Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Mafya
Cumhuriyeti
Yavuz İPEK
|
Türkçe'de, özellikle konuşma dilinde kullandığımız
bir tarz vardır. Sözcüklerin başındaki harfi kaldırır
ve onun yerine bir "M" koyarız. Devlet
mevlet, asker masker, kurşun murşun... deriz. Sözcükleri
bu şekilde yuvarlayışımızın nedeni, birçok davranışımızda
olduğu gibi tam olarak net değildir. Bu söylemimizde,
biraz "o ve onun gibi", biraz hafife alma,
biraz geçiştirme vardır. Bu "m"li ikinci
sözcüklere, kuşkusuz sohbet ortamının özgün yanlarından
beslenen farklı anlamlar da katılır. "M"li
ikinci sözcüklerimiz, Türkçenin zayıflığına ve kısırlığına
karşı, halkımızın ürettiği çözümlerden biridir belki
de...
Ve şimdilerde devleti tanımlamak için deniliyor
ki TC-MC...
MC, bu iki harfin yanyana gelmesinin hemen çağrıştırdığı
gibi, 1980 öncesinin Milliyetçi Cephe Hükümetleri'nin
kısaltılmışı değil... Açılımı; halkın TC'yi tanımlamakta
güçlük çekmesinin sonucu olarak ürettiği, "bir
şeyler işte" demek istediği bir sözcüktür.
Ve aslında MC demektir ki şimdi; Mafya Cumhuriyeti,
Muz Cumhuriyeti!.. Anlam, muza yabancı olan halkımızın
devlete yabancılığı yönüyle de bir başka ironi taşımaktadır...
Sıradan bir söylem tarzından bu kadar çok anlam
çıkarılır mı, ona bu kadar çok yük yükleyip tanımlamalarda
bulunmak, bir zorlama değil midir? Olabilir, ama
TC-MC'nin zorlamaları yanında, bizim şu iki paragrafta
yaptığımız nedir ki!..
TC, bugün bir Mafya Cumhuriyeti'dir. Mafya, yani
egemenler ve egemenlik piramidindeki yeniden ve
yeniden paylaşımlarda döğüşenler ve bu dalaşa yeni
katılanlar için özgürlüktür. Mafya, güç demektir
ve gücün temeli paradır, para ise onlardadır. Mafya
Cumhuriyeti'nin halk için ifade ettiği anlam ise;
zulüm ve ekonomik-siyasal-kültürel açılardan tam
bir keşmekeşlik, tam bir yoksunluk-yoksulluk, tam
bir çaresizlik, tam bir kuşatılmışlık, bir miligram
peynirin bile konulmadığı bir fare kapanıdır.
Soygunun ve sömürünün sokağa inmesidir.
Halkın, soyulacak hiçbir şeyi kalmadığı halde her
adımında, her soluk alışında biraz daha boğazının
sıkılmasıdır. Bu temelde yükselen "yeni değerler
cumhuriyetinde", payına sadece acı düşmesidir.
Zannedilmesin ki Cumhuriyetimizde; 'yukarılarda'
yaşanan sorunlar, arşı alaya varan pis kokular,
mafyalar ile diğer kesimlerin çatışmasından kaynaklanmaktadır.
Yaşanan çelişkiler ve bunların yansımaları, mafyalar
arası etkinlik ve pazar çatışmasından, mafya güçlerinin
bölünüp parçalanmasından, palazlanan mafya üyelerinden
bazılarının bağımsızlıklarını ilan ederek bundan
gayrı kendileri için çalışma isteğinden ve daha
bir dizi mafyalaşma süreci sorunlarından ibarettir.
Mafya Cumhuriyeti'nde, ruhsatlı silah sayısı, 1998
Temmuz ayı rakamlarına göre, 610.000 olarak açıklanmaktadır.
Ruhsatsız silah sayısının ise, "bir türlü tesbit
edilemediği", yine aynı "devlet"
açıklamalarında yer almaktadır. Bu rakamlara, ordunun
elindeki silahlar ve kuşkusuz polisin elindeki silahlar
dahil değildir. Onların ellerindekiler "en
ruhsatlı" silahlardır ve onlarla cinayet işlemek,
katliam yapmak, zaten kafadan "şerefliliktir."
Bu rakamlar, "sade vatandaşın" elindeki
ölüm aletlerinin sadece su yüzündeki bir bölümünü
ifade etmektedir. Ve gerçekten "kritik, önemli
işler" için kullanılan silahlar, işlenen binlerce
cinayetin örneklerinde yaşadığımız gibi, genellikle
bu tür silahlar değil, illegal silahlardır ve ne
hikmetse bu tür silahlar da, kullanımdan sonra buharlaşmaktadır.
Yıllar sonra, batık kent efsaneleri değil, batık
silah deposu efsaneleri dinleyeceğimiz, bugünden
görülmektedir...
Dikkat ediniz, bunların, "teröristlerin ellerindeki"
silahlarla hiçbir alakası yoktur... 1996'da, sadece
sözkonusu silahlarla, 1032 öldürme, 3871 yaralama
olayı, 1997'de ise, 801 öldürme, 2618 yaralama olayı
gerçekleştirilmiş. Bunlara, "trafikten ölen"
aslında yine bu düzen tarafından öldürülmüş on bin
insanı, "doğal afetlerden ölen" yine aslında
bu düzen tarafından öldürülmüş bir o kadar daha
insanı ekleyiniz. Bu ölüm bilançolarına, Kürdistan
savaşının askerleri dahil değildir. Orada öldürülen
gerillalar kuşkusuz hiç dahil değildir, çünkü zaten
onlar ölü değil, "ölü ele geçirilenler"dir.
Bunlara, beyaz zehirden ve toplumsal sorunların
yükünü daha fazla kaldıramayıp intiharı seçenler
de dahil değildir. Bir de bütün bunları dahil ettiğinizi
düşününüz, ve Ankara'nın ünlü tepeciğinde oturanların
cinayet rekorlarını hesaplayınız...
Ankara'yı bilir misiniz?
Orada, Kızılay'dan müstesna bir bulvarla yukarılara
tırmanan caddeyi ve orada çöreklenmiş şürekayı tanır
mısınız? Onlar, ellerine silah değil, bir meyve
bıçağı bile almadan, günde yüzlerce cinayet işlerler.
Sonra da medyaya en acıklı pozlarla çıkıp ölümlerden
duydukları "esefi", timsah gözyaşlarıyla
"beyan ederler." İşte bu ülkenin adı,
Mafya Cumhuriyetidir.
Orada ölüm ve cinayet, "kaderdir, yazgıdır."
Orada zenginlikler, "Allah tarafından bahşedilir."
Ve yine orada fakirlikler, orada zulüm ve işkence,
orada acının bin bir türlüsü, "makus talihtir"...
Binlerce yıl halkların kafasına bu kazındığı için;
onların durumlarına isyan etmesi, onların yaşadıkları
haksızlıklara ve bütün hücrelerine kadar soyulmalarına
yeter demesi; baskı ve terörün yanısıra; gelenekle,
dinle, kültürle setlenmiştir.
Bu kan setlerini yıkacağız! Onların yerine, halkların
onurunun, halkların ve emeğin haklarının çalınmasına
ve onlara saldırılmasına karşı duracak barikatlar,
güneş ışığından barikatlar öreceğiz!
Gün, artık bugündür! Gün, yarın değildir!
Kimsenin artık bir başka şeyi beklemeye hakkı yoktur.İnsanım
diyen, hayır diyen herkes, olanağı ve gücü neyse,
eli nereye ve kime eriyorsa, barikatlarını kurmak
ve yükseltmek, direnmek, direnmek, direnmek zorundadır...
Mafya Cumhuriyeti'nde, depremler ve sel felaketleri
de doğal olarak yine halkı vuruyor. Onlar, bir kez
daha ölümün, yakınlarını yitirmenin, evsizliğin
ve açlığın gırtlaklarına daha fazla yapıştığını,
boğazlarındaki kanlı elin çok daha fazla sıkıldığını
görüyorlar. Yüce Devlet tarafından onlara bunun;
"allahtan gelen bir felaket" olduğu anlatılmaya
çalışılıyor. "Merak etmeyin, her ne kadar allah
böyle reva görmüşse de, devlet yaralarınızı saracaktır"
deniliyor. Ama onların acıları, her geçen gün daha
da büyüyor. "Ölümden beterini" yaşamaya
devam ediyorlar.
Mafya Cumhuriyeti'nde, selde-depremde kaybolanların
yanısıra, "doğal ve mutad" kaybedilmeler
sürüyor. En son İzmir'de dört kişinin kaybolması,
belirli bir kesim dışındaki kaç kişinin dikkatini
çekti? Aralarında bir genç kızın, bir yaşlı insanın
bulunduğu 4 kişiden de tüm diğer kayıplar gibi aylardır
"haber yok..."
Cumartesi anneleri, Galatasaray'da her hafta oturmaya
devam ediyor. Temmuz ayı içindeki 163. Buluşmalarında,
İzmir'de 31 Mart günü kaybedilen 4 insanın akıbetini
sordular. "Neslihan Uslu, Hasan Aydoğan, Metin
Andaç, Mehmet Mandal nerede?" dediler. Yanıt,
Mafya Cumhuriyeti sessizliği idi...
Baklava yeme isteğiyle gelen bir başka akıbet! Ülkemiz
gençliğini "bekleyen geleceğin" ve beklemeyen,
halen yaşanan şimdi'nin, önemli bir kesiti! Gaziantep'li
dört çocuk, ünlü baklavacı Güllüoğulları'nın dükkanlarından
birinden baklava çaldıkları gerekçesiyle 6-9 yıl
arasında çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.
Üçünün yaşı henüz 18 değildi. Bundan sonra, çocukluklarını
sübyan koğuşlarında tamamlayacaklar ve gençlikleri,
cezaevlerinin demir kapılarının ardına sürgülenecek...
Öte yandan, yine Mafya Kanunları'na göre; uyuşturucu
ticaretinden trilyonları birkaç ay içinde vurarak
ülkenin "saygın işadamları" arasındaki
yerlerini alabilenler; daha önceki süreçlerde birikimini
yaratarak saygın işadamlığı rütbesi yüksek eski
uyuşturucu kaçakçılarıyla, ya da devletin bu piyasada
aktif rol oynayan resmi elemanlarıyla aralarında
bir problem çıktığında, kafasından kurşunlanarak
bir köşeye atılmaktadır.
Birleşmiş Milletler'in geçen yıl ki "Dünya
Uyuşturucu Raporu"nda, Türkiye'nin 'uyuşturucu
merkezi' olduğu ifade edilmektedir. Uyuşturucu güzergahı,
çoğunluğu müslüman olan, doğunun en yoksul ülkelerinin
üzerinden geçmektedir. Elbette bu ülkelerde de birileri
bu işten paylarına düşeni almaktadırlar. Ama onların
güzergahı, elde ettikleri birikimi bohçalarına koyarak
Avrupa'ya-Amerika'ya doğru uzanmaktadır.
Dünya afyon üretiminin % 90'ı, "Altın Hilal"
olarak tanımlanan Afganistan, Pakistan, İran ile,
"Altın Üçgen" olarak tanımlanan Laos,
Burma, Tayland'da gerçekleştirilmektedir. Uyuşturucu
mafyasının 1989 karı 300 milyar dolar iken 1997'de
bu kar, bir trilyon dolara yükselmiştir. Avrupa
gençliğinin % 90'ı, uyuşturucu ve alkol bağımlısıdır.
Ve vücuda giren bir gram eroin beyindeki bir milyon
hücreyi öldürmektedir. Sonuç olarak; onlar gençliği,
onlar geleceği öldürmektedir...
Bugün Türkiye'deki her taşın altından, her zenginliğin
ve gücün ardından, uyuşturucu çıkmaktadır. Gazetelerin
3. sayfalarında "Bir İşadamı Öldürüldü"
diye çıkan küçük ve "masum" bir haberin
altında bile, bir biçimde uyuşturucu ticaretinin
çelişki ve çatışmaları yatmaktadır.
Örneğin, Haziran 1998 gazetelerinin bir küçük "asayiş"
haberinin ardındaki gerçeğe 'birazcık' bakalım:
"İşadamı Cemal Sarıtaş ve bir hafta sonra da
alüminyum fabrikatörü kardeşi Kemal Sarıtaş öldürüldü.
Yetkililer, olaya bir alacak verecek sorununun neden
olduğunu sanıyorlar." Bu küçük haberin perde
arkasında ise; yine "büyük işler, derin ilişkiler"
var. Cemal Sarıtaş, ölümünden biraz önce, ağır yaralı
iken nedense! devlet tarafından dikkate alınmayan,
"işleme konulmayan" bir ifade vermiş:
"Beni vurduran Hüseyin Uzun, Ayvaz Korkmaz
ve Etiler Polis Okulu kadrosunda görevli Yener Kur'dur.
Uyuşturucu ticareti ve Çatalca'daki 600 villalık
arsa yüzünden anlaşmazlığa düştük" demiş.
Ölen şahsın sözettiği şebeke de, Mafya Cumhuriyeti'nin
malum çetelerinden herhangi biridir. İçlerinde;
'Kilisli Berber Yaşar' namıyla Yaşar Aktürk, Jitem'den
Mehmet Tahir Körpeoğlu, Emniyet Müdürü Yener Kur,
İstanbul Birinci Sınıf Emniyet Müdürü Coşkun Alagöz,
Karabük Trafik Şube Müdürü Abdurrahman Uyaran, Küçükçekmece
Savcısı Mehmet Birgören vardır. Bu çetenin yönteminde
uyuşturucu, devletin Adli Tıbbı'nın cenaze arabalarının
tabutları içinde taşınmaktadır. Yaratıcı bir metod!...
Çetelerin elleri, Adli Tıp tabutluklarından mahkeme
dosyalarına kadar bütün ayrıntılarda dolaşabiliyor.
Bir süre önce Bolu'da katledilen üniversite öğrencisi
Kenan Mak'ın faillerinin dosyasından, en kritik
belgeler, bir anda yok olup buharlaşabiliyor. Bu
saldırıya, isimleri tesbit edilen 16 sivil faşist
katılmıştı. Ama şimdi dosya, "yargının bağımsızlığının"
buharcılığından dolayı, çözümsüzlük raflarına kaldırılma
aşamasında...
MC'nin doğal yargı süreçlerinden biri daha!.. Haber
mahiyeti yok aslında!.. Habercilik dünyasında, köpekler
insanları ısırınca bu bir haber değildir; günün
birinde, insanlar köpekleri ısırınca, bu bir haber
olur... Ve henüz Mafya Cumhuriyeti'nde, insanlar
köpekleri ısırmamaktadırlar...
Çete elemanları arasında polislerin ezici çokluğu
hemen dikkat çekiyor. Ordu ve yargı ayağı da kurulmuş
durumda. Yine de sonuç olarak, objektif davranmak
ve bu üç meslek grubu içinden polislerin hakkını
yememek gerekiyor. Bilindiği gibi, ülkede "suç
işleyen meslek grupları" sıralamasında, polisler
yıllardır birinciliği kimseye kaptırmıyorlar...
Mafya Cumhuriyeti'nin bu şampiyonasında Ordu elemanları,
sırıkla yüksek atlama ve engelsiz maraton dallarında
yarıştığı için, şimdilik 'seçilemiyorlar'. Mafya
Cumhuriyeti'nin yazısız anayasasına göre uyuşturucu
ticareti, her türlü mafyacılık, çetecilik, cinayet
suç olmadığı ve genellikle saygın işadamlarının
ya da şerefli devlet memurlarının işlevleri arasında
olduğu için belki birazcık suçtan sayılabilecek
ve bir başka başlıkta toparlanan "aktivitelerden"
söz edelim.
Sıradan bir cumhuriyetin yasaları bu tür aktiviteleri
"tecavüz, sapıklık", başlığı altında topluyor.
Örnek kimliğimiz, bir ordu mensubu: Silvan İlçe
Tabur Komutanı, Ahmet Ali Kabataş. Emrindeki beş
ere sarkıntılık ettiği herkesin gözünde kesinlik
kazandığı ya da önlenemeyen sebeplerle deşifre olduğu
için, 2 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu
komutan, bir binbaşı idi... Duyurulmayan, deşifre
olmaması sağlanabilen, hata yapılmadan gerçekleştirilen,
"kamuoyuna", yani biz sessiz çoğunluk,
biz gariban seyirci halka yansıması, bin bir Bizans-Osmanlı
oyunuyla engellenen diğer suçluların rütbeleri nelerdir?..
Albay mı? General mi? Cunta şefi mi?..
Şeriat... O Kadar İçimizde ki...
Öte yandan, "şeriatı önleme" misyonuyla
göreve getirilen ve Asker-Hükümet Bunalımı, ortaklar
arası bunalımlar, CHP'nin hangi akla hizmetten olduğu
anlaşılamayan erken seçim istemi nedeniyle yaşanan
Hükümet-Muhalefet bunalımı gibi sıcak bir atmosferde
hükümette kalmaya devam eden Yılmaz-Ecevit Koalisyonu
döneminde, şeriat yanlısı 300 kaymakamın görev yaptığı
bildiriliyor.
Ordu, hükümetin şeriat ile gerektiği gibi mücadele
etmediğini dile getiriyor. Bunun üzerine, "şerefsiz
onbaşı" değil, "şerefli general"
olduğunu kanıtlamaya çalışan Mesut Yılmaz, orduyla
bir kez daha "sert polemiğe" giriyor.
Bir hafta ortalık çalkalandıktan ve malum kesimler
için heyecan yaratacak yeni bir argüman bulmanın
keyfi yeterince yaşandıktan sonra, "hükümet
ile ordu arasında bir problem olmadığı, durumun
normalleştiği, merak edilmemesi gerektiği"
açıklanıyor.
Şeriat yanlısı kaymakamlar göreve devam ediyor ve
onların sayısı, ülkede görev yapmakta olan kaymakamların
% 40'ını oluşturuyor. Bu baylar, aynı zamanda Kur'an
kurslarında hocalık yapıyorlar, haremlik selamlık
yöntemini uyguluyorlar, kadın eli sıkmıyorlar, vakıf
ve derneklerde gizli toplantılar yapıyorlar ya da
düzenlenmiş bu tür toplantılara katılıyorlar.
Süleymancı bir yargıç terfi ettirilerek, Konya Ticaret
Mahkemesi Başkanlığı'ndan, Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na
atanıyor. Ali Fidancı isimli bu şahıs, Süleymancılar
olarak bilinen tarikatın yönetici kadroları arasında
yer alıyor...
12 Eylül, dini kullanarak kendisine çeşitli alanlar
açmak istemişti ve bu alışverişten İslamcı kesim
çok büyük bir "karla" çıkarak, bu dönemde
TC-MC sürecinde elde ettikleri bütün kazanımları
birkaç kez katlayacak atılımlar yapmışlardı. İslamcılar
devletle ilişkilerinde devletin onları kullandığından
çok daha fazla, kıyaslanamayacak kadar fazla bir
şekilde devletin olanaklarını kullanarak kendi yollarında
güçlenmeyi, örgütlülüklerini her açıdan geliştirmeyi
başarmışlardır.
Artık devletin dışında değil, devletin içindeki
en önemli güçlerden biridirler. Ve artık onlarla
diğer kesimlerin ilişki ve çelişkisi, devletin farklı
kanatları arasındaki ilişki ve çelişkilere dönüşmüştür.
Öteden beri var olan tarikatların ülke siyasetindeki
etkileri; somut, legal ve bu düzen sınırları içinde
karşısında durulamayacak boyutlar kazanmıştır.
Ordunun dincilerle mücadele söylemi, yanıltıcı bir
dönem taktiğidir. İslamcı ya da tarikatçı subayların
zaman zaman ordudan atılmaları, ordunun bu güçlerle
ilişkisi olmadığı anlamına gelmez. Ya da ordu içinde
bu yönde gerçek bir temizlik olduğu anlamına gelmez.
Yaş haddinden emekli olan yüksek rütbeli subayların,
daha apoletli elbisesini çıkarmasının ikinci gününde
Refah Partisi'nin kapısına dayanmasının ve törenlerle
parti rozetini takmasının örnekleri, bir hayli çoktur.
Öte yandan, temmuz ayı içinde Kocaeli'ndeki Hizbullah
Operasyonu'nda yakalananlar arasında üç emekli astsubayın
olması, ordu mensuplarının legal ve illegal patformlarla
şeriatçılarla ne denli içli dışlı olduğunun, sadece
sıradan bir örneğidir.
Eski ve iyi bir şeriat kadrosu olan Recep Gültekin,
Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Daire Başkanlığı'na
getirilmiştir. Bu çok kritik ve önemli görev, polis
teşkilatının şeriatçılarla doldurulması anlamına
gelmezse, başka ne anlama gelir?
1987 yılında Kürdistan'da PKK'ye karşı Hizbullah,
resmen devlet tarafından örgütlendirilmiştir. Militanlar,
devletin önemli kadroları tarafından eğitilmiş,
teçhizatlandırılmış, yönlendirilmiştir. Temmuz'un
başında, bu teşkilatlanmanın ilk icraatlarından
biri olarak katledilen Vedat Aydın'ı bir kez daha
andık. 7 yıl önce, 5 Temmuz 1991'de öldürülen HEP
Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın cenaze töreninde
ise, aynı güçler tarafından halka ateş açılmış ve
10 Kürt daha katledilmişti. Doğal olarak bu cinayetlerin
"failleri hala meçhuldur". Ayrıca Kürtler'in
katledilmesinin sözü mü olur!.. Bir asker, "uyarı
amacıyla havaya ateş açar" ve on-onbeş Kürt
ölüverir. Bunlar, vakayı-adi'dendir...
Şeriat Yuvaları Çığ Gibi Çoğalıyor
Faili meçhul olmayan cinayetler ise, legal bir biçimde,
toplumsal suç olarak işlenmeye devam etmektedir.
Şu an 200.000 küçük çocuğumuz, tarikat yurtlarında
"eğitilmektedir." Bunların tamamına yakını,
yoksul aile çocukları, yani ezilenlerin emekçilerin
çocuklarıdır.
Halk, yaşam koşullarının çok zor olmasından dolayı,
bu yurtlarda eğitilen çocukların akıbetini bildikleri
halde ve o geleceği onaylamadıkları halde; 'karnı
doysun, sıcak yer görsün, bakılsın, barınsın, bu
arada okusun' diye yani yoksulluğun çaresizliğinden,
çocuklarını bu yurtlara vermektedirler. Bazen de
bu yurtlar için çocuk toplayan örgütçülerin yoğun
ısrarı karşısında, 'bir deneyelim' demektedirler.
Vakıflardan, bu irtica yuvalarına muhteşem gelirler
akıtılmaktadır. Mafya Cumhuriyeti'ndeki yaklaşık
10.000 vakıftan 4500'ü, yani yarıya yakını, şeriatçılara
çalışmaktadır. Vakıflar içinde en etkin olan tarikatların
başında, Nurcular ve Süleymancılar gelmektedir.
Bu şeriat gruplarını, Nakşibendiler, Kadiriler ve
Hizbullah takip ekmektedir. Etkinlik sıralamasına
göre daha sonra da Işıkçılar ve Aczmendiler gelmektedir.
Kadiriler, Karadeniz ve Güneydoğu'da yoğunlaşmaktadırlar.
Süleymancılar Akdeniz, Ege ve İç Anadolu bölgelerinde,
Nakşibendiler Kürdistan genelinde ve özellikle İstanbul'da
etkin çalışmaktadırlar.
Şeriatçılara akan kaynaklar, kuşkusuz Vakıf gelirlerinden
ibaret değildir. Bu yönde çeşitli rantlar oluşturdukları,
özellikle sahip oldukları belediyeler yoluyla ülkeyi
bir kez de onların parsellediği bilinmektedir.
Direkt sağladıkları olanakların yanısıra, diğer
iktidar sahiplerinin onlara sağladığı olanaklar
da oldukça önemli... Bu örneklerde biri daha, geçtiğimiz
günlerde deşifre edildi: "Zaman" isimli
şeriatçı gazetenin sahibi olan Alaattin Kaya, Fethullah
Hocacı'lar adına, devlet olanakları içinde yeni
bir yolsuzluk örgütlemiştir. Ankara'da büyük bir
iş merkezi için gazeteye matbaa yapmak projesi ile,
devletten kredi alınmıştır. Sözkonusu iş merkezine,
yine devlet kredileri ile, Mazda Center ve Benzin
istasyonunun yanısıra, çeşitli ek ticari üniteler
inşaa edilmiştir.
Ve hükümette ANAP-DSP Koalisyonu vardır ve Ordu,
"irtica ile mücadele en önemli sorunumuzdur"
demeye devam etmektedir...
Bugün 'laikliğin teminatı' kartını oynayan ordunun,
özellikle 12 Eylül sürecinde dinci akımların gelişip
güçlenmesini bizzat örgütlediğinin sık sık altını
çiziyoruz. 12 Eylül'ün Sıkıyönetim komutanlarından
Nevzat Bölügiray'ın bu konuda 1997'de verdiği bir
demeci anımsamakta yarar var: "12 Eylül yönetiminin
dinci örgütlere ve dine eğilim göstermesi, bu yönde
ödünler vermesi, tarikatçı takıma bu memleketi teslim
etmesi, bugünün irticasını başlatmıştır."
"DGM'ler Bağımsız Değildir"
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Devlet Güvenlik
Mahkemeleri'nin bağımsız olmadığına ilişkin bir
karar aldı.
Neyse ki bizimkilerin bizlere yaptığı gibi, "yargıya
dil uzatma suçu"ndan AİHM'n de tutuklama olanakları
bulunmuyor. Onların gücü, bize yetiyor... AİHM'nin
sözkonusu kararından sonra Adalet Bakanı Sungurlu;
"DGM'lerin yapısını yeniden düzenlememiz gerekiyor.
Ancak değişikliğe direnen kurumlar var" tarzında
ilginç bir açıklama yapmakla yetindi. Mafya Cumhuriyeti'nin
en üstlerinde gezinenlerin de "bu devletin
işleyişinden" yakınmaları, kendi yapamadıklarının
nedeni olarak "diğer kurumların direnmelerini
ya da kendilerini engellemelerini" göstermeleri,
çok sık yaşanır oldu. Akın Birdal Suikastı'nın ardından
Başbakan Mesut Yılmaz; "Diğer kamu kuruluşları
yardımcı olursa Yeşil yakalanabilir" demişti.
Başbakan Türkçe konuşuyor. Diyor ki biz Yeşil'i
yakalamak istiyoruz ama bazı kamu kuruluşları var
ki onlar istemiyorlar. Onlar istemediği için de,
"yakalamıyor".
AİHM'nin DGM'lere itiraz noktalarından biri, heyetlerindeki
askeri üyelerin varlığı... Bu durumda bizimkiler
ne yapacaklar? Yargılamaların yenilenmesi ve cezai
sonuçların değişmesi durumunda, devletin sanıklara
tazminat ödemesi gerekiyor. Ülkemizde o denli çok
sayıda bu yönde somut haksızlıklar yapılmıştır ki
bu insanların hepsine tazminat ödenmesi, devleti
iflas ettirir.
Mafya Cumhuriyeti'nin bu konuda en büyük güvencesi,
esir aldıkları ve uzun hapis cezalarına çarptırdıkları
insanların ezici bir çoğunluğunun, AİHM'ne gitme
olanaklarından yoksun oluşlarıdır.
Sonuç olarak, öyle bir durum ortaya çıkıyor ki;
devletin "binbir emekle" tutuklayıp cezaevlerinde
"beslediği" bir insan için AİHM, bu durum
yanlış olmuş, bu insanın dışarıya bırakılması gerekir
diyebilecek. Ya da on yıl, onbeş yıl tutsak kaldıktan
sonra bu mahkemeye ulaşabilen insanlar, devletten
tazminat alabilecekler. Nitekim, bunun örnekleri
yaşandı. Ve devlet, bu duruma karşı direnebilmenin
yollarını araştırıyor...
Sel ve Deprem, Ölüm ve Şov
Devlet, halkın her türlü acısından ve felaketinden,
bir şov olanağı yaratmayı hedefliyor ve bunu büyük
ölçüde de başarıyor. Adana-Ceyhan'ı ve köylerini
6.3 şiddetinde sarsarak başlayan deprem, yoksul
halkın ölümlerle gelen yeni dramlarla boğuşmasını
doğurdu.
Adana ve Ceyhan'daki yıkım, 'Allah tarafından' gerçekleştirilmedi.
Orada, düzenin çürük tabanı sallandı bir kez daha
ve yine acı, yoksulların üzerine ağır enkazlar halinde
çöktü.
Ölenler değil, öldürülenler hali vakti yerinde insanlar
değildi doğal olarak... Doğal afetler, yine "doğal
olarak" yoksul insanı vurmuştu. Ölenlerin sayısı
138 olarak açıklandı. Bu isimlerin içinde yine "doğal
olarak" Çukurova'nın bilinen zenginliğini elinde
bulunduran ailelerden bir tanesinin tek ferdi yoktu...
Onlar, kendileri için her açıdan güvenlikli evler
yaptırmayı ve buralarda huzur içinde yaşamayı 'biliyorlardı'.
Ama en ucuzcu müteahhide en ucuzundan bir ev yaptırmayı,
ya da böyle yaptırıldığı için kirası çok daha ucuz
olan bir kondu apartmana başını sokmayı başarmış
insanların başları, o evlerin yıkıntılarının altında
kaldı!..
Kısa bir süre önce Batı Karadeniz'de yoksulları
yutan, yoksul çocuklarını alıp götüren, yine derme
çatma evleri sürükleyen sel felaketinde yaşananlar
Adana-Ceyhan'da bir kez daha yaşandı. Devlet erkanı,
sarsıntıların durulmasından sonra arz-ı endam ederek
"halkın acısını paylaştı". Onlara sözler
verdi ve Çankaya'nın güvenliğine çekildi.
Girilen seçim süreci için yeni şovlar yapma olanağını,
Allah yine bu hükümete nasip eylemişti.
138 canın acısı, kaç yürekte kaçla çarpılacak? Genel
dramın yanısıra, anasız kalan çocuklarda, bebeğini
yitiren analarda ve sokakta sürdürülmeye çalışılacak
yaşamlarda acılar ne kadar büyüyerek yaşanacak?..
Deprem sonrası çekilen fotoğraflar son derece çarpıcıydı...
Önde, üç katlı bir bina yerle bir olmuşken, hemen
onun arkasında yükselen altı katlı binada, bir çatlak
dahi görülmüyor. Deprem kuşağında yer alan Türkiye'de
depremlere yönelik alınan önlemler bu kadar olabiliyor.
Söze ne gerek var. Orada, yüz elli bine yakın insanımız
daha var; devletin mafya düzeninden-düzensizliğinden-devletsizliğin
dolayı, hepsine "kaderiydi öldü" mü diyeceğiz?
"Öldü." Bunlar, son kaybettiğimiz yüzlerce
insanımız değil; biz "hey, dur" demezsek,
ardarda ölen ve ölecek olan yüzlerin- binlerin sadece
küçük bir bölümü... Bu ülkenin insanlarının atılacağı
kurtuluş mücadesinde kaybedebileceği bir canı bile
yok! Deprem, sel, trafik, arazi mafyası, simit mafyası,
uyuşturucu tuzakları, hava ve çevre kirliliği, hastalık,
serseri kurşun ve Kürdistan'da asker olmak... Ölüm
için şeçenek çok. Ama yaşam için tek seçenek var:
Devrimci Kurtuluş Savaşı!...
Öyle ise...
MC Ekonomisi'nde Satışa Devam...
1995 yılında Gümrük Birliği'ne alındığımız süreçte
Mafya Cumhuriyeti, anlaşmanın imzalandığı 6 Mart
1995 tarihini, neredeyse yeni bir Ulusal Bayram
ilan edecekti.
Aradan geçen süreç, o zaman da "Türkiye'nin
gelişmesini, Avrupa'ya açılmasını istemeyen, devletin
atılımlarını çekemeyen solcuların" dediği gibi,
Ortak Pazar'ın, "onların ortak- bizim pazar"
olduğumuz bir süreç olduğunu, gümrük duvarlarının
indirilmesinin, sadece Avrupalı emperyalistlerin
TC-MC pazarını daha rahat kullanması anlamına geldiğini
gösterdi.
Ve şimdi Türkiye'nin Avrupa'ya ihraç edebildiği
gıdaya dayalı aslında getirisi fazla olmayan birkaç
kalem mala da yasaklama getiriliyor. Yasaklar, su
ürünleri ile başladı ve fındık, domates salçası,
karpuzla devam ediyor. Çünkü bizimkiler, Türk mantalitesinin
değişmez kurallarına göre davrandılar ve Avrupa'ya
götürülen gıda maddelerinin sağlık koşullarına uygun
olup olmamasını denetlemediler. Rüşvet çarkları
artık resmi bir mekanizma halini almıştı, bu konuda
da hızla döndüler. İhraç edilecek gıdaların sağlığa
uygun olup olmadığını denetleyen görevlilerin cebine
üç beş kuruş sokuldu, "gerekli kontroller yapılmıştır"
etiketi yapıştırılan gıdalar yola çıkarıldı. Fakat
Avrupa bu konuda duyarlı idi ve orada yeniden yapılan
kontroller, malların sağlığa uygun olmadığını ortaya
çıkardı. Durum, istisna olmaktan çıkıp bir genellik
halini aldığı noktada da yasağı koydular. Ertesi
gün Türk medyası, yine "gavurlar" edebiyatına
başladı kuşkusuz. "Müslüman olduğumuz için
bizi aralarına bir türlü kabul etmiyorlar, bir domates
salçasını bile -üstelik çok ucuza- oralarda satabilmemizi
engelliyorlar... Yasakları tekstil ürünlerinin izleyeceği
kesindir. AB bu arada, Türkiye'ye yapılan gümrüksüz
ihracatından, 10 milyar dolarlık bir kar sağlamıştır
bile...
Öte yandan MC Devleti'nin, "ekonominin kurtarılması
için mucizevi buluş" olarak lanse ettiği özelleştirmeler,
zifiri karanlıkta bütün hızıyla sürüyor. Mafyacılar
karanlığı sever, karanlık seferlerini, zifiri karanlıkta
gerçekleştirirler...
Özelleştirme, ülkenin bütün kaynaklarını ve olanaklarını,
herşeyi olduğu gibi ele geçirmeyi, ülkenin bütün
canalıcı noktalarına sorunsuz-problemsiz, dolaysız
sahip olmayı isteyen sermayenin lehine, kapitalist
restorasyonun son adımlarıdır.
Mafya cumhuriyeti'nde, daha önce düzen partilerinin
arpalıklarına dönüştürülen ve her iktidar değişikliğinde
yeni iktidar partisinin kadroları, yandaşları için
çalışmadan ülke standartlarına göre yüksek maaşlar
alma merkezleri haline getirilen Kamu İktisadi Teşebbüsleri,
Türkiye'nin genel tarzına uygun biçimde devlet eliyle
"işletiliyordu"...
Halkımızın geleneklerinden gelen ve atasözleriyle
de tanımlanan "devlet malı deniz, yemeyen domuz"
eprisi dahilinde yağmalanan, stratejik sektörlerde
özel sermayenin ayağına takılan bu birimler, eski
biçimleriyle "yükselen değerlerin" sorunlarına
yanıt veremez hale gelmişti. Devletin küçülmesinden
söz etmenin moda bir parlak söylem haline geldiği
küreseleşme sürecinde KİT'lerin özelleştirilmesi
Mafya Cumhuriyeti açısından kaçınılmazlaşmıştı.
Dünyayı sarıp sarmalayan "sermayenin merkezileştirilmesinin
önündeki bütün setlerin yıkılması" politikası,
özelleştirmelerin hızla gerçekleştirilmesi için
son derece uygun bir küresel zemin oluşturmaktaydı.
Ve özelleştirme süreci, çok doğal olarak, Mafya
Cumhuriyeti'nin karakterine uygun biçimde işlemeye
başladı: KİT'ler sermayeye, en fazla rüşveti bastıranın
alacağı, iktidarlara en yakın sermaye gruplarının
tercih edileceği biçimde peşkeş çekildi. Yukarılardaki
herkes karlıydı...
Devlet yönetimindekiler karlıydı, büyük paylar kapmışlardı.
Tekelci burjuvazi karlıydı, bu stratejik sektörleri
de sömürü çarklarının birimlerinden biri haline
getirerek daha rahat koşturma olanaklarına kavuşmuşlardı.
Hem de kelepir fiyatlarla...
Peki işçiler, emekçiler? Bu sektörlerde çalışan
insanlar ve onların aileleri.?
Aslında onlar için, kendilerini kimin sömürdüğünün,
patronun kimliğinin çok fazla bir önemi yoktu. Devlet
ya da herhangi bir sermaye grubunun patron olması
sömürü gerçeğini değiştirmiyordu. Fakat bu sürecin
işsizliği yoğunlaştıracağı, şu an bir işi olan emekçilerin
bir çoğunun işsizler ordusuna katılacağı açıktı.
Özellikle bilinçli, aydın emekçilerin yer aldığı
ve dönemin en aktif örgütlülüğünü ifade eden kamu
emekçileri, özelleştirmeye hayır kampanyaları yürüttüler,
yürütmeye çalıştılar. Biliyorlardı ki özelleştirme
süreci sonunda, kör topal devlet elinde yürümeye
çalışan bu stratejik birimlerin özel sermayenin
eline dolaysız geçmesi, ülkenin topyekun sömürü
düzeninin kurallarını daha da zorlaştıracak. Teslimiyetin
son adımları atılmış olacak...
Bütün bunlar, "devlete yeni kaynaklar yaratmak,
verimsiz işletmelerden elde edilen gelirlerle halkın
ve ülkenin yararına yatırımlar gerçekleştirmek,
devrim, atılım, kamburu sırttan atmak" edebiyatlarıyla
tezgahlanarak amaca ulaşıldı. Bu süreç bittiğinde,
ülkenin havayollarından demiryollarına, petrollerindan
kömürlerine, doğal gazından iletişim sistemlerine
kadar her şey, sermayenin elinde toplanacak ve kapitalizmin
tekelci sermayeye kayıtsız şartsız teslim olma evriminin
son adımları da atılmış olacak.
Petrol Ofisi, özelleştirme listesinin büyük, kar
marjı yüksek ve en stratejik alanlarından biri idi.
Ne var ki POAŞ satılırken, diğer özelleştirmelerdeki
problemler, sektörün büyüklüğüne ve kar marjına
uygun biçimde büyük yaşandı.
Özelleştirme Yüksek Kurulu, "şeffaf ihalede",
POAŞ'ı, yönetmeliklerin ve daha önce yine kendileri
tarafından belirlenmiş olan kuralların açıkça ihlali
pahasına, üçüncü durumdaki talipliye (İş Bankası-Park
Holding-Bayındır-PÜAŞ Grubu) verdi. Daha iyi teklif
veren ilk iki sermaye grubu ise, Akmaya-Orteks ve
Doğuş-Garanti Bankası idi. Devletin gerçekten ne
kadar büyük bir zararı olduğunu geçelim, açıklanan
rakamlar düzeyinde konuşursak bile, devlet sadece
bu satıştaki tercihinden dolayı, 1 Milyar dolar
zarara uğradı...
Ve şimdi sırada TÜPRAŞ var. Yeni bir sermaye grubunun,
ülkenin en iyi mali zeminlerinden birine yerleşmesi
ve devletin yüksek börokrasi kadroları için, ihalelerde
onları tercih etmekten dolayı dönülecek çok iyi
bir köşe daha... Mafya Cumhuriyeti'nin köşeleri
dönülmekle bitmiyor. Ne bereketli bir köşe toprağı
imiş bu...
Bizim topraklarımız... Bizim dedelerimizin ve babalarımızın
kanı-canı-alınteri ile yaratılan, onların emeği
ile herşeye rağmen ayakta duran ve her tür mafyacıya
rant sağlamaya devam edebilecek zenginliklere sahip
olan, ayrıca üç dört kuşaktır bağımsızlığı ve kurtuluşu
için bizim gençliğimizin kanının akıtıldığı topraklar...
Anadolu...
Bu coğrafyada, bizim sessizliğimiz ve tavırsızlığımız
sonucu Mafya Cumhuriyeti'nin icraatları alabildiğine
pervasızlaşıyor... Sözgelimi, TBMM Genel Kurul Salonu'nun
ihalesiyle ilgili yolsuzluğun deşifre olması tüm
sıcaklığını korurken ve sözkonusu süreçte TBMM,
başkanı olan Mustafa Kalemli'nin dokunulmazlığını
kaldırımak zorunda kaldığı günlerde bu süreçten
de gerçek bir sonuç beklemeyiniz, Kalemli'nin aklanması,
devlet geleneklerimiz içindedir. Emlakkonut, yolsuzlukların
üzerinde yoğunlaştığı şirkete, Mesa-Nurol Şirketi'ne
1 trilyon 210 milyarlık yeni bir usülsüz ödeme yaptı.
Yangından ne kurtarılırsa kardır... Ve Mustafa Kalemli'nin
dokunulmazlığının kaldırılmasından dolayı başına
bir şey gelebileceği endişesine kapılmayınız! Kalemli'nin
aklanması, devlet geleneklerimizdendir. Diğer partilere
mensup milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda
pazarlıklar yapılır, Kalemli 'alnının akıyla' koltuğuna
döner.
Kubilay Uygun, Titrine Uygun..
Kubilay Uygun. TBMM Afyon milletvekili. Genç, yakışıklı.
Akıllı. Son seçimlerden önce, Bülent -Rahşan çiftinin
kafa kafaya verip Mafya Cumhuriyeti için gerçek
bir milletvekili olabileceğine can-ı yürekten karar
verdikleri bir yükselen değer. "Değer"
yükseldi, ve Ecevit çiftinin inayetiyle DSP listesinden
TBMM'ye "Afyon milletvekili" olarak zuhur
etti.
Bu önemli şahsa özenle bakınız. Onun gözlerindeki
yükselen değerler ışığını yakalayınız! O, Mafya
Cumhuriyeti'nin, o yükselen değerlerimizin, o TBMM
üyelerimizin, o ülkemizin geleceğini bir nazik ve
havalı el kaldırışlarıyla lütfen belirleyenlerimizin
simgesidir. Kubilay Uygun, TBMM'nin en önemli şahsiyeti,
simgesidir bizce.
Kubilay kardeş, milletin vekili olarak, milletin
karşısına çıkarak, "ben filanca partidenim,
sadece bu partinin görüşleri doğrudur, diğerlerinin
hepsi yalan söylemektedir, sizi biz kurtaracağız,
çıkarlarınızı yüce TBMM'de biz temsil edeceğiz ve
savunacağız. Bize oy verin" demiştir ve inanmayı
çok seven halkımız, Kubilay'a da inanarak kendisine
oy vermiştir. Bu arada Kubilay arkadaş, öteki sair
partiye, kimbilir nasıl verip veriştirmiştir ki
aralarındaki fark konusunda zaten kafası karışık
olan halkı ikna edebilmiştir...
Ve fakat Kubilay, seçildiği günden bu yana tam sekiz
kere parti değiştirmiştir. Bu yazının kaleme alındığı
günlerde rekolte bu düzeyde idi. Daha sonraki değişimlerden
dergimiz sorumlu değildir... Ve sonuncu duruma kadar,
her değişimin parti lideri, aynı seçim döneminde
belki üçüncü kez partilerine geri gelen bu hızlının
kaç paraya geri döndüğünü değil, "yuvaya geri
döndüğünü", medya önünde otuz iki dişleriyle
ilan ettiler. Şimdi de suçu, Kubilay'a atmaya çalışıyorlar.
Üzme kendini Kubilay, bunlarda vefa anlayışı yoktur,
aynı seçim döneminde senin sayende birkaç kaz "partimize
yeni bir milletvekili, üstelik de rakip partiden
çıkıp geldi" derken çok mutlu gözüküyorlardı.
Bu transferler için milyarlarca lira ödedikleri
halde, insanın ipliği pazara çıkınca, böyle ayrık
otu gibi dışarıda bırakırlar. Bunların çarkları,
dostlarını da düşmanlarını da öğütür. Kime dost,
kime düşman oldukları belli bile değildir.
Yüce Mafya Cumhureyeti'nin muhterem üyesi sevgili
kardeşim Kubilay, bu ismi de ona kim vermiş ki daha
doğal bir isim verebilirlerdi, (örneğin Sülo ya
da Necmi, Bülent, Deniz vs. diyebilirlerdi) şu sıralar
yaz tatilini, Edremit Hastahaneleri'nden sürekli
rapor alarak Marmaris'in gerçekten nefis sahillerinde
geçiriyor. Bu ufak üç kağıtçılığın faturasını, Edremit
doktorları çekiyor. Bir TBMM vekilinin "ricasını"
geri çeviremedikleri ve onun sapasağlam vücuduna
çeşitli hastalıklar yakıştırarak raporlar düzenledikleri
için işlerinden alınıyorlar, sürülüyorlar. Ama çok
şükür Kubilay'ın zevk-i muhabbeti, bütün bu manialara
rağmen sürüyor.
Bu milletvekilinin en son skandalı "iş güzar
bir küçük esnaf"ın çekememezliği dolayısıyla"
patlıyor. Bizimki, kızına televizyon almak için
gittiği bir dükkanda, kader bu ya, kızını hatırlatan
bir genç kıza o gecelik gönül düşürüyor. Ama bu
macerası basına yansıyor. Erkekliğin şanındandır,
böyle şeylerin lafı bile olmaz ya, bu allahın cezası
TC-MC'de neyin ne zaman lafının olacağı belli bile
olmuyor artık. Eskiden böyle miydi, devlet erkanının
her türlü sırrı yaşam pahasına korunur, onların
pezevenkliğini yapmak onur sayılırdı...
Her şeye rağmen Kubilay ve Kubilay vb. 300-400 kişi,
Çankaya'nın sırtlarına çöreklenmiş, oturmaya devam
ediyor. Hızlı birikim sağlamanın ve bildik bütün
köşeleri dönmenin yolları icad edildiği için, bir
dönem daha "milletvekili" seçilmek pek
de umurlarında değil. Bir tek dönem içinde, çocuklarının
çocuklarını sefahat içinde yaşataca birikimin üstüne
oturuverebiliyorlar. Gelecek seçimlerde, halkımız
kendisini temsil etmek üzere TBMM'ye göndereceği
yeni Kubilaylar'a oy veriyor.
Peki ülkemizin sefaleti?..
Acıları?
Onlara Ne!..
Peki, Ya Kürdistan?..
Burjuvazinin bazı kesimlerinin ve ordu içinden bazı
grupların dahi "artık çözüm, bir biçimde çözüm"
dedikleri Kürdistan konusunda, "devletin",
yönetimin ve bürokrasinin kılı kıpırdamıyor. Herkes,
"benim dönemimin dışında kim çözerse çözsün,
vebali, sorumluluğu ben almayayım" yaklaşımı
içinde. Ve iktidardan kaçma, ele geçirilen iktidar
olanaklarını sürdürme olasılıkları varken, bir biçimde
başkalarına devretme tutumlarının altında, ekonominin
iflası ile Kürdistan gerçeği yatıyor.
Onların bu tavırlarının nedenlerinden biri de, "devlet
yöneticilerinin", Kirli Savaş'tan en az etkilenen,
hatta hiç etkilenmeyen kesim olmasından kaynağını
almaktadır. Bu önemli gerçek, Kürt Ulusal Kurtuluş
Mücadelesi vermekte olan güçlerin de önemle değerlendirmesi
gereken, taktiklerini saptarken gözetmesi gereken
boyutlardan biridir.
Yukarıda, Kirli Savaş'tan devletin yönetiminin ve
bürokrasisinin en az etkilenen, hatta hiç etkilenmeyen
kesimi olduğundan, dolayısıyla bütün gelişmelere
rağmen kılının bile kıpırdamadığından söz ettik.
Ölenler ve öldürenler, yoksul halkın çocuklarıdır.
Eşref Bitlis'in şaibeli ölümünün dışında, üst düzey
subaylar ve ordu politikasını oluşturan kurmayın
can güvenliğinin sağlam olduğu ve hatta itibarlarının
yükseldiği bu savaşta, yine de Ordu içinden bazı
kesimler, 'artık yeter' deme noktalarına geldi.
Çünkü sonuç olarak askerinden kurmayına kadar tüm
üyelerinin bir biçimde savaşın içinde olduğu kesim
ordu...
Öte yandan, savaş dolayısıyla zayıflayan ekonomi,
son tahlilde burjuvazinin de işine gelmiyor. Ülkenin
en önemli holdinglerinden birinin başında olan İshak
Alaton, Temmuz ayı ortalarında şunları söylüyor:
"Kürt sorununu çözebilmiş olmaktan uzağız.
Birkaç yıl önce bundan, 'Güneydoğu Sorunu' diye
söz etmeyi tercih ederdim, çünkü Kürt sorunundan
söz etmenin sonu, ünlü DGM'lerde yargılanmak olabilirdi.
Şimdi demokratikleşmenin karşısında olan güçler
bile, bu tartışmalara katılmak zorunda kalıyorlar.
İki yıldan fazla bir süre önce, askeri hiyerarşinin
üst basamaklarında olan bir yetkili, "şimdi
PKK'nın ya da teröristlerin beli kırıldığına göre
siyasetçilerin ve işadamlarının teröre kalıcı bir
çözüm bulmalarının zamanı geldi" diye konuştu.
Bir işadamı olarak, mesajı aldım ve Güneydoğu'da
yatırımları hızlandırmak sorumluluğu hissettim.
Ancak silahsız kuvvetler bölgeye gitmeden önce,
bölge halkının taleplerinin de karşılanacağı şekilde
kalıcı barış için bir çerçevenin çizilmesini bekliyor.
Son iki yıldır parlementodaki partilerden hiçbirinden
bir öneri gelmedi. Partiler gelecek seçimlere hazırlanmakla
fazlasıyla meşguller." (16 Temmuz 1998, Milliyet)
Burası bir Mafya Cumhuriyeti. Biz demiyoruz, bu
Cumhuriyet'in Başbakanı diyor: Akın Birdal Suikastı'nın
ardından."Diğer kamu kuruluşları yardımcı olursa
Yeşil yakalanabilir"
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı diyor: "Toplumun bir
ucu Hindistan yoksulluğunda, öteki ucu Hollanda
zenginliğinde."
Ve bu satırlarda biz diyoruz ki: Bu ülke, bu halklar,
tüm bunlara layık değildir. Tüm bunları yarıp geçecek,
tüm bunları ezip geçecek güçtedir. Tek sorunu, kendi
gücünün, kendi tarihsel sorumluluğunun örgütlenme
zorunluluğunun farkında olamamaktır. Bütün bunları
kavrayacak, ve Anadolu'yu gerçek bir cennete dönüştürecektir.
Onun kurtuluşu, devrimci kurtuluştur.
Bu kesindir!
Sosyalizmin ilk barikatları, halkın
en sdeğerli evlatlarınca örülmektedir.
Bu barikatları, ne Oligarşi, ne de
emperyalizm, yaramayacaktır.
Türk ve Kürt halkları kazanacaktır!
Yaşasın Sosyalizm,
Yaşasın Halkların Kurtuluşu!...
|
|
|
|
|
|
|
|