Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Militanın
Yaşam Tüzüğü-3
M. SEYHAN
|
İrade, İrade, İrade
Sosyalizm ve sosyalist mücadele dünyasında "irade"
sözcüğü kadar anlamlı bir başka sözcük biliyor musunuz?
Sosyalizmin kendisi, çağın en yüksek ve örgütlü
iradesinin gerçekleşmesi değil midir? Yaşanılan
ve yaşanılacak olan iki yüzyılın en büyük, en önemli,
en görkemli, en umutlu ve en vazgeçilmez ve en zorlu
iradesi, bizzat sosyalizmin kendisi değil midir?
O halde insanlığın en muhteşem emelinin mimarları
olan devrim militanlarının tek tek yaşamları da,
birer irade anıtı gibi örülmelidir. Azimle, emekle,
sabırla, şevkle ve aşkla...
Militan tarihe, onun egemenler lehine akıp gidişine
irade koyandır. Militan, yaşadığımız yüzyılda, sosyalizme
yeniden kan ve can verilmesine yönelik bir büyük
irade ile tarihin karşısına dikilendir.
Militan, küreselleşmiş ve hayal sınırlarını zorlayan
olanaklarla dünya halklarının kanını emen emperyalizmle
ringe çıkandır. Militan, yaşadığı ülkenin yerli
egemenlerine ve onların işbirlikçilerine, başlangıçta
sadece kafası ve yüreği ile meydan okuyandır. Militan,
her türlü zorluğa, yoksunluğa, acıya ve insanın
tanıyabileceği bütün güçlüklere göğüs gerendir.
Ve tüm bunların başarılabilmesinin sırrı; iradedir.
O, iradesinin gücünü bilinciyle belirler. Onun iradesinin
sınırları yoktur ve olamaz çünkü emperyalizmin ve
faşizmin sunduğu acıların sınırı yoktur. Militanın
iradesi, yüzyılın ufku olan sosyalizmin, bilgiyi
sadece beyne değil, yüreğe ve vücudun bütün hücrelerine
akıtması ile belirlenir. Geleceği kazanmanın bir
başka yolu yoktur ve sosyalistler için kazanmak,
zorunluluktur. Kazanmanın adı ise, yine iradedir...
Militanın iradesi ve iradeciliği, kuşkusuz bu genel
tanımlamaların ötesinde; günlük yaşam ve devrimci
çalışmalarında, örgütsel ilişki ve görevlerinde
anlamına kavuşur. Yaşamın insanoğluna sunduğu seçenekler
sonsuzdur. Dünyada hiçbir durum yoktur ki, bir tek
seçeneği olsun. İşte somut durumlarda karşımıza
çıkan seçenekler içinden seçim yapmayı belirleyen,
bizi yönlendiren veya bizim yönlendiğimiz yolun
belirlenmesi, irademizin işidir. İradesini her zaman
yapıp etmelerden, sonuç almaktan, doğruya yönelmekten,
daha iyiyi gerçekleştirmekten yana kullanabilen
militan, sosyalist iradeye sahip militandır.
Olanaksızlığı tartışan, yapılamazlığın koşullarını
önüne koyan, zorluklardan söz eden, olumsuz koşulların
engelleyiciliğinden yakınan insan ise, sosyalizm
yolunda su üzerinde yürüyen insandır. Ayaklarını
henüz sosyalizmin topraklarına basmayı başaramayan
insandır ve eğer sözkonusu özellikleri onu belirlemeye
başlarsa, ayaklarını yere basmasının koşulları da
hiç bir zaman oluşamayacaktır. Kendisi her ne kadar
tersini iddia ederse etsin...
İrade sahibi sosyalist, önündeki görevin, işin,
nasıl yapılabileceğini, onu gerçekleştirmek için
gereken koşulların nasıl oluşturulabileceğini, yaratılabileceğini
tartışır; diğeri ise sözkonusu işin, görevin neden
ve nasıl yapılamayacağını ...
Yaşamda hiçbir şey, bireysel ya da grupsal; tam
olarak insanoğlunun dilediği, tasarladığı gibi gelişme
şansına sahip değildir. Çelişkiler ve karşıt güçlerin
çatışması, tasarlanan ve tasarlanamayan iç ve dış
etkenlerin rolü, olayların gelişimi, biçimlenişi
üzerinde rol oynar. Sosyalizmin bir bilim olarak
önüne koyduğu görevlerden biride, işte bütün bu
ilişki ve çelişkileri çözümleyerek amaca doğru uzanan
yolun taktiklerinin belirlenmesidir. Bu arada, kuşkusuz,
kendisi bizzat değiştirmeye yönelik bir eylem olan
sosyalizmin en büyük dayanağı, iradedir. Engels;
"Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte
belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi
ve yeniden üretimidir. Gerçek savaşımların, savaşıma
katılanların beynindeki yansıları, siyasal, hukuksal,
felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha
sonraki doğmatik sistemler halindeki gelişimleri,
hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki
yaparlar ve birçok durumda ağır basarak onun biçimini
belirlerler.
Bütün bu etkenlerin etkisi ve tepkisi vardır, öyle
ki; ekonomik hareket, bu etkenlerin bağrında, sonunda,
bir zorunluluk olarak, sonsuz rastlantılar (yani
aralarındaki gizli bağlantı o kadar uzak ya da ortaya
konulması o kadar güç olduğundan, yok sayabileceğimiz
ya da hesaba katmayabildiğimiz şeyler ve olaylar)
yığını arasından kendine yol açmaya başlar. Yoksa
teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması
kanımca, birinci dereceden basit bir denklemi çözmekten
daha kolay olurdu.
Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama herşeyden
önce belirli öncüllerle birlikte ve çok belirli
koşullar içinde. Bütün öteki koşullar arasında en
sonunda belirleyici olanlar, ekonomik koşullardır.
Ama siyasal koşullar, hatta insanların beyinlerine
musallat olan gelenek bile, kesin son verici olmasa
bile gene de bir rol oynar.
Ama ikinci olarak şu da var ki; tarih, son sonucu,
her zaman sayısız bireysel iradelerin çatışmalarının
açığa çıkması sonucu gerçekleşir. Bu iradelerin
her biri de, o bulunduğu haliyle, bir yığın özel
varlık koşulları kalabalığı tarafından yaratılmıştır...
Çeşitli iradelerin istedikleri şeye ulaşamayıp genel
bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaşmalarından,
bunların sıfıra eşit oldukları gibi bir sonuç çıkarmaya
hakkımız yoktur. Tam tersine, bunların herbiri bileşkeye
katkıda bulunur ve bu niteliğiyle onda içselleşmiş
durumdadır." ( Felsefe İncelemeleri, Engels'ten
J. Bloch'a Mektup)
Felsefenin en büyük ustlarından biri olan Engels'in,
iradenin önüne çıkan problemlere ilişkin çözümlemeleri,
siyasal ve sosyal çözümlemelerimizin yanısıra, günlük
devrimci çalışmalarımızda da önemli ışık kaynaklarımızdandır.
Yukarıdaki tümceler, özellikle iki yönüyle önemli.
Birincisi, tarihin yeniden ve yeniden üretimi...
Bu tanımlama, nesne 'tarih' olunca kuşkusuz biraz
soyut gelebilir. Fakat tarihten kasıt, bizlerin
onun içinde yaşadığımız anıdır.
Yaşadığımız her günle, gerçekleştirdiğimiz her görevle
ya da yapamadıklarımızla, yanlış yaptıklarımızla,
tam da tarihin içinde bulunuyoruz ve onu gerçekleştiriyoruz.
Diğer yandan, "tarihin yeniden ve yeniden üretimi"
yaşadığımız dönemsel koşullarla bir çok yönden örtüşen,
çeşitli boyutlarda dönemimize denk düşen bir tanımlama.
Ama günümüzün sosyalistlerinin ne kadarı içinde
bulundukları anın, içinde bulundukları yaşamın,
tarihin örülmesinin bir parçası olduğunun bilincinde?
Ve bu örgüyü kördüğümlerle birbirine dolaştırmaktan,
birbirlerinin ayağına ve eline, son tahlilde tarihin
eline ayağına dolaşmaktan başka nasıl bir "irade"
gösteriyorlar?..
Ve ne yazık ki dönemimizde sadece bireyler değil,
bazı sol örgütler de vahim bir biçimde tarihin eline
ayağına dolaşmaktadırlar. Böylesi bir tablo, hiç
kuşku yok ki, bireylerin yarattığı sakıncalardan
çok daha büyük ve çözümü zor problemleri yansıtmaktadır.
Durum, bir de aynı 'sol' örgütlerin sansasyon ve
imaj kavramlarını burjuva düzeyde ve onun mantalitesi
içinde kavramalarıyla çakışınca, ortaya sol ve sosyalizm
adına, son derece olumsuz sonuçlar çıkmaktadır.
Devrimci iradeciliğin, bir devrim politikası ve
bir sosyalizm tarzı olduğunu kavrayamayanlar, sıradan
aktivasyonu ve hareketli görünmeyi, reklam yapmayı
politika ve tarz haline getirirler. Bu gerici mantıkların
ürünü olan gelişi güzel tavır alışlarla, çeşitli
grupların tarih sahnesinde kalması, sürecimizi objektif
olarak biraz daha geriye çekmekten başka bir işlev
görmüyor.
Aynı mantalitelerin popülizmi, geleneksel ve dinsel
motifleri de "halka inmek, halkla buluşmak"
adına kullanmaya kalkınca, sosyalizm kulvarındaki
keşmekeş, bu kez kaosa dönüşüyor. Devrimci hareketin
güçsüzlüğü, devrimci alternatifin halklar nezdinde
somutlaştırılmaması olgusu da bütün bunlara eklenince,
devrimci iradecilik gerçek anlamıyla tarihin askısında
öylece bekliyor. Dolayısıyla, bugün tarihin yeniden
üretimi insiyatifi, öncelikle ve özellikle sosyalist
devrimcilerin yeniden üretilmesi, yenilenmesi insiyatifiyle
özdeşleşmiş durumdadır.
Engels, ikinci olarak insan özelliklerinin, insanın
gelenekten, geçmişten aldıklarının, geleceğe yönelik
sosyalizm mücadelesindeki etkilerinden ve engelleyiciliklerinden
söz ediyor. Dinin, kültürün, alışkanlıkların, çevre
ve aile ortamlarının, çokca söylendiği gibi düzenin
kazandırdıklarının (ya da kaybettirdiklerinin) mücadele
içindeki engelleyici rolünün önemi, dönemimizde
çok daha yakıcı bir sorun haline gelmiştir.Bu bağlamda
da devrimci iradecilik, bireyin öncelikle kendisinde
gerçekleştireceği iradecilikle başlamak zorundadır.
Bu dönüşüm süreci ve bu anlamdaki birey iç çatışması,
günün birinde sona erebilecek bir çatışma değildir.
Özellikle zaman ve zemin olgularının tersten etkilerine
karşı, bireyin kendine yönelik irade mücadelesi,
yaşamı boyunca sürmek durumundadır.
Ne yazıkki, "düşmanla çatışma" dediğimiz
şey, mermilerin er meydanındaki çatışmasından ibaret
değildir. Düşmanla çatışmada, sosyalist mücadele
içindeki bireyin karşısına mevzilenmiş öyle çok
silah vardır ve bu silahlar öylesine kan kusturucu
bir yoğunlukla ateşlenmektedir ki militanın iradesinin
çelikten olması diye sözedilen, işte tam da bütün
bu salvo atışları karşısında gereklidir. Düşman,
geleneklerle, dinle, aile ile, düzenin yerleşik
değer yargıları ile, yeni oluşturulan "yükselen"
değer yargıları ile, medya ile karşı cepheye çöreklenmiştir
ve günümüz insanının uykularını dahi kuşatmıştır.
Devrimcinin bu büyük kuşatmayı yarıp çıkma ve bir
başka dünyada yaşama şansı yoktur, o bu düzen içinde
bu düzenle savaşan birey olarak, sonsuz bir irade
ile direnerek mücadelesini sürdürmek zorundadır.
Çelişkinin hassas noktası burasıdır. Ve bu çatışma,
onun bütün yaşamı boyunca sürecek olan çok uzun
soluklu bir çatışmadır. Düşmanın ateşi hiç kesmemesi
nedeniyle de sosyalistin iradesini bir an için bile
gevşetmemek gibi bir zorunluluğu vardır.
Ne var ki bu durum büyük bir gerilim yaratıcı ve
yıpratıcı, tüketici bir süreç olarak ta anlaşılmamalı,
böyle algılanmamalıdır. Çelişkinin devrimcinin bünyesinde,
bir dönem sonra sosyalizmden ve gelecekten yana
unsurları ağır basmaya başlar. Bilincin belirlediği
bu ruhsal ve düşünsel sürece giren militanın yaşam
tarzı haline gelen yeni çelişkileri, onun büyük
bir irade ile düşmanın karşısında yorulmadan ve
yılmadan dikilmesini doğurur. Yendiği çelişkilerin
ona kazandırdığı ruh hali, iradesinin de her gün
biraz daha fazla güçlenmesini beraberinde getirir.
Giderek, sürekli çatışmanın ortasında iradesiyle
de değil, sosyalist militanın doğallaşmış ruh haliyle
dimdik yükselmeye başlar. Geleceğin insanının sembolü
olarak...
Bugüne gerektiği gibi irade koyamazsak geleceği
değiştiremeyiz. Geleceği değiştiremezsek, insanlığın
daha nelere katlanmak zorunda kalacağı, bugün yaşadıklarından
bellidir. Ve kapitalizm, en vahşi kölelik günlerinden
çok daha ağır ve zorlu bir geleceği dünya halklarına
dayatmaktadır.
Dönemin sosyalistleri olarak bizler, bir anlamıyla
tarihin altın arayıcıları gibiyiz. Ya geleceği altın
kılacağız, ya da elekten dökülen çamur deryasının
içinde boğulacağız. Ve hayır, ikincisi olmayacak,
tarihin iradesi, halkların iradesi, altını bulacak.
Yalnız bilinmektedir ki; Heraklitos'un dediği gibi,
"altın arayıcıları çok kazar, az bulur."
Bir damla altın için çok zor koşullar altında koca
toprak yığınları elenir, elenir...
Engels'in yukarıdaki sözlerinin son bölümünde vurgu
yaptığı konulardan biri de; insan istemleri ve iradelerinin
çatışması konusudur. Bu genel saptama, ortak bir
amacı, ortak bir iradeyle gerçekleştirmenin adı
olan örgütler için de bazı yönleriyle geçerlidir.
Örgütlü birey, kendi iradesini yoldaşlarının iradesiyle
birleştirerek örgütün ortak iradesini sağlayan,
bu anlamda bireysel iradesini özgür istemleriyle
geleceğe bağlayan bireydir.
Ama bu bileşke iradenin içinde de zaman zaman ve
çok doğal olarak insan iradelerinin çatışması gündeme
gelir. Belirlenmiş en somut ve detaylı programlar
üzerinde bile insan özellikleri farklı yorumlar
ve çıkarımlar yapabilmeye uygundur. Bu durumda,
örgütlü sosyalist bireyin nasıl davranması gerektiği
yine örgüt tüzüklerince belirlenmiştir. Sözgelimi
tüzükler genel olarak ve kabaca der ki; "saptanan
tartışma platformlarında tartışma hakkına sahip
olan insanlar, tartışılan konu hakkındaki görüşlerini
özgürce ifade eder, karşısındakini ya da karşısındakileri
ikna etme mücadelesi verir. Fakat son tahlilde,
azınlık çoğunluğa tabidir ve çıkan kararlar o konudaki
görüşlerinize aykırı olsa dahi, uymak, uygulamak
zorundasınız. Aynı şekilde, alt organlar üst organlara
tabidirler."
Peki, örgüt tüzüğünde bu şekilde ifade edilen ve
problem, çelişki yaşanmadığı zaman herkesin şiddetli
savunduğu bu genel ilkeler, militanın yaşam tüzüğünde
nasıl şekillenir, ne gibi sorunlar yaşanır? Kendisine
ve düşmana irade koyma konusunda yetersiz olan militanlar,
çoğu kez bu gerçekleşememiş iradelerine örgüt içinde
bir alan açma gayreti içine girebilirler. Olaylar
ve çelişkiler karşısında muhataplarını dinleme ve
anlama yerine, kendini dayatma ve görüşlerini, doğru
saydığı düşüncelerini kabullendirme mücadelesi içine
girebilirler, bunu, tartışmanın tek boyutu haline
getirebilirler. Büyük bir hırsla yapıştıkları savlarını
kabullendirmekten başka hiçbir şeyi gözleri görmediği
için de tartışma sırasında yaşanılan olumsuzluklar,
tartışılan konudaki çelişkilerden çok daha fazla
önem kazanır ve bazan öyle anlar olur ki neyin tartışıldığı
unutulur, nasıl tartışıldığı üzerine yaşanılan çelişkiler
tartışılmaya başlanır. Oysa, muhataplar, yoldaşlardır...
Dünyaya birlikte kafa tutulmaktadır ve tarihe birlikte
irade koymak gibi bir büyük ve zorlu deryanın içinde
birlikte yüzülmektedir. Düne kadar birlikte ölünmedi
ise bir tesadüf eseri ölünmemiştir. Omuz omuza olunmanın
öyküsü ve gerçek anlamı, bir tartışmanın bir çelişkinin
içinde boğularak unutulabiliyorsa; kimlikler, kişilikler
gerçekten sosyalist midir? Ve çoğu kez böylesine
büyük hırslarla tartışılan, dayatılan konular, ilkesel
konular olmamaktadır. Kuşkusuz ilkesel konularda,
gerekirse bir tek militan örgütün tümünü karşısına
almayı, yaşamı bedeline de olsa sonunu kadar savunmayı
bilmelidir.
Düşüncelerini kabul ettiremeyen militan, savaştan
yenik çıkmış bir komutan gibi yıkılır. Ya da aksini
düşünenlere düşman kesilir. Örgüt içindeki bir tartışmanın,
tartışıldığı yerde bırakılması ya da uygun biçimlerde
gereken kademelere iletilmesi ilkesini de unutarak,
vakit geçirmeksizin kendisine taraftarlar bulmaya,
"karşı tarafa" düşmanlar yaratmaya koyulur.
Bu olumsuzluk öyküsünü daha da geliştirmek ve çeşitlendirmek
mümkün...
Ve kuşkusuz sözünü ettiğimiz örgütlü militanın iradeciliği
bu değil. Onun örgütsel yaşam iradeciliği, aynı
zamanda nerede, kimlerle, nasıl tartışacağını iyi
bilmesi ve bu tartışmalardan ne sonuçlar çıkarılması
gerektiğini, bu sonuçların mücadele ve örgüt pratiği
içinde nasıl yaşanması gerektiğini bilme iradeciliğidir.
Demek ki sosyalistin iradesi önce kendini belirleyecek,
önce kendine yönelik savaşımı kazanacak... Ve esas
olarak bu savaşım içinde belirlenen militan, buradan
edindiği kazanımlarla ilerleyerek düşmanının karşısında
durabilecek. Hikmet Kıvılcımlı'nın dediği gibi;
"Kendine ve keyfine gücü yetmeyenin, düşmanına
gücü hiç yetmez."
Legalite-İllegalite
"Örgütlenme biçimleri, herşeyden önce siyasal
görevlerin içeriğince belirlenir."
Siyasal görevler ise, yaşanılan toprakların her
türlü özelliğinin çözümlenmesinin, verilerin tarihsel
materyalizmin ışığında değerlendirilmesinin çıkarımlarınca
belirlenir. Soyut olarak "devrim yapmak",
öylesine "sosyalist" olmak şansı hiç kimseye
tanınmamıştır. Bir ülkenin devrimcisi olmak, o ülkede
"düzeni değiştirmek", tarihsel sürecimizin
en zorlu ve en ciddi işidir. Bütün bunlara rağmen,
bir gelişigüzellik, bir kendiliğindencilik ve bir
kolaycılık, ne yazık ki sosyalizm arenasında dolu
dizgin at koşturuyor. Yoksa birileri, sosyalistliği,
halklar için, yarınlar için, gerçekten değiştirmek
için değil de, bugün birşeyleri kendisi adına kotarmak
için mi "yapıyor?" sorusu, kaçınılmaz
olarak özellikle bazı kesimler için gündeme geliyor...
Ülkemizin özellikleri bellidir. Bu ülkenin geleceği
için emek ve yaşam koyan herkesin belirlediği ortak
paydalar vardır:Bu ülke bir yeni sömürgedir ve faşizmin
kanlı eli bu ülkenin boğazına alabildiğine yapışmış
durumdadır. Tahliller, bireyler ya da gruplar özelinde
giderek çeşitli ayrıntılar gösterebilir. Tezlerin
açılımında oldukça farklı şeyler de söyleyebiliriz.
Ama hangimiz bu ülkenin emperyalizmin boyunduruğu
altında, faşizmin karanlığı içinde yaşatılmadığını
söyleyebiliriz. Bu kalın çizgiler bile, bu ülkede
devrimcilerin nasıl örgütlenmeleri gerektiğinin,
çalışma yöntemlerinin ana çizgilerinin boyutlarını
çizer.
Yine de bizler, çalışma yöntemleri üzerinde derin
aykırılıklar yaşarız ve bugün kendisini halklar
nezdinde nesnelleştirmemiş onlarca örgütün ve onlardan
kopan onlarca grupçuğun "farklılıklarını"
esas olarak tezlerde değil de, çalışma tarz ve yöntemlerinde
görürüz. Bu ne büyük bir çelişkidir ve bir ülke
için ne denli talihsiz bir tablodur...
Daha da vahimi, ülke tahlillerinden yola çıkarak,
bunlara bağlı olarak, bu ülkede kaçınılmaz ve zorunlu
örgütlenme tarzının illegalite temelinde örgütlenmek
olduğunu söyleyen grupların durumudur. Bu grupların
birçoğu, legalizmin bataklığına kendilerini ve geleceklerini
atmakta sakınca görmezler. Özellikle içinde bulunduğumuz
süreçte, bu durumun çok daha vahim varyasyonlarıyla
karşılaşıyoruz. Öyle "örgütsel çalışma"
örnekleriyle karşı karşıya kalıyoruz ki; bir yandan
silahlı mücadele edebiyatını dergilerinde silah
ve bomba eğitimi verecek kadar "önde"
tutuyorlar, bir yandan da alabildiğine legal örgütleniyorlar.
Bazı dönemlerde, "hızlı ve acil" yöntemlerle
varlık göstermeye çalışan sol ya da sağ grupların
belli gelişmeler sağladığı görülür. Bu dönemsel
kabarışlar, gerçekte iddia edilen iktidar, mücadele
hedefleriyle bağdaşmayan yanılsamalardır. Çeşitli
özgün nedenleri vardır ve sözkonusu grup ya da gruplar
da, tarihsel nedenlere değil, bu özgün dönemlere
dayanarak oralarda bir süre için yaşam bulurlar.
Bizler, legal çalışma tarz ve biçimlerini tümüyle
yadsıyan bir anlayışa sahip değiliz. Fakat ne yazık
ki ülkemizin siyasal koşulları, esas olarak illegal
çalışma ve örgütlenme yöntemlerini dayatmaktadır.
Ve legal çalışma yöntemlerini de kullanmak ile legalizm
arasında, derin uçurumlar vardır. Bir yandan emperyalizmin
gizli işgalini göreceksin, bir yandan -bugün artık
çöp göze battığı için nihayet- neredeyse hiç kimse
tarafından yadsınamaz hale gelen faşizm tesbitlerinde
bulunacaksın, bir yandan da örgütlenme tarzını legaliteye
dayandıracaksın...
Bu, yapılan işin deyim yerindeyse, en hafifinden
ciddiyetiyle bağdaşmaz. Legal çalışma yöntemleri,
bazı durumlarda, kısa sürede varlık göstermek ve
bazı buluşmaları gerçekleştirmek için, tercih edilmektedir.
Bazı durumlarda ise kendilerini en hafif biçimde
siyasal alanda da ifade etmek isteyen insanların
buluşma noktası olmaktadır. Fakat bu arada, en azından
düzen muhalifi ve ileride devrim saflarının gerçek
militanları olabilecek birçok unsur da düşmana deşifre
edilmekte, bu saflarda enerjileri ve varlıkları
hapsedilmektedir. Bu, böyle bir ülkenin devrimci
çalışma tarzı olamaz...
Öte yandan ve asıl konumuz olduğu üzere, illegaliteyi
esas aldığını söyleyen ve samimi olarak bu doğrultuda
örgütlenmeye çalışan, tüzüğünü buna uygun olarak
biçimlendiren örgütün militanlarının yaşam içinde
neler yaptıkları ve yapabildikleri, konu başlığımıza
göre asıl üzerinde durmamız gerekenlerdir.
Örgüt, illegalitenin esas alınması gerektiğini,
bir yaşamsal zorunluluk olarak belirlemiştir ve
kadrolarına, kadro adaylarına bu perspektifi vermiştir.
İllegal örgütlenme kurallarını ve zorunluluklarını,
özel eğitim programlarında, bire bir eğitim süreçlerinde
olanaklar çerçevesinde yazılı ürünlerinde vermeye
çalışmıştır. Fakat, bütün bunların bir de yaşamın
canlı pratiği içinde uygulanma durumları ve uygulanma
mantıkları vardır. İşte, illegalite temelinde devrimci
mücadele yürüten bir örgütlenmeyi içten çökertebilecek
olan, ona bazı durumlarda düşmandan daha fazla zarar
veren ve onu beklemediği noktalardan vuran zaaflar
da buralardan başlar.
Bir örgüt olarak gereken eğitimi verdiğinizi, gereken
ilkeleri aktardığınızı düşünmektesinizdir. Fakat
bütün bu verilenlerin insan doğasının zaaf ve çelişkilerinden
süzülerek hangi tortularla yaşama akacağını da hesaplamak
zorunuluğu içindesinizdir. İşte bunları hesaplamayı
eksik bıraktığınız an, verdiğiniz eğitimle beklentileriniz
arasındaki parelelin içine yaşamın, insan doğasının
çelişkilerini koymadığınız an, düşman saldırılarına
içeriden bir kapı da siz açmış olmaktasınız...
İllegaliteyi esas alan ve bunu samimiyetle uygulamaya
çalışan bir örgüt için ise militanların zaaf ve
çelişkilerinden kaynağını alan çeşitli tehlikeler
vardır. Bu örgüte, deşifre olmuş bir militandan
doğrudan, yani sadece onun deşifre olmuş olmasından
dolayı zarar gelmez. Önemli olan, düşmanın militanla
ilgili olarak ne bildiğinin, ne bilmediğinin gerçekçi
normlarla saptanabilmesi ve bunlara göre mevzilendirme
yapılmasıdır. Ayrıca, düşmanın artık bir devrimci
ile ilgili herhangi bir ipucu yakaladığında, ipin
ucunu bırakmadığı, unutulmamalıdır.
Özellikle içinde bulunulan dönemde, düşman tarafından
yakalanmamış ya da "alınmamış" olmak,
militanlarca, "düşmanı atlattığı", "durumunun
iyi olduğu" "düşmanı yanıltabildiği",
"çok fazla şeyle uğraştığı ve çok fazla insanla
görüştüğü için, kendini-ilişkilerini gizleyebildiği"
vb. yönünde değerlendirilebilmektedir. Oysa yine
bilinmektedir ki düşman, daha önemli hedefler için,
daha kapsayıcı operasyonlar için, daha uygun zamanlar
için, operasyon yemlerini, gerekirse yıllarca elinin
altında tutmayı tercih etmektedir.
Öte yandan, eğer ilkeli davranılırsa, duvar afişleriyle
aranacak kadar deşifre olan bir militanın dahi şehirlerde
illegal çalışma yapması mümkündür, bunun çok başarılı
örnekleri vardır. Fakat durumunu doğru değerlendirerek,
eski ilişki ve olanaklarla her türlü bağı kesin
bir biçimde kesmek, ilk prensiptir. Bu konuda bir
tek telefon kontağının, "eski semte, eski arkadaşa
5 dakikalık bir uğramanın" bile yaşamsal önemde
sonuçlara yol açtığı, artık herkes tarafından bilinmektedir.
Ayrıca, bu tür yanılsamalar nedeniyle bazan, açık
alanlarda son derece verimli olabilecek, son derece
ciddi çalışmalar organize edebilecek militanlar,
hem kendilerini hem de kendileri nezdinde örgütü
felç etmektedirler.
Devrimci örgüt, çalışma yöntemleri zenginliği içinde,
ilkeli bir biçimde açık alan çalışmaları da yürütür
ve bu alandan son derece ciddi zenginlikler derleyebilir.
İllegal çalışma alanlarının yatağı, su kanalları
ve kan damarları, doğru kullanılabilirse buralardır.
Fakat, deşifre olmadığını zanneden ya da çeşitli
psikolojik vb. nedenlerle kendisini örgüte deşifre
olmamış bir eleman olarak sunan militanların örgüte
verebileceği zararlar, son derece büyük ve vahim
olmaktadır.
Burada, bu denli yaşamsal bir konuya ilişkin karar,
militana bırakılamaz, esas olarak örgütün bu konuda
karar vermesi gerekir denilebilir. Fakat unutulmamalıdır
ki örgüt kararları, takdir-i ilahi kararları değildir.
Örgütün kararları, ona sunulan verilerin sentezinden
oluşmak durumundadır. Son tahlilde bu sentez, ML'nin
tecrübe ve bilim süzgecinden geçirilerek belli normlara
oturtulmaya çalışılır. Ama yine unutulmamalıdır
ki, sunulan verilerin alınacak kararlar üzerinde
büyük rolü vardır. Örgütler, esas olarak, prensipler
ve anlayışlar, perspektifler düzeyinde sorgulanır.
Bundan gayrısı, militanların algılama, uygulama,
kişilik ve sosyalistlik düzeyiyle ilintilidir.
İhtilalci örgüt militanının, bu ülke koşullarında
kavraması gereken anlayışların başında, gizliliği;
kendi gizliliğini, ilişkide olduğu örgütün gizliliğini,
yoldaşlarının gizliliğini nasıl koruması gerektiği
gelmektedir. Bunun arkasından, çeşitli nedenlerle
(ki bunların bir çoğu, militanın kendisinin dışında,
yaşanılan koşulların getirdiği durumlardır) illegalitesi
sarsılan kişinin durumunun iyi saptanması gelmektedir.
İşte hatalar da çoğu kez bu noktada yapılmaktadır.
Düşmana karşı gizliliğini yitiren, deşifre olan
militan, hülyasının devrimcilik kriterleri ile gizliliğinin
kalmamasını, düşlediği mücadele motiflerini bağdaştıramadığı
için, kendisine ve örgütüne karşı gerektiği kadar
açık olamayabilmektedir. Düşman, militanın bağlı
olduğu örgüt, içinde gezindiği ilişkiler, amaç ve
özellikleri ile onu çok iyi tesbit ettiği ve onun
da aslında bütün bunları algılama durumu olduğu
halde, o, bunları bilmezden gelmekte, kabullenmemekte
ve örgütüne de bu doğrultuda raporlar vermektedir:
"Düşman benim tam olarak durumumu saptayamamıştır,
illegal ilişkiler ve eylemler için durumum uygundur
ve ilişkilerimin durumu da uygundur. İşte, içeriden
yönlendirdiğimiz cinayetlerin bir çoğuda, bu şekilde
işlenmektedir...
Oysa militan, gerçek durumunu bütün yönleriyle örgütüne
bildirme sorumluluğu ve yeterliliği taşısa, belki
açık alan, belki de bütün düzen ilişki ve bağlarının
kesileceği yepyeni bir illegalite mevzisinde mevzilendirilecektir
ve devrim için gerçekten yararlı olabileceği koşullara
kavuşacaktır. Bazı militanların bu konudaki çelişkileri,
içinde bulundukları ortamları, olanakları ve ilişkileri
yitirmemek, değiştirmemek kaygısından da kaynaklanabilmektedir...
Bilinmektedir ki illegalite fazlaca emek, yoğunlaştırılmış
emek, normal kavrayış düzeyine göre aşırı emek isteyen
bir çalışma tarzıdır. Bunun gerekliliklerinin yeterince
bilincinde olmayan bir militanın, her an kendisinin
ve yoldaşlarının katline sebep olmak gibi bir sorumluluğu
vardır.
Günümüz dünyasında devrimcilerin, karşı-devrimin
teknik olanaklarıyla yarışabilmek, onun olanaklarından
daha üstün tekniklerle onunla mücadele edebilmek
gibi bir şansı yoktur. Bu durumun tek alternatifi,
yoğunlaştırılmış emekle mücadeledir. Sözgelimi ve
en basitinden, telefon kullanımının ne denli riskli
olduğunu bugün bütün devrimciler hatta sıradan insanlar
bilmektedirler. Yapılan operasyonların % 90'ına
yakınının bu konuda yapılan hatalar nedeniyle gerçekleştirildiği
açığa çıkmıştır. Ülkede, aşırı telefon dinleme yoğunluğundan
dolayı trafolar yanmaktadır. (Örnek: Ümraniye Trafosu)
Fakat yine bütün devrimciler diyebileceğimiz kadar
ezici bir çoğunluk, kendilerince 'akıllı' yöntemlerle
telefon kullanmaya devam etmektedirler. Onlara göre
telefonda kullandıkları garip "şifreler",
düşmanın anlamayacağını sandıkları terim ve deyimler,
güvenliklerini sağlamak için yeterli olmaktadır.
Bütün bunlar yanılsamalardan ibarettir. Sadece yanılsamalardan...
Daha da kötüsü, bazı insanların bütün bunları bildiği
ve hatta bir "önder" olarak örgütüne bazı
ortamlarda bunların derslerini verdiği halde, kendi
güvenliğini sağladığı koşullar altında, telefonlardan
emirler yağdırarak yoldaşlarının güvenliğini hiçe
saydığı ve onların katline sebep olduğu, Türkiye
Devrimci Hareketinin kaydettiği örneklemeler içindedir.
İllegalite koşullarının üç büyük ilkesi vardır;
sabır, dikkat ve yoğun emek... Ne var ki; bugünün
koşullarında, bütün bunların ihlalinin neredeyse
bir gelenek halini aldığını görüyoruz. Anımsayalım,
Kafka ne diyordu: "Tüm günahların türediği
iki büyük günah; sabırsızlık ve tembelliktir. Onlar,
sabırsızlık yüzünden cennetten kovuldular. Tembellikleri
yüzünden de geri dönemeyecekler." Kuşkusuz
sabırsızlığın tersi, rehavet ya da ertelemecilik
değildir.
Yalnız, illegalite koşullarında görev yapan bir
militanın en iyi bilmesi gereken, çok fazla emek
harcadığı halde kısa sürelerde büyük sonuçlar yaratamayacağıdır.
Bir çok durumda (özellikle de günümüz koşullarında)
üzerinde yoğunlaşılmış, zaman ve büyük emek harcanmış
bir çok işten, görevden sonuç alınamadığı olur.
Militanın böyle durumlar karşısında umutsuzluğa,
yorgunluk ve bıkkınlık duygusuna kesinlikle kapılmaması
gerekir.
Unutulmamalıdır ki, özellikle devrimin ilk aşamalarında
çok zorlu koşullar altında çalışılarak çok küçük
adımlar atılabilir. İşte bu küçük adımların devrim
için son derece yaşamsal anlamı vardır ve ilerideki
büyük ve kesin adımların tohumları, bu "küçük"
ama anlamı son derece büyük adımlardır.
Bir çok iş, belki de onlarca kez baştan başlanarak
yapılmak zorunda kalınabilir. Harcanılan emekler,
yaratılan değerler, bir anda yok edilebilir ve siz
bütün bunları yeniden ve yeniden yaratmak zorunda
kalabilirsiniz...
Gizlilik koşullarının en önemli görevlerinden biri
de, ilişkilerin birbirinden iyi ve doğru kriterlerle
yalıtılması ve bunlar arasında köprü görevi yapan
militanın ya da iletişim yönteminin güvenliğine
çok büyük özen gösterilmesidir. İzlenme durumunun
her dönem sözkonusu olabileceği, asla unutulmamalıdır.
Düşmanın bu konuda büyük tecrübe kazandığı ve olanaklarını,
tekniğini çok iyi geliştirdiği bilinmektedir.
Düşmanın kullandığı ustalaştığı önemli yöntemlerden
biri de takiptir. Takibi gözlerinizle görmek zorunda
değilsiniz. Bu konuda çok fazla tecrübeniz ya da
iyi bir zeka kapasiteniz, bir an bile çözülmeyen
özen ve titizliğiniz yoksa; hissetmeniz zaten olanaksızdır.
Hergün, kendi ilişkileriniz ve çalışmalarınız dışındandan
da herhangi bir nedenle, herhangi bir yerden takip
alabilirsiniz. Dolayısıyla, bu konuda her zaman,
hiç çözülmeyen bir dikkat ve özen içinde olmanız
gerekmektedir. Öte yandan, belirlenmiş yerleşim
birimleri veya çalışma birimleri için düşman zaten
sürekli takip yapmaz. Evinizi, işyerinizi, gidip
geldiğiniz bazı yerleri, kullandığınız telefonları
vb. saptadıktan sonra böyle bir şeye niçin ihtiyaç
duysun?
Ancak, yaşamınızın doğal seyrinde ciddi bir değişme
saptadığı zaman ya da bu yönde bazı hazırlıklarınızı
sezdiği zaman daha sıkı izlemeye alınırsınız. Yapılan
en büyük yanlışlardan biride, 'günde onlarca kişiyle
görüşüyorum, hergün onlarca kişiyle telefonda konuşuyorum,
bu aradaki örgütsel ilişkimi farketmeleri imkansız'
diye düşünme hatasıdır. Bazı kesimlerin telefonu
son derece yanlış kullanmalarının yanısıra, doğru
kullandığını ve anlaşılmayacak tarzda konuştuğunu
sananların da çoğu kez yanıldığı, anlaşılmaktadır.
Ama bu anlaşılmaların, vahim sondan sonra olmasının
hiçbir anlamı yoktur.
Dönemin özgün hatalarından biride, 1980 sürecinden
sonra, eskiden devrimci saflarda yer almış ama daha
sonra çeşitli nedenlerle bırakmış ya da ilişkisi
kesilmiş olan insanların durumunun objektif olarak
yarattığı tuzaklardır. Birkaç yıl devrimci ilişkiler
içinde olmayan insan, zannetmektedir ki; düşman
onunla ilgilenmeyi bıraktı. Hatta çok uç örneklerden
olmak üzere, yıllarca barlardan meyhanelerden çıkmayan
eski devrimcilerin dahi, izlenmelerinin devam ettiği
kesindir.
Çoğu kez, artık "tuzu kurumuş" olan, düzen
içinde kendilerine sağlam bir yer edinmiş olan ve
bazı örneklerde de "enterasan ilişkiler"
içine girmiş olan bu insanlar, kendi durumlarının
rahatlığı içinde, onlarla bir biçimde ilişkiye geçen
ya da en azından bir biçimde haber aldıkları eski
arkadaşlarının durumu hakkında her ortamda ve telefonlarda
rahatlıkla muhabbet etmektedirler ve düşman bu "eski
kapılardan" tekrar örgütlere ulaşabilmektedir.
Ve bu tip insanların söz ettiğimiz ilişki süreçlerinde,
istisnalar kaideyi bozmayacak bir genelleme içinde,
örgütle sağlanan bu teğet ilişki dolayısıyla, örgütten-örgüt
ilişkisi insanlardan aldıkları, verdiklerinden çok
daha fazla olmaktadır. Onlar artık düzenin, "bir
koy üç al" prensibini çok iyi öğrenmiş, her
ilişkiyi ve durumu, eski süreçlerinden getirdikleri
lafızlarla da süsleyerek paraya çevirmenin ustası
olmuş kişilerdir...
Bir militanın yapabileceği en doğru şey, telefon
kullanmamak ve sabit yer dinlemelerine karşı da,
yüzyüze görüşmelerde bile bunun önlemlerini alarak
riskli konulardan söz açmamaktır. Yoğun emek derken
kastettiğimiz şeylerden biri de budur. İki-üç saatlik
bir yolu sadece bir cümle söylemek için gidebilirsiniz.
Ama telefon etmeyin. En küçük bir şeyi öğrenmek
için iki-üç ay bekleyebilirsiniz. Ama telefon etmeyin.
Öte yandan, yirmi dakika ötedeki randevunuza eğer
gerçekten yirmi dakikada gidiyorsanız, siz asla
bir şehir gerillası olamazsınız. Yirmi dakika mesafeye,
en az yüz yirmi dakikada varmalısınız. Kuşkusuz
bu deyimsel söylem, sizin konumlanışınıza göre,
görüşeceğiniz yoldaşınızın içinde bulunduğu ilişki
ve konumlanışına göre, içinde bulunduğunuz sürecin
özelliklerine göre, önünüze koyduğunuz görevin durumuna
göre, sizin ya da onun deşifre olma durumunuza göre
ve iş arkadaşı, mahalle arakadaşı, okul arkadaşı
olmak gibi tanışmanın-görüşmenin "doğal"
olup olmamasına göre, farklı biçimler alabilecek,
gerektiğinde süreler çok daha fazla uzayabilecektir.
48 saat yürünerek gidilen randevular da vardır,
bir hafta konum ve mekan değiştirmekle, bütün bunları
kamufle etmekle uğraşarak gerçekleştirilebilen iletişimler
de...
Dönemimizin en önemli gizlilik tehlikelerinden biri
de; "illegal ilişkeleri ve görevleri olan bir
militanın çevresinde bir devrimci olarak tanınmasıdır.
Mahallenizde, okulunuzda, sıradan arkadaşlıklarınızda,
hatta aileniz içinde durumunuz biliniyorsa, ve o
ilişkiler içinde gezinerek yaşamınızı sürdürmek
durumundaysanız, illegalitenizi korumanız ve illegal
ilişkilerinizin, görevlerinizin güvenliğini alabilmeniz
sözkonusu olamaz.
Bu, yarı-legal dediğimiz bir konumlanmadır ve bu
konumda iken; ancak çok büyük bir titizlikle, çok
büyük emek harcayarak bazı ilişkilerinizi gizlemeniz
mümkündür. Yanılsamaların en çok gündeme geldiği
özellikle bu konumda, ne kendinizi, ne de örgütünüzü
yanıltmamaya çok büyük bir özen göstermek zorundasınız.
Bu konudaki yanılgıların yaratacağı vahim sonuçların
bedelinin çok ağır olacağını asla unutmamalısınız.
Bu ilişkilerde "sanmıyorum" sözcüğünün
yeri yoktur. Herşeyden çok emin olmalısınız ya da
kesin bir biçimde bilmediğinizi ifade etmelisiniz.
Tüm verileri büyük bir açıklıkla örgütün önüne koyarak,
onun vereceği karara uymalısınız.
Deşifre olmuş bir militan, illegal çalışmaya geçemez
mi? Kuşkusuz geçebilir, ama düzenle ve o ana değin
ilişki ve iletişim içinde olduğu tüm kesimlerle
bağlarını tamamen kopararak, yepyeni bir alan ve
mevzide tutunmaya çalışarak. Bu zorlu ve yıpratıcı
geçiş döneminin de çok iyi planlanması veya çok
ani yapılması ya da farklı bir görünüm yaratılmaya
çalışılması nedeniyle oldukça uzun bir süreye yayılması
gerekir.
Yazımızın konusu, illegalite kurallarının üzerinde
tek tek durmak ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini
göstermek değil. Burada, esas olarak, örgüt ilkelerinde
ve anlayışlarında yapılan belirlemelerin, militanın
günlük yaşamında nasıl değişik şekillerde yorumlanabileceğini
ve uygulanabileceğini vurgulamak istiyoruz. Yukarıdaki
örnekler çoğaltılmalı ve tek tek her örnek nezdinde,
uygulamada nasıl hatalar yapıldığı ve yapılabileceği
tartışılmalıdır.
Öte yandan örgüt içi illegalite kurallarının uygulamasında
ölçü ve disiplin yaratmak son derece zordur ama
zorunludur. Özellikle mücadele ritminin düşük olduğu
dönemlerdeki davranışların zararları ve sakıncaları
kısa sürede belirginleşmediği ve bunların açıklığa
kavuşturulması çoğu kez zor olduğu için, militanlar
hergün bu konuda çaşitli hatalar işlerler, çoğu
kez yaşanılan anın duyguları içinde kendileri de
hata yaptıklarının farkına varmazlar ve bu hatalar,
örgütün zaaf heybesine doldurulur.
Yapılan görevlerin, içinde bulunulan ilişkilerin,
sahip olunan olanakların, sadece gereken insanlar
tarafından bilinmesi, bunun dışında bazılarının
bir üst organa, bazılarının direkt merkeze rapor
edilmesi konusundaki prensibin ihlali, belki de
diğer bütün prensip ihlallerinden çok daha fazla
yaşanır. İllegalite temelinde yapılanmış bir örgütün
elemanı olma bilinci, bir legal platformda devrimcilik
yapma tarzıyla alabildiğine karıştırılır ve bu hataların
sonuçları, çok çeşitli biçimlerde yaşanır. Ama mutlaka
yaşanır.
İşlerin, görevlerin, olanakların ve ilişkilerin
ve yoldaşların günlük sohbet konusu yapılması ciddiyetsizliği,
bazen bütün bunların dost-arkadaş-ahbap muhabbeti
yapılması laçkalığına ve suçuna kadar uzanır. Yine
bu arada, deyim yerindeyse, kahvehane dedikodusu
havasında ve üzerlerine vazife olmadığı halde, bilinen,
tanınan ya da belki sadece adı duyulan, bir biçimde
görülen yoldaşlar, insanlar, dedikodu masasına yatırılır.
İnsanoğlunun en büyük zaaflarından biri olan ve
sosyalizmin de kolay kolay yenemediği insan zayıflıklarından
biri de meraktır. Devrimci saflarda bulunan insanların
bazıları, bu genel-ortalama insana özgü zaaflarını
yenemeyerek, çeşitli biçimlerde tatmin etme yoluna
gidebilirler. Eski dostlar, ahbap çavuş ilişkileri,
özel bazı yakınlıklar, sözde sosyalist insanların
merak zaaflarını gidermek için en fazla başvurdukları
kapılardır.
Sosyalist saflarda gezindikleri ve bazan sözde 'militan'
oldukları, hatta bazan sözde çeşitli sorumlulukları
ve devrimci mücadele içinde bir geçmişleri olduğu
halde -ki bu suçu en fazla bu kesime ait olan insanların
işlediği belirlenmiştir-, en ilkel insanların alışkanlığı
olan basit sohbetkarlık ve dedikoduculuk tarzından
vazgeçemeyen insanların dünyasında, düşünce yoktur,
yok olmuştur.
Bu tip insanlar, yaşamlarını düşünceler ve prensipler
belirlemediği için de dedikodu masasına yatırdıkları
konular için birtakım günah keçileri ve birtakım
azizler vardır. Hataların ve sevapların kişilerini
ararlar. Birtakım şahısları ve aslında kendilerini
birer aziz mertebesine yükseltirler. Öte yandan
hataların, yapılamayanların nedenlerini tarihsel
koşullar adına, bir militan olarak kendilerinin
yapamadıkları-yapmadıklarını sorgulamak yerine,
şeytan taşlarlar.
Düşünce sığlığı ve psikolojik açmazlar içindeki
insanların zorunlu olarak yönlendikleri işlevlerden
biri de şeytan taşlamadır. Hele içinde bulunulan
muhabbet ortamında karşımızdaki şahıslarla birlikte
taşlanacak aynı şeytanları bulabildiysek; yani günü
birlik yapay düşmanlıkların ortak paydalarını yakalayabildiysek,
değmeyin muhabbetimizin keyfine...
Bunun adı, sosyalistlik, ilericilik, demokratlık
ve hele devrimcilik hiç değildir. Bunun adını illegalite
temelinde örgütlenmiş devrimci bir organizasyonun
militanı olmak sıfatıyla karıştırmaya da hiç kimsenin
hakkı yoktur. Böylesi bir tavır, düpedüz şerefsizliktir.
Bütün ölçüler içinde, devrimci, yada burjuva ölçüler
içinde şerefsizliktir... Böyle diyoruz, çünkü bütün
sınıflar ve onların tarzı içinde gezinen bu kimliksiz
insanları tanımlama zorluğu çekiyoruz...
Son tahlilde bunun adı, objektif olarak karşı devrimciliktir
ve devrimcilerin, subjektif karşı devrimcilere aldığı
net tavrı, objetif karşı devrimcilere karşı da almak
zorunluluğu vardır.
Günümüzün "yükselen değerler" ahlaksızlığı,
insanları öylesine kuşatmış ve onların ruhlarını
öylesine esir almıştır ki; geçmiş dönemlerde bir
devrimci militanın asla yapmayacağı hatalar ve göstermeyeceği
zaaflar, devrim saflarında sıkça yaşanır hale gelmiştir.
Sözgelimi, bir militanın bilmemesi gereken bir bilgiye
ulaşmak için çaba sarfetme suçu, yoldaşlarına sormaması
gereken soruları "uyanık" biçimde sorarak
birşeyleri öğrenme ahlaksızlığı, devrimci öz kazanamamış
"militanlar" için, uyanıklık ve zeka işareti
olarak lanse edilebilmektedir.
Dedikodu,"muhabbetkarlık" , özel dostluk
ilişkileri hayaleti olarak saflarda gezinebilmektedir.
Lümpen gençliğin "geyik muhabbeti" dediği
beyin ve ruh sahtekarlığı, kendisine devrimciyim
diyen birtakım insanların da zaman hırsızlığı yapmasına
yol açabilmektedir. Dönemimiz, salgın hastalıklar
dönemidir ve bu öldürücü mikropların saflardaki
yoldaşlarımızın gövdelerine girmemesi için büyük
bir titizlik göstermek zorunluluğu vardır.
Süprizler
"Yaşam sürprizlerle doludur" tanımı, kuşkusuz
en fazla devrimciler için geçerlidir. Onun "sürprizleri"
bir idealistin, bir mistiğin, bir gizemcinin sürprizlerinden
çok farklı boyutlar taşımakla birlikte, devrimci,
her an her türlü olumsuzluğa hazır ve kendisini
bütün gelişmeler için ruhsal olarak hazırlamış insandır.
Genel olarak sürpriz sözcüğünü kullansak da gerçekte
bir devrimci, karşılaşacağı her durumu gerçek anlamda
bilen, onlara hazırlıklı olan insandır. Tutsak düşmek,
ölümle karşılaşmak, en sevilen insanların, yoldaşların
katlini görmek, tanığı olmak, yaşam koşullarının
bir anda tamamen değişmesi ve çok kısa sürede bambaşka
bir ortamın, bambaşka bir zeminin içine girmek,
yanlız kalmak ve bir birey olarak (belki kimliksiz,
belki beş parasız ve bir tek ilişki olmaksızın)
çalışmalarını tekrar gerçekleştirmeye başlayacağı
koşulları yaratmak, ihanetlerle karşılaşmak, çeşitli
nedenlerle kendini henüz hazır hissetmediği sorumlulukları
omuzlamak zorunda kalmak... ve daha onlarca "sürpriz"
devrimci militanın yaşamının her anında onu beklemektedir.
O, bütün bunlara kendini her yönden hazırlamalıdır
ve bunlarla karşılaştığında, mücadelenin herhangi
bir sürecini yaşama doğallığı içinde; karşı karşıya
kaldığı güçlüklerden yüz akıyla, alın akıyla çıkmanın,
bu insanlık çizgisini onurla sürdürenlerden biri
olmanın yollarını bulmalıdır, yaratmalıdır.
Pekala, devrimci mücadele süreçlerinde güzel sürprizler
de yok mudur? Kuşkusuz vardır. Militan, bunlar karşısında
da soğukkanlılığını bozmayan ve eğer çevresinde
bu güzel gelişmeyi bilmemesi gereken insanlar varsa,
onlardan duygularını gizlemeyi başarabilen insandır.
Elbette, devrimin militanlarının da duygularını,
coşkularını haykırma, bunların tadına varma hakkı
vardır. Ama duygularımızı, coşkularımızı da gereken
insanlarla paylaşmayı, doğru ortamlarda ifade etmeyi
iyi öğrenmemiz şarttır.
Çatık kaşlı, kara bakışlı, gülmez ağlamaz insanlardan
söz etmiyoruz kesinlikle... Tam tersine, devrimci
insanlar, duygularını en yoğun ve en görkemli biçimde
yaşayan insanlardır, fakat gizlilik prensiplerinin
ihlal edilmemeside, yaşamsal öneme haizdir. Hem
de bedelleri bizim yaşamımızla sınırlı kalmayan
bir öneme...
Sorumluluk, Hak ve Yetki
Sorumluluk, devrimci saflarındaki bir insan tarafından
iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi, gerçek bir
sosyalistin militan yaklaşımıdır ve o, sorumluluğu;
görevlere, yapılması gerekenlere, yoldaşlarına,
örgütüne, sosyalizm değerlerine, insanlığa karşı
sorumluluk olarak algılar. İkicisi, devrim saflardaki
henüz gerçek anlamıyla sosyalist olamamış insan
tavrıdır ve o, sorumluluğu sadece yetkiler olarak
görür.
Yaşamında gerçek anlamda ciddi görevler gerçekleştirememiş
olduğu, yapmak, yaratmak, üretmek adına fazlaca
bir işlevi olmadığı, özverisi ve ortaya koyduğu
değerler, devrim saflarında yarattığı hasarlardan
daha az olduğu halde, hayalinde hep sorumlu mevkiler
vardır. "Birgün o sorumlu mevkilere gelirse,
ne güzel devrimcilik yapacaktır..."
Sorumluluğu, örgüt tarafından kendisine tanınacak
olanaklar olarak algıladığı hayal dünyasında, bu
olanaklarla yapabileceklerini düşünür ve şu an sorumlu
olanların bu büyük işleri nasıl olup da yapamadığına
şaşar, kendisine olan hayranlığı daha da artar.
Çünkü kendisi, o olanaklar eline bir geçerse, ah
ne kadar yaratıcı ve müthiş bir sorumluluk örneği
verecektir...
O cahil, illegal bir devrim örgütünün sorumlularının,
bütün militanlardan daha güç koşullarda, daha yoğun
emekle ve daha az olanağa rağmen daha büyük yaratıcılıkla
çalıştığını, özverilerinin sınırı ve süreci olmadığını
bilmez...
Gerçekte bütün bunlar, düzen ilişki ve çelişkileriyle
tam bir kopuşma yaşayamamış olanların mantık halüsinasyonlarıdır.
Evet, düzenin sorumluluk mevkileri, olanak mevkileridir
aynı zamanda. İnsanın kendisi için olanak mevkileri...
Fakat düzenle çatışan, düzene karşı organize olan
yapılanmaların sorumluluk mevkileri, gerçek birer
ateşten gömlektirler.
Ve her militan, bu ateşten gömlekleri giymek için
yanıp tutuşmalıdır. Ayrıca bilmelidir ki bir devrimci
için, bir sosyalist militan için sorumluluk, bir
ünvan, bir yetkiler mevkisi değildir. O, devrim
saflarına adımını attığı andan itibaren, dünyanın
en büyük ve zorlu sorumlulukları ile donanmıştır.
Bir düzeni parçalamak, insanlığın geleceğini aydınlatmak,
yepyeni bir üretim ilişkileri sistemi kurmak için
kolları sıvamıştır. Ya da en azından bu yolda yürümek,
bu görkemli yolun işçilerinden biri olmak için...
Kendisi bizzat göremeyecek, yaşayamayacak olsa bile...
Bundan daha büyük bir sorumluluk, bundan daha ağır
bir görev olabilir mi?
Devrimin militanının, devrimcinin anlaması, algılaması
ve gerçekleştirmesi gereken sorumluluk budur. Örgütsel
yaşam içinde sorumlulukların birer mevki değil,
birer görevler bütünü, görevler tanımlanması olarak
anlaşılması ve o şekilde yaşanması gerekir. Zamanı
ve yeri geldiğinde de başka yoldaşlara büyük bir
coşkuyla, şevkle bırakılacak bu görevler, eski görev
sahibinin önüne yeni görevlerin çıkması anlamına
gelir ki; bu bir militan için, başlı başına bir
atılım, coşku kaynağı olacak dünya devrimi gerçekleri
arasındadır.
Öte yandan, mücadele içinde karşınızda iki tip insan
görürsünüz. Birisi, genellikle yarın yapılacak işler,
görevler, yapılması gerekenler üzerinde kafa yorar.
Onu, sadece oturup bunları tartışırken de görmezsiniz.
Hep birşeylerin peşinde, birtakım ilişkilerin yaratılmasının,
birtakım görevlerin gerçekleştirilmesinin çabasıyla
birliktedir. Sizinle bunları tartışır, sizden bunlara
ilişkin görüşler alır ya da benzer devrimci sorunlar
için konuşur, sorar, sorgular.
İkinci insan tipi, genellikle haklardan, örgütsel
toplantılardan, yetkilerden, sorumluluklardan söz
eder. Etiketlerin onun için taşıdığı önemi, daha
birkaç buluşma sonrasında, ister istemez farkedersiniz.
Sanki, birtakım yetki paylaşımları, görev ve sorumluluk
dağıtımları olmadan hiçbir devrimci işlev gerçekleştirilemezmiş
gibi bir tavır içerisindedir. Sanki buralarda, bu
mevkiler, bu toplantılar için bulunmaktadır. Sanki
devrimin programı, bazı insanların oturup aylarca
tartışmasından ibarettir. Ve kuşkunuz olmasın ki
her toplantı sonrası, bunların kafaları, yeni bir
toplantının programı için çalışmaya başlar. Yapılmayan,
yapmadığı-yapamadığı birçok şeyin gerekçesi olarak
çeşitli biçimlerde görev ve yetki sorunlarını dayatır.
Onun karşısında, siz de son tahlilde bir merkez
komitesi üyesi olarak değil ama bir devrim militanı
olarak bulunduğunuz için, çoğu kez ona inanasınız
gelir. Hatta küçük burjuvalara mahsus müthiş ısrarı
karşısında, birinci dereceden yetkili olsanız bile...
Onun inatçı söylemi karşısında, birtakım belirlemelerin,
yetkilerin verilmesi halinde, bu toplantı sapığını
tatmin edecek toplantıların gerçekleştirilmesi halinde,
karşınızdaki insanın değerli devrimci işlevler ortaya
koyacağına inanasınız gelir. Bu doğrultuda ikna
olup örgütünüzün kurumlarına benzer öneriler ilettiğiniz
dahi olur.
Kuşkusuz bu arada, karşınızdaki toplantı saplantısı
içindeki insanın o sürece kadar kaç toplantıya katıldığını,
bu toplantılardan sonra kimbilir hangi görev ve
yetkilerle donatıldığını, ya da o güne kadar ki
işlevleriyle, yaşam tarzı, hata ve yanlışlarıyla,
değil heyecanla sözünü ettiği düzeyde toplantılar,
çok daha alt düzeyde toplantılara bile katılma hakkını
yitirdiğini (ya da aslında hiçbir zaman kazanamadığını)
bilemezsiniz...
Bir ihtilal örgütünün militanı, kendini herşeye
karşı, tüm dünyaya karşı, dünyanın ezilen bütün
halklarına karşı ve elbette ki ülkesine, ülkesinde
yaşayan-yaşamaya çalışan bütün emekçilere karşı
sorumlu hisseder. Ülkesinde gelişen bütün olayları,
yüreğinin tüm hücrelerinde duyumsar ve yaşamının
her anı, bütün bunlara karşı yapılması gerekenlerin
işlevleriyle geçer.
Toplantılar ve görüşmeler, bütün bu görevleri gerçekleştirmek
için, istisna süreçler arasındadır. Devrimci, bir
Mİ-Lİ-TAN olmayı kavrayan insandır. Güncel sorunlara
yanıtlar üreten, örgütleyen, eylemliliği sürekli
kılan insandır. Bugün devrim saflarındaki modanın
peşine takılarak, sürekli toplantılar düzenleyen,
sürekli tartışan, yeniden tartışan, bireysel rolü
için yönetmek ve bu anlamda işlev sahibi olmaktan
başka birşey düşünemeyen insanların işi, devrim
değildir. Onlar, devrim saflarından bir an önce,
çeşitli örneklerinde olduğu gibi, kovulmadan gitmeyi
de bilmelidirler. "Herşeyi" bildikleri
gibi...
Dinamizm
Militanın düşün ve ruh hali, onun bütün davranışlarına
yansır. O, yola çıktığı amacın büyüklüğünü ve önemini
bilen insan olarak, bu yolda ne denli büyük bir
enerji harcanmasının zorunlu olduğundan hareket
eder. Öte yandan, davasına, amaçlarına ve örgütüne
duyduğu büyük sevgi ve bağlılık, onu diğer insanlardan,
diğer insanların davranışlarından en çıplak gözle
dahi ayırdedilecek kadar büyük bir dinamizmle doldurur.
Enerjik olmayan, olamayan bir insanın yaratıcılığı,
üretkenliği ve çevresindeki diğer insanlar üzerinde
bıraktığı izlenim, hiç de bir ihtilalcinin bırakabileceği
izlenim değildir. Ama öte yandan, bu enerji ve dinamizmin,
ona gerçekten yakışması, üzerinde yapay bir elbise
gibi durmaması, yani içten ve yürekten bir dinamizm
olması gerekir.
Duygularında ve düşüncelerinde devrimin ve özgürlüğün
öyküsünü yaşatan bir militanın, zaten sönük ve silik
olabilmesinin şansı yoktur. Onun içinde yanan ateş,
yaşamın her alanındaki davranış ve işlevlerine yansır.
Herşeyden önce, Marksizmin,"hareketin hareket
halindeki doktrini" olması, onun bilimselliği
ile donanmış ve ülkenin Politikleşmiş Askeri Savaş
Stratejini örmeye soyunmuş bir militanın, bir ateş
topu gibi olmasını doğurur. Her an yanan, yandıkça
büyüyen, büyüdükçe çevresini çok daha fazla ısıtan,
dostuna ışık veren, düşmanını yakan bir ateş topu...
Yenilenmek ve Örgüte Bağlılık
"Aynı suda iki kez yıkanılmaz" diyen bilge,
çağımızda yaşamamıştı. Ama görüyoruz ki çağımızın
sonunda dahi insanlar sürekli aynı suda yıkanmak
eğilimindeler. Değil bir kez, değil iki kez... O
suda boğulsalar, o suda kirlenseler, o suda bir
kez dahi yıkanmış olmanın acısını çekseler dahi,
insanlarımız kör bir cahil cesaretiyle, kendilerini
yeniden ve yeniden aynı suya atmaktan çekinmemektedirler.
Halkın en sıradan insanlarından yansıyan bu kültür,
ne yazık ki değişimin bilimi olan Marksizmin-Leninizmin
okulunda okuyan, dünyayı değiştirmek için savaşan
insanlarımızda dahi, bazı olumsuz özelliklerin zor
yenilmesini doğuruyor.
'Türk halkının hafızası yoktur' deyişi, böyle bir
alt yapının ürünüdür. Değişmek ve yenilenmek, bir
devrimcinin kişiliği olmak zorundadır. Değişmeden
değiştirilemez. Bu denklemin gereğince anlaşılamaması,
kuşkusuz değiştirme eyleminin de başarılı olamamasını
doğurmaktadır. Devrimci, başlangıçta düzenin herhangi
bir insanı olarak, onun verdiği bütün özellikleri,
alışkanlıkları, düşünce ve davranış tarzlarını üzerinde
taşıyan bir insan olarak devrim saflarına katılır.
O, yaşamının bir sürecinde, yaşam tarzını temelden
değiştirme kararı vermiştir.
Fakat ne var ki; ne bu kararı, ne aldığı eğitim
ve ne de içine girmiş olduğu yeni ilişkiler sistemi,
onun kısa bir sürede baştan aşağı yenilenmesini,
değişmesini getirmez, getiremez. Üstelik de mevcut
düzenin içinde yaşayan bir insan olarak, bir yandan
devrimci ilişkilerin ve işlevlerin etkileri, bir
yandan da düzenin etkileri, onda sürekli çatışan
çelişkiler olarak varlıklarını korurlar. Dolayısıyla,
bir ihtilalcinin mücadele etmesi gereken en önemli
konulardan biri de, kendindeki değişim ve yenilenme
görevini gerçekleştirme konusudur.
Devrimcinin yenilenme eylemini başaramamasının en
olumsuz sonuçlarından birisi de; yaptığı yanlışların
altında ezilmesi, onların bilincine varmış bir insan
olarak, kendisini bu yönüyle onarmış bir insan olarak,
devrimci mücadeleye devam ederken, çelişkiler içinde
bocalamasıdır. Devrimci mücadelenin zor ve çetrefilli
yolunda hata yapmamak, bir anlamda hiçbir şey yapmamaktır...
Devrimcinin, yenilenmeyi de son derece dinamik kılması,
kendinde devrimi, bitmeyen bir süreç olarak algılaması
zorunludur. Aksi halde, yaşamın dinamizmi içinde,
onun doğal gidişini bambaşka bir yöne akıtacak olan
devrimin dinamizmini yakalayabilmesi mümkün değildir.
Ki devrimciden söz ederken, bu dinamizme ayak uydurmaktan
da öte, o dinamizmi bizzat yaratacak olan insandan
söz ediyoruz...
Devrimcinin yenilenme serüveniyle örgüte bağlılık
temeli, insanla toprağın ilişkisi gibidir.
İnsanoğlu, bütün değişimlerini ve gelişimlerini,
toprağın üzerinde gerçekleştirir. Onun, yaşamının
ana unsurları olan toprağın, havanın ve suyun elinden
alınması, yaşamının son bulması anlamına gelir.
İşte devrimci insanla devrimin örgütünün ilişkisi,
böyle bir ilişkidir.
İnsan değişir ve gelişir, toprağı daha iyi kullanmasını,
daha verimli kılmasını öğrenir. Onu işlemesini,
ondan daha iyi verim almasını, onun yeşermesini,
çiçeklenmesini sağlayan insanoğludur. Ama toprak
olmadan insanoğlu bunların hiçbirini başaramaz.
Kendisindeki gelişmelerin yatağı topraktır ve o
bu yatağın üzerinde edindiği özellikleri, yine bu
yatağın daha güçlü ve verimli olması için kullanır.Doğru
ve sağlıklı gelişimin diyalektiği budur.
Sağlıksız ve çarpık gelişimin verileri ise yine
çarpık biriktirilen bazı "bilgilerin",
toprağı inkarla, yadsımayla sonuçlanmasıdır. Ve
bu durumdaki insanların mutsuzluğuna özellikle dikkat
ediniz. Onların ruh hali, cennetten kovulmuş zebanilerin
ruh halinden çok farklı değildir...
Cennetimizi kendimiz yarattık ve yeşerteceğiz. O
cenneti, her gün biraz daha güzelleyen, kendinde
değişen ve toprağı her gün ileriye doğru, biraz
daha değiştiren insanlar olacağız.
Ufkumuz, şafaktır.
Toprağımız, P-C mirasıdır.
Dimamizmimizi, tarihimizden ve geleceğe
dönük sağlam tesbitlerimizden alıyoruz.
Her P-C militanı, bir ateş topudur.
Ateş toplarının önünde durmaya,
kimsenin ve hiçbir şeyin gücü, yetmeyecektir.
Ya Zafere Kavuşacak,
Ya Ölümle Buluşacağız!
Ama ülkemiz mutlaka,
özgürlüğe ve sosyalizme kavuşacak!..
|
|
|
|
|
|
|
|