Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Sosyalizmin
Sorunları Dosyası-7
Didar GÖKSUN
|
Geriye Dönüş Sorunu,
SBKP Ekonomizminin Kökenleri
Tek ülkede sosyalizm sorunu, yalnızca bunun olabilirliği
ile sınırlı değildi. Aynı zamanda, sosyalizmin anlamının
ve sosyalist inşanın sınırları sorunlarının da tartışılmasını
içermekteydi. Emperyalist kuşatma koşullarında,
sistem en temelde inşa edilse ve hakim üretim biçimi
durumuna gelse bile bu, o ülkede sosyalizmin inşasının
tamamlandığı anlamına gelecek miydi?
Stalin 1924 yılında, yani tek ülkede sosyalizm sorununun
daha tartışılmadığı, Avrupa devriminden yana umutların
(önemli ölçüde çözülmekle birlikte) henüz yok olmadığı
bir sırada, bu soruya olumsuz karşılık vermişti.
Doğmatizmi aşamamalarının bir sorucu olarak, SBKP
muhalefetinin tek ülkede sosyalizm sorununa temelden
yanlış yaklaşması ve sürecin dışına itilmeleri,
Stalin önderliğinin soruna yaklaşımının tümüyle
doğru olduğu anlamına gelmez. Stalin, ekonomik indirgemeciliğin
ve pragmatizmin yaratılmasında, SBKP'ndeki hakimiyeti
de düşünüldüğünde, en önemli payın sahibidir.
Tek bir ülkede burjuvazinin devrilerek proletarya
iktidarının kurulması, sosyalizmin zaferinin sağlandığını
kesin olarak göstermez. Sosyalizmin temel sorununun,
yani sosyalist üretimin örgütlenmesinin gerçekleşmesi
gerekmektedir. Sosyalizmin nihai zaferini sağlamak
ve sosyalist üretimin organizasyonunu tamamlamak
için tek bir ülkenin harcadığı çabalar, özellikle
Rusya gibi bir tarım ülkesinin harcadığı çabalar
yeterli değildir. Bundan dolayı, çeşitli ülkelerin
proletarya sınıflarının göstereceği çabaya ihtiyaç
vardır. (Stalin)
Ancak Stalin'in düşüncelerini değiştirmesi fazla
uzun sürmedi. Aynı yıl yayınlanan "Leninizm'in
Sorunları" adlı broşürde tersi görüşü savunmaya
başladı:
"Biz, ülkemizdeki güçlerin proletaryayla köylülük
arasındaki çelişkileri çözebileceğini söylüyoruz.
Öteki ülkelerin proletaryasının sempatisi ve yardımlarıyla
(ama öteki ülkelerdeki proletaryanın zaferini bir
ön koşul olarak ileri sürerek değil), emekçi sınıfımızın
iktidarı ele alabileceğini ve bu iktidarı, tam anlamıyla
bir sosyalist toplum kurma amacıyla kullanabileceğini
ileri sürüyoruz. Böyle bir olanak yoksa, sosyalizmi
kurmak, kurulabileceği umudundan yoksun olarak sosyalizmi
kurmak demek olur ki, bu da Leninizm'in bir yana
atılmasından başka bir şey değildir." (Stalin)
Ülkenin sanayileşmesi sorununun çözülmesine bağlı
olarak da önce Molotov ve ardından Stalin, 1936
yılında, sosyalist inşanın tamamlandığını ilan ettiler.
1939 yılında Stalin, emperyalist kuşatma koşullarında
komünizmin yetkin aşamasına da ulaşılabileceğini
söyleyerek olaya bambaşka bir çehre kazandırdı.
Böyle bir durumda devletin ne olacağına ilişkin
soruna şöyle bir açıklama getirmekteydi.
"Biz, henüz komünizm aşamasına ulaşmış değiliz,
ona doğru hızla yol alıyoruz. Komünizm döneminde
de devlet varlığını sürdürecek mi? Evet, eğer kapitalist
kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı
tehlikesi yok edilmezse sürdürecek. Hayır, eğer
kapitalist kuşatma ortadan kaldırılır, eğer onun
yerine sosyalist kuşatma geçerse, devlet varlığını
sürdürmeyecek ve yok olacaktır. Sosyalist devlet
sorununda durum budur." (Stalin)
Bu sözler, herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar
açık biçimde, emperyalist kuşatma koşullarında,
komünizmin yetkin aşamasına ulaşılabileceğini vurgulamaktadır.
Yani yalnızca sosyalizmin inşa edilmesi değil, daha
ileri aşama kastedilmekte, böyle bir aşamada devletin
yaşamasının doğal karşılanması gerektiği anlatılmaktadır.
Bu ciddi bir yanılgıdır ve SBKP ekonomizminin kökenlerini
açığa çıkartan başlıca örneklerden birisidir.
Tek ülkede sosyalizmin inşasını olanaklı bulmak
ile bu ülkenin tek başına komünizme ulaşabileceği
iddiası, aynı şey değildir. Ve tersine, özenle ayrı
tutulmalıdır. Stalin, tek ülkede sosyalizmin inşasını
savunurken haklıydı ve böylece emperyalist dönüşümle
birlikte, derinleşen, eşit olmayan gelişmenin dünya
halklarının zararına sonuçlar vermesi, halkların
emperyalizme karşı savaşta sağlam bir mevzide durmasının
yolu açılmıştır. Troçkizm'in konuyu bulanıklaştıran
ve kapitalizmden komünizme geçiş sorununu sürecin
öne çıkardığı çelişki ve ilişkileri dikkate almadan
belirsiz bir geleceğe devreden yaklaşımına karşılık
Stalin'de simgelenen yaklaşım, Marksizm'in eylem
klavuzu olma niteliğinin önemli bir örneği olmuştu.
Ne var ki bu sürecin tamamlanabileceği savı hatalıdır,
geriye dönüşün koşullarının kalktığı anlamına gelir.
Sosyalizm, bütün insanlığa sunulmuş bir olanak,
maddi bir olgu olarak, ileri bir niteliğe ulaşabilir.
Ama, emperyalizme karşı mutlak bir üstünlüğün sağlanamadığı
koşullarda, geriye dönüş teorik olarak her zaman
zayıf bir olasılık biçiminde de olsa pratikte vardır.
Kapitalizmin yıkılması süreci, daha önceden öngörülenin
tersine, sistemin ileri ülkelerinde değil, görece
geri kalmış ülkelerde başladı. Bunun sonucu olarak
kapitalist üretim ilişkileri ile gelişmesi bu ilişkiler
tarafından engellenen üretici güçler arasındaki
çatışma, yerini, sosyalist üretim biçimi ile bu
üretim ilişkilerinin gereklerine karşılık verebilmekte
yetersiz kalmaktan kaynaklanan çelişkiye bıraktı.
Değişik biçimde anlatacak olursak, devrim yapmış
ülke, yalnızca ileri kapitalist ilişkileri dönüştürerek
sosyalizmi inşa etmekle değil, kapitalizmin saldırdığı
koşullarda hem görece geri olan üretici güçlerini
geliştirmek ve hem de bunları sosyalist ilişkilere
ve dağıtım mekanizmalarına uygun biçimde örgütlemek
gibi ciddi bir problemle karşılaştı. Tek ülkede
sosyalizmi inşa çabasının başlangıçtaki durumu budur.
Yanlış olan, bu yolda başarının mutlaklaştırılmasıdır.
Oysa çağımız bir yönüyle, emperyalist-kapitalist
sistemle sosyalizmin çatışma çağıdır fakat bu, tarihsel
olarak haklı olan sosyalizmin bu çatışmadan her
aşamada üstün çıkacağı anlamına gelmez. Üstünlük,
çeşitli etmenlerle, daha önceden hesap edilmeyen
ve toplumsal pratik içinde beliren çeşitli düzeylerden
engellerin çözümüyle ve yeni olguların yol açtığı
etkilerle büyük ölçüde bağlantılıdır. Emperyalizm
ile yanyana yaşanılan bir dünya -olumlu ya da olumsuz
anlamda,- siyasal,kültürel ve ekonomik ilişkilerde
karşılıklı etkilenmeleri de kaçınılmaz kılar. SSCB
tarihi boyunca, emperyalist ülkelerle ilişkiler,
farklı nedenlerle, sürecin o aşamada ihtiyaç duyduğu
boyutlarda , her zaman olmuştur.
Bu ilişkiler, sosyalist sınırlar içinde uygulanan
politikalar ne olursa olsun, eğilim düzeyinde de
olsa, geriye dönüş olasılığını canlı tutar. Kaldı
ki SSCB, geriye dönüşün koşullarını ortadan kaldırırken
de komünizm aşamasına ulaşıldığı ifade edilirken
de sağlıksız pek çok özelliğe sahipti. Herşeyden
önce, emperyalist-kapitalist sistemle çatışmada
üstünlük ele geçirilmemişti. Ne var ki revizyonizm
soruna bu biçimiyle bakmıyordu. Ölçüleri daha farklıydı
onun...
Geçiş toplumları, çelişkilerin son derece yoğun
biçimde yaşandığı toplumlardır. Bir yanda geçmiş
toplumun etkileri ve bir yanda da geleceği örgütlemek
gibi bir çaba vardır. Aynı zamanda geçiş toplumları,
gelecekteki olgun dönemini yaşayacak, bir sonraki
toplumsal sistemi karşılayan (tekabül eden) ilişkileri
de bağırlarında üretir ve taşırlar. Toplumsal sürecin
çeşitli ögelerinde, bu nitelik kendisini gösterir;
eski ve yeni topluma özgü ilişkiler yanyana, birbirleriyle
rekabet ve çatışma halinde yaşarlar.
Zafer, kuşkusuz yeni ve gelişmekte olanındır. Ancak
sorunun bu teorik ifadesi, toplumsal pratik içinde
süren ve sürecek olan çatışmaların yadsınması anlamına
gelmez. Eski topluma özgü ilişkiler, sık sık baskın
çıkabilir ve hatta çeşitli düzeylerde bir hakimiyet
de söz konusu olabilir. Geriye dönüşün koşulları
her zaman vardır kısacası... Hele hele eski toplumsal
ilişkiler, dünyada hala güçlü ve baskın durumda
ise, hala sosyalist sistemle rekabet ve çatışmanın
çeşitli alanlarında üstün durumda ise, bu tehlike
çok daha büyüktür.
Sosyalist mücadele sürecinde, birçok yanlışlığa
kaynaklık etmiş bir eğilim olarak, ekonomik olanın
rolünü abartmak, ekonominin son çözümlemedeki belirleyiciliğini
toplumsal sürecin diğer başat unsurlarının yadsınmasına
dönüştürmek, sonuçları açısından ciddi zararlar
vermiştir. SBKP'nin yanlışlıklarının önemli bölümünün
temelinde bu olgu, ekonominin rolünü, ekonomizme
saplanacak ölçüde abartmak yatmaktadır ve kökenleri
sosyalist inşa sürecine dayanmaktadır. Durum, sosyalist
inşa sürecinin "zorunlu" uygulamalarının
olağandışı bir sürecin olağan olmayan uygulamaları
olmaktan çıkarılmasıdır. Ve bu olağandışı uygulamalar;
kurum ve alışkanlıkların kendilerine varlık temeli
yaratma çabalarıyla, ekonomik indirgemeciliğin hakimiyetine
dönüşmüştür.
Sosyalist inşa süreci politakaları ve bunların teorik
düzeyde ifade ediliş biçimi olarak en başta Stalin'in
yazdıklarının ortaya çıkardığı bir sonuçtur bu...
Örneğin, Stalin'in, Lenin'in çeşitli zamanlarda
söylenmiş sözlerinden yola çıkarak geriye dönüş
olasılığı ve devrilmiş burjuvazinin gücünün kaynakları
üzerindeki saptamalarına bakalım:
"Devrilmiş burjuvazinin gücü nerede yatmaktadır?"
Birincisi, uluslararası sermayenin gücünde, burjuvazinin
uluslararası bağlantılarının güç ve sağlamlığında.
İkincisi, devrimden sonra uzun bir süre sömürücülerin
kaçınılmaz olarak, bir dizi muazzam gerçek avantajları
ellerinde bulundurmasında. Çünkü hala paraları vardır.
(Paranın derhal ortadan kaldırılması mümkün değildir.)
Bir miktar para, çoğu zaman önemli miktarda taşınabilir
servet, ilişkiler, örgüt ve yönetme alışkanlıkları
onlarda kalır. Yönetmenin bütün sırları (aletler,
yöntemler, araç ve olanaklar) ellerindedir. Daha
yüksek eğitime sahiptirler, (burjuva tarzda yaşayan
ve düşünen) yüksek teknik personelle yakın ilişki
içindedirler, askerlik sanatında karşılaştırılmayacak
derecede büyük deneyimleri vardır. (Bu çok önemlidir)
vb.
Üçüncüsü, alışkanlığın gücünde, küçük üretimin kuvvetindedir...
Çünkü ve yazık ki dünyada hâlâ pek çok küçük üretim
vardır." (Stalin, Leninizm'in Sorunları)
Bu sözler, tek boyutlu ve eksik yaklaşımın, ekonomik
indirgemeciliğin dışa vurumudur. Herşeyden önce,
sorunun ancak ikincil boyutlarını ele almaktadır.
Burjuvazinin gücünün asıl kaynağı, sosyalist bir
ülkede geriye dönüş tehlikesini canlı tutan gerçek
neden, sosyalist yaşama biçiminin topluma egemen
kılınamamasından, yeni sosyalist insanın yaratılamamasından
ve bir geçiş dönemi toplumu olarak sosyalizmin,
emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlük elde
edememesinden kaynaklanır.
Bunlar sağlanmadıkça, bu temelde bir süreklilik
kazanılmadıkça, devrilmiş burjuvaziye maddi güç
kazandıracak somut görünen nedenler ezilse ve tasfiye
edilse bile, sorunun sağlıklı bir çözümü mümkün
olamaz ve olmamıştır. Dahası bunlar başarılmadan,
emperyalist kapitalist sistemden asgari düzeyde
yalıtılma gerekliliği de gerçeklik kazanamaz.
Çünkü bu düzeyde de ekonomik indirgemecilik ölçü
olacak, emperyalizmle ekonomik ilişkilerin asgari
düzeyde tutulması, seyahat serbestisinin sınırlanması
yeterli bulunacak, emperyalist kapitalist sistemin
canlı ve güçlü olmasının toplum üzerinde yaratacağı
muazzam baskının boyutları, kültürel ve psikolojik
etkileri hesaba katılmayacaktır.
Stalin'in bu sözleri, uzak görüşlü bir Marksist
önderden çok, günlük pratiğin gereklerine karşılık
veren ve teorik çıkarımları da bu pratikle sınırlı
kalmayı ancak başarabilen bir politikacının sözleri
gibidir. Dolayısıyla, geçiş sürecinde kültür ve
yeni tip sosyalist insan olgularının önemine karşılık
veren yaklaşımları, Stalin'de bulamayız. Sosyalist
inşanın ve komünizme varabilmenin ölçüleri, temelde
ekonomik veriler ve gelişme olmaktadır.
Bu perspektifin sonucu; sözkonusu yaklaşımın gelenekselleşmesi,
sosyalizmi inşa sürecinin zorunlu olarak içerdiği,
gerçekte ise sosyalizm dışı kalan kurum ve eğilimlerin
varlıklarının teorik bir temele dayanması ve kendisi
için eğilimler kazanması, bu eğilimlerin giderek
toplumun sırtında bir kambura, gelişmenin önünde
bir engele dönüşmesinin yolunun açılması olmuştur.
Stalin 1924 yılında, burjuvazinin devrilmesinin,
iç savaşın kazanılmasının üzerinden yalnızca birkaç
yılın geçtiği, devrimci coşku ve heyecanın hâlâ
yüksek olduğu bir sırada, ancak Çarlık Rusya'sına
yeniden dönüş tehlikesinin kaynaklarını açıklayabiliyor
ve 1924 yılının bu açıdan hakim atmosferinin ifadesi
sözler söylüyordu. Ama Lenin'in 50-60 yıllık zaman
biçtiği bir süreç olarak sosyalist inşanın gerçekleştirilmesi
sürecinde, eski haliyle değil ama yeniden burjuva
sınıfının oluşması gibi bir olasılığın canlı kalacağını,
bunun da sosyalist yaşama biçiminin gerçekleştirilebilmesindeki,
sosyalist yeni insanın yaratılabilmesindeki zaafların
üzerinde yükselebileceğini göremiyordu.
Geriye Dönüşün Anlamı
Gerçekte, toplumsal sürecin hiç bir parçası diğerlerinden
soyutlanamaz. Toplumsal gelişmenin ekonomik, siyasal,
kültürel, ideolojik, estetik, etik boyutları; birbirleriyle
yoğun bir ilişki içindedirler, birbirlerini karşılıklı
olarak etkilerler.
Örneğin ekonomik gelişme, özünde üretici güçlerin
gelişmesidir ve üretici güçlerin başında da insan
yer alır; insanı yönlendiren etkenler ise çok çeşitlidir.
Ve ekonomik alan, bunlardan yalnızca birisidir.
Bir bütün olarak topluma hakim olan atmosfer, insanı
biçimlendirir, olay ve olgulara yaklaşımlarına,
eylemlerine yön verir. Ama bir kez sorunun bu niteliği,
zorunlulukların kurumlaşmasına kurban olursa, toplumsal
gelişme de temelinden engellerle karşılaşmış olur.
Stalin'in yaklaşımlarında bu olgu hemen göze çarpar.
En önemli eseri diyebileceğimiz "Sosyalizmin
Ekonomik Meseleleri" adlı derlemesi üzerine
Mao'nun söylediği sözler, kuşkusuz çarpıcıdır:
"Stalin'in kitabı, başından sonuna kadar, üst
yapı hakkında hiç bir şey söylemiyor. Kitap insanlarla
ilgili değil, insanları değil, eşyaları göz önünde
bulunduruyor.(...) Onlar teknolojinin, kadroların
herşeyi belirlediğine inanıyorlar; her zaman "kızıl"dan
değil, uzmanlardan, kitlelerden değil, kadrolardan
sözediyorlar." (Mao, Yayınlanmamış Eserler)
Bununla birlikte Stalin'le başlayan ekonomik indirgemecilik
ele alınırken; kaba bir biçimde, onlarca yıl, ekonomik
alan dışında, diğer toplumsal süreçlere hiç önem
verilmediği söylenemez. Troçki'ye yakın tarihçi
İ. Deutscher'in söyledikleri kayda değer:
"1930 yıllarında, ortalama bir Avrupa ulusununkinden
daha aşağıda olan maddi üretim aygıtı öyle büyük
ve öyle çabuk genişledi ki Rusya şimdi Avrupa'nın
birinci ve dünyanın ikinci sanayi gücü durumundadır.
On yıldan azıcık fazla bir zamanda, kent ve ilçelerin
sayısı ikiye katlandı ve kent nüfusu 30 milyon arttı.
Her dereceden okul sayısı çok şaşırtıcı bir biçimde
çoğaldı, bütün ulus okula gönderildi. Ulusun bilinci
öyle uyarıldı ki gerisin geriye uykuya güçlükle
yatırılabilir. Bilgi, bilimler ve sanat için arzusu,
Stalin hükümeti tarafından, sıkıntı verici ve doymak
bilmez bir hal alma noktasına kadar uyarıldı.(...)
Son olarak Rus toplumunun bütün yapısı öyle derin
ve çok yönlü bir değişim geçirdi ki gerçekten tersine
çevrilemez." ( Stalin, İ. Deutscher)
Thomas Angotti ise, bu ifadeyi daha da ileri götürerek,
Stalin'in ekonominin belirleyiciliğini, toplumsal
sürecin diğer unsurlarının önemini yadsıyacak düzeyde
öne çıkardığı iddialarına karşı çıkmakta ve tam
tersine Stalin önderliğinde bir kültür devriminin
yaşandığını vurgulamaktadır:
"Kültür devrimi, yaygın bir okuma-yazma kampanyasını
içerdi; tiyatro, sanat ve edebiyatı işçi sınıfı
için ilk kez ulaşılabilir hale getirdi ve kültürel
hayatın bütün dallarında gözü pek bir deneyimin
önünü açtı. Stahanovist hareket, rekabet kampanyalarıyla
üretimi arttırmak için, işçiler tarafından başlatılan
kendiliğinden bir hareket olarak çıktı. Bu kampanyalar
Bolşevik Parti tarafından yönlendirilince, nihayetinde
işçilerin geniş katılımını sağladı. Subbotnikler,
kamu işlerinde gönüllü çalışmayla ve toplumsal olarak
yararlı diğer tasarılarla ilgilendi. Moskova Metrosu
gibi birçok kilit tasarımın inşasına yardım ettiler."
(Stalin Dönemi: Tarihin Açımlanışı, T.Agnotti)
Bu yaklaşım, sorunun özüyle değil, biçimiyle ilgilenmenin,
dahası sosyalizmi sistem olarak farklı kılan ilke
ve kuralları biçime kurban etmenin tipik bir örneğidir.
Agnotti'nin buradaki sözlerinin doğruluğunun tartışılması,
Stahanovizm ve Subbotnizmin, bir kültür devriminin
ne derece göstergesi olabileceğinin ele alınması
ayrı bir konudur. Sovyet yazarları şimdi, resmi
yazının yıllarca söylediklerinin tam tersi şeyler
söylüyorlar ve bir yerde bütün bunlar anlamsız olmakta.
Çünkü özellikle kültür devriminin anlamı, burada
çizilen çerçeveden daha farklıdır.
Kültür de toplumsal sürecin diğer parçaları gibi,
ancak bir bütün olarak sosyalist sistemin uygulanış
biçimiyle bağlantılıdır. Proletarya demokrasisinin
kağıt üzerinde kaldığı bir ülkede, ekonomik gelişmeyle
toplumsal gelişmenin hemen hemen özdeşleştirildiği,
ekonominin, üretici güçlerin; makineler, eşyalar
ve uzmanlar düzeyinde ele alındığı koşullarda, bir
kültür devriminin varlığından sözetmek, ancak toplumsal
gerçekliği yansıtmaktan uzak, iktidar güçlerini
koruyan ve aklayan bir yaklaşımın ürünü olabilir.
Deutcher ve Agnotti'nin sözünü ettikleri kültürel
seferberlik, kuşkusuz doğrudur ve iktidar tarafından
bilinçli olarak başlatılmıştır. Ancak atlanan şey,
bu seferberliğe hakim olan tek boyutluluktur. Halkın
yönetime ortak edilmediği, politikaların yürütülüş
biçimi üzerindeki etkilerinin sınırlı düzeyde kaldığı
bir ortamda; söz konusu kültürel faaliyetler, ancak
başlangıç anlamında çarpıcı kalır. Belli bir noktadan
sonra -ki bu süre oldukça sınırlıdır- kendi kendini
üretemeyecek olan kültürel alt-yapı, ürettiği taleplere
karşılık olamayacağı için, süreklilik kazanamaz
ve durulur.
Sosyalist sistemin kültürel özellikleri bu olamaz.
Sağlıklı bir kültür devrimi, ne Stalin'in genel
seferberliklerle başlattığı ve kültürü asıl olarak
kendisiyle sınırlayan, dolayısıyla daha baştan güdük
kılan politikalarla; ne de Mao'nun yaptığı gibi,
halkın öne çıkan taleplerini uyararak kültür devrimini
bir kitlesel gösteriye dönüştürme ve bu çerçevede
bir kült yaratma ama öne çıkan taleplerin de hiç
birine ciddi biçimde karşılık veremeden kitle gücünü
boğma olarak kavranamaz.
Bu kültür devrimlerinin en çarpıcı sonuçları, Stalin
ve Mao çevresinde yaratılan kült olmuştur. Buna
karşılık, süreç içinde sonuçları açığa çıkan son
derece olumsuz yanları vardır. Örneğin SSCB'de,
Lisaynko Olayı, Wersmann-Morgan teorileriyle birlikte
bütün genetiğin milyonlarca siyasi okul öğrencisinin
gözünde bir daha tamir edilemez şekilde mahkum edilmesi,
böylece de ülkenin en yetenekli bilim adamlarının
yer aldığı bir bilim dalının, şaşırtıcı denecek
biçimde yıkıma uğraması, sonra, Stalin'in dil-bilimi
ve ekonomi-politik bilimine düzenleme ve toparlama
anlamında yaptığı katkıların, yıllarca resmi politika
gereği baştacı edilmesi türünden örnekler, oradaki
kültür devriminin sonuçlarının önemli göstergeleridir.
Çin'deki kültür devrimi hareketinin ardından, koca
ülkede beş yıl tek bir romanın yayınlanamaması da
kayda değer bir başka örnektir. Proletarya demokrasisinin
olmadığı, halkın yönetime katılma talebinin yerine
getirilmediği yerde, sosyalist bir kültür de sağlam
biçimde oluşamaz ve sosyalist insanın ülkenin hakim
karakteri olması gerekliliği yerine gelmez.
Her devrim, toplumsal bir alt üst oluş, toplumsal
sürecin bütün alanlarını kapsayan büyük bir çalkalanma
anlamına gelir. Eski düzenin bürokratik askeri mekanizması
parçalanmış, yerine daha ileri bir üretim biçimini
inşa etmenin bir aracı olarak devrimci bir kurumsallaşmaya
yönelinmiştir. Bu süreç, zoru temel alarak ilerlemekte
ve burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasıyla
kalmamakta, aynı zamanda, ekonomik, ideolojik, entellektüel
ve etik düzeylerde de eski-yeni çatışmasına dönüşmektedir.
Devrimin ilk yılları, devrimci coşku ve heyecanın
da en üst düzeyde olduğu yıllardır. Yalnızca iktidar
el değiştirmez, toplumsal yaşantının yerleşik kural
ve ilkeleri de sarsılır ve yenilenmeye başlar. Her
devrim, ülkenin kültürel ortamını da etkiler ve
bu düzeyde de yankılarını bulur. Toplumun manevi
özelliklerinin ve geleneklerinin sarsılması ve dönüşüme
uğraması, devrimin izlerini taşıyan bir sanat ve
düşünsel ortam, devrim sonrası her ülkenin ortak
özellikleri arasında yer alır.
Bununla birlikte, her devrimin bir durulma, bir
oturma, yerleşme aşaması vardır. Bunun süresi, devrimin
üzerinde yükseldiği koşullara, devrim sonrası çatışma
ve yaklaşımlara bağlıdır. Ancak sonuçta, eski-yeni
çatışmasının geçici bir dengesi, toplumsal ilişkiler
ve değerler bağlamında aldığı bir biçim vardır.
Eski olan, bir anda teslim olmamakta, etkileri sürmektedir.
Devrimin halka verdikleri ve ondan aldıkları, bu
etkilerin düzeyini büyük ölçüde belirler. Eski toplumun
simgelediği değerlerin üzerinde yükselen sistem
dünyada hâlå güçlüyse, geri kültür ve yargıların
etkileyicilik şansı daha yüksek demektir. Sorunu
bu biçimde saptarsak, ister istemez kullanılan ölçüleri,
oluşturulacak programları ve günlük politikanın
yürütülüş biçimini derinden etkileriz. Tersi durumda,
yeni ekonominin rolünün abartılması durumunda da
aynı düzeyde hatalar gündeme gelir.
SSCB'nin sosyalist inşasının tamamlandığının ve
geriye dönüşümün koşullarının ortadan kalktığının
açıklandığı dönemde kullanılan ölçüler, değindiğimiz
gibi, ekonomik alanın rolünün abartılmasına dayanıyordu.
Sanayileşme sürecinin başarıları açıktır. Bugün
de Stalin'e yönelik eleştirilere rağmen, bu genel
kabul görmektedir. Ama bu başarı, geriye dönüşün
koşullarının ortadan kalktığı anlamına gelmezdi
ve hayat bunun doğru olmadığını açığa çıkarmıştır.
SSCB'nde, üretici güçleri görece geri bir ülkeden,
sosyalist bir ülke yaratılmış ve bu, büyük ölçüde
halkın özverisine dayanmıştı. Devrimi izleyen ilk
yılların coşku ve heyecanının durulmasıyla da halkın
daha farklı talep ve eğilimleri ortaya çıkmaya başladı.
Bu doğal bir sonuçtu ama neden olduğu olumsuzluklar
anlamında kaçınılmaz değildi.
Özellikle 2. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda, toplumsal
sonuçlarıyla birlikte, yeterince saptanabilen bir
gerçektir bu. Halkın düzenden yana tercihinin ortadan
kalkmasına yol açtığını söylemek yanlış olur. Halk,
kapitalizme karşı sosyalizmden yana tercihini belki
yine korumuştur. Ama bunun derin bir hoşnutsuzluk
ve giderek büyüyen bir yıpranmayla atbaşı gittiği
açıktır.
Bu durumun göstergeleri ortadadır. Glasnost ve Perestroika'yla
birlikte yaşananlar ve en başta da Gorbaçov'un o
dönemde söyledikleri, yeterli kanıtlardır. Bu arada,
karaborsanın ulaştığı boyutları ve küçük üreticiliğin
verimlilik bağlamında, devlet işletmelerini birkaç
kez katlayan düzeyinin öğrettiklerini de unutmamalıyız.
Kısacası, SSCB'nin sosyalizmin ekonomik alt-yapısını
en temelde yaratmak bağlamında, geçmişten başarılı
olduğu ne derece gerçekse, sosyalist yaşama biçimini
egemen kılmak ve yeni sosyalist insanı yaratma anlamında
başarılı olamadığı, aynı derecede gerçektir.
Halkın düzenden yana tercihinin mutlak kalmasının
yolu nereden geçer? Devrimi izleyen yılların coşku
ve heyecanından kaynaklanan tercihini sürekli kılmanın
yolu ne olabilir? Deneylerden yola çıkarak diyebiliriz
ki, bu soruya verilecek karşılık, birbirini tamamlayan,
iç içe geçmiş iki ana başlığı içermektedir: Halkın
günlük sorunlarının çözümü ve halkın politikaya
ilgisinin canlı tutulması.
Sosyalizm bir piyasa ekonomisine dayanmaz. Ekonominin
işleyişi, kapitalist bir piyasanın gerekleriyle
değil, planlamayla yürür. Plan, toplumsal ihtiyaçların
karşılanmasının ve gelişmenin başlıca aracıdır.
Kapitalizmin anarşik niteliğinin karşısına dikilen
bu olgu, sosyalizmi kapitalizme karşı daha baştan
üstün kılar.
Marks ve Engels, kapitalizmin anarşik niteliğinin
yerini alacak planlı bir ekonomik işleyişin, dünyayı
altın çağa ulaştıracağına inanıyorlardı. Ancak planlı
ekonomi, kapitalizmin üretici güçlerinin muazzam
gelişmesi ve uluslararası sermayenin büyük ölçekli
birikiminin ardından, üretici güçlerin görece geri
olduğu ülkelerde gündeme geldi. Bu durum, planlamanın,
ülkenin bütün kaynaklarının, üretici güçlerin geliştirilmesi
esasına uygun biçimlendirilmesine neden oldu.
Bunun pratik içinde aldığı biçim, tüketim sektörünün
işgali, daha açık bir deyişle, halkın büyük ölçüde
özverisine dayanan bir kalkınma modeliydi. Üretici
güçlerin niteliği, yoğunlaşmış bir sanayileşmeyi,
yani yüksek teknolojiye dayalı sanayileşmeyi değil
(intansif gelişme); yaygın sanayileşmeyi, yani halkın
özverisine dayanan, emeğin büyük ölçekli kullanımına
ve giderek daha çok işgücüne ihtiyaç duyan sanayileşme
çabasını (extansif gelişme) ancak mümkün kılıyordu.
Her ülkede değişik bir süreç izleyen devrimci coşkunun
durulmasıyla, halkın günlük yaşama ilişkin ekonomik
talepleri de ağırlık kazandı. Halkın politikaya
ilgisinin sürekli kılındığı da söylenemezdi; çünkü
bunu sağlayacak temel şey başarılamamış, halk yönetime
ortak edilememişti. Dolayısıyla sağlıklı bir kültür
politikası ve yeni sosyalist insan yaratma sorununun
gerçek bir çözümü de mümkün olmuyordu.
Böylece, sonuçları 1980'li yıllarda ortaya çıkan
sorunlar öne çıktı. Halkın günlük sorunlarını çözmekle,
ekonomik sorunlarını çözmek anlamında yeterlilik
yoktu. Kalkınma temelde başarılmış, ancak halkın
bir refah toplumuna uygun hayat standartına ulaşması,
tam olarak başarılamamıştı. Oysa emperyalizmle çatışma,
yalnızca sosyalizmin kazanımlarının ve dünya halklarının
savunulması değil, asıl olarak sosyalist toplumsal
ilişkilerin ve onun ürünü olarak sosyalist refahın,
kapitalizmle, onun olanaklarıyla çatışmasıdır. Bu
çatışmada üstünlük elde edilmedikçe, ideolojik,
kültürel ve ahlaki bir erozyonun koşulları her zaman
vardır ve komünizme bu sorun aşılmadıkça ulaşılamaz.
Sosyalist sistem ülkelerinin yöneticileri, izlenen
politikaların ve genel bilançonun çıkardığı bir
sonuç olarak, sorunun bu niteliğine, determinist
ve ekonomist bir temelde bakmışlardır. SSCB'nde
sosyalizmin inşası ve komünizme ulaşma hedefleri,
her zaman ekonomik gelişmeyi, daha doğrusu üretici
güçlerin gelişmesini temel almış, sorunun ideolojik
boyutları yeterince değerlendirilememiş, beş yıllık
kalkınma planlarına olmasa da, sosyalizmin sahip
olduğu toplumsal içeriğe, yani sistem olarak kapitalizmi
aşma planına ulaşılamamıştır.
Kapitalizmin, hayatın her alanında geçilmesini bütünüyle
SSCB ekonomisine bağlamak doğru olmaz. Ancak, bugün
sosyalizmin yıkılmış olmasının başlıca nedenlerini,
sosyalist planlamanın zorunlu olarak dayandığı gelişme
eksenine bağlamak da açıklayıcı olmaz. SBKP, ekonomist
niteliğiyle olumsuzlukların başlıca sorumlusudur.
Tarihsel zorunlulukların sonucu olarak, teoriden
hareketle olaylara yön verme, teorik ilke ve yöntemleri
bu bağlamda sürekli kılma gerekliliğinin yerine;
teoriyi, olayların gidişine büyük ölçüde bağımlı
kılma ve pragmatik bir niteliğe büründürme tavrının
başlıca örneğidir.
Bir topluma, sosyalist ekonomik işleyiş temelde
hakim olsa bile, gelir eşitsizliği, karaborsa, rüşvet,
fuhuş ve alkolizm en yetkili ağızlardan, yaygın
toplumsal hastalıklar olarak doğrulanıyorsa, o ülkede
sosyalizmin inşasının tamamlandığından sözedilemez.
Komünizme ulaşmaktan, sosyalist bir yaşama biçiminden,
yani sosyalist insanın yaratılmasından hiç söz edilemez.
Genel ekonomik performans ve emek üretkenliğinin,
emperyalist metropollerin çok gerilerinde kaldığı
koşullarda ise, komünizm hiç bir zaman yakalanamaz.
Ancak komünizmi karşılayan ilişkiler vardır ve bunlar
da görüngü olmayı aşamazlar.
Bu durumda sorunların niteliği giderek sönmek yerine
güçlenecek ve böylece toplumsal üretim sürecinin
üstünde yer tutmak, ekonomik artıktan önemli bir
payı alıkoyan bir kastlaşmayı temel almak gibi bir
eğilim, devlette her zaman var olacaktır. Parti'nin
görevi, devletin işlevini üstlenmek değil, toplumun
örgütlü öncü müfrezesi olarak, bu eğilimle mücadele
etmek ve bu eğilimin ürünü olan yanlarından arınarak,
dinamik bir güç olarak üzerine düşeni yapmaktır.
Devlet, önceden yapılan kurgularla ve planlarla
değil, ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin
böyle bir örgütlenmeyi gereksiz kılması, bir fazlalık
haline getirmesiyle söner.
Eski Reel Sosyalist ülkelerin birçoğunun er ya da
geç, sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yönelmelerini
rastlantıyla açıklayamayız. Olay, üretici güçlerin
gelişmesine rağmen, yaşama düzeyinin yeterince yükseltilememesinin
bir sonucudur. Bu başarılamayınca, yozlaşma ve kapitalist
sistemden farklı biçim ve nedenlere dayansa da yabancılaşma
yaygınlaşmakta, ekonomik verimlilik düşmekte ve
bu kez üretici güçlerin gelişmesi durmaktadır.
Reel Sosyalist ülkelerde yıllarca, emek üretkenliğini
arttırma adına, maddi ve manevi teşvik yöntemleri
kullanılmış, prim, emek kahramanlığı vb. uygulamalar
yaygınlık kazanmış, yarışma ve rekabet savunularak
teorileştirilmiştir. Bu, belki yanlış değil; ama
şu gerçek görülürse: Maddi ve manevi teşvik, son
çözümlemede ancak bireysel bir çıkış yolu olabilir
ve toplumsal dinamizmi yoğunlaştırma bağlamında
ciddi bir rol oynadığından söz edilemez. Bu işlev,
sınırlı bir düzeydedir. Çözüm, toplumun bir bütün
olarak refah düzeyine ulaşabilmesinden, bu yolda
bütünlüklü ve uyumlu bir gelişmeden geçer.
Zorunluluk, belli bir noktadan sonra açıklayıcı
olmaktan çıkar ve giderek engelleyici bir işlev
görür. Çünkü bu açıklama yolu, yanlış bir teorileşmeyi,
dolayısıyla yanlış çözümlere kaynaklık etmek gibi
bir tehlikeyi içerir. Örneğin, SSCB'nde yıllarca
tüketim sektörü ihmal edilmiş, uzay teknolojisinde
önde giden bir ülke, tüketim ve ara malları sanayisinde,
birçok yeni sömürgenin fason mallarının gerisinde
bir kalitede kalabilmiştir. Bu elbette asıl olarak
üretici güçleri geliştirme zorunluluğunun bir sonucudur.
Ama emek üretkenliğini ve tüketime yönelik talebi
düşük tutmak gibi kaygılar da önemli olmuş ve süreç
içinde asıl neden haline gelmişlerdir.
Bu türden olguların ortaya çıkardığı sonuç, başta
SSCB olmak üzere, sosyalist ülkelerin birçoğunun,
belli bir aşamadan sonra başlangıçtaki yüksek gelişme
temposunu yitirmeleri ve giderek hantal bir niteliğin
ağır basmasıdır. Sorunun kökeninde yatan neden ise,
topluma dinamizm kazandıracak olguları güçlendirememektir.
Bilindiği gibi, sosyalizm öncesi toplumlara dinamizm
kazandıran temel neden, aynı zamanda eşitsizliğin
de başlıca nedeni olan özel mülkiyettir. Sosyalizmin
buna karşı alternatifi, çoğunluğun azınlık üzerindeki
egemenliğine dayanan bir sistem olmasıdır. Bu niteliğin
sosyalizmi dinamik kılacağı ve planlı ekonominin
sağladığı avantajla sosyalist sistemin kapitalist
sistemi geride bırakacağı düşünülmüştür.
Ancak, sosyalist sistem ülkeleri, halkı yönetime
ortak etmek gibi, sosyalizmin temel bir ilkesine
ciddi zararlar vererek ve ezilenlerin hakimiyeti
yerine, yönetimi onlar adına üstlenenlerin hakimiyetini
engelleyemeyince, toplumun üretim sürecine yabancılaşması
ve dolayısıyla da, gelişme dinamiklerinin zayıflaması
gibi bir sonuç doğmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin sistem olarak, insanlarını
refah toplumunun üyeleri yapabilmekte emperyalist
metropollerin gerisinde kalması, hantallığın ve
durgunluğun diğer önemli nedeni olmuştur. Sonuçta,
devrimi izleyen sosyalist inşa ve üretici güçleri
geliştirme sürecinin baş döndürücü gelişme temposu
ve dinamizmi, sosyalist sistemin çökmesi, temelden
sorgulanması sürecini ve sorunların masaya yatırılmasını
engelleyememiştir.
Stalin'in 1936'da ilan ettiği sosyalist inşanın
tamamlandığı iddiası, birçok yanılgının ve izleyen
yıllardaki teorik formülasyonların, bunlara bağlı
pratiklerin nedenini oluşturmuştur. Ne var ki, SBKP
yöneticileri, bu düzeyde bir hesaplaşmayı hiçbir
zaman yapmadılar. Çünkü bu tip bir sorgulama herşeyden
önce, parti bürokrasisinin kökenleri üzerine, onu
besleyen ve ayakta tutan nedenler üzerine bir sorgulama
anlamına gelecekti.
Böyle bir süreci, sonuçlarıyla ve yürütülüş biçimiyle,
olumsuzlukları sınırlı tutarak Stalin'in hatasıyla
açıklamak, çeşitli yanlışlıkları birbirinden yalıtarak
ve çok yönlü etkilerini atlayarak ele almanın yanında
hem daha zor, daha sancılı ve hem de bürokrasinin
ayrıcalıklarının ortadan kalkması anlamına gelebilirdi.
Dolayısıyla sık sık gündeme gelen yenilenme ve reform
girişimleri, geçmişin sağlam bir teşhisine dayanmadığından,
hastalığı yanlış teşhis etmenin bir sonucu olarak,
yanlış tedavi yollarına yönelecek ve sonuçta yenileme
adına varılacak nokta, sosyalist ilke ve kurallar
ölçüsünde geçmişin aşılması bir yana, bu geçmişin
gerisine düşmek olacaktı.
SBKP 3. Programı ve Sonuçları
SBKP'nin ilk programı, RSDİP'in 2. Kongresinde (1903)
kabul edilen programdı. Bu program daha çok "acil
demokratik hedefleri" içermiş ve komünizmi
partinin nihai amacı olarak ilan etmişti. Böylece
RSDİP, dünyada proletarya diktatörlüğüne programında
yer veren, Marks ve Engels'in bu arzularını yerine
getiren ilk parti olma şerefini de kazanmıştı.
SBKP'nin ikinci programı ise, 1918'de toplanan 9.
kongrede açıklandı. Bu program asıl olarak sosyalist
toplumun inşa edilmesine ilişkin görevleri saptamıştı.
Programda "Gotha Programının Eleştirisi"
ve "Devlet ve İhtilal"de çizilen çerçeveye
uygun olarak, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına
geçiş sürecinin devlet biçimi olarak proletarya
diktatörlüğü öngörülmekteydi. 1959 yılında toplanan
SBKP'nin 21. Kongresinde ise, SSCB'de komünizmin
ilk aşamasının tamamlandığı, resmen ilan edildi.
Bu açıklama, Molotov ve Stalin'in daha önceki açıklamalarından
oldukça farklı yanlar içeriyordu.
Stalin, komünizm aşamasına ulaşılmasını değil, sosyalizmin
kesin üstünlüğünü dile getirmiş ve geriye dönüşün
koşullarının ortadan kalktığı savından yola çıkmıştı.
Ancak, soruna kazandırdığı yeni nitelik, Marx ve
Lenin'in çizdikleri perspektiften bu düzeyden kopuşa,
daha farklı yönelimlerin ortaya çıkmasına uygun
bir zemin oluşturmuştur. Ve işte şimdi, komünizmin
ilk aşamasının tamamlandığı söylenmekteydi. Aynı
kongrede bir komisyon seçildi. Bu komisyonun görevi,
toplumun içinde bulunduğu aşamayı tanımlamak ve
yeni hedefler saptamaktı.
Komisyonun çalışmaları iki yıl sonra, 22. Kongre'de
açıklandı. Ve onaylanarak, SBKP'nin 3. Programı
olarak ilan edildi. 3. Program asıl olarak, Stalin'in
emperyalizme rağmen komünizme ulaşılabileceği yaklaşımının
bir uzantısıydı. Ve söz konusu perspektifin ekonomist
ölçülere ağırlık verilerek programlaştırılmasıydı.
Stalin, emperyalist kuşatma altında tek ülkede bile
komünizmi olanaklı görmüştü. Oysa şimdi sosyalizm
daha avantajlı ve daha güçlüydü.
Emperyalistlerin çabaları, 2. Dünya savaşının sosyalizmin
zaferine dönüşmesini engelleyememiş, savaştan güçlü
bir sosyalist blok çıkmıştı. Sosyalizmin anayurdu,
şimdi düşman ülkelerle değil, sosyalist ülkelerle
çevrilmişti. Doğu Avrupa ve Çin ile, dünyanın üçte
birini kapsayan, dev bir sosyalist blok kurulmuştu.
Ve sosyalizm, dünyanın diğer yörelerinde de gündemin
ilk sırasında, halkların kurtuluş bayrağı durumundaydı;
hızlı ve dinamik bir gelişme vardı. Yani komünizm
çok daha yakındı artık... Stalin'in devletli komünizm
anlayışını oluştururken Marx, Engels ve Lenin'in
öğretilerine dogmatik yaklaşmama adına oluşturduğu,
teoriyi yenileme, gelişen olaylara uyarlama yaklaşımı,
artık tam bir eklektizme dönüşmüş, ihtiyaç duyulan
teorik temel, fazla zorlanmadan yaratılmıştı.
Program, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına
geçiş sürecini ikiye bölmekteydi. İlk aşama sosyalizm,
ikinci aşama ise ileri bir sosyalizmdi. İlk aşamanın
devlet biçimi proletarya diktatörlüğü olurken, ikinci
aşamada bütün halkın devleti sözkonusu olmaktaydı.
İlk aşama, kapitalizme geri dönüşün koşullarını
ortadan kaldırmaya ve sınıflar arasındaki ayrımı
ortadan kaldırmaya hizmet etmişti. İkinci aşamada
ise, komünizme geçişin koşulları olgunlaştırılacak
ve sınıflararası ayrım ortadan kalktığı için, proletarya
diktatörlüğü yerine, bütün halkın devleti geçerli
olacaktı.
Bu, yalnızca burjuvazinin ortadan kalkması anlamına
değil, aynı zamanda, proletarya, küçük burjuvazi
ve köylülük arasındaki ayrımın da ortadan kalkması
anlamına geliyordu. Böylelikle, parti de proletarya
partisi olmaktan çıkıyor, bütün halkın partisi oluyordu.
Programla birlikte, SSCB'de komünizmin büyük ölçüde
kuruluşu dönemine girilmişti. "Sosyalizmin
komünizme kerteli dönüşmesi nesnel bir yasadır,
Sovyetler sosyalist topluma daha önceki tüm gelişmesiyle
hazırlanmıştır" (SBKP 3. Programı, Nikitin)
deniyordu. Buna göre, 1961-1980 yıllarını kapsayan
onar yıllık iki plan süresinde bütün halk için maddi
ve kültürel mal bolluğu sağlanarak komünizmin maddi
ve teknik temeli yaratılacak, Sovyet toplumu, ihtiyaca
göre bölüşüm ilkesinin uygulamasını başlatacak,
tek bir komünist mülkiyete, bütün halkın mülkiyetine
kademeli bir geçiş gerçekleşecekti. Komünist toplum
SSCB'de 20 yılda esas olarak kurulmuş olacak ve
bu iş ileri bir dönemde tamamlanacaktı.
Programda, "Toplumsal güçler; işçi sınıfı,
kooperatiflerde toplanan köylülük, halktan gelme
aydınlar ve ekonominin toplumsal biçimleri (sosyalist
mülkiyetin iki biçimi üzerine kurulan işletmeler),
Sovyetler Birliği ile öteki sosyalist ülkelerde
aynı tip olduğuna göre; her birinin ulusal ve tarihsel
özellikleri hesaba katılınca, komünizmin başlıca
kuruluş yasaları, SSCB'de ve öteki sosyalist ülkelerde
ortak olacaktır." (Nikitin,Ekonomi Politik)
denilmekteydi. Yani, diğer sosyalist ülkelerin de,
çoğunun ileri sosyalizm aşamasına ulaştıkları varsayılmaktaydı.
Örneğin programı hazırlayanlardan P. Nikitin şöyle
diyor; "Sosyalist ülkeler, bugün, farklı gelişme
evrelerinde bulunuyorlar. Sovyetler Birliği, komünizmin
büyük ölçüde kuruluşu dönemine girmiştir. Öteki
kardeş ülkeler sosyalizmin kuruluşunu esas olarak
tamamladılar ya da tamamlamak üzereler. Dolayısıyla,
dünya sosyalist sistemine giren bazı ülkelerde sosyalizmin
gelişmesinin farklı bir düzeyi ile, eşitsiz bir
derecesi ile karşı karşıya bulunuyoruz (...) Dünya
sosyalist sistemi, oluşturan ülkelerin, bir tek
ve aynı tarihsel çağın sınırları içinde komünizme
az çok birlikte geçişine olanak verir." (Nikitin,
Ekonomi Politik)
Açıkça anlaşılacağı üzere, 1961'den 1981'e uzanan
komünizme kerteli geçiş, yalnızca SSCB'ni değil,
diğer Doğu Avrupa ülkelerini de içeriyordu. Nitekim
3. Program'dan sonra bu ülkeler de çeşitli aralıklarla
kendilerini "ileri sosyalist" ilan ettiler.
Örneğin, ileri sosyalizm kavramı, SSCB'de 1967'de
resmen kullanılmadan önce, Çekoslovakya'da 1960'da,
Macaristan'da 1961'de, D.Almanya'da 1967'de literatüre
girdi.
Program, komünizmin maddi temelini ise şöyle açıklıyordu:
"Ülkenin toptan elektriklendirilmesi ve bundan
(buradan) hareket edersek, tüm ulusal ekonomi dallarında
tekniğin, teknolojinin ve toplumsal üretim örgütlenmesinin
yetkinleştirilmesi, imalat yöntemlerinin toptan
mekanikleşmesi, yöntemlerin daima daha ileri otomasyonu,
kimyanın ulusal ekonomiye geniş şekilde uygulanması;
ekonomik verimliliği yüksek yeni sanayilerde, yeni
enerji ve malzeme tiplerinin azami gelişmesi; doğal,
maddi ve emek-gücü halindeki kaynakların azami ve
rasyonel kullanılması; bilimin ve üretimin hızlı
bilimsel ve teknik ilerleme tempolarının organik
bağdaşıklığı (association); emekçilerin kültürel
ve teknik düzeyinin yükselmesi; emek üretkenliği
bakımından kendileri kapitalist ülkeler üzerinde
hatırı sayılır bir üstünlük, ki bu da komünist rejimin
zaferinin önemli bir koşuludur."
Daha sonraları, bunu sağlamanın bir aracı olarak
bilimsel ve teknik devrim kavramı yaygın biçimde
kullanıldı. 2. Dünya Savaşı'nın ardından dünya çapında
gündeme gelen dev atılımların, bilimsel ve teknolojik
düzeylerde büyük bir dönüşümü, bir devrimi içerdiği
gerçektir. SBKP ise, bu kavramdan yola çıkarak,
sözkonusu devrimin sosyalizmi ilerletici, komünizme
ulaşma hedefini hızlandırıcı işlevini, yoğun biçimde
vurgulamaktaydı:
"Parti, komünist toplumun kurulmasında, bilimin
rolünün sürekli artmasına geniş çaplı katkıda bulunacaktır,
üretici güçlerin gelişmesine yeni olanaklar getiren
araştırmaları özendirecek, en yeni bilimsel ve teknik
gerçekleştirimlerin geniş ve hızlı bir şekilde uygulanmasına,
doğrudan doğruya üretim için yapılanlar da dahil
olmak üzere, deney çalışmalarında kesin bir iyileşme,
örnek ve bilimsel ve teknik iletişim örgütü, yerli
ve yabancı öncü deneyim için araştırma ve yayma
sistemi elde etmeye çalışacaktır."
Perestroika'nın beyni olarak kabul edilen A. Aganbegyan,
partinin bu görevi nasıl yerine getirdiğini şöyle
açıklıyor: "İlk Sputnik fırlatıldığında, ABD'de
bir komisyon Sovyet gelişiminin nedenlerini inceledi
ve gizin, okul düzeyinde Sovyet eğitiminde yattığına
karar verdi. O zaman ABD'de SSCB'deki % 10 oranına
karşılık, ulusal gelirin %4'ü eğitime harcanmaktaydı.
1985'e gelindiğinde ABD'nin eğitim harcaması %11'e
çıktı. SSCB'de ise %7'ye düştü, çağdaş yaşamın getirdiklerinin
çok daha altına. Okulların donanımı kötü, öğretmenlerin
maaşları düşük ve nitelikleri yetersizdi."
Komünizmin maddi temelinin kurulması ne getirecekti?
Nikitin şöyle cevaplıyor bunu:
"Komünizmin maddi temelinin kurulması, şu önemli
sorunların çözümüne olanak verecektir;
Birincisi, üretici güçlerin görülmedik bir gücünü
yaratmak ve nüfus başına üretim bakımından dünyada
ilk sırayı almak;
İkincisi, daha yüksek emek üretkenliğini sağlamak,
Sovyetleri en yetkin teknikle donatmak, çalışmayı
bir mutluluk, esin kaynağı haline getirmek.
Üçüncüsü, Sovyetlerin bütün ihtiyaçlarını sağlamak
üzere, maddi mal üretimini geliştirmek, bütün halka
daha yüksek yaşam düzeyi sağlamak, ihtiyaçlara göre
bölüşüme geçiş koşullarını yaratmak;
Dördüncüsü, sosyalist üretim ilişkilerini kerte
kerte komünist üretim ilişkilerine dönüştürmek,
sınıfsız toplumu yaratmak, kent ile kır arasındaki,
kafa ile kol emeği arasındaki başlıca farkları ortadan
kaldırmak;
Beşincisi, kapitalizmle yapılan ekonomik yarışmayı
kazanmak, ülkenin savunmasını SSCB'ne, tüm sosyalist
kampa saldırmaya kalkışan her saldırganı ezmeye
olanak verecek bir düzeyde tutmak."
Ne varki; bilinen bütün belgelerin, incelemelerin
ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, bu amaç ve beklentilerin
hiç birine ulaşılamamıştır. Durumu yalnızca koşulların
zorlayıcılığıyla açıklayamayız. Bu, ancak sosyalist
inşa sürecini açıklamakta kullanılabilir. Ama ileri
kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki
fark, 1950'lere oranla daha da açılmışsa, ortada
ciddi bir sorun var demektir.
Emek üretkenliği bağlamında, dünyada ilk sırayı
almak bir yana, sosyalist ülkeler, Asya, Latin Amerika
ve Afrika'nın aşağı çektiği dünya ortalamasının
bile gerisinde kalmaktadır. ABD ile SSCB arasındaki
fark ise bir uçuruma dönüşmüştür.
"Çalışmanın bir esin, bir mutluluk kaynağına
dönüşmesi" amacının ulaştığı sonucu açığa çıkaran
şu sözlerin sahibi ise, Perestroika'nın önderlerinden
T. Zaslavskaya'dır:
"Sosyolojik incelemeler, hem kentte hem de
kırda, bütün işçilerin ancak beşte birinin tam kapasitede
çalıştıklarını gösteriyor. Geri kalanı, yapabileceklerinden
daha azını yaptıklarına, koşullar izin verdiğinde
daha çoğunu yapabileceklerine inanıyor. Bugüne kadarki
yönetim sistemi, birçok durumda kendiliğinden etkenlerin
uyandıracağı etkiye ayak uyduramıyor, toplumsal
ekonomik gelişme de daha dengesiz hale geliyor.
Bu gibi sonuçlar istenmiyorsa, bir takım işçilerin
en önemli toplumsal değerlerden uzaklaşmalarının
üstesinden gelmemiz, bireysel çıkarları, grup çıkarlarını
ve toplumsal çıkarları bir bütün içinde birleştirmemiz
gerekiyor. Sosyal toplumda, buna ulaşmanın başlıca
yolu, ekonomik yönetimle ve toplumsal politikayla
olur."
SBKP 3. Programında; "Komünizme geçiş, komünist
bilince sahip, pek bilgili, kol emeğine olduğu kadar
kafa emeğine de yatkın, toplumsal ve sosyal yaşamın
çeşitli alanlarında, bilim ve kültür alanında çalışması
üstün olan insanların eğitimini ve yetiştirilmesini
gerektirir" deniliyordu. 1981'e gelindiğinde
bu sorun çözümlenmiş olunacak ki, "komünizmin
yetkin aşamasının" kuralları işlemeye başlayacaktı.
1981'den sekiz yıl sonra 1989 Ekimi'nde, Aganbegyan,
sosyalist insanın ne düzeyde yaratıldığını açığa
çıkaran bir örnek verdi:
"Diğer bir hata, anti-alkol kampanyası sırasında
yapıldı. 1986'nın sonunda votka fiyatlarını iki
misli arttırdık, hiç bir gerekçe göstermeden, hiç
bir hazırlık yapmadan. Karar, akademisyen ve uzmanlara
danışılmadan alındı. Bu kararın sonucu olarak votka
satışları yarı yarıya düştü. Ancak alkol tüketimi
azalmadı. Çünkü insanlar kendi votkalarını kendileri
yapmaya başladılar. Biz buna Samağon diyoruz. Evde
alkol üretiminin hammaddesi şekerdi, bu yüzden kişi
başına yılda 40 Kg. olan şeker tüketimi, 48 Kg'a
çıktı. Ülkede şeker kıtlığı başladı. Ve ne oldu?
Şeker ithalatına başlandı. İnsanlar ellerindeki
para fazlasıyla şeker alıp bundan alkol yaparak
içki içiyorlar."
Bir de şu sözlere bakalım: "Aşırı sağın çekim
merkezi VOOPIK'la birlikte Novosibirsk; Moskova
ve Leningrad'da şubeler kuran (Pamyat) Bellek ve
Rodina (Anayurt) klüpleri oldu. Onların önderleri,
Yahudi karşıtı ve anti-demokratik görüşlerini gizlemiyorlardı.
Güçlü bir devleti, eski imparatorluğun gerçek ruhunun
canlanmasını düşlemektedirler. Yetkililerin, 1985-1986
yıllarında başlattıkları sarhoşlara karşı kampanya
sürecince oluşmuş, çeşitli içki aleyhtarlığı kulüplerinde
tutunmuşlardı. Moskova çevresindeki bölgede "Lyüberler"
diye bilinen yarı kendiliğinden bir hareket başgöstermiştir.
Programları şaşırtıcı derecede basittir: Moskovalıları,
yabancı elbise giyen herkesi dövmek, "metalcileri"
kovmak ve hippilerin saçını kesmek. (...) 1986 sonunda
kamu savcılığı bürosu, Lyüberlerin yaptığını soruşturmaya
başladı. Ne varki soruşturma bitirilemedi.(...)
Oldukça açık biçimde belirli güçler, kamuoyunu bu
tehdide karşı seferber etmekle hiç ilgili değillerdi.
Açık olan başka birşey daha vardı. Lyuberlerin isimsiz
ve nüfuzlu koruyucularının Gorbaçov'un muhalifleriyle
bir ve aynı kişiler olması."
Örnekler çoğaltılabilir, ama bu kadarı fazlasıyla
yeterli. SBKP'ne göre 1961'den 1981'e kadar geçen
zaman içinde, emperyalizm yakalanacak ve her alanda
geçilecek, komünizmin yetkin aşaması başlayacaktır.
SSCB, D.Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya,
Macaristan ve Bulgaristan, bu kategoride değerlendirilmektedir.
Yanlış saptama ve amaçlar, bununla bitmedi; 1981
yılında, SBKP 11. Kongresinde ileri sosyalist toplumun
kurulduğu ilan edildi. Böylelikle sosyalizmin artık
emperyalist kapitalist sistemi geride bıraktığı
anlatılmaktaydı. Çünkü 3. Program'a göre, 1961-71
sürecinde kapitalizm yakalanacak ve geçilecek, izleyen
on yılda ise, bütün halkı kapsayacak maddi ve kültürel
bolluk dönemi başlayacaktı. Ama, 1971-75 döneminde
de amaçlara ulaşılamayınca, bu kez 1976 yılında
"ileri sosyalist topluma doğru güçlü ilerlemeden"
söz eden bir söylem belinlendi. Nihayet 1977 yılında,
SSCB Anayası'na, "ileri sosyalist toplumun
kurulduğu" yazıldı. Komünizm başlamıştı...
Doğu Avrupa ülkeleri de bu plan ve programa, bu
söyleme uygun olarak davranmaktaydı. Brejnev şöyle
diyordu:
"SBKP'nin program ve amaçlarının gerçekleştirilmesi
için alınan yol ve zamanlama düzeltilmiş, somutlaştırılmış
ve uzun bir tarihsel dönem için strateji ve taktikleri
tamamlanmıştır."
Zamanla teori ve pratik arasındaki uçurum, SBKP
önderliğini de ihtiyatlı olmaya zorladı:
"Ülkenin komünizm aşamasına yakınlığı konusundaki
olası abartmalardan kaçınılması yolunda uyarıda
bulunduk." diyordu Andropov.
Gerçeğin itirafı içinse, Gorbaçov'un önderliği üstlenmesi
beklenecekti.
"3. Parti Programı'nın kabulünden bu yana geçen
çeyrek yüzyılda pek çok şey değişmiştir. Yepyeni
bir tarihsel deneyim biriktirilmiştir. Tezlerin
ve çıkarılan sonuçların hepsi doğrulanmıştır. Komünizmi
tam olarak kurmanın görevleri, doğrudan doğruya
pratik çalışmalar düzeyine aktarma zamanının gelmediği
ortaya çıkmıştır. Bir dizi somut sorunun çözüme
kavuşturulması süreci ile ilgili olarak tahmin yanlışları
yapılmıştır."
Buna rağmen, Gorbaçov, SSCB'de sosyalist inşanın
tamamlandığı, geriye dönüş koşullarının ortadan
kalktığı ve ülkenin ileri bir sosyalist toplum olduğu
iddialarını görmemekte, ya da komünizme geçişin
kendi programı ile mümkün olacağını söylemektedir.
Perestroika'nın ideolojik çerçevesini incelersek,
bu program ve teorik temelin komünizmle ne kadar
ilgili olup olmadığını göreceğiz. Ancak öncelikle,
Perestroika'yı "son çare" yapan nedenleri
gözden geçirmemiz ve sistemin baş çelişkisini tespit
etmemiz gerekli.
Toparlayacak olursak, resmi açıklamalara göre, SSCB'de
1917'den 1950'ye kadar geçen süre, tek ülkede sosyalizmin
kuruluş aşamasıdır. Bu tarihte Stalin, sosyalizmin
inşasının tamamlandığını açıkladı. 1936'dan 1961'e
kadar geçen süre, ileri sosyalist toplumu oluşturma
aşamasıdır. 1961'den sonra ise, ileri sosyalizm
aşaması sözkonusudur. 1977'de bu resmen ilan edilmiş
ve anayasaya alınmıştır. Ayrıca 1961'den 1981'e
kadar geçen sürede komünizme geçileceği öngörülmüş,
bu planın tutmadığı ise, ancak 1987'de açıklanmıştır.
Bu açıklamalara temelde ekonomik indirgemeci ölçüler
hakim olduğundan, hiçbiri, gerçeği yansıtmamıştır.
Sosyalist inşa, ekonomik, siyasi, entellektüel ve
etik süreçlerde tam bir hakimiyeti gerekli kılar.
Dünyada emperyalist kapitalist sistem yaşarken de
bu olanak dahilindedir. Ama emperyalizm karşısında
mutlak bir üstünlüğü gerekli kılar. Bu da emperyalizmin
zaten büyük ölçüde etkisizleştiği anlamına gelir.
Böyle bir olasılığı teorik düzeyde olanaklı kılan
neden, bütün insanlığı tehdit eden nükleer silahlanmadır.
Emperyalizm, nükleer silahlanmayı kendisi için bir
çeşit emniyet sübobuna ve varlığına yönelik tehditlere
karşı dünya halklarının tepesinde sallanan bir demokles
kılıcına dönüştürmüştür. Ancak emperyalizmin varlığı
henüz yalnızca nükleer silahlanmayla korunmaktan
çok uzaktır. Bu değişmedikçe, gerçekleşmiş olan
ve gerçekleşebilecek olan geriye dönüş sorunlarının
sağlıklı bir çözümü olanaksız kalır. Çünkü sorunun
temelinde yatan neden, yani yeni tip insanın yaratılması
olanaksızlaşır.
Reel Sosyalist ülkeler, çöküş günlerine kadar, ekonomik
ölçüleri, üstelik dünyanın diğer bölümünü bu ölçülerin
ötesinde tutarak, gelişmenin göstergesi olarak kullandılar.
Kendi içinde bir gelişme, elbette saptanmaktaydı.
Ancak değil ileri sosyalizmin, sosyalizmin anlamı
bu olamazdı. Bu, reel sosyalizmdi...
Ekonomist ölçüleri kullanırsak, dünyanın hiçbir
yerinde, insanların 1917'den daha geri bir yaşama
düzeyine sahip oldukları söylenemez. Örneğin Marks'ın
"Kapital"de uzun uzun betimlediği işçi
sınıfı görüntüleri, bugün ileri kapitalist ülkelerin
hiçbirinde yoktur. Ekonomist ölçülerle bir gelişme,
yaşama düzeyi bağlamında bir ilerleme elbette vardır.
Ama bu reel bir gelişme anlamına gelmez. Çünkü sistemin
temel işleyişi değişmemiş, artı-değer sömürüsü ortadan
kalkmamıştır. Tersine daha büyük ölçekli ve daha
yoğun bir sömürü vardır.
Sosyalizmin üstünlüğü başlangıçta, yaşam düzeyi
bağlamında, ekonomik ölçüler bağlamında daha ileri
olmasından kaynaklanmaz. Bu üstünlüğün dayandığı
temel, daha ileri işleyiş yasalarına sahip olması,
üretim sürecine hakim olan anarşinin yerine planı
koyması, eşitsiz bölüşmenin yerine daha adil bir
bölüşmeyi esas almasıdır. Ama çağdaş sosyalist gelişmenin,
üretici güçleri görece geri ülkeleri başlangıç alması,
bu üstünlüğün teorik düzeyde kalmasını getirmiş,
sorunun gerçeklik kazanması süreç içinde çözüm beklemiştir.
Bu süreç tamamlanmadıkça, sosyalizmin teorik üstünlüğü
toplumsal pratik içinde gerçeklik kazanmadıkça,
geriye dönüş her zaman mümkündür. Yani sosyalizmin
teorik planda var olan üstünlüğü, ekonomik, siyasal,
entellektüel, estetik ve etik düzeylerde gerçeklik
kazanmadıkça, sosyalist inşanın tamamlanmasından
söz edilemez.
Sosyalist inşa değerlendirilirken kullanılan ölçütlerin
niteliği ise, daha başkaydı. Özel mülkiyetin kaldırılması,
kollektivizasyon ve sanayileşme programlarında hedeflere
ulaşılması ve bu sorunların en temelde çözümü, geriye
dönüşün koşullarının ortadan kalktığını ilan etmeye
yetmişti. Ekonomi politiğin asıl konusunun üretim
değil, üretim sürecinde insanlar arası ilişkiler
ve eğitimin toplumsal yapısı olduğu gerçeğine ters
düşen ölçülerdi bunlar. Sosyalist kültür sorunu
atlanıyor, sosyalist yaşama biçimi ve yeni insan
olguları ölçü olmaktan çıkıyordu.
Bugün varılan sonuçtan hareketle rahatlıkla söyleyebiliyoruz
ki, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığını
ve komünizmin üst aşamasına ulaşıldığını iddia eden
yaklaşımlara, ekonomizm damgasını vurdu. Bu niteliğin
sonucu olarak da, proletarya diktatörlüğünün varlık
nedenlerini yitirdiği düşünüldü. "İhtiyaca
göre dağıtım" ilkesine uygun ilişkiler örgütlenmeden,
ileri sosyalist bir nitelikten söz edildi. Gelir
eşitsizliği sistemin baş çelişkisiyken, sınıfların
kalktığı var sayılıyor, proletarya diktatörlüğünün
yerine "bütün halkın devleti" ve proletarya
partisinin yerine "bütün halkın partisi"
konuyordu. Diğer yanlışlıklara koşut giden ve yanlış
programlara, yanlış çıkarımlara kaynaklık eden tezlerdi
bunlar ve sonuçları da ağır oldu.
1981 yılında komünizme ulaşılacağı varsayılan ülkelerden
SSCB, yerkürenin bütün halkları için de ağır ve
acı bir yıkım, geriye dönüş yaşamıştır.
Ekonomik ve siyasal sorunlar bir yana, ülkenin en
büyük sorununun ulusal sorun olduğu, ve bu yakıcı
sorunda SSCB sürecinde gerçek bir ilerlemenin sağlanamadığı
anlaşılmış durumda. Ulusal sorunun çözümü, demokratik
devrimin konusunu oluşturur. Sosyalist devrimin
üzerinden 70 yılı aşkın bir sürecin geçtiği bir
ülkede, bu sorun yıkıcı sonuçlar yaratabilecek düzeyini
korumuşsa, durumu hiç bir biçimde "zorunluluk"
türünden açıklamalarla tanımlayamayız. Tümüyle sosyalist
inşa süreci boyunca işlenen bir hata vardır ortada.
Yani sorunun çözümü daha baştan bir dizi yanlışı
içermiş, süreç içinde de bu yanlışların aşılması
bir yana, ortaya kocaman bir patlama çıkmıştır.
Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Doğu Almanya,
Çekoslavakya ve Romanya'da da özgün süreçler yaşandı.
Romanya'da Çavuşesku, yıkım sürecine ciddi bir direniş
gösterdi ve bu direnişinin bedelini, pespaye bir
CIA darbesinde infaz edilerek canıyla ödedi. Ardından,
başta güzelim Romen kızlarının etleri olmak üzere,
tüm Romanya başdördürücü bir satışa çıkarıldı. İç
dinamizmleriyle değil, Emperyalistler arası 2. Paylaşım
Savaşı'nın rüzgarıyla sosyalizme yönelen bu ülkelerin
sosyalizm pratikleri de kuşkusuz ciddi bir tartışmanın
konusudur. Ama ekonomist ölçülerin değil, Leninist
ölçülerin kullanılması halinde, en azından Doğu
Almanya ve Çekoslovakya ayakta kalabilma potansiyeline
çok daha fazla sahiptiler.
Çünkü bu iki örneğin, ekonomist ölçülerde ciddi
görünen sorunları yoktu. Sistemin en ileri ülkeleriydiler.
Ama ekonomik başarılarla sorunların bitmeyeceği,
dahası, ekonomik gelişmişliğin sağlam bir ölçü olmadığı
açıkça görülmektedir. Onbinlerce insan Doğu Almanya'dan
kaçtı ve Doğu Almanya'ın yıkımı, emperyalizmin görkemli
ve isterik bir gösterisine dönüştü.
Bu sonuca nasıl varıldı? "İleri sosyalist"
ülkeleri, bir sarsıntıya, bir çıkmaza, bir yıkıma
sokan nedenler nereden kaynaklanıyordu? Bu sonuç,
bir bütün olarak çağdaş sosyalist pratiğin bir sonucudur
ve kökenleri Stalin sonrasına değil, Stalin'in yöneticiliğini
yaptığı sürecin öne çıkardığı uygulama ve kurumların
süreklilik kazanmasına dayanır.
Bugünün olumsuzlukları, kuşkusuz Stalin'in eseri
olamaz. Ama oluşan yanlış uygulamalar, daha yanlış
uygulamaları, bu temelde kural ve gelenekleri getirmiş,
birbirini tamamlayan olumsuzluklar, giderek süreci
belirlemeye başlamış ve sonuçta sistemi, tarihin
en büyük yıkımıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Ama çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm
değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil,
sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır
ve mutlak zaferi, kaçınılmazdır!..
|
|
|
|
|
|
|
|