığı ile örgütlenmeyi
önüne koyan anlayışlar, "revizyonist anlayışlar"
olarak tanımlanır ve reddedilir. Ve anlayış şöyle formüle
edilir:
"Biz, emperyalizme karşı aktif mücadeleyi savunuyoruz.
Politikleşmiş Askeri Savaş Metodunu, temel mücadele
metodu olarak kabul eden bizler, bu savaşı askeri bürokrasi
ile yürüteceğiz. Asla kırtasiyeciliğin bataklığına yuvarlanmayacağız.
Tek bir ideolojik ve politik organla görüşlerimizi kitlelere
ileteceğiz. Ayrıca, kitlelerin ekonomik ve demokratik
mücadelelerine, bölgesel meselelere ilişkin olarak,
onlara bilgi götüren, somut meselelerine ışık tutan
KURTULUŞ özel sayıları çıkarılacaktır. Devrimci pratiğe
ışık tutan uzun araştırmalar ve teorik, ideolojik polemikler
ve çeviriler KURTULUŞ yayınevinin çıkaracağı broşürlerle
yürütülecektir." (Bütün Yazılar Sf, 209-210)
Bugün bile değerinden hiçbirşey kaybetmeyen bir yaklaşım!
Burada bir parantez açmakta yarar var. Mahir'de, mekanikliğin
zerresi yoktur. O, diyalektik yöntemi içselleştirmiştir.
Ve, yukarıda aktardığımız sözlerinden de anlaşılacağı
üzere ( ki KURTULUŞ / DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA SOSYALİST
DENMEZ'in siyasi pratiği de budur), Mahir, hiç bir zaman
bir yayın organına karşı çıkmaz. Tam tersine onu zorunlu
görür, ama bunu yeni sömürge bir ülkede herşeyin merkezine
koymaz.
Mahir'in mekanik bir yorumu, pekala onun "dergiciliğe
karşı olduğunu, birden fazla derginin hiç bir koşulda
çıkmaması gerektiğini vb" savunur. Hatta; "Kitleler
yayın organı ile bilinçlenmezler. Kitleler savaş içinde,
pratik içinde öncünün yakacağı kıvılcımla bilinçlenirler,
örgütlenirler" (B.Y. Sf, 209) sözlerini, bu tür
mekanik anlayışlarına dayanak yaparlar. Oportünizm de
yıllarca Mahir'i böyle suçladı, ona böyle çamur attı.
Yani, Mahir'in "sol anlayışı", böyle ispatlandı!..
Hayır, çizilen bu eleştiri karikatürlerinin, mekanik
yorumların, Mahir'le, Mahir'in, THKP/C'nin yayın politikası
ile ilgisi yoktur. Mahir, "kırtasiyeciliğe"
karşı çıkar, yayın organına değil...
Yayın organı, kitlelere, bilinç de taşır; ama vurgulanan,
yeni sömürge bir ülkede bu rolün ikincil, tali olduğudur.
Ayrıca, bir yayın organı, sadece kitlelere ulaşmanın
araçlarından biri değildir. Nitelikli bir yayın organı,
genelde devrim sempatizanlarına, özelde çizginin kendi
taraftarlarına, kadrolarına; sürekli, sistemli ulaşma
yöntemlerinin en önemlilerinden biridir. Bireyden bireye,
bireyden gruba aktarım, her zaman belli yanlışlıkların,
eksikliklerin riskini taşır. Düşüncelerin hafıza, algılama
ve subjektivizm ile malul olması riskini taşır.
Bireyler ve örgüt ne kadar çaba harcarsa harcasın, düşünsel
alışveriş ya da eğitim temelindeki iletişimin düzenli
ve sistemli olabilmesinin olanağı yoktur. Özellikle
faşizmin baskı ve tahakkümü, bu iletişimi daha da kesintili,
zorlu ve riskli kılar. Fakat gereken önlemler alındığı
ve nasıl bir ülkede yayın çıkarılmakta olunduğunun bilinci
ile hareket edildiği takdirde, bu riskler asgariye indirilebilir.
Öte yandan kuşkusuz yayın organından söz ederken, devrimci,
sosyalist bir içerikten sözediyoruz. Gerçek bir düşünce
akışından ve düşüncenin tahrik edilmesinden, geliştirilmesi,
derinleştirilmesinden, eğitselliğinden söz ediyoruz.
Devrimci yayın organı, daha sık, daha da sık aralıklarla
çıkarılan yayın organı, düzenli dağıtılan ve satılan
yayın organı, gelir getiren, kimlik veren yayın organı,
dostlar alışverişte görsün, 'rakip firmalardan' daha
renkli, daha çok basan ve zorla da olsa daha çok "satılan"
yayın organı, 'rakip firmalara' küfretme aracı olarak
yayın organı, varlığın bir göstergesi ve tanımı olarak
yayın organı, belli çevrelerin siyasal platformda hala
ve herşeye rağmen gezinmelerinin aracı olarak yayın
organı, "önderlik makamlarının" kutsanmasının
ve o bir ya da bir-iki kişinin ayetlerinin ezberletilmesi
için yayın organı, şehitler albümü anlamında yayın organı,
slogan ve sözde örgütün birkaç cümleden ibaret düşüncelerinin
hatmi için yayın organı... gibi moda "yayın organı"
tarzları, kuşkusuz devrimci sosyalist yayın organı anlayışı
ile bağdaşmaz.
Bu tarz yayın organı yaklaşımları ve pratikleri, devrimci
basının da sempatizanlar ve halk nezdinde gereken işlevlerini
yerine getirebilmesinin önündeki engeller haline gelmiştir
ne yazık ki...
Öte yandan, iletişimin ve mücadelenin ihtiyaçları, daha
önceki süreçlerde ve özellikle devrimin kitleselleşmesi
koşullarında birden fazla yayını zorunlu kılar. O zaman
marksistler bundan da kaçmaz. Kaldı ki, sözkonusu mekanik
mantığa göre, Lenin, hepten yanlıştır. Çünkü Rusya koşullarında
siyasi gerçekleri açıklamada yayın organı temel bir
rol oynamıştır. ISKRA, "ip" görevi görmüştür.
Yeni sömürge ülkelerde, siyasi gerçekleri açıklamada
gerilla savaşı temel rolü oynar, ama yayın organı ve
onun önemi, rolü, asla reddedilemez. Ayrıca öyle tarihsel
dönemler olur ki, "nereden başlamalı?" sorusu,
klasik yanıtlarda karşılık bulamaz. "Nereden başlamalı"
sorusuna Lenin, Rusya koşullarında, "yayın organından"
yanıtını vermiştir. Ve bu yanıt, stratejiktir. Bizim
gibi yeni sömürge bir ülkede, sömürge tipi faşizmin
sürekli olduğu bir ülkede, bu sorunun stratejik yanıtı
ise, gerilladır. Ama öyle tarihsel anlar olur ki, bu
stratejik yanıt, an ile, sürecin gereklilikleri ve olanakları
çelişir. Bunu böyle kavramak gerekir.
Bugün, böyle mekanik-sol anlayış, bir çizgi olarak yoktur.
Ama tek tek unsurlarda ve bazı çevrelerde bu tür eğilimlerin
hala varlığını koruduğu biliniyor. Öte yandan geçmişte
Mahir'e sağdan ve soldan , oklarını sorumsuzca fırlatanların,
siyasal varlıklarını Mahir, THKP/C, daha sonra THKP/C
MLSPB saldırıları üzerine oturttanların, bugün çok kaba
ve ilkel tarzda bu çizginin karikatürlerini oluşturmaya
çalıştıkları ya da bazı dergi sayfalarına hapsoldukları
biliniyor. Bu durum, ülkemiz devrim mücadelesinin çarpıcı
ironilerinden biridir.
Mahir, YAYIN POLİTİKAMIZ makalesinde, adını koymadan
THPK-C'nin doğduğunu, oluşturulduğunu kamuoyuna ilan
eder. Zaten yayın organında, bu örgütlü gücü siyasal
mücadelenin bir parçası olarak ele alır. Parti, kamuoyuna
ilk kez, bu yayın organında, kendi yayın organında açıklanır.
"Toplumun bütün kesimlerini sarmaya başlayan bu
devrimci kasırga, genç militanlara devrimin arenasında
sadece kendilerinin kaldığını gösterdi. Bu esen kasırga,
devrimci kavganın çeşitli kesimlerinde fedakarca döğüşen
genç militanların benliğinde, bilincinde ve kalbinde
derin değişiklikler yaptı. Her çeşit feodal ve ataerkil
ilişkileri parçaladı. Hayat, devrimci pratiğin içindeki
işçi-köylü-öğrenci militanları bir araya getirdi. Böylece,
Leninizmin temelleri üzerinde, devrimci yoldaşlığın
oluşturduğu, kelimenin geniş anlamı ile proleter devrimci
bir örgüt doğdu. Bu örgüt, Türkiye'deki karşı devrim
cephesinin bütün baskı, şiddet cebrini göğüsleyecek,
kırsal alanlardan fabrikalara, üniversitelere kadar,
bütün kesimlerdeki devrimci mücadeleyi yönlendirme gayretleri
içinde olanların ürünüdür." (B.Yazılar /Sf, 208)
Kafa çok net... Yönü çok açık ve hedefi iktidar! Ama
aynı oranda gerçekçi. Üzerinde yükseldiği zemini iyi
tanır Mahir:
"Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu
bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden
işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, başlangıçta,
şu veya bu ölçüde, bu ortamın izlerini içinde taşıyacaktır.
Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar, savaş içinde,
savaşıla savaşıla atılacaktır." (B.Y / Sf, 208)
İktidar kavgasını diyalektik kavramak, tam da budur.
Yaşamı ve mücadeleyi tanımak, mevcut olana samimi, gerçekçi
yaklaşmak, budur!..
Bu alıntıdaki cümleleri, ileride KESİNTİSİZ DEVRİM 2-3
'te bir kez daha tekrarlar Mahir. O, mücadele içinde
öğrenir, öğrendiğini sınıf savaşımına uyarlar. İçinden
çıkılan ortamın, revizyonizmin, üçüncü dünya devrimciliğinin,
TİP,YÖN, MDD'ciliğin izleri, sonradan da açığa çıkacağı
gibi, kaçınılmaz olarak sadece teorik planda değil,
örgütsel planda da görülür.
Teorik planda, her ne kadar politik düzeyde bir kopuş
yaşansa da, en açık biçimi, Kemalizm tespitinde görülür.
Bu revizyonizmin ağır bastığı ortam, legal ilişkiler,
en temel kadroların deşifre olmasına yol açmıştır. Ve
ağır baskı koşullarında kadroların kendini koruması
sorunu başta olmak üzere, bir dizi örgütsel sorun yaşanmıştır.
Hiçbir toplumsal-siyasal olgu, öznel talep ve başarılarla
açıklanamaz. Verili nesnel koşullar o olguya rengini
verir. Dünyanın en mükemmel örgütlenmesi bile, ülkelerinde
devrim yapmış Marksist partiler bile, nesnel koşulların
elverdiği sınırların dışında "değiştirme"
eyleminde bulunamazlar.
Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak, Mahir yoldaşın ifade
ettiği "izler", THKP'de de vardır. THKP-C'yi
bu anlamda idealize etmek, onun eksikliklerini, yanlışlarını
görmemek, ona hakarettir. Marksist bir tarz değildir.
THKP/C tarzı değildir.
Mahir'in sözünü ettiği bu "izler"in bir kısmını;
aynı makalede, "Yayın Politikamız" başlıklı
yazıda görmekteyiz.
"27 Mayıs Harketi ile birlikte, reformist burjuvazi
ile Finans Oligarşi arasında kurulan nisbi denge, Türkiye'de
sınırlı da olsa bir demokratik ortam yarattı."
(B.Y / Sf, 207)
Makalenin ikinci paragrafı ise; bu ortamın, sol harekete
"belli ölçülerde legalite kazandırıp geliştirdiğini",
başta TİP revizyonizmi olmak üzere, M.Belli vb revizyonizminin
bu ortamda geliştiğini, bu ortamda "yayılma imkanı"
bulduğunu saptar.
Burada neden sonuç ilişkilerinde, sonuç doğru tanımlanırken,
neden; yani 27 Mayıs Hareketi, doğru tanımlanmamıştır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu dönemde, tekelci
sermaye ile küçük burjuva radikalizmi arasında bir denge
vardır. Ve bu denge, 1960 sonrasında oluşan ortamda
önemli bir rol oynamıştır.
Ama dönemi, sadece buradan hareketle açıklayamayız.
Bunların yanısıra, henüz zayıf da olsa bir halk muhalefeti
vardır ve bu muhalif eğilimlerin, nisbi demokratik ortamın
oluşmasında katkısı olmuştur. 1961 Anayasası'nda ifadesini
bulan bu sınırlı demokratik ortam, asıl olarak yeni
sömürgeciliğin nefes borularını açmak yönünde işlev
görmüştür. Yeni sömürgeciliğin oturması için, nisbeten
"demokratik bir ortam" gereklidir, o dönemde,
tekelci sermayenin buna ihtiyacı vardır.
Mahir'in 27 Mayıs değerlendirmesi bu çerçevede değildir.
O, sorunun bir yanına işaret etmiş; dahası, buna parelel
olarak, ileride görüleceği gibi, 27 Mayıs Hareketi için
"ilerici" tanımlamasını kullanmıştır. İşte,
içinden çıkılan dönemin "izleri" olarak belirlediğimiz
teorik eksikliklerden ve yanlışlardan biri de örneğin
budur.
Kemalizm değerlendirmesi ile dolaysız bağı olan bu konu,
Mahir'de, dolayısıyla partimiz THKP'de, teorik bir zaafı
oluşturmaktaydı. THKP'nin Kemalizm, Kürdistan vb konulardaki
ideolojik zaafları, Marksist bilgi kuramının ve yönteminin
bir gereği, sonucu olarak; daha sonraki yıllarda, THKP-C'nin
ikinci döneminde, THKP-C / MLSPB tarafından aşılmıştır.
Teorik çerçevelerin, yaşamın değişen gerçekleri ve bilgi
birikimine parelel gelişimi ifade etmeleri zorunludur.
MLSPB'nin teorik düzeyde gerçekleştirdiği açılımlar,
Mahir'in, "geçmişin izleri, savaşın içinde, savaşıla
savaşıla atılacaktır" saptamasına uygundur.
Ayrıca Mahir, kemalizm için; "küçük burjuvazinin
sol kanadı" tesbitini yapar. Kimi yazı ve çalışmalarında,
"liberal burjuvazi" kavramını kullanır. Burada,
ciddi bir çelişki yoktur. Ve yine "tekelci sermaye"
tanımı, "finans oligarşi" tanımı ile özdeş
kullanılmıştır. Lenin de bu iki kavramı sık sık aynı
anlamda kullanır. Ama mekanik yaklaşım sahipleri, pekala
buradan hareketle; yeni sömürge bir ülke için, Türkiye
için, TC Oligarşisi'ni "finans oligarşi" olarak
tanımlayabilir...
Oportünizmin Mahir'de çelişki arama çabalarının boşuna
olduğu, 1970'lerden bu yana defalarca görüldü. Mahir
döneminde de, PDA, Mihri Belli, TİP oportünizminin bu
yöndeki yoğun çabaları biliniyor. Yalan, tahrifat, hatta
provakasyon, oportünizmin klasik yöntemleridir. Ne var
ki Mahir ve THKP-C, bütün bunlara karşı gereken yanıtları
vermiştir. Gerek teorileri, gerek pratikleri, gerekse
de yaşam içinde objektif karakterini kanıtlayan öngörüler
ile...
1970'ten sonra ise oportünizm, adeta teorik ve pratik
varlığını THKP-C'ye saldırı, temelinde buldu. Ondan
uzaklık mesafesine göre devrimci mücadele içinde konumlandılar.
Ama 1990 sonrasında tüm bunlar unutuldu ve yine aynı
insanlar, gerilla mücadelesini, silahlı savaşımı kutsamaya
başladılar. Geçmişte Mahir, THKP-C ve THKP-C/MLSPB için
sarfettikleri sözlerin ve devrime karşı bu anlamda konumlanışlarının
hesaplaşmasını yapmadan... Bu hesaplaşmanın gerektiği
gibi yapılamamış olması ve bir önceki dönemin özeleştirisinin
yapılmamış olması, rüzgar başka türlü estiği an bu tür
oportünistlerin hızla söylemlerini ve konumlanışlarını
değiştireceklerinin de kanıtıdır.
Devrim kavgası büyütülürken, oportünizminde devrimci
ideolojiden ve pratikten gereken yanıtları alması, kaçınılmazdır.
(Sürecek)
|