Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yavuz İPEK


Türkçe'de, özellikle konuşma dilinde kullandığımız bir tarz vardır. Sözcüklerin başındaki harfi kaldırır ve onun yerine bir "M" koyarız. Devlet mevlet, asker masker, kurşun murşun... deriz. Sözcükleri bu şekilde yuvarlayışımızın nedeni, birçok davranışımızda olduğu gibi tam olarak net değildir. Bu söylemimizde, biraz "o ve onun gibi", biraz hafife alma, biraz geçiştirme vardır. Bu "m"li ikinci sözcüklere, kuşkusuz sohbet ortamının özgün yanlarından beslenen farklı anlamlar da katılır. "M"li ikinci sözcüklerimiz, Türkçenin zayıflığına ve kısırlığına karşı, halkımızın ürettiği çözümlerden biridir belki de...
Ve şimdilerde devleti tanımlamak için deniliyor ki TC-MC...
MC, bu iki harfin yanyana gelmesinin hemen çağrıştırdığı gibi, 1980 öncesinin Milliyetçi Cephe Hükümetleri'nin kısaltılmışı değil... Açılımı; halkın TC'yi tanımlamakta güçlük çekmesinin sonucu olarak ürettiği, "bir şeyler işte" demek istediği bir sözcüktür. Ve aslında MC demektir ki şimdi; Mafya Cumhuriyeti, Muz Cumhuriyeti!.. Anlam, muza yabancı olan halkımızın devlete yabancılığı yönüyle de bir başka ironi taşımaktadır... Sıradan bir söylem tarzından bu kadar çok anlam çıkarılır mı, ona bu kadar çok yük yükleyip tanımlamalarda bulunmak, bir zorlama değil midir? Olabilir, ama TC-MC'nin zorlamaları yanında, bizim şu iki paragrafta yaptığımız nedir ki!..
TC, bugün bir Mafya Cumhuriyeti'dir. Mafya, yani egemenler ve egemenlik piramidindeki yeniden ve yeniden paylaşımlarda döğüşenler ve bu dalaşa yeni katılanlar için özgürlüktür. Mafya, güç demektir ve gücün temeli paradır, para ise onlardadır. Mafya Cumhuriyeti'nin halk için ifade ettiği anlam ise; zulüm ve ekonomik-siyasal-kültürel açılardan tam bir keşmekeşlik, tam bir yoksunluk-yoksulluk, tam bir çaresizlik, tam bir kuşatılmışlık, bir miligram peynirin bile konulmadığı bir fare kapanıdır.
Soygunun ve sömürünün sokağa inmesidir.
Halkın, soyulacak hiçbir şeyi kalmadığı halde her adımında, her soluk alışında biraz daha boğazının sıkılmasıdır. Bu temelde yükselen "yeni değerler cumhuriyetinde", payına sadece acı düşmesidir.
Zannedilmesin ki Cumhuriyetimizde; 'yukarılarda' yaşanan sorunlar, arşı alaya varan pis kokular, mafyalar ile diğer kesimlerin çatışmasından kaynaklanmaktadır. Yaşanan çelişkiler ve bunların yansımaları, mafyalar arası etkinlik ve pazar çatışmasından, mafya güçlerinin bölünüp parçalanmasından, palazlanan mafya üyelerinden bazılarının bağımsızlıklarını ilan ederek bundan gayrı kendileri için çalışma isteğinden ve daha bir dizi mafyalaşma süreci sorunlarından ibarettir.
Mafya Cumhuriyeti'nde, ruhsatlı silah sayısı, 1998 Temmuz ayı rakamlarına göre, 610.000 olarak açıklanmaktadır. Ruhsatsız silah sayısının ise, "bir türlü tesbit edilemediği", yine aynı "devlet" açıklamalarında yer almaktadır. Bu rakamlara, ordunun elindeki silahlar ve kuşkusuz polisin elindeki silahlar dahil değildir. Onların ellerindekiler "en ruhsatlı" silahlardır ve onlarla cinayet işlemek, katliam yapmak, zaten kafadan "şerefliliktir."
Bu rakamlar, "sade vatandaşın" elindeki ölüm aletlerinin sadece su yüzündeki bir bölümünü ifade etmektedir. Ve gerçekten "kritik, önemli işler" için kullanılan silahlar, işlenen binlerce cinayetin örneklerinde yaşadığımız gibi, genellikle bu tür silahlar değil, illegal silahlardır ve ne hikmetse bu tür silahlar da, kullanımdan sonra buharlaşmaktadır. Yıllar sonra, batık kent efsaneleri değil, batık silah deposu efsaneleri dinleyeceğimiz, bugünden görülmektedir...
Dikkat ediniz, bunların, "teröristlerin ellerindeki" silahlarla hiçbir alakası yoktur... 1996'da, sadece sözkonusu silahlarla, 1032 öldürme, 3871 yaralama olayı, 1997'de ise, 801 öldürme, 2618 yaralama olayı gerçekleştirilmiş. Bunlara, "trafikten ölen" aslında yine bu düzen tarafından öldürülmüş on bin insanı, "doğal afetlerden ölen" yine aslında bu düzen tarafından öldürülmüş bir o kadar daha insanı ekleyiniz. Bu ölüm bilançolarına, Kürdistan savaşının askerleri dahil değildir. Orada öldürülen gerillalar kuşkusuz hiç dahil değildir, çünkü zaten onlar ölü değil, "ölü ele geçirilenler"dir. Bunlara, beyaz zehirden ve toplumsal sorunların yükünü daha fazla kaldıramayıp intiharı seçenler de dahil değildir. Bir de bütün bunları dahil ettiğinizi düşününüz, ve Ankara'nın ünlü tepeciğinde oturanların cinayet rekorlarını hesaplayınız...
Ankara'yı bilir misiniz?
Orada, Kızılay'dan müstesna bir bulvarla yukarılara tırmanan caddeyi ve orada çöreklenmiş şürekayı tanır mısınız? Onlar, ellerine silah değil, bir meyve bıçağı bile almadan, günde yüzlerce cinayet işlerler. Sonra da medyaya en acıklı pozlarla çıkıp ölümlerden duydukları "esefi", timsah gözyaşlarıyla "beyan ederler." İşte bu ülkenin adı, Mafya Cumhuriyetidir.
Orada ölüm ve cinayet, "kaderdir, yazgıdır." Orada zenginlikler, "Allah tarafından bahşedilir." Ve yine orada fakirlikler, orada zulüm ve işkence, orada acının bin bir türlüsü, "makus talihtir"... Binlerce yıl halkların kafasına bu kazındığı için; onların durumlarına isyan etmesi, onların yaşadıkları haksızlıklara ve bütün hücrelerine kadar soyulmalarına yeter demesi; baskı ve terörün yanısıra; gelenekle, dinle, kültürle setlenmiştir.
Bu kan setlerini yıkacağız! Onların yerine, halkların onurunun, halkların ve emeğin haklarının çalınmasına ve onlara saldırılmasına karşı duracak barikatlar, güneş ışığından barikatlar öreceğiz!
Gün, artık bugündür! Gün, yarın değildir!
Kimsenin artık bir başka şeyi beklemeye hakkı yoktur.İnsanım diyen, hayır diyen herkes, olanağı ve gücü neyse, eli nereye ve kime eriyorsa, barikatlarını kurmak ve yükseltmek, direnmek, direnmek, direnmek zorundadır...
Mafya Cumhuriyeti'nde, depremler ve sel felaketleri de doğal olarak yine halkı vuruyor. Onlar, bir kez daha ölümün, yakınlarını yitirmenin, evsizliğin ve açlığın gırtlaklarına daha fazla yapıştığını, boğazlarındaki kanlı elin çok daha fazla sıkıldığını görüyorlar. Yüce Devlet tarafından onlara bunun; "allahtan gelen bir felaket" olduğu anlatılmaya çalışılıyor. "Merak etmeyin, her ne kadar allah böyle reva görmüşse de, devlet yaralarınızı saracaktır" deniliyor. Ama onların acıları, her geçen gün daha da büyüyor. "Ölümden beterini" yaşamaya devam ediyorlar.
Mafya Cumhuriyeti'nde, selde-depremde kaybolanların yanısıra, "doğal ve mutad" kaybedilmeler sürüyor. En son İzmir'de dört kişinin kaybolması, belirli bir kesim dışındaki kaç kişinin dikkatini çekti? Aralarında bir genç kızın, bir yaşlı insanın bulunduğu 4 kişiden de tüm diğer kayıplar gibi aylardır "haber yok..."
Cumartesi anneleri, Galatasaray'da her hafta oturmaya devam ediyor. Temmuz ayı içindeki 163. Buluşmalarında, İzmir'de 31 Mart günü kaybedilen 4 insanın akıbetini sordular. "Neslihan Uslu, Hasan Aydoğan, Metin Andaç, Mehmet Mandal nerede?" dediler. Yanıt, Mafya Cumhuriyeti sessizliği idi...
Baklava yeme isteğiyle gelen bir başka akıbet! Ülkemiz gençliğini "bekleyen geleceğin" ve beklemeyen, halen yaşanan şimdi'nin, önemli bir kesiti! Gaziantep'li dört çocuk, ünlü baklavacı Güllüoğulları'nın dükkanlarından birinden baklava çaldıkları gerekçesiyle 6-9 yıl arasında çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. Üçünün yaşı henüz 18 değildi. Bundan sonra, çocukluklarını sübyan koğuşlarında tamamlayacaklar ve gençlikleri, cezaevlerinin demir kapılarının ardına sürgülenecek...
Öte yandan, yine Mafya Kanunları'na göre; uyuşturucu ticaretinden trilyonları birkaç ay içinde vurarak ülkenin "saygın işadamları" arasındaki yerlerini alabilenler; daha önceki süreçlerde birikimini yaratarak saygın işadamlığı rütbesi yüksek eski uyuşturucu kaçakçılarıyla, ya da devletin bu piyasada aktif rol oynayan resmi elemanlarıyla aralarında bir problem çıktığında, kafasından kurşunlanarak bir köşeye atılmaktadır.
Birleşmiş Milletler'in geçen yıl ki "Dünya Uyuşturucu Raporu"nda, Türkiye'nin 'uyuşturucu merkezi' olduğu ifade edilmektedir. Uyuşturucu güzergahı, çoğunluğu müslüman olan, doğunun en yoksul ülkelerinin üzerinden geçmektedir. Elbette bu ülkelerde de birileri bu işten paylarına düşeni almaktadırlar. Ama onların güzergahı, elde ettikleri birikimi bohçalarına koyarak Avrupa'ya-Amerika'ya doğru uzanmaktadır.
Dünya afyon üretiminin % 90'ı, "Altın Hilal" olarak tanımlanan Afganistan, Pakistan, İran ile, "Altın Üçgen" olarak tanımlanan Laos, Burma, Tayland'da gerçekleştirilmektedir. Uyuşturucu mafyasının 1989 karı 300 milyar dolar iken 1997'de bu kar, bir trilyon dolara yükselmiştir. Avrupa gençliğinin % 90'ı, uyuşturucu ve alkol bağımlısıdır. Ve vücuda giren bir gram eroin beyindeki bir milyon hücreyi öldürmektedir. Sonuç olarak; onlar gençliği, onlar geleceği öldürmektedir...
Bugün Türkiye'deki her taşın altından, her zenginliğin ve gücün ardından, uyuşturucu çıkmaktadır. Gazetelerin 3. sayfalarında "Bir İşadamı Öldürüldü" diye çıkan küçük ve "masum" bir haberin altında bile, bir biçimde uyuşturucu ticaretinin çelişki ve çatışmaları yatmaktadır.
Örneğin, Haziran 1998 gazetelerinin bir küçük "asayiş" haberinin ardındaki gerçeğe 'birazcık' bakalım: "İşadamı Cemal Sarıtaş ve bir hafta sonra da alüminyum fabrikatörü kardeşi Kemal Sarıtaş öldürüldü. Yetkililer, olaya bir alacak verecek sorununun neden olduğunu sanıyorlar." Bu küçük haberin perde arkasında ise; yine "büyük işler, derin ilişkiler" var. Cemal Sarıtaş, ölümünden biraz önce, ağır yaralı iken nedense! devlet tarafından dikkate alınmayan, "işleme konulmayan" bir ifade vermiş: "Beni vurduran Hüseyin Uzun, Ayvaz Korkmaz ve Etiler Polis Okulu kadrosunda görevli Yener Kur'dur. Uyuşturucu ticareti ve Çatalca'daki 600 villalık arsa yüzünden anlaşmazlığa düştük" demiş.
Ölen şahsın sözettiği şebeke de, Mafya Cumhuriyeti'nin malum çetelerinden herhangi biridir. İçlerinde; 'Kilisli Berber Yaşar' namıyla Yaşar Aktürk, Jitem'den Mehmet Tahir Körpeoğlu, Emniyet Müdürü Yener Kur, İstanbul Birinci Sınıf Emniyet Müdürü Coşkun Alagöz, Karabük Trafik Şube Müdürü Abdurrahman Uyaran, Küçükçekmece Savcısı Mehmet Birgören vardır. Bu çetenin yönteminde uyuşturucu, devletin Adli Tıbbı'nın cenaze arabalarının tabutları içinde taşınmaktadır. Yaratıcı bir metod!...
Çetelerin elleri, Adli Tıp tabutluklarından mahkeme dosyalarına kadar bütün ayrıntılarda dolaşabiliyor. Bir süre önce Bolu'da katledilen üniversite öğrencisi Kenan Mak'ın faillerinin dosyasından, en kritik belgeler, bir anda yok olup buharlaşabiliyor. Bu saldırıya, isimleri tesbit edilen 16 sivil faşist katılmıştı. Ama şimdi dosya, "yargının bağımsızlığının" buharcılığından dolayı, çözümsüzlük raflarına kaldırılma aşamasında...
MC'nin doğal yargı süreçlerinden biri daha!.. Haber mahiyeti yok aslında!.. Habercilik dünyasında, köpekler insanları ısırınca bu bir haber değildir; günün birinde, insanlar köpekleri ısırınca, bu bir haber olur... Ve henüz Mafya Cumhuriyeti'nde, insanlar köpekleri ısırmamaktadırlar...
Çete elemanları arasında polislerin ezici çokluğu hemen dikkat çekiyor. Ordu ve yargı ayağı da kurulmuş durumda. Yine de sonuç olarak, objektif davranmak ve bu üç meslek grubu içinden polislerin hakkını yememek gerekiyor. Bilindiği gibi, ülkede "suç işleyen meslek grupları" sıralamasında, polisler yıllardır birinciliği kimseye kaptırmıyorlar...
Mafya Cumhuriyeti'nin bu şampiyonasında Ordu elemanları, sırıkla yüksek atlama ve engelsiz maraton dallarında yarıştığı için, şimdilik 'seçilemiyorlar'. Mafya Cumhuriyeti'nin yazısız anayasasına göre uyuşturucu ticareti, her türlü mafyacılık, çetecilik, cinayet suç olmadığı ve genellikle saygın işadamlarının ya da şerefli devlet memurlarının işlevleri arasında olduğu için belki birazcık suçtan sayılabilecek ve bir başka başlıkta toparlanan "aktivitelerden" söz edelim.
Sıradan bir cumhuriyetin yasaları bu tür aktiviteleri "tecavüz, sapıklık", başlığı altında topluyor. Örnek kimliğimiz, bir ordu mensubu: Silvan İlçe Tabur Komutanı, Ahmet Ali Kabataş. Emrindeki beş ere sarkıntılık ettiği herkesin gözünde kesinlik kazandığı ya da önlenemeyen sebeplerle deşifre olduğu için, 2 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu komutan, bir binbaşı idi... Duyurulmayan, deşifre olmaması sağlanabilen, hata yapılmadan gerçekleştirilen, "kamuoyuna", yani biz sessiz çoğunluk, biz gariban seyirci halka yansıması, bin bir Bizans-Osmanlı oyunuyla engellenen diğer suçluların rütbeleri nelerdir?.. Albay mı? General mi? Cunta şefi mi?..

Şeriat... O Kadar İçimizde ki...
Öte yandan, "şeriatı önleme" misyonuyla göreve getirilen ve Asker-Hükümet Bunalımı, ortaklar arası bunalımlar, CHP'nin hangi akla hizmetten olduğu anlaşılamayan erken seçim istemi nedeniyle yaşanan Hükümet-Muhalefet bunalımı gibi sıcak bir atmosferde hükümette kalmaya devam eden Yılmaz-Ecevit Koalisyonu döneminde, şeriat yanlısı 300 kaymakamın görev yaptığı bildiriliyor.
Ordu, hükümetin şeriat ile gerektiği gibi mücadele etmediğini dile getiriyor. Bunun üzerine, "şerefsiz onbaşı" değil, "şerefli general" olduğunu kanıtlamaya çalışan Mesut Yılmaz, orduyla bir kez daha "sert polemiğe" giriyor. Bir hafta ortalık çalkalandıktan ve malum kesimler için heyecan yaratacak yeni bir argüman bulmanın keyfi yeterince yaşandıktan sonra, "hükümet ile ordu arasında bir problem olmadığı, durumun normalleştiği, merak edilmemesi gerektiği" açıklanıyor.
Şeriat yanlısı kaymakamlar göreve devam ediyor ve onların sayısı, ülkede görev yapmakta olan kaymakamların % 40'ını oluşturuyor. Bu baylar, aynı zamanda Kur'an kurslarında hocalık yapıyorlar, haremlik selamlık yöntemini uyguluyorlar, kadın eli sıkmıyorlar, vakıf ve derneklerde gizli toplantılar yapıyorlar ya da düzenlenmiş bu tür toplantılara katılıyorlar.
Süleymancı bir yargıç terfi ettirilerek, Konya Ticaret Mahkemesi Başkanlığı'ndan, Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na atanıyor. Ali Fidancı isimli bu şahıs, Süleymancılar olarak bilinen tarikatın yönetici kadroları arasında yer alıyor...
12 Eylül, dini kullanarak kendisine çeşitli alanlar açmak istemişti ve bu alışverişten İslamcı kesim çok büyük bir "karla" çıkarak, bu dönemde TC-MC sürecinde elde ettikleri bütün kazanımları birkaç kez katlayacak atılımlar yapmışlardı. İslamcılar devletle ilişkilerinde devletin onları kullandığından çok daha fazla, kıyaslanamayacak kadar fazla bir şekilde devletin olanaklarını kullanarak kendi yollarında güçlenmeyi, örgütlülüklerini her açıdan geliştirmeyi başarmışlardır.
Artık devletin dışında değil, devletin içindeki en önemli güçlerden biridirler. Ve artık onlarla diğer kesimlerin ilişki ve çelişkisi, devletin farklı kanatları arasındaki ilişki ve çelişkilere dönüşmüştür.
Öteden beri var olan tarikatların ülke siyasetindeki etkileri; somut, legal ve bu düzen sınırları içinde karşısında durulamayacak boyutlar kazanmıştır.
Ordunun dincilerle mücadele söylemi, yanıltıcı bir dönem taktiğidir. İslamcı ya da tarikatçı subayların zaman zaman ordudan atılmaları, ordunun bu güçlerle ilişkisi olmadığı anlamına gelmez. Ya da ordu içinde bu yönde gerçek bir temizlik olduğu anlamına gelmez. Yaş haddinden emekli olan yüksek rütbeli subayların, daha apoletli elbisesini çıkarmasının ikinci gününde Refah Partisi'nin kapısına dayanmasının ve törenlerle parti rozetini takmasının örnekleri, bir hayli çoktur. Öte yandan, temmuz ayı içinde Kocaeli'ndeki Hizbullah Operasyonu'nda yakalananlar arasında üç emekli astsubayın olması, ordu mensuplarının legal ve illegal patformlarla şeriatçılarla ne denli içli dışlı olduğunun, sadece sıradan bir örneğidir.
Eski ve iyi bir şeriat kadrosu olan Recep Gültekin, Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Daire Başkanlığı'na getirilmiştir. Bu çok kritik ve önemli görev, polis teşkilatının şeriatçılarla doldurulması anlamına gelmezse, başka ne anlama gelir?
1987 yılında Kürdistan'da PKK'ye karşı Hizbullah, resmen devlet tarafından örgütlendirilmiştir. Militanlar, devletin önemli kadroları tarafından eğitilmiş, teçhizatlandırılmış, yönlendirilmiştir. Temmuz'un başında, bu teşkilatlanmanın ilk icraatlarından biri olarak katledilen Vedat Aydın'ı bir kez daha andık. 7 yıl önce, 5 Temmuz 1991'de öldürülen HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın cenaze töreninde ise, aynı güçler tarafından halka ateş açılmış ve 10 Kürt daha katledilmişti. Doğal olarak bu cinayetlerin "failleri hala meçhuldur". Ayrıca Kürtler'in katledilmesinin sözü mü olur!.. Bir asker, "uyarı amacıyla havaya ateş açar" ve on-onbeş Kürt ölüverir. Bunlar, vakayı-adi'dendir...

Şeriat Yuvaları Çığ Gibi Çoğalıyor
Faili meçhul olmayan cinayetler ise, legal bir biçimde, toplumsal suç olarak işlenmeye devam etmektedir. Şu an 200.000 küçük çocuğumuz, tarikat yurtlarında "eğitilmektedir." Bunların tamamına yakını, yoksul aile çocukları, yani ezilenlerin emekçilerin çocuklarıdır.
Halk, yaşam koşullarının çok zor olmasından dolayı, bu yurtlarda eğitilen çocukların akıbetini bildikleri halde ve o geleceği onaylamadıkları halde; 'karnı doysun, sıcak yer görsün, bakılsın, barınsın, bu arada okusun' diye yani yoksulluğun çaresizliğinden, çocuklarını bu yurtlara vermektedirler. Bazen de bu yurtlar için çocuk toplayan örgütçülerin yoğun ısrarı karşısında, 'bir deneyelim' demektedirler.
Vakıflardan, bu irtica yuvalarına muhteşem gelirler akıtılmaktadır. Mafya Cumhuriyeti'ndeki yaklaşık 10.000 vakıftan 4500'ü, yani yarıya yakını, şeriatçılara çalışmaktadır. Vakıflar içinde en etkin olan tarikatların başında, Nurcular ve Süleymancılar gelmektedir. Bu şeriat gruplarını, Nakşibendiler, Kadiriler ve Hizbullah takip ekmektedir. Etkinlik sıralamasına göre daha sonra da Işıkçılar ve Aczmendiler gelmektedir. Kadiriler, Karadeniz ve Güneydoğu'da yoğunlaşmaktadırlar. Süleymancılar Akdeniz, Ege ve İç Anadolu bölgelerinde, Nakşibendiler Kürdistan genelinde ve özellikle İstanbul'da etkin çalışmaktadırlar.
Şeriatçılara akan kaynaklar, kuşkusuz Vakıf gelirlerinden ibaret değildir. Bu yönde çeşitli rantlar oluşturdukları, özellikle sahip oldukları belediyeler yoluyla ülkeyi bir kez de onların parsellediği bilinmektedir.
Direkt sağladıkları olanakların yanısıra, diğer iktidar sahiplerinin onlara sağladığı olanaklar da oldukça önemli... Bu örneklerde biri daha, geçtiğimiz günlerde deşifre edildi: "Zaman" isimli şeriatçı gazetenin sahibi olan Alaattin Kaya, Fethullah Hocacı'lar adına, devlet olanakları içinde yeni bir yolsuzluk örgütlemiştir. Ankara'da büyük bir iş merkezi için gazeteye matbaa yapmak projesi ile, devletten kredi alınmıştır. Sözkonusu iş merkezine, yine devlet kredileri ile, Mazda Center ve Benzin istasyonunun yanısıra, çeşitli ek ticari üniteler inşaa edilmiştir.
Ve hükümette ANAP-DSP Koalisyonu vardır ve Ordu, "irtica ile mücadele en önemli sorunumuzdur" demeye devam etmektedir...
Bugün 'laikliğin teminatı' kartını oynayan ordunun, özellikle 12 Eylül sürecinde dinci akımların gelişip güçlenmesini bizzat örgütlediğinin sık sık altını çiziyoruz. 12 Eylül'ün Sıkıyönetim komutanlarından Nevzat Bölügiray'ın bu konuda 1997'de verdiği bir demeci anımsamakta yarar var: "12 Eylül yönetiminin dinci örgütlere ve dine eğilim göstermesi, bu yönde ödünler vermesi, tarikatçı takıma bu memleketi teslim etmesi, bugünün irticasını başlatmıştır."

"DGM'ler Bağımsız Değildir"

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin bağımsız olmadığına ilişkin bir karar aldı.
Neyse ki bizimkilerin bizlere yaptığı gibi, "yargıya dil uzatma suçu"ndan AİHM'n de tutuklama olanakları bulunmuyor. Onların gücü, bize yetiyor... AİHM'nin sözkonusu kararından sonra Adalet Bakanı Sungurlu; "DGM'lerin yapısını yeniden düzenlememiz gerekiyor. Ancak değişikliğe direnen kurumlar var" tarzında ilginç bir açıklama yapmakla yetindi. Mafya Cumhuriyeti'nin en üstlerinde gezinenlerin de "bu devletin işleyişinden" yakınmaları, kendi yapamadıklarının nedeni olarak "diğer kurumların direnmelerini ya da kendilerini engellemelerini" göstermeleri, çok sık yaşanır oldu. Akın Birdal Suikastı'nın ardından Başbakan Mesut Yılmaz; "Diğer kamu kuruluşları yardımcı olursa Yeşil yakalanabilir" demişti. Başbakan Türkçe konuşuyor. Diyor ki biz Yeşil'i yakalamak istiyoruz ama bazı kamu kuruluşları var ki onlar istemiyorlar. Onlar istemediği için de, "yakalamıyor".
AİHM'nin DGM'lere itiraz noktalarından biri, heyetlerindeki askeri üyelerin varlığı... Bu durumda bizimkiler ne yapacaklar? Yargılamaların yenilenmesi ve cezai sonuçların değişmesi durumunda, devletin sanıklara tazminat ödemesi gerekiyor. Ülkemizde o denli çok sayıda bu yönde somut haksızlıklar yapılmıştır ki bu insanların hepsine tazminat ödenmesi, devleti iflas ettirir.
Mafya Cumhuriyeti'nin bu konuda en büyük güvencesi, esir aldıkları ve uzun hapis cezalarına çarptırdıkları insanların ezici bir çoğunluğunun, AİHM'ne gitme olanaklarından yoksun oluşlarıdır.
Sonuç olarak, öyle bir durum ortaya çıkıyor ki; devletin "binbir emekle" tutuklayıp cezaevlerinde "beslediği" bir insan için AİHM, bu durum yanlış olmuş, bu insanın dışarıya bırakılması gerekir diyebilecek. Ya da on yıl, onbeş yıl tutsak kaldıktan sonra bu mahkemeye ulaşabilen insanlar, devletten tazminat alabilecekler. Nitekim, bunun örnekleri yaşandı. Ve devlet, bu duruma karşı direnebilmenin yollarını araştırıyor...

Sel ve Deprem, Ölüm ve Şov
Devlet, halkın her türlü acısından ve felaketinden, bir şov olanağı yaratmayı hedefliyor ve bunu büyük ölçüde de başarıyor. Adana-Ceyhan'ı ve köylerini 6.3 şiddetinde sarsarak başlayan deprem, yoksul halkın ölümlerle gelen yeni dramlarla boğuşmasını doğurdu.
Adana ve Ceyhan'daki yıkım, 'Allah tarafından' gerçekleştirilmedi. Orada, düzenin çürük tabanı sallandı bir kez daha ve yine acı, yoksulların üzerine ağır enkazlar halinde çöktü.
Ölenler değil, öldürülenler hali vakti yerinde insanlar değildi doğal olarak... Doğal afetler, yine "doğal olarak" yoksul insanı vurmuştu. Ölenlerin sayısı 138 olarak açıklandı. Bu isimlerin içinde yine "doğal olarak" Çukurova'nın bilinen zenginliğini elinde bulunduran ailelerden bir tanesinin tek ferdi yoktu...
Onlar, kendileri için her açıdan güvenlikli evler yaptırmayı ve buralarda huzur içinde yaşamayı 'biliyorlardı'. Ama en ucuzcu müteahhide en ucuzundan bir ev yaptırmayı, ya da böyle yaptırıldığı için kirası çok daha ucuz olan bir kondu apartmana başını sokmayı başarmış insanların başları, o evlerin yıkıntılarının altında kaldı!..
Kısa bir süre önce Batı Karadeniz'de yoksulları yutan, yoksul çocuklarını alıp götüren, yine derme çatma evleri sürükleyen sel felaketinde yaşananlar Adana-Ceyhan'da bir kez daha yaşandı. Devlet erkanı, sarsıntıların durulmasından sonra arz-ı endam ederek "halkın acısını paylaştı". Onlara sözler verdi ve Çankaya'nın güvenliğine çekildi.
Girilen seçim süreci için yeni şovlar yapma olanağını, Allah yine bu hükümete nasip eylemişti.
138 canın acısı, kaç yürekte kaçla çarpılacak? Genel dramın yanısıra, anasız kalan çocuklarda, bebeğini yitiren analarda ve sokakta sürdürülmeye çalışılacak yaşamlarda acılar ne kadar büyüyerek yaşanacak?..
Deprem sonrası çekilen fotoğraflar son derece çarpıcıydı... Önde, üç katlı bir bina yerle bir olmuşken, hemen onun arkasında yükselen altı katlı binada, bir çatlak dahi görülmüyor. Deprem kuşağında yer alan Türkiye'de depremlere yönelik alınan önlemler bu kadar olabiliyor.
Söze ne gerek var. Orada, yüz elli bine yakın insanımız daha var; devletin mafya düzeninden-düzensizliğinden-devletsizliğin dolayı, hepsine "kaderiydi öldü" mü diyeceğiz?
"Öldü." Bunlar, son kaybettiğimiz yüzlerce insanımız değil; biz "hey, dur" demezsek, ardarda ölen ve ölecek olan yüzlerin- binlerin sadece küçük bir bölümü... Bu ülkenin insanlarının atılacağı kurtuluş mücadesinde kaybedebileceği bir canı bile yok! Deprem, sel, trafik, arazi mafyası, simit mafyası, uyuşturucu tuzakları, hava ve çevre kirliliği, hastalık, serseri kurşun ve Kürdistan'da asker olmak... Ölüm için şeçenek çok. Ama yaşam için tek seçenek var: Devrimci Kurtuluş Savaşı!...
Öyle ise...

MC Ekonomisi'nde Satışa Devam...
1995 yılında Gümrük Birliği'ne alındığımız süreçte Mafya Cumhuriyeti, anlaşmanın imzalandığı 6 Mart 1995 tarihini, neredeyse yeni bir Ulusal Bayram ilan edecekti.
Aradan geçen süreç, o zaman da "Türkiye'nin gelişmesini, Avrupa'ya açılmasını istemeyen, devletin atılımlarını çekemeyen solcuların" dediği gibi, Ortak Pazar'ın, "onların ortak- bizim pazar" olduğumuz bir süreç olduğunu, gümrük duvarlarının indirilmesinin, sadece Avrupalı emperyalistlerin TC-MC pazarını daha rahat kullanması anlamına geldiğini gösterdi.
Ve şimdi Türkiye'nin Avrupa'ya ihraç edebildiği gıdaya dayalı aslında getirisi fazla olmayan birkaç kalem mala da yasaklama getiriliyor. Yasaklar, su ürünleri ile başladı ve fındık, domates salçası, karpuzla devam ediyor. Çünkü bizimkiler, Türk mantalitesinin değişmez kurallarına göre davrandılar ve Avrupa'ya götürülen gıda maddelerinin sağlık koşullarına uygun olup olmamasını denetlemediler. Rüşvet çarkları artık resmi bir mekanizma halini almıştı, bu konuda da hızla döndüler. İhraç edilecek gıdaların sağlığa uygun olup olmadığını denetleyen görevlilerin cebine üç beş kuruş sokuldu, "gerekli kontroller yapılmıştır" etiketi yapıştırılan gıdalar yola çıkarıldı. Fakat Avrupa bu konuda duyarlı idi ve orada yeniden yapılan kontroller, malların sağlığa uygun olmadığını ortaya çıkardı. Durum, istisna olmaktan çıkıp bir genellik halini aldığı noktada da yasağı koydular. Ertesi gün Türk medyası, yine "gavurlar" edebiyatına başladı kuşkusuz. "Müslüman olduğumuz için bizi aralarına bir türlü kabul etmiyorlar, bir domates salçasını bile -üstelik çok ucuza- oralarda satabilmemizi engelliyorlar... Yasakları tekstil ürünlerinin izleyeceği kesindir. AB bu arada, Türkiye'ye yapılan gümrüksüz ihracatından, 10 milyar dolarlık bir kar sağlamıştır bile...
Öte yandan MC Devleti'nin, "ekonominin kurtarılması için mucizevi buluş" olarak lanse ettiği özelleştirmeler, zifiri karanlıkta bütün hızıyla sürüyor. Mafyacılar karanlığı sever, karanlık seferlerini, zifiri karanlıkta gerçekleştirirler...
Özelleştirme, ülkenin bütün kaynaklarını ve olanaklarını, herşeyi olduğu gibi ele geçirmeyi, ülkenin bütün canalıcı noktalarına sorunsuz-problemsiz, dolaysız sahip olmayı isteyen sermayenin lehine, kapitalist restorasyonun son adımlarıdır.
Mafya cumhuriyeti'nde, daha önce düzen partilerinin arpalıklarına dönüştürülen ve her iktidar değişikliğinde yeni iktidar partisinin kadroları, yandaşları için çalışmadan ülke standartlarına göre yüksek maaşlar alma merkezleri haline getirilen Kamu İktisadi Teşebbüsleri, Türkiye'nin genel tarzına uygun biçimde devlet eliyle "işletiliyordu"...
Halkımızın geleneklerinden gelen ve atasözleriyle de tanımlanan "devlet malı deniz, yemeyen domuz" eprisi dahilinde yağmalanan, stratejik sektörlerde özel sermayenin ayağına takılan bu birimler, eski biçimleriyle "yükselen değerlerin" sorunlarına yanıt veremez hale gelmişti. Devletin küçülmesinden söz etmenin moda bir parlak söylem haline geldiği küreseleşme sürecinde KİT'lerin özelleştirilmesi Mafya Cumhuriyeti açısından kaçınılmazlaşmıştı. Dünyayı sarıp sarmalayan "sermayenin merkezileştirilmesinin önündeki bütün setlerin yıkılması" politikası, özelleştirmelerin hızla gerçekleştirilmesi için son derece uygun bir küresel zemin oluşturmaktaydı.
Ve özelleştirme süreci, çok doğal olarak, Mafya Cumhuriyeti'nin karakterine uygun biçimde işlemeye başladı: KİT'ler sermayeye, en fazla rüşveti bastıranın alacağı, iktidarlara en yakın sermaye gruplarının tercih edileceği biçimde peşkeş çekildi. Yukarılardaki herkes karlıydı...
Devlet yönetimindekiler karlıydı, büyük paylar kapmışlardı. Tekelci burjuvazi karlıydı, bu stratejik sektörleri de sömürü çarklarının birimlerinden biri haline getirerek daha rahat koşturma olanaklarına kavuşmuşlardı. Hem de kelepir fiyatlarla...
Peki işçiler, emekçiler? Bu sektörlerde çalışan insanlar ve onların aileleri.?
Aslında onlar için, kendilerini kimin sömürdüğünün, patronun kimliğinin çok fazla bir önemi yoktu. Devlet ya da herhangi bir sermaye grubunun patron olması sömürü gerçeğini değiştirmiyordu. Fakat bu sürecin işsizliği yoğunlaştıracağı, şu an bir işi olan emekçilerin bir çoğunun işsizler ordusuna katılacağı açıktı.
Özellikle bilinçli, aydın emekçilerin yer aldığı ve dönemin en aktif örgütlülüğünü ifade eden kamu emekçileri, özelleştirmeye hayır kampanyaları yürüttüler, yürütmeye çalıştılar. Biliyorlardı ki özelleştirme süreci sonunda, kör topal devlet elinde yürümeye çalışan bu stratejik birimlerin özel sermayenin eline dolaysız geçmesi, ülkenin topyekun sömürü düzeninin kurallarını daha da zorlaştıracak. Teslimiyetin son adımları atılmış olacak...
Bütün bunlar, "devlete yeni kaynaklar yaratmak, verimsiz işletmelerden elde edilen gelirlerle halkın ve ülkenin yararına yatırımlar gerçekleştirmek, devrim, atılım, kamburu sırttan atmak" edebiyatlarıyla tezgahlanarak amaca ulaşıldı. Bu süreç bittiğinde, ülkenin havayollarından demiryollarına, petrollerindan kömürlerine, doğal gazından iletişim sistemlerine kadar her şey, sermayenin elinde toplanacak ve kapitalizmin tekelci sermayeye kayıtsız şartsız teslim olma evriminin son adımları da atılmış olacak.
Petrol Ofisi, özelleştirme listesinin büyük, kar marjı yüksek ve en stratejik alanlarından biri idi. Ne var ki POAŞ satılırken, diğer özelleştirmelerdeki problemler, sektörün büyüklüğüne ve kar marjına uygun biçimde büyük yaşandı.
Özelleştirme Yüksek Kurulu, "şeffaf ihalede", POAŞ'ı, yönetmeliklerin ve daha önce yine kendileri tarafından belirlenmiş olan kuralların açıkça ihlali pahasına, üçüncü durumdaki talipliye (İş Bankası-Park Holding-Bayındır-PÜAŞ Grubu) verdi. Daha iyi teklif veren ilk iki sermaye grubu ise, Akmaya-Orteks ve Doğuş-Garanti Bankası idi. Devletin gerçekten ne kadar büyük bir zararı olduğunu geçelim, açıklanan rakamlar düzeyinde konuşursak bile, devlet sadece bu satıştaki tercihinden dolayı, 1 Milyar dolar zarara uğradı...
Ve şimdi sırada TÜPRAŞ var. Yeni bir sermaye grubunun, ülkenin en iyi mali zeminlerinden birine yerleşmesi ve devletin yüksek börokrasi kadroları için, ihalelerde onları tercih etmekten dolayı dönülecek çok iyi bir köşe daha... Mafya Cumhuriyeti'nin köşeleri dönülmekle bitmiyor. Ne bereketli bir köşe toprağı imiş bu...
Bizim topraklarımız... Bizim dedelerimizin ve babalarımızın kanı-canı-alınteri ile yaratılan, onların emeği ile herşeye rağmen ayakta duran ve her tür mafyacıya rant sağlamaya devam edebilecek zenginliklere sahip olan, ayrıca üç dört kuşaktır bağımsızlığı ve kurtuluşu için bizim gençliğimizin kanının akıtıldığı topraklar...
Anadolu...
Bu coğrafyada, bizim sessizliğimiz ve tavırsızlığımız sonucu Mafya Cumhuriyeti'nin icraatları alabildiğine pervasızlaşıyor... Sözgelimi, TBMM Genel Kurul Salonu'nun ihalesiyle ilgili yolsuzluğun deşifre olması tüm sıcaklığını korurken ve sözkonusu süreçte TBMM, başkanı olan Mustafa Kalemli'nin dokunulmazlığını kaldırımak zorunda kaldığı günlerde bu süreçten de gerçek bir sonuç beklemeyiniz, Kalemli'nin aklanması, devlet geleneklerimiz içindedir. Emlakkonut, yolsuzlukların üzerinde yoğunlaştığı şirkete, Mesa-Nurol Şirketi'ne 1 trilyon 210 milyarlık yeni bir usülsüz ödeme yaptı. Yangından ne kurtarılırsa kardır... Ve Mustafa Kalemli'nin dokunulmazlığının kaldırılmasından dolayı başına bir şey gelebileceği endişesine kapılmayınız! Kalemli'nin aklanması, devlet geleneklerimizdendir. Diğer partilere mensup milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda pazarlıklar yapılır, Kalemli 'alnının akıyla' koltuğuna döner.

Kubilay Uygun, Titrine Uygun..
Kubilay Uygun. TBMM Afyon milletvekili. Genç, yakışıklı. Akıllı. Son seçimlerden önce, Bülent -Rahşan çiftinin kafa kafaya verip Mafya Cumhuriyeti için gerçek bir milletvekili olabileceğine can-ı yürekten karar verdikleri bir yükselen değer. "Değer" yükseldi, ve Ecevit çiftinin inayetiyle DSP listesinden TBMM'ye "Afyon milletvekili" olarak zuhur etti.
Bu önemli şahsa özenle bakınız. Onun gözlerindeki yükselen değerler ışığını yakalayınız! O, Mafya Cumhuriyeti'nin, o yükselen değerlerimizin, o TBMM üyelerimizin, o ülkemizin geleceğini bir nazik ve havalı el kaldırışlarıyla lütfen belirleyenlerimizin simgesidir. Kubilay Uygun, TBMM'nin en önemli şahsiyeti, simgesidir bizce.
Kubilay kardeş, milletin vekili olarak, milletin karşısına çıkarak, "ben filanca partidenim, sadece bu partinin görüşleri doğrudur, diğerlerinin hepsi yalan söylemektedir, sizi biz kurtaracağız, çıkarlarınızı yüce TBMM'de biz temsil edeceğiz ve savunacağız. Bize oy verin" demiştir ve inanmayı çok seven halkımız, Kubilay'a da inanarak kendisine oy vermiştir. Bu arada Kubilay arkadaş, öteki sair partiye, kimbilir nasıl verip veriştirmiştir ki aralarındaki fark konusunda zaten kafası karışık olan halkı ikna edebilmiştir...
Ve fakat Kubilay, seçildiği günden bu yana tam sekiz kere parti değiştirmiştir. Bu yazının kaleme alındığı günlerde rekolte bu düzeyde idi. Daha sonraki değişimlerden dergimiz sorumlu değildir... Ve sonuncu duruma kadar, her değişimin parti lideri, aynı seçim döneminde belki üçüncü kez partilerine geri gelen bu hızlının kaç paraya geri döndüğünü değil, "yuvaya geri döndüğünü", medya önünde otuz iki dişleriyle ilan ettiler. Şimdi de suçu, Kubilay'a atmaya çalışıyorlar. Üzme kendini Kubilay, bunlarda vefa anlayışı yoktur, aynı seçim döneminde senin sayende birkaç kaz "partimize yeni bir milletvekili, üstelik de rakip partiden çıkıp geldi" derken çok mutlu gözüküyorlardı. Bu transferler için milyarlarca lira ödedikleri halde, insanın ipliği pazara çıkınca, böyle ayrık otu gibi dışarıda bırakırlar. Bunların çarkları, dostlarını da düşmanlarını da öğütür. Kime dost, kime düşman oldukları belli bile değildir.
Yüce Mafya Cumhureyeti'nin muhterem üyesi sevgili kardeşim Kubilay, bu ismi de ona kim vermiş ki daha doğal bir isim verebilirlerdi, (örneğin Sülo ya da Necmi, Bülent, Deniz vs. diyebilirlerdi) şu sıralar yaz tatilini, Edremit Hastahaneleri'nden sürekli rapor alarak Marmaris'in gerçekten nefis sahillerinde geçiriyor. Bu ufak üç kağıtçılığın faturasını, Edremit doktorları çekiyor. Bir TBMM vekilinin "ricasını" geri çeviremedikleri ve onun sapasağlam vücuduna çeşitli hastalıklar yakıştırarak raporlar düzenledikleri için işlerinden alınıyorlar, sürülüyorlar. Ama çok şükür Kubilay'ın zevk-i muhabbeti, bütün bu manialara rağmen sürüyor.
Bu milletvekilinin en son skandalı "iş güzar bir küçük esnaf"ın çekememezliği dolayısıyla" patlıyor. Bizimki, kızına televizyon almak için gittiği bir dükkanda, kader bu ya, kızını hatırlatan bir genç kıza o gecelik gönül düşürüyor. Ama bu macerası basına yansıyor. Erkekliğin şanındandır, böyle şeylerin lafı bile olmaz ya, bu allahın cezası TC-MC'de neyin ne zaman lafının olacağı belli bile olmuyor artık. Eskiden böyle miydi, devlet erkanının her türlü sırrı yaşam pahasına korunur, onların pezevenkliğini yapmak onur sayılırdı...
Her şeye rağmen Kubilay ve Kubilay vb. 300-400 kişi, Çankaya'nın sırtlarına çöreklenmiş, oturmaya devam ediyor. Hızlı birikim sağlamanın ve bildik bütün köşeleri dönmenin yolları icad edildiği için, bir dönem daha "milletvekili" seçilmek pek de umurlarında değil. Bir tek dönem içinde, çocuklarının çocuklarını sefahat içinde yaşataca birikimin üstüne oturuverebiliyorlar. Gelecek seçimlerde, halkımız kendisini temsil etmek üzere TBMM'ye göndereceği yeni Kubilaylar'a oy veriyor.
Peki ülkemizin sefaleti?..
Acıları?
Onlara Ne!..

Peki, Ya Kürdistan?..
Burjuvazinin bazı kesimlerinin ve ordu içinden bazı grupların dahi "artık çözüm, bir biçimde çözüm" dedikleri Kürdistan konusunda, "devletin", yönetimin ve bürokrasinin kılı kıpırdamıyor. Herkes, "benim dönemimin dışında kim çözerse çözsün, vebali, sorumluluğu ben almayayım" yaklaşımı içinde. Ve iktidardan kaçma, ele geçirilen iktidar olanaklarını sürdürme olasılıkları varken, bir biçimde başkalarına devretme tutumlarının altında, ekonominin iflası ile Kürdistan gerçeği yatıyor.
Onların bu tavırlarının nedenlerinden biri de, "devlet yöneticilerinin", Kirli Savaş'tan en az etkilenen, hatta hiç etkilenmeyen kesim olmasından kaynağını almaktadır. Bu önemli gerçek, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vermekte olan güçlerin de önemle değerlendirmesi gereken, taktiklerini saptarken gözetmesi gereken boyutlardan biridir.
Yukarıda, Kirli Savaş'tan devletin yönetiminin ve bürokrasisinin en az etkilenen, hatta hiç etkilenmeyen kesimi olduğundan, dolayısıyla bütün gelişmelere rağmen kılının bile kıpırdamadığından söz ettik.
Ölenler ve öldürenler, yoksul halkın çocuklarıdır. Eşref Bitlis'in şaibeli ölümünün dışında, üst düzey subaylar ve ordu politikasını oluşturan kurmayın can güvenliğinin sağlam olduğu ve hatta itibarlarının yükseldiği bu savaşta, yine de Ordu içinden bazı kesimler, 'artık yeter' deme noktalarına geldi. Çünkü sonuç olarak askerinden kurmayına kadar tüm üyelerinin bir biçimde savaşın içinde olduğu kesim ordu...
Öte yandan, savaş dolayısıyla zayıflayan ekonomi, son tahlilde burjuvazinin de işine gelmiyor. Ülkenin en önemli holdinglerinden birinin başında olan İshak Alaton, Temmuz ayı ortalarında şunları söylüyor:
"Kürt sorununu çözebilmiş olmaktan uzağız. Birkaç yıl önce bundan, 'Güneydoğu Sorunu' diye söz etmeyi tercih ederdim, çünkü Kürt sorunundan söz etmenin sonu, ünlü DGM'lerde yargılanmak olabilirdi. Şimdi demokratikleşmenin karşısında olan güçler bile, bu tartışmalara katılmak zorunda kalıyorlar.
İki yıldan fazla bir süre önce, askeri hiyerarşinin üst basamaklarında olan bir yetkili, "şimdi PKK'nın ya da teröristlerin beli kırıldığına göre siyasetçilerin ve işadamlarının teröre kalıcı bir çözüm bulmalarının zamanı geldi" diye konuştu. Bir işadamı olarak, mesajı aldım ve Güneydoğu'da yatırımları hızlandırmak sorumluluğu hissettim. Ancak silahsız kuvvetler bölgeye gitmeden önce, bölge halkının taleplerinin de karşılanacağı şekilde kalıcı barış için bir çerçevenin çizilmesini bekliyor. Son iki yıldır parlementodaki partilerden hiçbirinden bir öneri gelmedi. Partiler gelecek seçimlere hazırlanmakla fazlasıyla meşguller." (16 Temmuz 1998, Milliyet)
Burası bir Mafya Cumhuriyeti. Biz demiyoruz, bu Cumhuriyet'in Başbakanı diyor: Akın Birdal Suikastı'nın ardından."Diğer kamu kuruluşları yardımcı olursa Yeşil yakalanabilir"
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı diyor: "Toplumun bir ucu Hindistan yoksulluğunda, öteki ucu Hollanda zenginliğinde."
Ve bu satırlarda biz diyoruz ki: Bu ülke, bu halklar, tüm bunlara layık değildir. Tüm bunları yarıp geçecek, tüm bunları ezip geçecek güçtedir. Tek sorunu, kendi gücünün, kendi tarihsel sorumluluğunun örgütlenme zorunluluğunun farkında olamamaktır. Bütün bunları kavrayacak, ve Anadolu'yu gerçek bir cennete dönüştürecektir. Onun kurtuluşu, devrimci kurtuluştur.
Bu kesindir!
Sosyalizmin ilk barikatları, halkın
en sdeğerli evlatlarınca örülmektedir.
Bu barikatları, ne Oligarşi, ne de
emperyalizm, yaramayacaktır.
Türk ve Kürt halkları kazanacaktır!
Yaşasın Sosyalizm,
Yaşasın Halkların Kurtuluşu!...
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92