Hazirancılar'ın öykülerini anlatmayı bu sayıda
da sürdürüyoruz.
6 Haziran 1981 şafağında Tamer Arda, Doğan Özzümrüt,
Ercan Yurtbilir, Atilla Ermutlu kuşatmalarda katledildiler.
25 Haziran şafağında, Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan
darağacına çıkarıldılar.
Ve 1991 Haziran'ında, Hazirancılar'ın anısına
eylem gerçekleştirmek isteyen genç gerilla Gürkan
Özdemir, bombayla parçalanarak şehit düştü...
Yoldaşlar, THKP-C militanları, sizleri anmanın
savaşmak olduğunu, sizlere layık olmanın zaferi
kazanmak olduğunu biliyorlar. Ve "herşeye
rağmen" ödün vermeden yürümeyi başardıkları
yollarında; ilkeli, sabırlı, kan ter içinde ama
emin adımlarla ilerliyorlar...
Aradan geçen 17 yıl insan yaşanmışlığı içinde
çok uzun bir süre. Fakat yaşadığımız çağın altüst
oluşları ve sosyalizmin kırılan dalgası, devrimin
zorlu süreçleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde,
çok da uzun değil...
Daha dün birlikte değil miydik? Daha dün Tamer,
coşkulu tezcanlılığı ile; "hadi üstad"
diyordu; "eylem saati yaklaşıyor, hadi".
Atilla yine ilişkileri ile buluşuyor, büyük bir
anlayış ve serinkanlılıkla bölgelerdeki militanların
sorunlarını dinliyor. Doğan, bir eylem sonrasının
huzurlu neşesiyle ve aynı zevkle, yarım bıraktığı
teorik çalışmasının başına oturmuş, kırık dökük
daktiloya küfrediyor. "Mutlaka bir yenisini
edinmeliyim. Düşünsel gelişmelerde de atılım yapmak
zorundayız" diyor ve yine kitapların ortasında
sabahlıyor. Vakit dar, onlar bunun farkında; bundan
dolayı da Doğan daima birkaç kitabı birlikte okuyor.
Ercan, ışıl ışıl yanan kara gözlerine yeni bir
eyleme gitmenin ayışığı vurmuş halde kapıdan giriyor.
Selam vermeden "müjde" diyor, "iyi
haberlerim var, bir aydır peşinden koştuğumuz
istihbaratın bütün hazırlıklarını tamamladık,
yarın gidiyoruz." Ve sabaha kadar uyuyamıyor.
"Üstad diyor, yemin ederim bu eylem hepsinden
daha müthiş olacak. Üstad, devrimden sonra yeni
bir devrim yapacak ülke bulmalıyız biz. Biz devrimsiz
yapamayız."
Onların yarını, 7 Haziran değil. Onların yarını
devrim. Onların yarını zafer...
Ve onlar, zafere kadar bütün barikatlarda yoldaşlarıyla
birlikte çarpışacaklar. Bütün kuşatmaları yaracaklar.
Yaramadıkları tek kuşatma, 6 Haziran kuşatması
olarak kalacak. Hep genç, hep dinamik kalacaklar.
Hep coşkunun kaynağı olacaklar. Eylemlerde, düşünsel
üretimlerde, örgütlenme mücadelelerinde, tükenmeyen
enerjilerini yoldaşlarına akıtacaklar.
6 Haziran şafağı, düşman için gerçek bir sürprizdi.
Hiç ummadıkları halde, MLSPB'nin en fazla üzerinde
durdukları 4 gerillasını ele geçirmişlerdi. Hem
de "ölü ele geçirmişlerdi." Ama kuşatılan
MLSPB militanları için, bu bir sürpriz değildi.
Onların yaşamı savaştı ve bu savaşın içindeki,
herhangi bir günü yaşıyorlardı...
12 Eylül sonrasının en karanlık günlerinde onlar,
devrimin ateşini yakmaya devam ediyorlardı. Yine
bu günlerin göz gözü görmeyen lanetli sisi içerisinde;
başları dik, yüreklerinde en ufak bir ikircim
taşımadan, yeni koşulların savaşını sürdürme olanaklarını
yaratıyorlardı.
MLSPB'nin illegal temelde örgütlenme yapısı, onların
tüm diğer örgütlerin 12 Eylül'den sonraki güçlüklerini
biraz daha hafif yaşamalarını getirmişti. Ama
gerek çalışma yöntemleri gerekse de politik taktikler
açısından, her şeyi yeniden gözden geçirmek ve
yeni dönemin koşullarına uygun hale getirmek gerektiğinin
bilincindeydiler. Yaşadıkları en büyük güçlük,
12 Eylül'den önceki birkaç operasyonda bir çok
önemli yoldaşlarının tutsak düşmesinden ve dışarıda
kalan ileri kadroların birçoğunun deşifre olmasından
dolayı hareket kabiliyetlerinin zayıflamış olması
idi.
Herşeye rağmen, çalışmalarını ve eylemlerini gerçekleştirmeye
devam ediyorlardı. Bir yandan sürecin gerekliliklerine
göre örgütsel yapıyı yeniden düzenlemeye çalışıyorlar,
bir yandan tutsak yoldaşlarını özgürlüklerine
kavuşturmak için başlanılan sürecin sonuna doğru
ilerliyorlardı.
Haziran'a doğru yaklaşılırken önemli bir eylem
kararı daha alındı. Cunta'nın Amerikan işbirlikçisi
yüzünün teşhir edilmesi ve emperyalizmin Ortadoğu
maşası siyonist İsrail'in protesto edilmesi amacıyla,
İsrail Başkonsolosu cezalandırılacaktı. Bu, THKP-C'nin
ikinci kez bir İsrail Başkonsolosu'nu cezalandıracağı
eylem olacaktı. Ve her ikisi de on yıllık zaman
dilimleri içinde, açık faşizm koşullarında gerçekleştiriliyordu.
Hazırlıklar, büyük bir titizlik ve hızlılık içinde
sürdürüldü. Eylem, 8 Haziran'da gerçekleştirilecekti.
Eylemde kullanılmak üzere çok sayıda araba hazırlanmış
ve çeşitli yerlere parkedilmişti.
Son süreçteki zaaflı tutumundan dolayı, kendisine
önemli görevler verilmeyen Şemsi Özkan'a da Kanarya'da
parkedilmiş olan bir arabanın yerini değiştirme
görevi verildi. 4 Haziran'ı 5 Haziran'a bağlayan
gece, bu görev için sözkonusu arabanın yanına
giden Şemsi Özkan, orada kendisinden şüphelenen
bir bekçi tarafından yakalandı. Şemsi Özkan, bekçiye
direnmedi ve götürüldüğü karakolda kimliğini açıklayarak,
MLSPB tarihinin hiç bir biçimde yaşamadığı bir
şekilde, hain olarak itiraflara başladı.
Polis, önce kendisine inanmadı. Onun bir MLSPB
militanı olduğuna inanmadılar. Fakat daha sonra
siyasi şubeden yıldırım hızıyla gelen MLSPB timinin
polisleri, bu şahsın aranan Şemsi Özkan olduğundan
kuşkusuz emindiler. MLSPB gerillaları açısından
alışkın olmadıkarı bu tavır karşısında büyük bir
şaşkınlık yaşadılar ve onun anlattıklarına inanmadılar.
Kuşatmalarda karşılarına çıkan insanları görünceye
kadar...
MLSPB örgüt yapısına göre, hangi düzeyde olursa
olsun bir MLSPB'linin, kendisinin bizzat kalmadığı
bir örgüt evini bilmesine olanak yoktu. Şemsi,
verdiği evde kalmıyordu. Ama kendisiyle ilgili
olarak bir iki hafta önce başlayan tartışma nedeniyle,
Maltepe'deki örgüt evini öğrenmişti. Sözkonusu
tartışmalar orada gerçekleştirilmişti ve eylem
sonrası boşaltılacağı , o süreçte de Şemsi'ye
önemli bir görev verilmediği için, onun evi öğrenmesinde
sakınca görülmemişti.
Ve işte Şemsi'nin verdiği o ev, "ADA"
idi.
"Ada'da", Doğan Özzümrüt, Ercan Yurtbilir,
Ayşe Hülya kalmaktaydı. 5 Haziran 6 Haziran şafağına
dönerken ADA kuşatıldı. Birkaç saat sonra Doğan
Özzümrüt'ün yoldaşlarıyla randevusu vardı. Gece
saat 4'e kadar konuşup tartışmışlar ve daha yeni
yatmışlardı. Doğan, eylem öncesinde gerçekleştirilecek
bu önemli randevusuna her zamanki titizliğiyle,
tam zamanında gitmek için pek uyumaya niyetli
değildi.
Ama, evet, ADA kuşatılıyor işte...
Evin bulunduğu İnönü Caddesi'nden gelen ve alışkın
olmadıkları sesler üzerine, Ayşe Hülya ön cephe
camına doğru gitti. Ve yoldaşlarının bulunduğu
odalara dönerek: "Kuşatılıyoruz" dedi...
Çatışıp çatışmama çelişkisini hiç yaşamadılar.
Üçü de "VUR" emri ile aranıyorlardı.
Ama o an bunun muhasebesini yapmadan, çok alışık
oldukları, sık sık yaşadıkları bir şeyi yapıyormuşcasına
silahlarına sarıldılar.
Endişe ettikleri ve üzerinde tartıştıkları tek
konu, evde bulunan ve düşmanın eline geçmesi halinde
başka yoldaşları için, ilişkileri için zararlı
olabileceğini düşündükleri dökümanlardı. Kuşatıldıklarını
anladıkları andan itibaren bunları özenle imha
ettiler. Bunların arasından sadece iki küçük kağıt
parçasının masanın altına uçtuğunu görememişlerdi...
Örgütsel dökümanlar konusunda her zaman tedbirliydiler.
MLSPB gerillalarının çoğunluğunun, örgütün verdiği
bu anlayışı iyi kavramasından dolayı; MLSPB operasyonlarında,
çok az sayıda örgütsel döküman ele geçirilebilmiştir.
ADA'dakiler de evlerinde bulunan dökümanları hiçbir
zaman akıllarından çıkarmayan militanlardı. Belgelerin
tehlike anlarında, zulalı dahi olsa yok edilmesi
gerekirdi, onlara, canlarından çok daha fazla
önem verirlerdi. "Yangında ilk kurtarılacaklar"
derlerdi. Kaldı ki 12 Eylül'den sonra, zulalı
olmayan bir iğne bile bulundurmamaya başlamışlardı.
Adalılar, bu "en önemli" görevlerini
yerine getirdikten sonra, şimdi artık gönül rahatlığıyla
çatışmaya hazırdılar. Yani, gönül rahatlığıyla
ölüme...
Kuşatmayı anladıkları ilk andan itibaren, ihanetin
Şemsi'den geldiğini anlamışlardı. Doğan, ağız
dolusu bir küfür savurduktan sonra, "MLSPB
toprağından böyle bir şerefsizin çıkabildiğine
inanamıyorum" dedi.
Herkes evin değişik yönlere bakan percerelerine
mevzilendikten sonra, Ercan yoldaşlarına takıldı:
" Üstad, P-C geleneğini bozuyoruz burada.
Benim bildiğim Maltepe'de iki adalı olur. Ve belki
de Mahir'le Cevahir, geleneği bozduğumuz için
bize kızacaklar."
Tam on yıl önce, yine Maltepe'de, bulundukları
caddeden birkaç blok ötede Mahir'le Cevahir, büyük
bir direniş destanı yazmışlardı. Kuşatıldıkları
evde, günlerce çatışmışlardı ve Cevahir bu çatışmada
ve yine Haziran'da şehit olmuştu...
6 Haziran şafağı sökerken, Doğan'la Ercan, Cevahir
yoldaşlarıyla buluştular...
Onlar da birer Haziran Şahin'i olmuşlar, P-C barikatlarının
zirvesindeki yerlerini almışlardı. Haziran'ı,
bu kez Eylül karanlığının içinden ışıtmışlardı.
Bu karanlığın, en zifiri ağdığı günlerde...
Onları bulduğuna, onları öldürdüğüne inanamıyordu
düşman. Çatışma başlamadan önce Doğan, ön camı
tekmeleyip kırarak; "Teslim olmayacağız.
Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm!" diye bağırdığında,
kuşatmayı yönlendiren polis şeflerinden biri,
heyecanla çığlık atmıştı: "Evet, onlar, gerçekten
onlar." Ve o andan itibaren, panikleri daha
da büyümüştü. Ne yapacaklarını, nerede duracaklarını,
nasıl ateş edeceklerini bilemiyorlardı. Herkes
birbirine bağırıyor, sağa sola kaçışıyordu.
Apartmanın önünden geçen caddenin karşı tarafındaki
dükkanların önünde, beton bir blok vardı. Oradan
kafalarını çıkaramayan polisler, askerin ateş
etmesini emrediyorlardı. Askerlerin atışı ise,
genellikle percereye isabet etmiyor, camın üzerindeki
betonları dövüyordu. Panikleri ve ne yapacaklarını,
bu ölüm oyuyuna nasıl başlayacaklarını bilememe
halleri, "içerdekilerin" kararlı sloganları
karşısında daha da büyüyordu.
Atmosferin sakin insanları, sadece ADA'daki gerillalardı.
Kafalarında, üst kata tuvalet camından kadın gerillayı
tırmandırarak çatışmayı uzatma fikri belirdi.
Bu girişimin başarısızlığa uğramasından sonra
öylece durup beklemeye, dışarının paniğini seyretmeye
koyuldular. Onlar ise, korkularından yanlız Maltepe
ve çevresini değil, bütün İstanbul'u kuşatmışlardı.
Ve gerillaların elinde sadece çifter şarjörlü
birer 14'lü vardı, yedek mermileri yoktu. Bundan
dolayı Doğan, sürekli uyarıyordu yoldaşlarını;
"Mermileri dikkatli harcayın. Ardarda sıkmayın.
Hedefe ateş edin"...
Zırhlı bir ekip, daire kapısına gelmek üzere ana
giriş kapısına yükleniyordu. Fakat, ana giriş
kapısı demirdi ve bir hayli sağlamdı. Kilide ateş
ettiler, olmadı. Apartmanın bütün zillerini çalmaya
başladılar. Ne ilginç, apartmanda hiç kimse, ana
giriş kapısını açan butona dokunmuyor, dokunamıyordu.
Nasıl olurdu? Bu iyi çocuklar, bu iyi "aile",
"anarşist" olamazdı. Gerillaların karşısındaki
daire henüz boştu. Üst katlarında ise, yaşlı bir
karı koca, genç yaşlardaki kızlarıyla birlikte
oturuyorlardı. Bu sakin, kendi hallerindeki "genç
aile" ile son derece iyi ilişkiler kurmuşlardı.
Komşular ile gençler arasında, "bu akşam
kuru fasulye pişirdik, biraz da bundan tadın"
tabakları gider gelirdi. Yukarıdaki genç kızın
evde yalnız olduğu bir gece yarısı, apandisit
sancısı tutmuştu. Çaldığı ilk kapı, "genç
ailenin" kapısı olmuştu. O gece kadın gerilla
da yalnızdı. Kırkbeş kiloluk zayıf vücut yapısına
rağmen genç kızı sırtlayıp hastaneye götürmüş
ve başında beklemişti. Evdeki dini tablolar, yaşlı
komşuların hayır dualarını almalarına neden oluyordu.
Çevrede ilerici demokrat aileler de vardı. Ama
onlarla, özellikle yakın ilişki kurmuyorlardı.
Ve bu "iyi insanların" kuşatılması,
kurşunlanması herkesi şoka sokmuştu. Apartmanın
sağ tarafına biriken halk kalabalığı içinde, özellikle
dışarıya yalınayak fırlamış, hamile bir kadının
çığlıkları duyuluyordu. "Ateş etmeyin, çocukları
vuracaksınız, biraz bekleyin" diye bağırıyordu.
İçerden ateş edildiğinde ya da slogan atıldığında
ise, sessizce dinliyorlar, bekliyorlardı...
Timler, sonunda aşağıdaki demir kapıyı açmayı
başardılar ve daire kapısına çıktılar. Ercan,
kapıyı korumak için fırladığında, dışarıdan açılan
yaylım ateşi sonucu, salonun antreye bakan kısmına
varmadan yere düştü... Yüzünde, canı sıkkın olduğu
anlarda beliren "allah kahretsin" gülümsemesi,
yine bir gelincik gibi açmıştı.
Ve o gülümseme, öylece asılı kaldı. Onun güzel
yüzüne, tarihe, MLSPB barikatlarına... 20 yaşındaydı.
Ama o, yirmi yıl değil, bu yılları üçe, beşe çarparak
yaşamayı başarmış bir yiğit delikanlıydı. Bütün
mütevaziliğine, sevimliliğine rağmen eylemlerde
atmaca gibi olurdu. Gözünden hiç bir ayrıntı kaçmaz,
bir cesaret anıtı gibi düşmanın karşısına dikilirdi.
Yoldaşlarına büyük bir sevgiyle, tutkuyla bağlıydı.
Onun anası, babası, sevgilisi, herşeyi yoldaşlarıydı.
O denli genç yaşına o kadar çok şey sığdırmıştı
ki...
Çok küçük yaşlarda devrimci düşüncelerle tanışmış
ve hareketin saflarına katılmıştı. Hızla aktifleşti,
gelişti. 1977 sonlarına doğru, sorumlularının
yakalanması nedeniyle, devrimci çalışma yürüttükleri
mahalli birimin hareketle bağları kopmuştu. İllegalite
kuralları nedeniyle, yeniden bağ kurmak için sağa
sola başvuramadılar. Bir süre beklediler. Birim
olarak kendi aralarında, çalışmaların sürdürülmesi
gerektiği, hareketin de mali kaynaklara ihtiyacının
olduğunu konuştular. Sadece Ercan değil, hepsi
çok gençti.
Ve bir banka soymaya karar verdiler. Ellerinde
yeteri kadar silah da yoktu. 4 kişiydiler. Önce
bir otomobil gaspettiler. Banka soyguncularının
kimilerinin elinde bıçak vardı. Dördüne de yetecek
kadar malzeme temin edememişlerdi. Ama bu, "hareketin
sorunlarına çare bulmak" amacından onları
alıkoyabilecek bir neden değildi. Soygunu gerçekleştirdiler
ve daha önce gaspedip hazırladıkları arabayla,
İstanbul'un Kanarya semtinden Tepeüstü'ne doğru
çıkmaya başladılar. Girdikleri yol, tek yönlü
bir yoldu ve polisle karşılaştıklarında, kaçabilecekleri
bir güzergah bulamadılar. Ellerindeki iki silahla
çatıştıktan sonra, yakalandılar.
Ercan, Sağmalcılar'dan sonra çeşitli Anadolu cezaevlerine
dolaştırıldı. Oralarda da faşistlerle döğüştü,
cezaevlerinin devrimci bir mevzi yapılması ilkesini
o yıllarda da yaşama geçirmeyi başardı. Birkaç
yıl sonra, Niğde Cezaevi'nden firar etti. Firar,
daha erken çıkma olanağı olan ve firar etmesi
gerekmeyen yoldaşlarının, maskeli bir şekilde
gardiyanları esir alması şeklinde gerçekleştirilmişti.
Yeniden İstanbul'a geldi ve illegalite koşullarında
devrimci çalışmalarına devam etti. O yıllardan
6 Haziran'a kadar Doğan Özzzümrüt'le ilişkideydi
ve aralarında, yoldaşlık ilişkisinin en üst düzeydeki
bağlılık, sevgi normları oluşmuştu.
Diş hekimliği fakültesini üçüncü sınıfından bırakarak
illegal yaşama geçen Doğan da çok erken yaşlarda
devrimci ve MLSPB'li olmuştu. Ortaöğrenim yıllarında
okuduğu İstanbul Vefa Lisesi'nde ve o bölgenin
bütün mevzilerindeki anti-faşist mücadelenin en
ön saflarında daima Doğan'ı görmek mümkündü. Ağırbaşlı,
efendi kişiliği, düşman karşısında iyi dövülmüş
bir çelik gibi durmasının karşısında engel değildi.
Sonra Kürdistan'a gitti ve orada örgütlenme çalışmalarında
bulundu. Bu arada, hem Kürdistan'da, hem de İstanbul'da,
defalarca polise düştü, cezaevinde yattı. Polisteki
tavrı, her zaman tam bir suskunluğu içeren sosyalist
tavırdı.
Kürdistan'da, önce genel bir THKP-C/MLSPB operasyonunda
yakalandı. Gerçekleştirilen bir banka soygunu
ve çeşitli bombalama eylemlerinin sorgulandığı
bu operasyondan sonra tahliye edildiğinde, artık
çok daha tecrübeli bir MLSPB militanı idi. Bölgedeki
PC sempatizanlarının MLSPB'ye akışını, büyük bir
titizlikle örgütlemeye çalıştı. Diyarbakır'daki
eylemlerinden birinde, faşist bir subayı cezalandırmak
isterken, eylem üzerinde yakalanmış, o yılların
normlarına rağmen çok yoğun işkenceye uğradığı
halde, suskunluğunu yine bozmamış ve mahkemenin
çaresizliği karşısında bir süre sonra yine tahliye
edilmek zorunda kalınmıştı.
Cezaevini tam bir sosyalist okul gibi kullanmış,
oradaki zamanını, büyük bir enerji ile okuma-öğrenme-araştırma
için değerlendirmişti. Tahliyesinden çok kısa
bir süre sonra, bu kez İstanbul'daki bir olay
nedeniyle gözaltına alındı ve yine hem Diyarbakır'da,
hem de çok özel bir şekilde götürüldüğü İstanbul'da
işkenceye çekildi. Düşman evinde, suskunluktan
başka birşey bilmiyordu.
Onlar, halkları ve örgütleri için çözümsüzlük
tanımıyorlardı. Bir sosyalistin iradeciliği ile
iyi biliyorlardı ki; çare ve çözüm, devrimcilerdir,
halkın kendisidir. Ve iradenin gerçekleşmesinin
adı, örgütlülüktür.
12 Eylül'ün yaklaştığı yıldı, örgütün yediği operasyonlardan
ve bazı organisazyonların gerektirdiği olağanüstü
harcamalardan dolayı, mali güçlük baş göstermişti.
Yine, gündemde olan ve mutlaka gerçekleştirilmesi
gereken görevlerden dolayı, acil paraya ihtiyaç
vardı. Uzun soluklu, organize eylemlilikler için
zaman yoktu. Tamer ve Doğan, hemen o gece ve o
hafta mali sorunun çözümü için yapılması gerekeni
planladılar. Tamer, mükemmel bir motosikletciydi.
O gece motosiklete atladılar ve E-5'te, deyim
yerindeyse soyulmayan benzin istasyonu bırakmadılar.
Sorun, acil limitleri içinde çözülmüştü...
Kaynağın nasıl yaratıldığından, yoldaşlarının
dahi haberi olmadı. Aynı hafta içinde de, bir
Tekel Satış Deposu ile Migros soygunlarını gerçekleştirerek,
önlerindeki sürecin finans problemini çözdüler.
Koç sermaye grubuna ait olan Migros'a yönelik
eylemler ve kamulaştırmalar daha sonra, özellikle
1980 baharında da devam etti. Migros Satış Kamyonları
kamulaştırılarak, gecekondu semtlerine götürüldü
ve yoksul halkın gıda ihtiyacı sembolik olarak
da olsa karşılanmaya çalışıldı.
Örgütsel konumları farklı olduğu halde Ercan'la
Doğan'ın ilişkisi, hiçbir zaman alt-üst ilişkisi
tarzında olmadı. Mükemmel uyumda iki yoldaş, sırt
sırta vermenin sonsuz hazzını yaşayan iki sosyalist
gibi yaşadılar hep ve öyle uçtular Cevahir'in
yanına...
Ercan, cezaevi firarından sonra girdiği örgütsel
ilişkilerde, çok kısa bir süre içinde yoldaşlarının
sınırsız güvenini kazanmıştı. Katıldığı eylemlerdeki
görev noktasına büyük bir gönül rahatlığıyla sırtını
dönen yoldaşları, onunla omuz omuza olmaktan dolayı,
sevgiyle karışık bir coşku duyarlardı. Bilirlerdi
ki, Ercan'ın tuttuğu mevzi geçilmez. Bilirlerdi
ki, Ercan, üzerine aldığı görevi mutlaka başarır.
Alt ilişkileriyle, esas olarak militan yetiştirilmesine
yönelik banka tarama ve bombalama eylemlerine
gittiğinde, eğer planlamanın dışında bir olağanüstülükten
dolayı saptanan noktalarda eylem gerçekleştirilememişse,
mutlaka o gece hızla bir başka nokta saptar, eylemin
gerçekleşmesini sağlar ve militanların üslerine
görevlerini başarmış olarak dönmelerini organize
ederdi.
"Ufaklık", artık iri bir delikanlı olmuştu.
Ama yine aynı sempatik, espritüel "ufaklık"tı.
Alt ilişkileri içindeki ciddiyetini, aynı hücrede
yer aldığı yoldaşlarıyla birlikte olduğu zaman
hemen üzerinden atardı. Onları, neşeye boğardı.
6 Haziran kuşatmasında, bulundukları ADA'dan,
Doğan ve Ercan'ın, Cevahir'in yanına, P-C barikatlarının
zirvesine uçtuğunu göremeyen kadın gerillayı,
yaralı olarak yakalayıp, büyük bir hızla Gayrettepe'ye
götürdüler. Çatışma sürüyordu. Kadın gerilla,
bindirildiği yeşil mercedeste, titreyen elleriyle
namlularını beynine dayamış olan polislerle çok
kararlı bir sesle konuşmaya başladı: "Bizlerin
kafası için kaçar para aldınız. Siz, bu halinizle
bizi yenebileceğinizi nasıl düşünebiliyorsunuz?
Neye, kime, kimlere hizmet ettiğinizin farkında
mısınız?" Polisler gerçekte hiçbirşeyin farkında
olamayacak kadar heyecanlıydılar. Gözleri kan
çanağı gibi olmuş birinin gözlerine baktı; "Bu
işler için ayda kaç para alıyorsun?" Polisler,
ilginç bir biçimde susuyorlardı...
O ise, aslında sadece yoldaşlarını ve nerelerinden
yaralanabileceklerini düşünüyordu. Nedense, Cevahir'le
bulaşabileceklerini pek düşünmüyordu. Büyük ihtimalle,
kendisinin yaralı bırakılmasından dolayı... Boğaz
Köprüsü'nü geçerken, "son bir kez görebileyim"diye
geçirdi içinden ve koluyla camı kapatan polise;
"Kolunu indir" dedi. Polis kolunu indirdi...
"Bu maviyi, bu şafak yakamozlarını bir daha
göremeyeceğim. Elveda İstanbul, elveda savaş,
elveda yoldaşlar" dedi içinden...Ve henüz
Şemsi'nin, "diğerlerinin hepsi daha önce
polise bir kaç kez düşmüştür. Kızın bu konuda
hiç tecrübesi yoktur. İlk kez ele geçirilecek.
Onu sağ yakalarsanız daha fazla bilgi alabilirsiniz.
Ben bunlardan başka bir şey bilmiyorum" dediğini
bilemezdi.
Onu, Gayrettepe'nin "Bekleme Odası"
denilen odalarından birine götürdüler ve zincirlediler
"şimdi bekle" dediler. Daha sizinle
işimiz bitmedi. Sürprizler bu kadar değil. Birkaç
saat sonra döneceğiz ve o zaman görüşeceğiz. Polise
kurşun sıkmak neymiş onu da o zaman görüşürüz.
Sizi kimin sattığını biliyor musun?"
Biliyordu... Ama sustu. MLSPB gerillalarına yakışır
tarzda, yoldaşlarının onuruna yakışır tarzda,
ismi dahil hiçbir şey söylememe kararındaydı.
Onun ismi; "Ahmet'ti." Onlara söylediği
tek sözcük buydu... Ve evet, hainin adını biliyordu:
Şemsi Özkan!..
Daha bir kaç gün önce, o evde Şemsi'yi tartışma
masasına yatırdıklarını ve tartışmanın uzaması
dolayısıyla ertelendiğini unutması mümkün müydü?
Oysa bir hafta daha kazanabilmiş olsalardı, herşey
bambaşka olacaktı. İsrail Başkonsolosu cezalandırılmış
olacak, ayrıca Şemsi'nin durumu örgüt nezdinde
de açıklık kazanacağı için, gereken tüm önlemler
alınacaktı.
Şemsi, tesadüfen yakalanmış ve içinde bulunduğu
çelişkiler, onun bir hain olmasını doğurmuştu.
Örgütün düşman tarafından herhangi bir militanının
ele geçirilmesi halinde, "anında sözkonusu
militanın bildiği mekanlar boşaltılır, bütün randevular
iptal edilir, ilişkiler uyarılır" ilkesinin
devreye girebilmesi için birkaç saat daha gerekliydi.
Ama hain, yoldaşlarına bu süreyi tanımadı. Bir
gece dahi direnmedi. Hemen teslim olarak, tarihin
kara yüzlü bir celladı, bir utanç simgesi olmayı
tercih etti.
Basın, operasyon anında oradaydı ve gelişmeleri
saniyesi saniyesine görüntülemişti. Fakat her
zamanki gibi, özellikle Açık Faşizm süreçlerinin
"mehmetçik basını" olarak, polisin direktifleri
doğrultusunda olay bir süre basında yer almadı.
Devlet, operasyonun aşağı doğru genişletilmesini
istiyordu. Ve yine "vur" emri ile aranan
birkaç MLSPB gerillasının daha yakalanmasını bekliyordu.
Fakat umdukları gibi olmadı. Operasyon, Şemsi'nin
verebildiği bilgilerle sınırlı kalmış ve orada
kilitlenmişti.
10 Haziran'da, sözkonusu MLSPB operasyonu için,
basına "yayınlayabilirsiniz" mesajı
verildi. 9 Haziran günü, Tercüman Gazetesi'nde
köşe yazarlığı yapmakta olan Rauf Tamer, "yarın
size çok önemli bir müjde vereceğim" diye
yazdı. Ve 10 Haziran 1981 gazeteleri, tam sayfa
müjde manşetleriyle, 6 Hazirancıların kurşunlanmış
gövdelerinin resimleriyle çıktı: "MLSPB Çökertildi",
"MLSBP'nin beyin takımı ölü ele geçirildi.",
"En büyük Operasyon"... Milliyet gazetesinden
aynen aktaralım:
"Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği
adlı örgütün Merkez Komite üyelerinin ölü olarak
ele geçirildiği operasyon. 1000'e yakın güvenlik
görevlisinin katıldığı ve bu operasyonun, Cumhuriyet
tarihinde bir eşine daha rastlanmadığı bildirilmiştir."
"İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün üst düzey
yetkilileri, 2,5 saat kadar kısa bir süre içinde
kanlı bir terör örgütünün Merkez Komite üyelerinin
tümüyle ele geçmesinin devlet adına büyük bir
başarı olduğunu belirtip; "Biz onları yakalamasaydık,
güvenlik güçlerine karşı düello kararı alan bu
militanlar, ellerindeki 42 kişilik polis ve asker
listesinde bulunanları öldürmeye çalışacaklardı."
"Maltepe'deki örgüt evinden kaçmak isterken
bacağı kırık olarak yakalanan Hülya Özzümrüt'ün,
Diyarbakır Tıp Fakültesi öğrencisi olduğu ve bu
güne kadar MLSPB'nin birçok eylemine bizzat katıldığı
saptanmış, ayrıca kadın militanın yaralı teröristleri
tedavi ettiği belirlenmiştir."
"MLSPB teorisyen militanlarının yakın bir
sürede büyük eylemlere girişeceği ve İstanbul'un
Sefaköy, Maltepe, Kanarya semtlerinde yeni hücre
evleri tutarak buralarda üslendiklerinin belirlenmesi
üzerine, 7 Haziran sabaha karşı 04.30'da operasyona
girişen özel anti-terör timi, ilk hedef olarak
Maltepe İnönü Caddesi'ndeki 55 sayılı apartmanın
2 numaralı dairesini tesbit etmiştir. Özel tim,
evin çevresini kuşattıktan sonra havaya ikaz atışı
yapmış ve megafonla "teslim ol" çağrısında
bulunmuştur. Uyurken bile yatağa elbiseleriyle
giren militanlar, pencereden bakınca çevrenin
sarıldığını ve kaçmanın olanaksız olduğunu görmüşlerdir.
Yaklaşık üç dakika geçtikten sonra, evde bulunanlardan
ve MLSPB Merkez Komite Başkan Yardımcısı Doğan
Özzümrüt, camı tekmeyle kırarak, ateş etmeye başlamış,
bu arada evdeki ve MLSPB Anadolu Yakası Eylem
Komite Başkanı Ercan Yurtbilir de ateş açmıştır.
Polislerin ikinci uyarısına, bu kez Hülya Özzümrüt,
"Teslim Olmayacağız" diyerek karşılık
vermiştir. Verilen sürenin dolmasından 7 dakika
sonra karşı ateşe başlayan güvenlik güçleriyle
teröristler arasındaki çatışma, 15 dakika sürmüş
ve Doğan Özzümrüt'le Ercan Yurtbilir, ağır biçimde
yaralanmıştır. Aynı anda ölü taklidi yapan Hülya
Özzümrüt evin bahçesine bakan arka pencereden
atlayıp kaçmaya çalışırken bacağını kırmış ve
o cephedeki polislerin eline düşmüştür. Ağır yaralı
iki terörist güvenlik güçlerince hastaneye kaldırılmış,
ancak ölmüşlerdir."
"Aynı evde yaşayan komşuları; 'Henüz yeni
taşındıkları için fazla bir samimiyetimiz yoktu.
Bir apartman toplantısı onların evinde yapıldı.
Çok iyi insanlara benziyorlardı. Duvarlarda hep
dini panolar, kitaplıkta ise Kur'an-ı Kerimler,
Namaz Hocaları gibi kitaplar vardı. Kendilerini
memur olarak tanıttılar. Fazla gelenleri gidenleri
yoktu' demişlerdir."
Kuşkusuz, basına verilen ve yayınlatılan bu operasyon
senaryosunun bir bölümü yalandır. Bu bir yargısız
infaz operasyonudur. Yargısız infaz operasyonları
sürecinin ilklerinden ve en önemlilerinden biridir.
Ve iki gerilla, evden çıkarılmadan öldürülmüşlerdir.
Polisin içeriye girdiği anda artık mermileri bitmiş
olan gerillaların üzerine kurşun yağdırılmış,
evde iken katledilmiş hallerinin de fotoğrafları
çekilmiş, sözkonusu fotoğraflar basında yer aldığı
halde, daha sonra öldükleri açıklanmıştır. Çatışma
esnasında öldürmüş olmakla, çatışma bittikten
sonra öldürmek arasındaki farka, o yıllarda henüz
görece dikkat edilmektedir...
Bir Hücre ve Bir Rüya...
12 Eylül sürecinde "gözaltı" süreci
üç aydır. 90 gün... Baharda girdiğiniz işkence
bodrumlarından, sonbaharda çıkarsınız. Çıkabilirseniz...
MLSPB timi, 6 Haziran'ın yaralı militanını, sürekli
işkence hali demek olan bekleme odasındaki zincirlerinden
çözüp "aşağıya, hücrelere" indirme kararı
verdiğinde, belki de artık yeni bir sonbahar yaklaşmaktaydı.
Hücrelerde mevsim yoktur. Bütün mevsimlerde hücreler
ve "bekleme odaları" soğuk ve kan yazar
kalın beton duvarlara... Bir battaniye içinde,
bir kemik yığını gibi hücreye atılan yaralı militanın
hücredeki diğer devrimcilere yönelik ilk sözü,
"bana dokunun" oldu.
12 Eylül karanlığının yoğun tutuklamalarından
dolayı, hücreler tıklım tıklımdı ve bir kişi için
yaratılan bu tabutluk mekanlarda, 11-12 kişi,
ayaklarını karınlarına çekerek, bir insanın işgal
edebileceği en küçük hacimde bir yer işgal etmeye
çalışarak, işkence seansı sırasını beklemekteydi.
Yaralı militana ilk dokunan, hayır, ilk dokunan
değil, onu büyük bir şevkatle ilk kucaklayan,
dünyalar güzeli bir kadın oldu.
Bu, Atilla Ermutlu'nun eşiydi. Yaralı militan,
kan ve dışkı pisliğinin karışımından oluşan müthiş
bir koku getirmişti hücreye. Ağzından, burnundan,
anüsünden, her tarafından kan geliyordu ve dışkısını
tutamıyordu. Gayrettepe'nin "işkence uzmanları",
belki biraz da bu pislikten bıktıkları için onu
artık "aşağıya" atmışlardı. "Kızlar
temizlesindi..."
Atilla'nın eşi, büyük bir sevgiyle sarıldı ona.
Belki de, kocasının, çok sevdiği eşinin kokusu
vardı bu militanın üzerinde. Olağanüstü güzel
kocaman kara gözlerinden yaşları bir sağanak yağmur
gibi bıraktı ve "ben Atilla'nın eşiyim"
dedi. Militan, hücredekilerin hepsinin dost olduğunu
anlayıncaya kadar bu gözyaşlarına tedirginlikle
baktı. Birer salyangoz gibi büzülerek öteki insanlara
yer açmaya çalışan diğer kadınların da Atilla'nın
eşinin gözyaşlarını dostça paylaştığından tam
olarak emin olduktan sonra, kendi gözyaşlarını
özgür bıraktı.
İlk sorusu, "kimlerin öldürüldüğünü tam olarak
biliyor musunuz?" oldu. Aldığı yanıt, neredeyse
bir mevsim boyu tahmin ettiği ve bir ara aşırı
kanamadan dolayı hastaneye götürüldüğünde, "Eren'in
annesinin" kulağına fısıldadığı gerçekti....
Ercan, Tamer, Atilla, Doğan; artık yoktu...
Fısıltıyla, "bu bir savaş, büyük bir savaş,
savaşırken ölünür de... Onlar, çok soylu bir biçimde
öldüler. Onlara layık olmalıyız, ağlamamalıyız"
dedi. Ama, işkence için sırası gelen ilk hücre
arkadaşları "yukarıya" çağrılıncaya
kadar, ağladılar, ya da belki de, sadece, gözyaşlarıyla
konuştular...
Atilla, Kızıldere sürecinden hemen sonra aktif
olarak devrim saflarındaki yerini almış bir devrimciydi.
1970'ten sonra, öğrenci eylemliliklerinin en önünde
yürüdü, en önünde döğüştü. Aradan çok kısa bir
zaman geçtikten sonrada artık kendi okulu olan
Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu'nun yönlendiricilerinden
biri idi.
Büyük bir efendilik ve karizmayı içeren kişilikle,
sosyalist militanlığın dinamizmini bünyesinde
çok güzel bir biçimde sentezlemiş, bulunduğu her
ortamın son sözü söyleyeni olmuştu. Özellikle
Kars'ta, 12 Mart sonrasında, devrimci hareketin
örgütlenmesinde, yükseltilmesinde, Atilla ismini
bilmeyen olabilir mi?
O hızlı ve özgün devrimci yükseliş sürecinde Kars
kent merkezi ve çeşitli ilçeleri için Atilla'nın
birinci dereceden katkısını yadsıyabilecek birileri
olabilir mi? Atilla, bölgenin en saygın ve en
önemli isimlerinden biri olarak, bu alandaki çalışmalarını
sürdürdü.
MLSPB saflarında illegaliteye çekilmesiyle birlikte,
ailesinden de gelen maddi birikimin üzerinde,
bir mühendis olarak çok başarılı bir ticaret hayatı
örgütledi. Burjuva yaşamının sunduğu her türlü
olanağın yanısıra, bu yıllarda artık MLSPB'nin
önemli bir militanı idi. Aynı süreçte, hareketinin
bütün önemli aktivitelerinde yerini aldı. Yine
bu yıllarda, bir oğlu doğdu: Adı, Ulaş'tı... Ulaş'ı
bağrına, bütün dünyanın ezilen çocukları adına
bastı...
Atilla Azeri, eşi Arnavut'tu. Buna rağmen, birbirlerine,
iki kardeşin benzeyebileceğinden çok daha fazla
benziyorlardı. Hatta, ilişkilerinin ilk dönemlerinde,
eşinin fakülte ardadaşları, "abin geldi,
seni bekliyor" diyorlardı ve bu olağanüstü
benzerlikten dolayı, 'birbirine bu kadar benzeyen
iki kardeş, ancak çift yumurta ikizi olabilir'
diye takılıyorlardı. Ulaş, bu müthiş benzerliğin
üçüncü bireyi olarak doğdu ve Atilla'nın kopyası
idi.
Atilla, sahip olduğu bütün burjuva olanaklara
rağmen, devrimci mücadelenin en önünde yer alma
kararlılığında ve bilincinde olan bir sosyalistti.
Düzenin kendisine sunduğu olağanüstü rahatı her
an terkedebilme koşullarında yaşıyor, ailesini
de bu koşullara uyum sağlamaya yönlendiriyordu.
Önce hücre sorumlusu oldu. 1977'de gerçekleştirilen
"Birinci Genişletilmiş Toplantı" da,
toplantı üyesi idi. Toplantıdan sonra, örgüt içinde
birinci dereceden sorumluluklar üstlendi. 1978
yılının 30 Haziran'ında başlayan 1. Konferans'ta,
konferans üyesidir. Konferans'tan sonra, yine
önemli sorumluluklar üstlenmiştir. 1978 Aralık
sonlarında gerçekleştirilen "Olağanüstü Konferans"
ta, yine Konferans üyesidir. Aynı yıllarda, Oligarşi'nin
şah damarını çatlatan Cerrahpaşa, Çemberlitaş
kamulaştırmalarının aktif eylemcisidir. 1980 Haziran'ındaki
merkezi derbeden sonra ise, Merkez Yürütme Komitesi
içindedir.
12 Eylül sonrasına bir oğlu daha olmuş ve o korkunç
esaret günlerinin inadına belki adını "Özgür"
koymuştur. Bir gün, Florya'daki 'son' evlerinde,
Atilla yerdeki halının üzerinde Ulaş'ı bağrına
basmış; eşi, ilk çocukları ve o günlerde artık
dört yaşında olan Ulaş'ı bağrına basmış yatarlarken,
Atilla'nın eşi bir rüya görür. Herşeyi unutur,
o rüyasını unutmaz. Ve işte şimdi, hücrede, yaralı
militanın kulağına bu rüyasını fısıldamaktadır:
"Orada öyle, Özgür'ü bağrıma basmış yatıyordum.
Birdenbire, Özgür'ün göğsümdeki sıcaklığı, birkaç
ekmeğin sıcaklığına dönüştü. Üzerimde bir gelinlik,
elimde sıcak somun ekmekler, bir karanlıkta koşuyordum
ve arkamdan azman köpekler beni kovalıyorlardı.
Karanlığın dibinden, Atilla'nın sesi geliyordu:
'Gelme, bu tarafa gelme, bu taraf çok karanlık'
diyordu. Ama ben, hem karanlıktan korktuğum için,
hem de köpekler sürekli gelinliğimi, bacaklarımı
parçaladığı için, Atilla'nın olduğu yöne, karanlığın
dibine doğru gitmeye çalışıyordum. Sonra önümde
bir dağ belirdi. Atilla, karanlığın içinden, 'oraya
çık, oraya doğru yürü' diye bağırıyordu. Dağı,
çok büyük bir güçlükle çıktım.
Dağın tam tepesinde, Atilla'nın bir yoldaşı duruyordu
ve onun tam arkasında, kocaman bir güneş vardı.
Atilla'nın o yoldaşını daha önce hiç görmemiştim
ve tanımıyordum. Burada polisler bana resmini
gösterdiler ve şu an cezaevinde olduğunu söylediler.
Onlara, 'tanımıyorum ama bir kez rüyamda görmüştüm'
demedim kuşkusuz. Bu insan, bana kollarını uzattı
ve 'korkma, Özgür'ü bana ver, güneşe götüreyim'
dedi. Sonra bütün bunları Atilla'ya anlattım.
Bana, 'sen artık iyice endişelenmeye başlıyorsun'
dedi ve kucağındaki oğlunu daha sıkı sararak,
uyumaya devam etti."
6 Haziran kuşatmalarını sözüm ona "anlatan"
gazeteler, Maltepe çatışmasını "aktardıktan
sonra", habere devam ediyorlardı: (Milliyet,
10 Haziran 1981)
"Operasyonun birinci bölümünü tamamlayan
özel tim, örgütün Merkez Komite Başkanı olan ve
Mahir Çayan'la Deniz Gezmiş'ten sonra, son 15
yılın en tehlikeli şehir gerillası olarak tanımlanan
Tamer Arda'nın bulunduğu örgüt evine hareket etmiştir.
Bu arada MLSPB içinde "bombacı" olarak
bilinen ve bomba yapımı, kullanımı, uzaktan kumanda
tekniği konusunda uzmanlaşmış Atilla Ermutlu'nun
Londra Asfaltı yoluyla Sefaköy'e, lacivert renkli
çalıntı Wolswagen otomobille geleceği belirlenmiştir.
Ermutlu'yu yakalamak için özel tim görevlileri,
trafik araçlarının içine gizlenmişlerdir. Saat
07.05'te havaalanı kavşağından geçerken trafik
kontrolü planıyla yolu kesilen Ermutlu'nun ehliyet
ve ruhsatını vermesi istenmiş, ancak kuşkulanan
terörist, arabayı süratle harekete geçirmiştir.
Çevrenin tümüyle sarıldığını anlayan Ermutlu,
son çare olarak hızla giden araçtan aşağı atlamış
ve başı boş kalan araç, yolun sağındaki şarampole
uçmuştur.
Atlama sırasında ayağı incindiği halde hızla oradan
uzaklaşmak isteyen Ermutlu'ya, teslim olması için
bağırılmıştır. Tehlikeli militanı sağ ele geçirmek
isteyen güvenlik görevlileri, Ermutlu'yu yorulana
dek izlemeye başlamışlardır. Bu arada tel örgüleri
aşarak havaalanının Kargasekmez pisti içine giren
Ermutlu'nun, elindeki bombayı uçaklara atabileceği
düşünülerek, ayaklarına ateş edilmiş ve yaralanmıştır.
Ancak, belinde gizlediği silahıyla yaralı olduğu
halde çatışmaya giren Ermutlu, hastaneye götürülürken
yolda ölmüştür."
Bu 'nefes kesici' film senaryosuna rağmen gerçek,
tam bir yargısız infazdır. Atilla'nın belinde
silahı yoktur. Bir 12 Eylül sabahı, yoldaşlarıyla
mutad bir randevuya gitmektedir. Gerçektende Havaalanı
Kavşağı'nda, trafik kontrolü bahanesiyle arabasından
indirilmiştir. Atilla'da, İstanbul'u donatan afişlerin
"vur" emri ile aranan en "azılı"
militanlarından biridir. Atilla arabasından inmiştir.
Ve ailesinin morgda teşhiş ettikleri ölüsünün,
kafatasının tam arkasında ve iki elinin orta yerinde
kurşun izleri vardır. Belli ki Atilla'ya, bu "trafik
kontrolü" esnasında, o günlerde İstanbul'da
adetten olduğu üzere, "ellerini kafanın arkasına
koy" denilmiş, ve arkasına geçilerek infaz
gerçekleştirilmiştir...
Ve Sefaköy...
Polis şefinin yaralı militana söylediği gibi,
düşmanın işi o sabah çok fazlaydı. Kuşatma bu
kez Sefaköy'e doğru kaydırılır.
Şemsi'nin verdiği üçüncü bilgi, Tamerler'in randevusu
idi. Aslında bu verebildiği ikinci ve son bilgidir.
Çünkü Atilla da bu randevuya gelirken katledilmiştir
ve Şemsi, onun evini bilmediğini, ama Florya kavşağını
kullandığını zannettiğini söylemiştir.
Randevu, saat 8'de Sefaköy'de gerçekleştirilecektir
ve Konsolos eyleminin son hazırlıkları gözden
geçirilecektir. Tamer, yanındaki yoldaşıyla birlikte
Sefaköy meydanına girdi. Meydana girer girmez
de kuşatmayı anladılar. Bütün Sefaköy, o saatte
orada olmaları normal olmayan simitçiler, ayakkabı
boyacıları, seyyar satıcılarla doluydu. Hepsi,
gizledikleri gerçek kimliklerinin ve amaçlarının
tedirginliği içinde, olağandan çok daha fazla
onlarla ilgilenmez görünmeye çalışmaktaydılar.
Tamer'le yoldaşı, "anladın değil mi yoldaş"
dercesine birbirlerine baktılar. O kaçamak bakışla
birbirlerine; "evet kuşatmadayız" dediler.
Şehir gerillacılığının ustası olan bu insanların
hepsi, çok küçük yaşta sokakların fethine çıkmışlardı.
Örgütsel ilişkiler ve kent gerillacılığının işlevleri
içinde büyümüşlerdi. Yaşları o günlerde de çok
ileri değildi. Ama kısa mücadele yıllarını, fırtına
hızıyla yaşamışlardı.
Onlar, yaşam yelkenlerinin her anını, her gününü,
mücadele rüzgarıyla doldurmuşlardı. Donanımları,
gençlikleri ile kıyaslanamayacak denli yoğundu.
Sürekli üreten, yaratan, koşturan özellikleriyle,
"taşı kırmakta" gerçekten ustalaşmışlardı.
Deneyim ve iradenin yarattığı ustalardı onlar.
Ve kendi deneyimlerini, kendi iradeleriyle oluşturmuşlardı.
Beklemeden ve bekletmeden yaşamışlardı...
Örgütün onlara görev vermesi gerekmezdi. Genellikle,
olgunlaştırılmış verilerle örgütün karşısına çıkarak,
görev onayı isterlerdi. Kabul ettiremezlerse de,
çok kısa bir süre sonra yeni bir eylem ya da örgütsel
çalışma projesiyle örgütün karşısına çıkarlardı.
Kuşatmayı anlayan Tamer, anladıklarını düşmana
hissettirmeksizin, yanındaki yoldaşıyla kuşatmayı
yarmanın yollarını konuşmaya başladı.
Dönemin bütün polis şefleri, teşkilatlarının ve
tekniklerinin bütün olanaklarıyla uğraştıkları
halde, yıllardır bu gerillalara ulaşamıyorlardı.
Onları her yerde arıyorlardı ama bütün çabalarına
rağmen, özellikle İstanbul'da gerçekleştirilen
yeni eylemliliklerden sonra, ancak görgü tanıklarının
ifadelerinde izlerine rastlayabiliyorlardı.
Demek ki bu insanlar İstanbul'da idiler ve sürekli
yeni eylemler gerçekleştirdikleri için, demek
ki, sokaktaydılar. Belkide, burunlarının dibinde...
Ama onlara ulaşamıyorlardı... Gazeteler hep aynı
başlıklarla çıkıyordu: "MLSPB yine terör
estirdi." Onların resimleri yine gazetelerin
ilk sayfalarını süslüyordu ve sürekli halka çağrılar
yapıyorlardı: "Gördüğünüz yerde ihbar edin."
"Bunlar eli kanlı katillerdir. Halk düşmanlarıdır."
Onların, şehir gerillacılığının mihenk taşları
olan, titizlik ve en sıradan görevler için dahi
yoğun emek harcama tarzını, ilkelerini başarıyla
yaşama geçirmeleri; bütün yoğunluğuna rağmen MLSPB
eylemlerinde ya da sonrasında kayıp verilmemesini,
düşmanın daha sonra da iz sürememesini ve onlara
ulaşamamasını doğuruyordu. Onlar hiçbir zaman
oportünistlerin o zamanlar çok sık dile getirdikleri
ve bir "ideolojik mücadele" argümanı
olarak kullandıkları gibi "sıcak apartman
dairelerinde gizlenmediler, saklanmadılar."
"Bir avuç küçük burjuva olarak" yaşamları
salt eylem yapıp üslerine çekilmek" olmadı.
Bir tek eylemin istihbaratını olgunlaştırmak ve
alt yapısını oluşturmak için dahi, aylarca sokaklarda
dolaşırlardı. Hep sokaklardaydılar ve başarılarının
sırlarından biri de buydu kesinlikle...
Onlar, bütün örgütsel çalışma ve ilişkilerinin,
gerçekleştirdikleri bütün eylemliliklerin yanısıra;
aynı zamanda gecekondu semtlerinde mahalle çalışmalarında,
fabrika örgütlenmelerinde, kadro adaylarının ve
aktif sempatizanların politik-askeri eğitimlerinde,
Anadolu'daki diğer yoldaşlarıyla bağlar sağlamak
için Anadolu yollarındaki maceralarında, geceyi
gündüze katan, gündüzü geceye yeni kazanımların
iradesiyle akıtan sosyalistlerdi.
Tamer için burjuva gazeteleri, "son on yılın
en büyük şehir eşkiyası" diye manşet atıyorlardı.
Onun seyrek sarı saçlarındaki, vaktinden önce
açılmaya başlayan ak alnındaki, kahverengi gözlerindeki
ışığı, yoldaşları çok iyi yakalamıştı. O, yoldaşları
için de önemliydi, ama bir eşkiya olarak değil,
sevimli bir omuzdaş olarak... Baştan ayağa çoşku
ve heyecan dolu bir militan olarak...
6 Haziran, Tamer'in de düşmanla ilk karşılaşması,
ilk hesaplaşması değildi. Onlarca eylemden sonrasında
ya da eylem içinde polisle, jandarmayla çatışarak
çekilme durumlarının dışında da, bir kaç kez düşman
eline düşmüştü. İlk olarak 1975'te bildiri dağıtırken
yakalanmıştı. Henüz öğrenci gençlik içinde çalışma
yaptığı dönemlerdi ve anti- faşist mücadelenin
tepeden tırnağa heyecan dolu militanı Tamer, ilk
kez düşman eline düşüyordu.
Daha sonra, İstanbul'un Soğuksu semtinde yoldaşlarıyla
birlikte çalışma yaptıkları bir evde, çevrede
bulunan ve aralarından birini demokratik platform
çalışmalarından tanıyan faşislerin ihbarı sonucu
1977'de, yoldaşlarıyla birlikte tekrar yakalanır.
Polis eve karakol kurmuştur ve gelenleri tek tek
alır. Henüz somutlaştıramasalar bile, ele geçirdikleri
militanların değerini bilmektedirler. Ve ilk kez
Florya'daki MİT özel işkence merkezine onlar götürülür.
Hepsinin tavrı mükemmeldir. Aynı evde yakalandıkları
halde, birbirlerini tanımadıklarını söylerler,
ve başkaca da hiçbir şey, söylemezler...
Tamer, açık faşizmin en zorlu günlerinde gerçekleştirilen
Cennet Mahallesi ve Eyüp kamulaştırmalarının da
organizatörü ve komutanıdır. Eylemlere, birkaç
kamyonet dolusu militanla gidilir ve ana caddeler,
tümüyle teslim alınır. Ayrı kamyonetlerdeki ayrı
birim militanları, birbirlerini tanımamaktadırlar
ve aynı kamulaştırma baskınını gerçekleştirdikleri
halde, komutanlarının eylem ustalığı sayesinde,
yine kimse birbirini görmeden, güvenlik kuvvetlerinin
yoğun kuşatması ve ateşi altında kayıp vermeden
çekilirler.
Eyüp'te, eylemin bittiği anlarda yoldaşlarını
tek tek sayan Tamer, bir kişinin eksik olduğunu
görür. Yoğun düşman ateşi altına tekrar girerek,
kayıp yoldaşını arar. Militan, örgüte biraz daha
gelir kazandırmak hırsıyla grup komutanının "çekilin"
emrini duymamış, dalmış ve içerdeki kasalardan
birini daha boşalttırmak telaşı içine girmiştir.
Tamer, jandarmanın salvosu altında sözkonusu militanı
da alarak, çekilme noktasına götürür ve onun biriminin
yerleştiği kamyonete bindirir. Artık tüm ekiplerin
geri çekilme vakti gelmiştir. Elde edilen gelir,
çuvallarla taşınmaktadır.
Bir başka eylemde, faşistlerin günlük yayın organı
olan "Hergün Gazetesi" basılacaktır.
Gazete, gerek dönemdeki düşünsel işlevleriyle,
gerekse de faşistlerin ele geçirmiş olduğu ve
tam bir terör estirdikleri bir bölgede çıkarılmakta
oluşu ile, kritik bir gazetedir. MLSPB militaları,
genel anlayışlarına uygun olarak, özellikle bu
tür hedeflere yönelirler. Onların görevi, kolay
olanı, rastgele olanı değil, kritik ve zor olanı
gerçekleştirerek; devrimin, sosyalizmin gücünü
kanıtlamaktır. Gazete, devletin inayetiyle, bulunduğu
tüm bölgenin yanısıra, bizzat çıkarıldığı bina
itibarıyla da, onlarca sivil faşist tarafından,
güçlü silahlarla korunmaktadır.
Eylemin amacı, bu kuşatmayı yararak bölgeye girmek,
bölgenin en iyi korunan noktası olan gazeteyi
taramak, ama bu arada yazarlara vb. zarar vermemektir.
Eylemin ana kadrosu 4 kişidir. Bu dört kişinin
içerisinde, Tamer Arda ve Doğan Özzümrüt bulunmaktadır..
MLSPB militanları, bütün bölgeyi ve koruma yapan
bütün sivil faşistleri esir alırlar. Şimdi, bir
faşist kuşatmanın tam ortasındadırlar. Kuşatmayı
yarmış, dağıtmışlardır. Gazeteyi basar ve tararlar.
Bu eylem, malum basında, "Hergün Gazetesi
onlarca komünist militan tarafından basıldı"
şeklinde yansıtılır. Onlar, gerçekten de kişiliklerinde
belki yüzlerce militanın sosyalist enerjisini
ve iradesini taşıdıkları için, burjuva basının
yazdığı bir anlamda doğrudur...
6 Haziran'dan bir yıl kadar önce, çalışma yapılan
gecekondu semtlerinin birindeki mahalli birimlerin
içinden, kendisine çok benzeyen, yine sarı saçlı,
kahverengi gözlü, hafif çilli bir kız sevdi Tamer.
Sevgisini kıza açıklamadan önce, yoldaşlarıyla
paylaştı bütün içtenliğiyle... Büyük bir coşku
duydu bu sevdadan.
Yoldaşları, kıza açılması ve iletişim kurabilmeleri
için ona büyük bir sevgiyle yardımcı oldular.
Fakat onunla çok az görüşebiliyor, çok az birlikte
olabiliyordu. Çünkü görevleri çok yoğundu ve dönem,
herbiri bir öncekinden daha zorlu gelen günlere
evriliyordu. Bu direniş, dişe diş ve gerçekten
aslında silahlarla değil; tırnaklarla, deyimin
bütün anlamını içinde taşımacasına, tırnaklarla,
dişlerle yürütülüyordu. Kanayarak...
Onların elleri kanamıyor muydu? Elbette kanıyordu...
Açık faşizm bütün azgınlığıyla devrimcilere ve
halka saldırıyordu. Onlar, faşizmin akıttığı her
damla kan için, halka çektirilen zulmün her anı
için büyük bir sorumluluk duyuyorlar ve gencecik
omuzlarında, bu tarihsel sorumluluğu müthiş bir
cesaretle taşıyorlardı. Devrimciler, bu zorlu
kavgada kendileri için bir şey istemezler mi?
İsterler! Kendisi için birşey istemek, insanın
doğasında vardır.
Fakat ne zaman ki devrimci, kendi özlemlerini
ve geleceğini halkının ve ülkesinin geleceği ile
özdeşleştirir; işte o zaman gerçek bir sosyalistin
kimliği belirginleşir. Bu kimlik, evet, kendisi
için de bir şeyler ister, ama o istek artık, ülkesinin
özgür geleceğinde katkı sahibi olmanın mutluluğunu,
coşkusunu istemeye dönüşmüştür.
Devrimciyi sarıp sarmalayan, onun yüreğinde kor
gibi yanan, bu istektir. İradesini oraya akıtır.
Hem de insanoğlunun sahip olabileceği en güçlü
ölçülerde, önünde durulamaz nitelikte bir iradedir
bu...
6 Haziran'dan kısa bir süre önce, Tamer eşinin
hamile olduğunu öğrendi. Bu zorlu maratonun orta
yerinde bir bebeği olacaktı. Çok büyük bir seviç
duydu. Endişelerini, yoldaşlarıyla konuşunca biraz
daha dağıttı. Zorluklar, daha da büyüyecek, minik
bir bebek de bu zorluklara ortak edilecekti. Yine
de minik bebeğini, ülkesinin bütün çocuklarına
duyduğu bağlılıkla bekliyor, ülkesine karşı duyduğu
sorumluluğun, bu sürpriz bebekle zenginleşeceğini,
enginleşeceğini düşünüyordu.
Sefaköy'deki kuşatmanın orta yerinde, hiç kuşku
yok ki o öldürüldükten sonra doğan ve Cangül adı
verilen doğmamış bebeğini de düşündü... Yoldaşıyla
birlikte adımlarını hızlandırdılar. Caminin avlusundan
çıktıktan sonra yoldaşına; "koşmaya başlayalım"
dedi. Üzerlerinde silah yoktu. 12 Eylül'den sonra
sürekli çevirme ve üst araması yapıldığı için,
zorunlu hallerin dışında sokakta silah taşımıyorlardı.
Onların koşmaya başlamasıyla birlikte, dört bir
yandan yaylım ateşi başladı. Kuşatma çok yoğun
ve kademeliydi.
Arayı biraz açan Tamer, yoldaşının vurulduğunu
hissedince geri döndü. Yoldaşı buna itiraz etti.
Karnından vurulmuştu ve eliyle yarasının üstüne
bastırarak koşmaya devam ediyordu. Biraz sonra
yollarını ayırdılar. Yaralı militan, izini kaybettirmeyi
başardı...
Fakat Tamer, Sefaköy Meydanı'nda, yüzlerce merminin
yağmuru altında yere düştü... Gözleri açıktı...
Öylece bakıyordu. "Yarın yoldaşlar, haydi
yoldaşlar, barikatlara yoldaşlar" demeyi,
sürdürüyordu...
6 Haziran operasyonun verildiği gazeterde, onun
Sefaköy Meydanında, öldürüldükten sonra da polis
şefleri tarafından üzerine onlarca mermi sıkılan
yiğit gövdesinin resmi vardı. Ve gazeteler onunla
ilgili son senaryoyu şöyle yazıyordu: (Milliyet
10 Haziran)
"Ve Perde kapanıyor:
Örgütün en tehlikeli üç militanının ölü olarak
ele geçirilmesinden sonra esas hedefe yol alan
özel tim, Sefaköy Meydanı'na gelecek olan Tamer
Arda'yı beklemeye başlamıştır. Saatlerin 07.35'i
gösterdiği anda güvenlik çemberinin içine düşen
Tamer Arda, saçlarını oksijenle sarıya boyayıp
giyinişini tamamen değiştirdiği için, ilk anda
tanınamamıştır. Ancak tecrübeli güvenlik sorumlularından
üç görevli Tamer Arda'yı tanımış ve bunlardan
biri havaya ateş ederken diğeri, orada bulunan
yurttaşlara megafonla çağrıda bulunarak, meydanda
bulunan herkesin yere yatıp en yakın yere sığınmasını
istemiştir.
Aynı anda Tamer Arda'ya çevresinin sarıldığı,
teslim olması gerektiği duyurulmuştur. Ancak,
Tamer Arda, otobüs durağında servis aracı bekleyenleri
kendisine siper ederek ara sokağa kaçmak istemiş,
bu arada belinde gizlediği tam otomatik tabancasıyla
havaya ateş etmiştir. Girdiği her sokakta polislerle
karşılaşan Arda, çareyi tekrar meydana kaçıp kalabalığa
karışmakta bulmuş, ancak işçi kılığındaki sivil
polisi yurttaşlardan biri sanıp rehin almak isterken
açılan ateş sonucu ölmüştür.
Sefaköy meydanında filmlerdeki gibi bir çatışmaya
tanık olan yüzlerce yurttaş, ölenin Tamer Arda
olduğunu duyunca şaşırmışlar ve pek çoğu Arda'yı
bu bölgede pek çok kere gördüklerini söylemişlerdir."
Sonra Kadir ipe çıkarıldı.
Sonra Ahmet ipi göğüsledi.
Her ikisi de, aynı eylemde yakaladıkları ve ölüm
anındaki muhteşem zafer işaretiyle Türkiye devrim
tarihine geçen Hakkı Kolgu yoldaşlarını selamlayarak,
Cevahir'in yurduna uçtular.
Onların kuşatıldığı, onların darağaçlarına çıkarıldığı
tarihlerde belki de ilkokula giden Gürkan Özdemir,
yıllar sonra onların anısına bir eylem gerçekleştirmek
isterken, yeniden kuşatmaya uğradı. Gürkan'ın
önünde iki seçenek vardı: Ya, elindeki geciken
bombanın patlaması sonucu bulunduğu çevreye gelen
halktan insanların da ölmesine neden olacak; ya
da kendisi, genç ve soylu bedenini, yüreğini,
bu kavgaya verecekti.
O, hiç tereddüt etmeden, kendi yüreğini ve gençliğini
halkının kurtuluş ve özgürlük mücadelesi için
feda etmeyi tercih etti. Elindeki bombanın geciken
zaman ayarını, kendi gövdesinde patlatalarak,
halktan insanların ölmemesini sağladı...
Ve, Cevahir'le, Doğan'la, Ercan'la, Tamer'le,
Atilla'yla buluşmayı tercih etti...
Yoldaşlar, sizi daha fazla bekletmeyeceğiz.
Buluşacağız yine.
Sevgiyle..
|