Devrimci politik irade, üzerinde yükseldiği toplumsal
zemini, sınıfsal bir bakış açısı ile ama aynı
zamanda tarihsel bir perspektifle doğru tahlil
etmek zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Mücadelenin genel stretejisinin oluşturulmasının
yanısıra, ileriye atılan her adım için de bu zorunludur.
Tarih, sınıf mücadelesi ekseninde, binlerce iradenin
çakışması ve yeniden biçim alması ile oluşur.
Bundan dolayı sınıf mücadelesi, toplumsal gelişmenin
motorudur.
Kapitalist toplum iki ana sınıftan, özel mülkiyeti
temsil eden burjuvazi ile, özel mülkiyet ilişkileri
ile tümden bağını koparan, emeğinden başka satacak
hiç bir şeyi olmayan proletaryadan oluşur. Yaşadığımız
toplumsal süreçte bu iki ana sınıf arasındaki
mücadele, bir dizi toplumsal ilişki ve çelişkiyi
yaratıyor. Devrimci politik irade, proletaryanın
siyasal iradesini temsil ederken, tarihsel sınıfsal
rolünü kendiliğinden değil, bilinçli oynar. O,
tarihin bilinçli yaratıcısıdır.
Devrimci politik irade, geçmiş ile gelecek arasında
tarihsel bir köprü oluşturur; içinde devindiği
tarihsel ilişki ve çatışmaları buradan tahlil
eder. Elbette o, bu görevi yaparken, "akademik"
bir tarzda, idealist bir "tarihçi" mantığı
ve yaklaşımı ile değil, sınıf mücadelesinin bir
gereği olarak, devrim ve sosyalizm kavgasını büyüterek
ileri taşımak için, tarihi bir özne olarak devindirmek
için yapar.
İşte; 98 yılı için kısa bir değerlendirmeyi içeren
bu notlar, günümüzü, devrimci politik iradenin
attığı adımları kavramaya yönelik bir çalışmadır.
Bu devrimci Marksist gelenek, "ileri doğru
atılan her adım bir dizi programdan daha anlamlıdır"
(Engels) sözlerindeki devrimci pratiğin önemini
kavramıştır. Söylenen her söz, atılan somut adımların
bir ifadesidir, öyle olmalıdır...
Hiç bir olgu, durağan, hareketsiz, katı, kalıplaşmış
değildir; maddede hareket, içselleşmiştir. Hareket,
sürekli ve evrenseldir. Doğa, toplum ve insan
olaylarında, hareket, içkindir. Hareket mücadeleyi,
mücadele değişimi içerir. Bundan dolayı, "egemen
sınıf olarak örgütlenen devlet" başta olmak
üzere tüm toplumsal ilişkiler ve kurumlar sürekli
bir değişim yaşar. Bu değişimin asıl dinamizmi,
sınıf çatışmasıdır. Kimi zaman ağır, kimi zaman
oldukça yoğun yaşanan bu değişim, toplumsal devrim
koşullarında büyük irade ve çatışma içinde, tarihsel
sıçramaları yaratır. Proletaryanın sınıf iktdarı
olan sosyalizm, insanlık tarihinde, böyle bir
sıçramayı, en ileri aşamayı temsil eder. Yönü
böyle bir toplumsal sisteme yönelik olan politik
irade, kendini dün ile statik bir duruş ile sınırlamaz,
değişimi ve değiştirme gücünü gösterir, devrimci
bir duruşla geleceğe yönelir...
Özel mülkiyet ve onun son biçimi kapitalizm, insanlık
için tam bir yıkımdır, o insan dahil herşeyi tam
bir enkaza dönüştürür. Diriliş bu toz duman içinde,
sınıfsal bir karakter göstererek yaşanır ve nihai
kurtuluş olan komünizme uzanan bir insanlık serüveni
başlar.
Saf, düz, hemen değil, karışık, zigzaklı, uzun
vadeli bir yoldur bu; büyük zaferler ve büyük
yenilgiler yaşanır, ama hep ileri ulaşma kavgası
verilir.
Daha özele, kendimize dönelim...
Diriliş, direnme politikası ve politika ekseninde
yaratılan geleneğe bağlıdır; bu devrimci politika
ve gelenek, TDH'de tarihsel bir dönüm noktası
olan 1970'ten bu yana bizim varlık koşulumuzdur.
Ayrıca, bizim tarzımız, inkarcı, ben merkezci
değil, devrimcidir. Devrim ve sosyalizm mücadelesine
katkı sunan, ona nefes veren, bizzat kendi öz
faaliyetimiz olduğu için, dışımızdaki her doğru
adımı da destekler, ona güç verir, ondan güç alırız.
Diriliş, kurtuluştan ayrılamaz. Kurtuluş perspektifini
desteklemeyen bir diriliş ayağa kalkıp yaşayamaz,
direnişi yaşayamayan, kurtuluşu gerçekleştiremez.
Kurtuluş tek başına "ulusal" ya da "sınıfsal"
özellikler göstermez. Sınıfsal eksende, yeni sömürgeci
bir toplumsal sistemin yarattığı tüm sınıfsal
ulusal çelişkileri çözen Devrimci Kurtuluş, ana
politik bakış açımızdır. Bundan dolayı, herhangi
bir "kurtuluş" değil, Devrimci Kurtuluş,
Türkiye halkını devrime taşıyacaktır.
Uzun ve sancılı bir süreçten bugüne geldik, hiç
de zorlukların az olmayacağı, daha da katmerlenerek
yaşanacağı günler bizi bekliyor. Bunun bilincindeyiz.
Bu bilinçle, umudumuz çok nettir, berraktır.
Geleceğe yürüyoruz. Ama bu yürüyüşü daha güçlendirmek
için, bastığımız nesnel-öznel zemine bakmak, kendimizi
tartmak bir zorunluluktur.
Yeni Dönem, Yeni Açılımlar
Bugün, yeni sömürgeci kapitalist sistem ve onun
siyasal örgütlenmesinin en önemli kurumu olan
devlet, Oligarşi, bütün çelişki ve zorluklarına,
bütün yıpranmışlığına ve problemlerine rağmen
yeni bir yapılanma sürecindedir. Bu "yeniden
yapılanma süreci", bir ihtiyaç olarak bugün
değil, 90'lı yılların başından bu yana en açık
biçimi ile gündeme sokulmuştur. ABD önderliğinde
tüm emperyalist güçlerin Saddam gericiliğine karşı
başlattığı savaştan, "Körfez Savaşı'ndan"
bu yana ortaya çıkmış olan bu süreç, kendi içinde
bir evrim yaşamış, birbirine bağlanan bir dizi
halkadan oluşmuş ve bugün çok daha fazla netleşmiştir.
Esas olarak Türk egemen sınıfları temsil eden,
bu yanıyla da "çok uluslu" değil, "tek
uluslu" bir yapılanma olan TC Oligarşisi,
bir kaç önemli aşamayı yaşayarak bugüne ulaştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları içinden
doğan Kemalizm; eklektik, ırkçı, inkarcı yapısı
ile burjuvazinin çıkarlarını en iyi temsil eden
güçtür. Emperyalist işgale, özellikle de alt emperyalist
bir özelliğe sahip olan Yunan işgaline karşı belirli
bir tutum sergileyen Kemalizm, bu yanıyla sınırlı,
güdük, dönemsel nitelikte bir anti-emperyalist
karekter gösterir.
Ancak, bu özelliği hem iç savaş içinde hem de
savaş sonrasında, özellikle de Alman Emperyalizmi
ile geliştirdiği anlaşma ve işbirliği ile kısa
sürede ortadan kalkar. Yarı sömürge ilişkiler
devam eder. İzmir İktisat Kongresi, bu sürecin
sadece ekonomik politikasını ifade etmekle kalmıyor,
aynı zamanda burjuvazinin önderliğinde, onun perspektifleriyle
oluşturulan yeni siyasal yapının çerçevesini çiziyor.
"Türk ve Kürt halkının temsilcisi" sıfatıyla,
İnönü şahsında Türk egemen sınıflarının çıkarlarını
Lozan'da temsil eden Kemalizm, böylece sadece
ulusal pazarına kavuşmakla kalmıyor, Kürdistan'ın
önemli bir parçasını da, Misak-ı Milli adına gaspediyor.
"Tek ulus-Tek ülke" "sınıfsız bir
ulus" adına, hem Kürdistan için sömürgecilik
ilişkileri, hem de emekçi sınıflar için tüm demokratik
hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması dayatılıyor.
Takrir-i Sükun Yasası, emperyalistlerin kışkırtması
ve irtica demagojisi ile devreye sokuluyor. Amaç,
Kürt ulusunun demokratik ulusal istemlerinin bastırılması,
sosyalizmden etkilenen işçi ve emekçi sınıfların
haklı taleplerinin tırpanlanmasıdır.
Bonapartist özellikler taşıyan Kemalizm, bir yandan
1923-45 dönemini kapsayacak katı bir diktatörlüğe
yönelirken, diğer yandan "Güneş Dil Teorisi",
"Türk Tarih Tezi", "Devletçilik"
vb. adı altında bu diktatörlüğün ideolojik çerçevesini
yaratıyor. 1930'larda uygulanan Devletçilik politikasını
bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu dönem, işçi
ve emekçi sınıfların yoğun sömürüsüne, Kürdistan'ın
talanına dayanan, "ilkel sermaye birikimi"
sağlayan devlet kapitalizmi dönemidir. Kürt ve
emek inkarı ekseninde gelişen bu politika, sonraki
toplumsal-siyasal sürecin altyapısı niteliğindedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu dönemin (Kemalist
Dönemin) bir devamıdır ama aynı zamanda yeni bir
dönemdir. ABD önderliğinde, temelleri 1929-30'larda
atılan yeni sömürgecilik, tüm dünyada egemen istismar
biçimi olarak şekillenmiştir. 2 Dünya Savaşı,
Ekim Devrimi ile başlayan "Proleter Devrimler
Çağına" yeni halkalar katmış, yeryüzünün
1/3'ünde sosyalizm maddi bir güç haline dönüşmüş,
sosyalist bir blok doğmuştur.
Bu gelişme kapitalist iç pazarı daraltmıştır ve
yeni sömürgecilik, kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda,
daralan pazara çare arayışıdır. Bu dönemde Marsall
ve Truman doktrinleri temelinde, savaşta yıkılan
Avrupa ve Japonya yeniden onarılmış, Türkiye dahil
bir çok ülke, "anti-komünizm" hayaletinin
pompalanması sonucu yeni sömürgecilik ilişkisi
içerisinde konumlandırılmıştır.
Bir yandan emperyalist sermaye yoğun olarak ülkeye
akıp sömürü payını çoğaltırken; diğer yandan,
bu ilişkinin bir ürünü olarak ticari sermaye,
tekelci sermayeye dönüştürülmüştür. Böylece, yarı
sömürgecilik, yarı-feodal toplumsal süreçte, komprador
nitelikteki ticari sermaye ve feodal ağalara dayanırken,
bu dönemde yeni sömürgecilik, kendi işbirlikçi
sınıflarını yaratmış, komprador burjuvazi, tekelci
burjuvaziye dönüşmüştür. Toplumsal sürece egemen
olan feodalizm, 1923-50 döneminin birikimini de
ardına alarak kapitalizme dönüşürken, toplum artık
sanayi toplumu olma yolundaki adımlarını atmaktadır.
Bu süreç, emperyalizme bağımlı kapitalizmin, 1960
sonrasında egemenliğini gerçek anlamıyla kurması
ile sonuçlanacaktır.
Emperyalizme bağımlılık her düzeydedir; sadece
ekonomik açıdan değil; siyasi, askeri, kültürel,
tüm alanları kapsayan bu ilişki; yeni sömürgeci
devlet örgütlenmesi başta olmak üzere, tüm toplumda
yeni ilişkilerin yaratılması anlamını taşımaktadır.
Devlet, Bonapartist karakterli Kemalist Diktatörlük;
bu dönemde, Oligarşik bir nitelik kazanmıştır.
Sürekli olarak devletin "akıl sahibi"
rolünü oynayan devletin en önemli kurumu niteliğindeki
ordu, yine bu dönemde, emperyalizmin denetiminde,
ABD ve NATO ilişkileri içinde, esasta iç savaşa
göre örgütlenen bir ordu konumuna dönüşmüştür.
Sömürge tipi faşizmin "çelik çekirdeği"
olarak kontrgerilla, bu dönemde tamamen emperyalistlerin
desteği, denetimi ve yönlendirmesiyle oluşturulmuştur.
Emperyalizm artık içsel bir olgudur; devlet örgütlenmesinden
üretime kadar tüm alanlarda söz ve karar sahibidir.
"Küçük Amerika", 12 Mart döneminde söylenen
"CIA altımızı oydu" vb. sözler, tam
da bunu anlatmaktadır.
Kemalist dönemde, merkezi devletin şekillenmesini
sağlayan tek partililik, bu dönemde sömürgeciliğin
ihtiyacı doğrultusunda "çok partili sisteme"
dönüştürüldü. Danışma Meclisi, "demokrasi"
söylemiyle parlemontoya dönüştü; toplum yeniden,
bu temelde düzenlendi. 61 Anayasası bu programın
devamıdır, yeni sömürgecilik temelinde yükselen
kapitalizmin nefes borularının açılmasıdır. Oligarşik
bir karakter gösteren, "demokrasi",
"parlamentarizm", "çok partililik",
"liberalizm" söylemiyle şiddeti yoğunlaştıran
devlet örgütlenmesi, bir merkezileşme sürecindedir.
Demokrasi adına ileri sürülen tüm kurumlar, faşizmin
hizmetindedir.
Tekelci sermaye, faşizmin sınıfsal dayanağıdır
ve gerek Oligarşi içi iç çelişkilerin zorlamaları,
gerekse de yükselen işçi-köylü-memur-aydın, halk
muhalefetinin sonucunda, bazen ipin ucunu kaçırma
endişesini yaşamaktadır. Böylesi toplumsal süreçlerde
faşizm, yaşadığı problemi aşma yöntemi olarak,
daha farklı uygulamaları gündeme getirmektedir.
Dolayısıyla bu tür toplumsal süreçlerde, kimi
zaman parlamento vb. temsili kurumlar tümüyle
bir kenara bırakılarak, faşizm açık biçimde icra
edilir. Ama bu yönteme her zaman başvurulmaz,
devletin sürekliliği içinde, 12 Mart ve 12 Eylül'de
olduğu gibi, zaman zaman başvurulur. Dünya ve
ülke koşulları gözetilerek de, 12 Eylül sonrasında
olduğu gibi, açık faşizmin kurumsallaştırılması,
sürekli ve kesintisiz kılınması yoluna gidilebilir.
12 Eylül Açık Faşizmi, sömürge tipi faşizmin yeniden
organize edilmesinde önemli bir aşamadır. Devlet
ve topluma, merkezileşen tekelci sermayenin, emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda oluşan müdahaledir. Ekonomiden
siyasete, aile yaşamından tüketime kadar adeta
topluma tek bir model dayatılmış, her şey bu dayatma
altında kontrol altına alınmıştır. Koyu bir terör
eşliğinde işçi sınıfının tüm dinç çevik kazanımları
rafa kaldırılmış, ücretlere IMF denetiminde yoğun
bir sömürü dayatılmış, öğrenci gençlik YÖK cenderesinde
kişiliksizleştirilerek tek tipleştirilmiş, memur
ve tüm diğer emekçiler kapıkulu zihniyeti ile
kıskaca alınmıştır.
Kürt ulusuna yönelik inkar ve imha politikaları
tüm pervasızlğı ile sürmüş, Türk-İslam sentezi
faşizmin resmi devlet politikası olmuştur. 61
Anayasası'na bile tahammül edilememiş, bireyin
hakkını sözde bile kabul etmeyen "kutsal
devlet" anlayışı, 82 Anayasası ile topluma
dayatılmıştır. Özcesi, bu dönemde kapitalizm yeniden
organize olmuştur. 12 Eylül Açık Faşizmi'nin devamı
niteliğindeki 8 yıllık ANAP iktidarı, toplumun
hiçbir kesiminin özlemine yanıt vermemiş, sadece
açık faşizmin tamamen kurumlaşmasını sağlamıştır.
Tüm bunlar bilinçli geliştirilmektedir ve "egemen
bir sınıf olarak örgütlenen devletin" evrimi
açısından zorunludur.
Ancak bütün bu politik yönelimler, uluslararası
sermayenin ve egemen sınıf bloku Oligarşi'nin
bir dönem için ihtiyacını karşılamakta, bir dönem
sonra tıkanmaktadır. Örneğin 90'lı yılların ilk
dönemi, tam da böyle bir dönemdir ve emperyalist-kapitalist
sistem, "reel sosyalizm"in çözülmesi
sonucu yeni açılımlara ihtiyaç duyan yerli Oligarşi'de
bu yönde kurumlaşma ihtiyacı doğurdu. Çünkü bu
yıllar, 1950 sonrası gündeme getirilen tüm yönelimlerin
olgunlaştığı, emperyalist-kapitalist sistemin
iç bünyesinde olduğu kadar, bu sisteme alternatif
sosyalist sistemde de önemli değişimlerin yaşandığı,
yaygın ifade ile "yeni dünya düzeni"
politikalarının yaşam bulduğu dönemdir.
Bu "yeni dünya düzeni"nin en temel ayırt
edici özelliği; iki kutuplu bir dünyadan, emperyalist-kapitalist
sistem ile sosyalist sistemin her alanda çelişkilerinin
yoğunlaştığı bir dünyadan, "tek kutuplu"
bir dünyaya, ABD emperyalizmi önderliğinde emperyalist-kapitalist
sistemin belirleyiciliğinin yoğunlaştığı bir döneme
geçilmesidir.
Başta SSCB olmak üzere, "reel sosyalizm"
ülkelerde bir dizi toplumsal alt üst oluşla kapitalist
restorasyon yaşanmış, böylece 2. Dünya Savaşı
sonrası oluşan "dev dünya sosyalist bloku"
parçalanmış; sosyalizm Küba, Vietnam, Kore vb.
ülkelerle sınırlı bir toplumsal sisteme dönüşmüştür.
Başta kapitalist restorasyon yaşayan ülkeler olmak
üzere, bakir alanlar kapitalist sömürünün yeni
nüfuz alanlarına dönüşmüş, "tek kutuplu"
dünya pazarı oluşmuştur. Emperyalist-kapitalist
sistem içinde yaşanan entegrasyon, dönemin en
temel özelliğini oluşturmaya devam etmektedir.
Bir yandan ABD önderliğinde yaşanan, aynı zamanda
ABD emperyalizminin tartışmasız egemenliği anlamını
taşıyan entegrasyon bütün yakıcılığı ile yaşanırken,
diğer yandan kapitalist sistemde içselleşmiş çelişkiler,
yeni koşullarda alabildiğine yoğunlaşmıştır. Doğu
ve Batı Almanya'nın birleşmesi, Alman Emperyalizmi'nin
rolünü arttırmış, Japon Emperyalizmi 1960 sonrası
atağını devam ettirmiştir. ABD'nin 1970'lerdeki
önderliği, aynı özellikler temelinde olmasa da
farklı özelliklerle, dünya politikasındaki belirleyiciliğini
sürdürmektedir. Ancak sosyalizm cephesinde yaşanan
olumsuzluklar, yeni pazar alanlarının emperyalizme
açılması, Alman ve Japon emperyalizmi başta olmak
üzere diğer emperyalist güçlerin bu pazarda söz
sahibi olma mücadelesini hızlandırmıştır.
Reel sosyalizmin çöküşü, Körfez savaşı, ABD ve
İngiliz emperyalizminin taktik "bombalama"
savaşları, kültür emperyalizminin sinsi etkilerinden
ilk elde alınan sonuçların dünya halkları nezdindeki
başarıları, genel olarak dünya emekçilerini 1998'de
soluksuz bırakmıştır. Dünyanın bu süreçte, yaklaşık
15 bölgesinde sürmekte olan çatışmalar, dünyanın
çehresini emekçilerden yana bir yönelişle tanımlamaya
yetmemektedir.
1960'lı yıllarda sosyalizm dünya çapında büyük
bir prestije sahiptir. Bu büyük prestijin de rolüyle
Vietnam ve Küba Devrimleri'nin moral desteği ile
yükselen ulusal kurtuluş savaşları, emperyalist
sistemi tehdit eden en önemli güçtür. Ama bu durum,
80 sonrasında yavaşlama eğilimi içine girmiştir.
Emperyalist burjuva ideologlarının "sosyalizm
öldü" propagandası, tam da bundan beslenmiş,
kapitalist sistemin biraz daha yaşamasına ve dönemsel
güç kazanmasına hizmet etmiştir.
Ancak bütün bunlar yanıltıcıdır!.. Kapitalizm,
tüm pervasızlığı ile sömürüye devam etmekte, sosyalizme,
işçi sınıfına, tüm emekçilere, dünya halklarına
karşı; insana yabancı tüm özelliklerini, tarihin
tanık olduğu en şiddetli acımasızlıklarla ve en
büyük uçurumlarla dayatmaktadır. Bizzat bu olgu,
kendi zıttını, yine tarihin tanık olacağı en büyük
çatışmaları ve karşı çıkışları oluşturmaktadır.
"Sosyalizm öldü" yalanı, işçi-emekçi
sınıflar ve dünya halkları gözünde gerçekte itibar
bulmamaktadır. Kapitalizme özgü tüm çirkinlikleri
tanımayı, özellikle "reel sosyalizmin"
çöküşünün yaşandığı ülkelerde, insanlar kendi
yaşam süreçleri içinde çarpıcı biçimde tanımakta
ve yadsıma sürecine hızla girmektedirler. Yeniden
sosyalizme, "eski günlere" dönüş özlemi,
bu ülkelerin halklarından başlamak üzere, tüm
dünya ve ezilen halkları saracak yeni bir dalgayı
yaratacaktır. Sözkonusu ülkelerin halkları, yeniden
sosyalizm özlemi çekmeye başlamışlardır. Özledikleri
gerçek değil, "reel sosyalizm" olsa
bile... Hatta bu eğilimin giderek güç kazandığı
açıktır. "Yaşanan sosyalizm" şiarı basit
bir slogan olmaktan öte, giderek maddi bir güce
dönüşmektedir.
Reel sosyalist ülkelerde geriye dönüş, kapitalist
restorasyon yaşanmıştır, ama bu süreç aynı zamanda
ciddi bir boşluk, kaos anlamına gelmektedir. Çünkü
emperyalist-kapitalist sistem, bir çırpıda bu
boşluğu doldurmaz, dolduramamıştır. Buna yönelik
hazırlığı da çok ciddi değildir. "Eski"
yıkılmıştır ama yerine "yeni" kurulamamıştır.
Kaldı ki, sosyalizm kapitalizmden daha ileri bir
sistemdir. Eskinin, geri olanın bu boşluğu doldurması
mümkün olmakla beraber, oldukça zorlanacağı da
açıktır. Bundan dolayı bu ülkelerde, kapitalist
sistemin kendi dinamizmini yakalaması oldukça
sancılıdır; ekonomi dışı zor aygıtları, bu boşluğu
doldurmaya çalışmaktadır.
İşte böylesi bir "boşluk" Türkiye dahil
bir dizi emperyalizme bağımlı ülkeye, emperyalizm
adına yeni rollerin verilmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu rol önemlidir, ileride tekrar ele alacağız...
Yanlız bu gelişme değil, Ortadoğu'daki bir dizi
gelişme de, kapitalist gelişmeyi yaşayan, emperyalist-kapitalist
sisteme tam bağımlı Türkiye açısından bir hayli
önemli olmuştur. BM şemsiyesi altında, ABD önderliğinde
Saddam gericiliğine karşı yürütülen "Körfez
Savaşı" sadece tüm iç çelişkilerine rağmen,
emperyalist kapitalist sistemin gerçek bir entegrasyon
içinde olduğunu göstermekle kalmamış; aynı zamanda
kapitalist sisteme karşı, iç bünyesinde de oluşsa,
sivri uçlara yer vermemesi, onları kapitalist
sistemin çıkarları doğrultusunda hizaya getirmesi
amacını taşımıştır. Saddam gericiliğine vurulan
her darbe, "emperyalizmin mutlak hakimiyeti"
yönünde siyasal avantaja dönüşürken, Ortadoğu
sorununu hızla sistem içi çözüme taşımıştır.
Ortadoğu sorununun iki önemli ayağı vardır: Filistin
ve Kürdistan... İlkel milliyetçi bir rotada burjuva
önderliğine sahip Filistin sorunu veya devrimi,
başta SSCB olmak üzere sosyalist ülkelerin aktif
desteğine sahip olmuştur. Bunun vermiş olduğu
güçle, Marksizm'den etkilenen siyasal akımların
da rolü ile, 70'li yıllarda en yüksek aşamasına
ulaşmış, ezilen halkların moral değeri olmuştur.
Burjuva önderliğin, ilkel kurtuluş perspektifi;
sosyalizmden uzak, kapitalizmin sınırları içinde
bir ulusalcılık, hızla kapitalist sistem içi çözümlere,
diplomasinin kanalları içinde erimeye yol açmıştır.
Özellikle 1982 savaşı tam da bu noktada dönüm
noktasıdır; Arafat önderleğindeki FKÖ, tamamen
"barış" vb. adı altında, ABD önderliğinde
bir çözüme yanaşmıştır.
Son "Körfez Savaşı" sonrasında emperyalizmin,
"Filistin sorunu da çözeceğiz" söylemi,
bunu izleyen FKÖ-İsrail Barış Anlaşması, kukla,
sözde bir Filistin devletinin kurulması, öteden
beri süregelen düşüncelerin ve sözde diplomasilerin
pratik sonucudur. Bütün bunlar, Filistin Devrimi'nin
düzen içi çözümde, bırakalım ulusal kurtuluşçuluğu,
kişilikli bir diplomasiyi bile gerçekleştirememesinin
ifadeleridir.
Sonuç, devrimci bir odak gereksiniminin yoğunlaştığı
bir dönem yaşamakta oluşumuzdur. Bu gerçek, Kürdistan
sorunu veya devrimini ön plana çıkarmıştır. Kürdistan
Mücadelesi, Emperyalist Sistemin "çözüm"
arayışlarını da hızlandırmıştır. Çünkü emperyalizm,
Ortadoğu'da sivri uçlar istemiyor, ezilen halkların
değil ayağa kalkmasını, kıpırdanmasını dahi istemiyor
ve bütün Ortadoğu politikalarını, Ortadoğu harcamalarını
ve taktiklerini, bu çerçevede oluşturmaya çalışıyor.
Emperyalizm, hem Saddam gericiliğini güçten düşürmek,
hem de Kürt "sorununu" düzen/kapitalist
sistem içi bir çözüme kavuşturmak, böylece Ortadoğu'da
denetim ve çıkarlarını uzun vadeye yaymak için,
baştan beri denetiminde tuttuğu Talabani-Barzani
şahsındaki ilkel milliyetçiliğe desteğini, tam
da bu dönemde yoğunlaştırmıştır.
Kürt sorununda da "kültürel özerklik"
veya "otonomi" noktasına gelen böyle
bir Kürt politikası kartı ile devreye giren emperyalizmin,
Musul, Kerkük, Süleymaniye petrollerinde gözü
vardır. Kukla, sözde özerk bir Kürt Devleti, hem
bu ekonomik ve siyasal çıkarları temsil edecek,
hem de bir devrim fırtınasını önleyecektir.
Hesap budur!.. Bu hesabın gerçek sahibi olan,
aynı zamanda "çekiç güç" adı altındaki
işgalini meşrulaştıracak olan emperyalizm; kukla,
işlevsiz bir "Kürt Devleti"ne yeşil
ışık yakmıştır. Ancak her şey hesaplandığı gibi
olmaz. Ortadoğu gerçekten çok kaygan bir zemine
sahiptir, bu zeminde farklı bir dizi politik güç
rol oynamaktadır.
"Bir koyup üç alma" mantığı ile, ABD
emperyalizmine tam destek sunan, "Kerkük
ve Musul ile tarihsel bağımız var" söylemi
ile sömürgeci özlemlerini her vesile ile dile
getiren, "Körfez Savaşı'ndan" pay isteyen
TC Oligarşisi, Kürt sorununun da önemli bir faktörüdür
ve Oligarşi, Kürt sorununa bu güne kadar koyu
bir sömürgecilik uygulamış, sonucu inkar etmiş,
"Kürt yoktur, Kürt denilen dağ Türkü vardır,
Kürtçe Türkçe'nin bir şivesidir, Kürt Sorunu dış
güçlerin kışkırtmasıdır, vb." tezleri ile
imha politikasını yürütmüştür.
Tam da bu noktada, TC Oligarşisi'nin çıkarları
ile emperyalizmin yukarıda ifade etiğimiz çıkarları,
çelişki halindedir. Ayrıca şimdi, her kesimin
hesaba kattığı, katmak zorunda kaldığı bir PKK
gerçeği vardır. PKK, ezilen yoksul Kürt sınıflarına
dayanan ulusal kurtuluşçu bir harekettir. Reel
sosyalizmin çözüldüğü, dünya devrimci gelişiminin
dibe vurduğu bir dönemde o, Ortadoğu'da önemli
politik-askeri bir güce dönüşmüştür. Emperyalizmin
çıkarları böylesi bir güçle uyum halinde değildir.
Bundan dolayı da, "PKK'siz bir Kürdistan"
veya "silahsız bir PKK" tezlerini geliştirmiştir.
Tüm bunlar, emperyalizmin tıpkı Filistin sorunu
veya devrimini kapitalist sistem içi çözümlere
kavuşturma yöntemlerinde olduğu gibi, Kürt Sorunu
veya Devrimini, kolayca bu noktaya çekememektedir.
Sorun karmaşıktır, farklı çıkarlar vardır ve bu
çıkarlar çatışma halindedir. Emperyalizm kendi
denetiminde kukla, sözde özerk bir Kürt Devleti'ne,
Güney Kürdistan'da destek sunmaktadır; fakat,
kuzeyde TC Oligarşisi'nin buna tahammül etmesi
çok zor olur.
TC Oligarşisi ile, özellikle de ABD Emperyalizmi'nin,
öyle uzun vadeli karşı karşıya gelmesi mümkün
değildir. İkisinin çıkarları, kimi zaman gündeme
gelen çelişkilere rağmen, aynı pareleldedir ya
da sonuçta ABD Emperyalizmi tarafından "aynı
parelelde kılınır..." Bundan dolayı, kimi
zaman, özellikle Kürt Sorunu'nda kısmi çelişkiler
yaşansa da, yine özellikle "silahsız bir
PKK" veya "silahsızlandırılmış bir Kürdistan",
üzerinde hem fikir olacakları, bu programa destek
sunacakları açıktır. Güney Kürdistan'a yönelik
işgal hareketleri, 98 Mayıs, Ağustos ve Ekim Hareketleri,
bunu göstermiştir.
İşte "Kürt realitesini tanıyoruz" noktasına
ulaşan TC Oligarşisi, bu sürecin, bu ilişkinin
bir ürünü olarak bunu dillendirmiştir. Kürt sorununda
tamamen devre dışı kalan, koyu bir sömürgecilik
politikasında ısrar eden Oligarşi, biraz da bunu,
Kürt kartını elinde tutmak istemektedir. Çünkü
bu kart olmadan, Ortadoğu'daki gelişmelerde söz
sahibi olmak mümkün değildir. "Bir koyup
üç alma" gerçekleşmesi, Özal'ın temsil ettiği
politik misyon, bunun ifadesidir.
Bu gelişmeler, bu tablo, TC Oligarşisi açısından,
kendini uluslararası alanda konumlandırmak açısından,
yeni imkan, yeni alan, yeni politikalar anlamına
gelmektedir. İhtiyaç nettir, ama politikanın somutlaşması
çok net değildir, ağırdır.
Anlaşılacağı üzere, özellikle bir tarihsel dönemi
belirlemek açısından, "Körfez Savaşı"ndan
bu yana TC Oligarşisi, bir arayış içerisindedir;
ihtiyaç belirginleşmekte, ama köşe taşlarının
yerli yerine oturtulması sancılı olmaktadır.
Dahası, 90 başlarında TC Oligarşisi'nin bu yeni
döneme hiç de hazırlıklı olmadığı söylenebilir.
Kalıplaşmış, taşlaşmış ve bu anlamda gelenekselleşmiş
politikalar, kendine ayak bağı olmaktadır ve bu
anlamda da bir kargaşa yaşandığı açıktır. Ekonomik-sosyal-siyasal
karakterli maddi olgular, politik gelişmelere
bağlı olarak açığa çıkar, ama bütün bunların bilince
çıkması, zamanla olur. Ancak bu "fark"ın,
TC oligarşisi gerçeği ile düşünülürse, çok daha
belirgin olacağı açıktır. Bu "fark",
bugün için de geçerlidir. Ama Özal, Bitlis, Ersever
vb. olaylarında yaşanan komplocu, tasfiyeci uygulamalar,
bu farkın sancılı olduğunu göstermektedir. Bunlara
rağmen ihtiyaç, oldukça somuttur.
91 sonlarında iş başına gelen DYP-SHP, Demirel-İnönü
Koalisyonu, böyle bir eksende geliştirilmiştir
ve bu koalisyon aynı zamanda "solun etkisizleştirilmesi"
amacını taşımaktadır. Oligarşinin bu tarzı, o
tarihsel dönemde olduğu gibi, benzer sonuçlarıyla
bugün için de geçerlidir. "Topyekun savaş"
mantığı ile, sadece Kürdistan'a yönelik değil,
bazı olaylarda çok çarpıcı biçimde somutlaştığı
gibi, Türkiye'de de koyu bir terör politikasının
dayatılması, Kürt ve Türk emekçi sınıflarının
mücadelesinin tamamen etkisizleştirilmesine yöneliktir.
Bir bütün olarak halkların terörle terbiye edilmesi
operasyonudur. Ama bunda çok da başarılı olunamadığı
biliniyor. Bütün bu yöntemlerin tıkanıklığı arttırdığı,
sonuç alınamadığı açıktır. Ne yapılacak? İhtiyaç
daha da belirgindir, tıkanıklık devam ediyor.
O halde bir kısmı demagoji de olsa, sopa politikasının
yanısıra havuç da gösterilecektir. Bunun için
de, yıpranmış ama biraz nefes almış güçleri; ANAP-DSP
vb. partileri, Ecevit-Yılmaz-Demirel-Karadayı'yı
devreye sokacaktır. Olan da budur.
Bu güçler "taze güç" olarak, ama aslanda
çok da inandırıcı olamadan devreye girdi. Sadece
bu değil, özellikle 97 yılı içinde "devletin
asıl sahibi" olan Ordu destekli MGK kararları;
"Kriz Yönetim Merkezleri", "MASK",
"MGK Anayasası belgesi", "Başkanlık
Sistemi" tartışmaları, hep bu yönde atılan
adımlardır. Yeni dönemin hazırlıklarıdır.
Bu programın ekonomik dayanağı, ayağı zayıftır.
Emperyalizme bağımlı, kendi sanayi devrimini yapamamış,
demokratik devrim sürecini tamamlayamamış, yerli
tekelci sermayesi doyumsuz ve aç gözlü, hırslıdır.
Öte yandan emekçi sınıflar lehine hiçbir adım
atılmamaktadır. Zenginlik büyümekte, paylaşım
oranları daha da bozulmaktadır. Dışa bağımlı,
iç ve dış borç batağında kulaç atan, uluslararası
kredisi tükenmiş, IMF'nin kıskacında boğulan,
işsizlik, açlık, yoksulluk gibi boyutları da olan
zamların yüksek enflasyonla dev boyutlara ulaştığı,
dış ödeme dengesinin açık verdiği, hergün yeni
bir verginin dayatıldığı, vergi sistemi ile sürekli
olarak tekelci sermaye lehine oynandığı, ücretlerin
reel anlamda dondurulduğu, açlığın Afrika düzeyinde
olduğunun resmi ağızlarca itiraf edildiği, üretimin
iyice çarpıtıldığı, silahlanmanın dev boyutlara
ulaştırıldığı, Kürdistan'a yönelik kirli savaşın
herşeyi belirlediği vb. bir ülkenin ekonomisi,
ciddi açılımlar yapmaya uygun değildir.
Son yılların temel ekonomik politikası olan özelleştirme,
özünde devlet kapitalizmi ile uluslararası ve
yerli sermayenin arasındaki ilişkinin, "özel
sermaye" lehine çözümüdür. Bunun anlamı,
sermaye birikiminin yeni boyutlar kazanmasıdır
ve işsizlik başta olmak üzere, sınıfa yönelik
ekonomik-sosyal-siyasal saldırıdır. Özelleştirme,
tam bu anlamda, toplumsal muhalefet gerçeğine
çarpmakta, rahat uygulama alanı bulamamaktadır.
Böylesi ekonomik ayağı zayıf ve çarpık bir program,
çıplak zor dahil, siyasal zorun tüm biçimlerinin
artan oranda yoğunlaşması ile uygulanabilir.
Yaşanan ve yaşanacak olan da budur.
(Sürecek)
|