1 Mayıs, ABD Proletaryası'nın, daha kısa işgünü
talebi için verdiği mücadelelerin içinde oluşmuş
ve bu uğurda yaşanılanlardan dolayı, dünya işçi
sınıfının simgesel direniş ve mücadele günü olarak
kalıcılaşmıştır.
Emekçilerin yaklaşık bir buçuk asır önce başlattıkları
mücadele, göreli kazanımlara rağmen hala sürmektedir
ve bu mücadelenin nihai zaferine kadar, yeryüzünde
barışın, eşitliğin, adaletin hüküm süreceği günlere
kadar da sürecektir.
Proletaryanın daha kısa işgünü talebi, ABD'deki
ilk ciddi sendikal örgütlenmelerin oluşumundan
da gerilere dayanmaktadır. Daha 1791'de bu ülkenin
marangozlarının 10 saatlik işgünü ve ek mesai
ücreti için greve gittiğini görüyoruz. İşçiler,
oniki saat, bazan daha da fazla çalışmaktadırlar
ve tatil günleri yoktur. 1830'da ABD'de ortalama
işgünü oniki buçuk saatir. Ancak bu tarihten otuz
yıl sonra ve proletaryanın verdiği zorlu mücadelelerin
bir kazanımı olarak, onbir saatlik işgünü elde
edilebilmiştir.
Yapılan ilk grevlerin başarısızlığı işçileri yıldırmamıştır.
Bostonlu işçiler, 1838 yılında yayımladıkları
bildiride şunları söylüyorlardı: "Çok uzun
zamandır fiziksel ve zihinsel enerjimizi tüketen,
tuhaf, acımasız, adil olmayan, zalim bir sistemle
karşı karşıyayız. Günde on saatten fazla çalışmayı
yasaklayan Amerikan toplumunun üyeleri olarak,
bizlerin de hakları ve görevleri var." Bu
bildiri, büyük bir genel grevin örgütlenmesinin
de fitili oldu. İlk olarak bir kömür madeninde
çalışan İrlandalı işçiler ayaklandılar. Talepleri;
on saatlik işgünü ve ücret artışları idi. Onlara
hergün yeni bir işyerinden katılım oldu ve kısa
süre sonra olaylar bir genel greve dönüşmüştü
bile.
Philadelphia'daki bu genel grev, başlangıcından
sadece üç hafta sonra başarıyla sonuçlandırıldı.
On saatlik işgünü talebi ve ücret artışları kabul
edilmişti. Sözkonusu kazanım, diğer eyaletlerdeki
işçiler için de cesaret ve esin kaynağı oldu ve
grevler tüm ülkeye yayıldı. Kazanımlar ardı ardına
proletrayanın mücadele hanesine yazıldı.
Ne var ki, izleyen yıllarda ülkede bir ekonomik
bunalım yaşanması, proletaryanın kazanımlarının
geriye alınmasının zeminini yarattı. Yeniden 12-14
saatlik çalışma sürelerine dönüldü. Üç-dört yıl
sonra ekonomik bunalım sürcenin sona ermesiyle
birlikte, mücadele yeniden ivme kazandı. 1840'larda
canlanan bu yeni sürecin başını, tekstil fabrikalarında
çalışmakta olan bayan işçiler çekiyordu. Bu öncu
kadınlar, ABD'deki ilk fabrika işçileri sendikalarını
kurdular. Zorlu mücadelerle elde ettikleri iş
saatlerinin indirilmesi haklarının kullanılmasını
engellemek için, burjuvazi çeşitli oyunlar oynamaya
başlamıştı.
İşgününün on saate indirilmesini benimseyen yasalara,
on saatten fazla çalışacak işçilerle özel sözleşmeler
yapılması doğrultusunda maddeler eklendi. Bu sözleşmeleri
imzalayanlar çalıştırılmaya devam ediliyor, imzalamayanlar
işten çıkarılıyordu. Bu kötü oyuna işçiler "kara
liste terörü" dediler ve örgütlenerek bu
oyunu bozmaya çalıştılar. Fakat buna karşın işverenler
de örgütlendi ve sözleşmeleri imzalamayı redden,
bu nedenle de işten atılan işçilerin başka işyeri
tarafından da kabul edilmemesini sağladılar. İşçiler,
işsizliğe, açlığa karşı direniyorlardı ve dayanışmayla
ayakta durmaya, mücadelerini sürdürmeye çalışıyorlardı.
Sekiz saatlik işgünü için ilk örgütlenmeler ise,
1863'te başladı ve üç yıl içinde bütün ülkeyi
kapsamayı başardı. Karl Marks; "Köleliğin
yok olmasından sonra yeni bir yaşam belirginleşti.
İç Savaş'ın ilk meyvesi, sekiz saatlik işgünü
ajitasyonuydu; bu ajitasyon, Atlantik'ten Pasifik'e
kadar yedi başlı lokomotifle birlikte yürüyordu"
diye yazdı.
Bu süreçte, Bostonlu bir işçi olan Ira Steward,
sekiz saatlik işgünü talebinin ve bu talep etrafında
şekillenen düşüncelerin mimarı olarak öne çıktı.
Diyordu ki; "Kitlelerin alışkanlık, gelenek
ve düşünceleri, dünyadaki en kuvvetli gücü temsil
etmektedir. Uzun çalışma saatleri, işcilere, daha
fazla şeye gereksinimleri olduğunu kavramaları
için çok az şans bırakmaktadır. Günde ondört saat
çalışan bir işçinin daha yüksek ücret talep edecek
ne düş gücü ne de enerjisi kalmaktadır. Aşırı
çalışmadan dolayı öylesine tükenmektedir ki, yanlızca
yemek yemeyi ve uyumayı düşünebilmektedir. İşçilerin
günlük alışkanlıkları değişir ve gelişirse, evrendeki
tüm güçlere karşın ücretlerini arttıracaklardır.
Sekiz saatlik çalışma, işçi sınıfına dayatılan
bütün zorlukları yok etmek, yeni ve daha iyi bir
toplumsal düzen kurmanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Sekiz saatilk işgünü, ücretlerin yükselmesi sayesinde,
en sonunda çalışmanın mevyelerinin daha eşit dağılımıyla
sonuçlanacak olan uzun yolda, işçi sınıfının ilk
adımı atmasına yardım edecektir."
İlk ulusal işçi federasyonu olan Ulusal İşçi Birliği,
öncelikle bu konudaki yasalara yönelik bir kampanya
başlattı. 1864'te kurulan Birinci Enternasyonal
(Uluslararsı İşçi Birliği) ise, sekiz saatlik
işgününü temel amaçlarından biri olarak saptadı.
"İşgününün yasal sınırlanması, işçi sınıfının
kurtuluşuna yönelik bütün diğer çabaların yanında
gölgede kaldığı başlıca koşuldur" biçiminde
dile getirilen görüşlerle, sürecin başlıca mücadele
biçimi tanımlandı. Birinci Enternasyonal'in sonuç
bildirgesini kaleme alan Karl Marks; "Avrupa'daki
Birinci Enternasyonal ile ABD'deki Ulusal İşçi
Birliği aynı anda tutumu benimsemiştir. Dolayısıyla
Atlantik'in her iki yanında, üretim koşullarının
kendisinden, içgüdüsel olarak doğmuş olan işçi
hareketi aynı taleple yola çıktı" diyor ve
karar cümlesinde ekliyor: "Bu işgünü sınırlaması,
ABD işçilerinin genel talebini temsil ettiğinden,
Kongre bu talebi Dünya İşçilerinin genel platformuna
dönüştürür."
1873'te, ABD ekonomisinde bir kez daha durgunluk
başgösterdi ve altı yıl süren bu uzun durgunluk
dönemini işverenler yine işgününü uzatmaya çalışmak
için kullandılar. İşverenlerin bu çabasına karşı
yapılan gösteriler ve direnişler başarıya ulaşmadı.
İş günlerinin 15 saati bulduğu bölgeler vardı
ve bu duruma ekonomik durgunluğun getirdiği işsizlik
de eklenmişti.
Bu yıllarda ABD'nin en büyük işçi örgütü, "Hepimiz
Birimiz İçin" sloganını atan "Emek Şövalyeleri"
idi. Emek Şövalyeleri'nin saflarında her kesimden
işçiler, kadınlar, siyahlar ve emekten yana olan,
emekçi olmayan diğer insanlar da vardı. Geniş
bir taban oluşturan örgütlenme, sekiz saatlik
işgünü mücadelesi için aldığı kararlara rağmen
etkin bir eylemlilik içinde olmadı. Grevlerden,
"sınıfa zarar verdiği için" kaçınılmaya
başlanmıştı. Daha çok hukuki girişimlerle sonuç
alınmaya çalışılıyordu ama bu çabaların tümü boşa
çıkıyordu.
İlerleyen yıllarda sosyalitlerin etkinliklerinin
artmasıyla birlikte yeniden militan mücadele öne
çıkmaya başladı. Amaca ulaşmak için örgütlenmenin
büyük önemini ve değerini anlayan proletarya,
artık bu konuda çok daha ciddi ve kalıcı adımlar
atmaya yönelmişti.
1 Mayıs'ları doğuracak olan "daha kısa işgünü
için, belirlenmiş bir günü baz alma" düşüncesinin
ABD'de yerleşmeye başlaması da bu sürece rastlar.
Daha önce İngiltere proletaryası tarafından benmisenmiş
olan bu görüş, İnlitere'den ABD'ye giden işçi
önderlerinden John Cluer tarafından oraya taşınmıştır.
Fakat fazla yankı bulmamıştır. 1844'te ise Marangoz
ve Doğramacılar Derneği Genel Başkanı G. Edmoston,
Federasyon Kongresinde, 1 Mayıs'ın 8 saatlik işgünü
için fiili başlangıç tarihi seçilmesinin kararlaştırılmasını
sağladı.
Niçin 1 Mayıs?
1867 yılının Mart ayından İllinois'te sekiz saatlik
işgünü yasası kabul edilmişti ve uygulamaya 1
Mayıs'ta başlanacaktı. Ama orada da işverenler
"özel sözleşme" maddesiyle bu yasanın
kabul edilmiş olmasını anlamsız hale getirmeyi
başarmışlar ve yasanın sadece mücadeleci işçilerin
ayıklanmasına hizmet etmesini, onların tümüyle
işsiz bırakılması sağlayacak şekilde çıkarılmasını
istemişlerdi.
Chicago işçileri bu oyunu boşa çıkarmak için büyük
bir direniş geliştirdi. Yapılan kitlesel mitinge
onbin işçi katıldı. Kentte bütün işyeryeleri kapatıldı
ve yaşam tamamen durduruldu. Bazı işçileri sadece
sekiz saat çalıştıktan sonra işi bıraktılar. Chicago
işçileri sonuç alamadılar ama bu büyük eylem,
işçilerin de işverenlerin de kafasına kazındı.
Tarih, 1 Mayıs'tı... 1 Mayıs, bu tarihten sonra,
"sekiz saatlik işgünü için grev yapılacak
gün" olarak belirginleşti ve sendikaların
ezici çoğunluğu tarafından bu şekilde karar altına
alındı.
1886 1 Mayıs'ına doğru, sendikalar tarafından
artık daha aktif olunması gerekliliği benimsenmişti.
1 Mayıs'a kadar bütün barışçıl yöntemler ve gösteriler
denenecek, sonuç alınmadığı takdirde, o gün genel
greve gidilecekti. Bu doğrultuda yayınlanan bildiri,
sadece Amerika'nın değil, bütün dünya proletaryasının
durumunu ve amaçlarını son derece güzel ifade
etmekteydi:
"Amerikan Emekçileri;
Uyanın!
1 Mayıs 1886'da aletlerinizi bırakın, işinizi
yapmayın, fabrikaları, imalathaneleri ve madenleri
kapatın.
Yılda bir gün. Bir günlük ayaklanma!
Dünya işçilerini tutsak almış kurumların çalımlı
temsilcilerinin düzenlemediği bir gün. Emeğin
kendi yasalarını yaptığı ve bu yasaları uygulama
gücüne sahip olduğu bir gün!
Ezen ve yönetenlerin rızasını ya da onayını almayan
herkes.
Emekçiler ordusunun birliğinin büyük bir güçle,
bütün ulusların yazgısını bugün elinde tutan güçlere
karşı saflaştığı bir gün. Baskı ve tiranlığa,
cahilliğe ve her türlü savaşa karşı çıkma günü.
Sekiz saatlik çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz
saat istediğimiz şeyleri yapma hakkını almaya
başlayacağımız bir gün."
Bildiri, sınıfın kararlılığın ve ulaştığı seviyenin
tanımlanması anlamına da geliyordu.
Bu arada, Sosyalist İşçi Partisi'nden ayrılan
bir grup, 1880 yılında Toplumsal Devrimci Klüp
adında bir örgüt kurmuştu. Newyork'ta ilk adımı
atılan bu klüpler, kısa sürede ülkenin bütün eyaletlerine
yayıldı ve sendikalardan, ABD'de çok kalabalık
bir kitle oluşturan göçmenlerden, mücadele içinde
diğer gruplarda aradığını bulamayan işçilerden
büyük destek gördü.
Bu klüpler, anarşizmi benimsemekteydiler. Almanya'dan
ve İngiltere'den sınırdışı edilen anarşist lider
Most'un ABD'ye gelmesi, sözkonusu klüplerin daha
da güçlenmesini doğurdu ve 1883'te IWPA (Kara
Entarnasyonal) kuruldu. Most, Parsons ve Speis,
bu harekin önderleri arasınaydılar. Parnos ve
Spies, anarkosendikalist olmakla beraber zorun
rolüne ilişkin olarak Most'un düşüncelerini desteklemekteydiler.
Siyasal eylemlerin sonuç alıcı olmadığı, sendikal
çalışmaların sürdürülmesi gerektiği ama zorun
belirleyici olduğu tezlerinde uzlaşıyorlardı.
Fakat daha sonra işçilerin güncel talepleri doğrultusunda
karalar almışlardır ve onların öngördüğü programları
uygulamışlardır. Anarko sendikalistler beş gazete-dergi
yayınlıyorlardı ve sayıları çok kısa süre içinde
onbinleri aştı. Etkinlikleri ise nicel durumlarıyla
kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Gelişen harekeni
liderliğini üstlenmeleri gecikmedi.
1 Mayıs 1886, Nisan ayından itibaren yarım milyonu
aşkın işçinin eylemlilikleri ile birlikte gelmekteydi.
Ve daha 1 Mayıs gelmeden işçilerin bir kısmı 8
saatlik işgünü hakkını kazanmayı başarmıştı. Ne
var ki, bu arada burjuvazi de güçlü bir karşı
propaganda yürütmekteydi. Gelişmelere; "korkunç
ve sınır tanımayan komünizmin neden olduğunu,
8 saatlik işgününün kumarı, ayyaşlığı, zamparlığı
arttıracağını, işçilerin daha yoksul hale getirceğini"
iddia ediyorlar ve bu savlarını her türlü propaganda
aracı ile yaymaya, benimsetmeye çalışıyorlardı.
Buna karşılık işçiler diyorlardı ki: "İşçinin
saati çaldı. Korkan sermaye, emeğin, saygı duymak
zorunda olduğu haklarını kavramaya başlıyor. Zenginliklerin
üreticisi, kendi haklarına sahip çıktığı ve ileri
bir uygarlığın kazanımlarını ve onurunu özgürce
paylaşmaya hazır olduğu zaman, günün kendi ellerinde
olacağına dair söz veriyor."
İlk 1 Mayıs
1 Mayıs Chicago, 100 bini aşkın gösterici sokaklarda.
50 bin işçi grevde. Kentte yaşam durdurulmuş.
Hiçbir işyeri çalışmıyor. Değişik milliyetlerden,
değişik ırklardan, bütün işkollarından kadın ve
erkek emekçiler, Chicago sokaklarını coşkuyla
teslim almış durumda.
Başka kentlerde işçiler meşalelerle yürüyor. İngilizce
ve Almanca söylevler veriyorlar. Katılmayan insanlar
dahi bu gösterileri ilgiyle, sempatiyle izliyorlar.
Konuşmacılar; "Bu ülkenin işçileri, artık
kendilerine eziyet edilmesine izinvermeyeceklerdir"
diyorlar. O güne kadar siyahlara kapalı olan parklar,
siyah ve beyaz proleterler tarafından dolduruluyor.
Ve bir tabu daha emekçilerin elleriyle yıkılıyor.
3 Mayıs'ta hala işçiler sokakta ve grevde. En
önde yine kadınlar yürüyor. Gazeteler bu kadınlar
için "Bağıran Amozonlar" terimini kullanıyorlar.
Grevlere, değişik kentlerden giderek yeni katılımlar
oluyor. Yine 3 Mayıs günü, altı bin işçinin bulunduğu
bir miting alanında, A. Spies konuşmacıdır. Spies'in
konuşması bitmek üzereyken, polis kalabalığa ateş
açar. Dört işci ölür, çok sayıda işçi yaralanır.
Bu saldırı, işçilerin kin ve nefretini daha çok
büyütür. Katliamı protesto etmek için ertesi gün
Haymarket Alanı'nda bir miting düzenlenmesi karalaştırılır.
Esterilen terör nedeniyle mitinge katılım az olur.
Yaklaşık üç bin işçi oradadır. Son konuşmacı da
sözlerini bitirmek üzereyken, Belediye Başkanı
polisi arayarak durumun normal olduğunu polislerin
çekilmesi gerektiğini, mitingin biteceğini söyler.
Fakat bir yüzbaşı, tam da bu çağrıdan sonra, işçi
gibi giydirdiği polislerle miting alanına gelir
ve mitingin dağıtılması emrini verir. Alanda o
sırad sadece iki-üç yüz civarında işçi kalmıştır.
Gelen polislerin sayısı iki yüzdür ve işçileri
kuşatırlar. Bu arada, bir provakatör, polislerin
üzerine bomba atar ve bir polis ölür, bir çoğu
yaralanır.
Egemenler isteğidi sonucu elde etmeyi ve bu başarılı,
coşkulu, etkili eymelilikleri boğmayı başarmıştır.
Hemen sıkıyönetim ilan edilir ve işçi liderleri
hedef gösterilerek tutuklanmaları istenir. Aramalar,
işkenceler, işbirlikçiler yaratma, rüşvet ve bilinen
bütün yöntemler uygulanır. Sonuç olarak sekiz
işçi önderi "suçlu" olarak mahkemeye
çıkarılır.
Albert Parsons: Aydın bir işçidir. Sosyalislerle
çalıştıktan ve onların yöntemlerinden sonuç alınamayacağını
düşündükten sonra bir siyah olan eşiyle anarşistlere
katılmıştır.
August Spies: Alman göçmenidir. İyi bir gazeteci
ve iyi bir ajitatördür. O da sosyalistlerle çalıştıktan
bir süre sonra anarşistlere katılmıştır.
Samuel Fielden: Bir pamuk işçisidir. İngiliz göçmenidir.
İyi bir örgütçü ve iyi bir ajitatördür.
Michael Schwab: Alman göçmenidir. Ciltcidir ve
Uluslararası İşçi Derneği'nin kuruluşunda etkin
rol oynamıştır.
Adolph Fisher: Alman göçmenidir. Besteci ve gazetecidir.
George Engel: Alman göçmenidir ve matbaacıdır.
Sosyalist İşçi Partisi üyesi iken o da diğer yoldaşları
gibi sonradan anarjistlere katılmıştır.
Louis Lingg: Alman göçmenidir ve marangozdur.
Bu iş dalında etkin örgütlenme çalışmaları yapmıştır.
Oscar Neebe: İngiltere'den ABD'ye göç ettikten
sonra işçi hareketlerine katılmıştır. Tenekecidir
ve bira fabrikasında çalışmaktadır. Anarşist hareketin
bir üyesidir.
Bu sekiz kişinin büyük çoğunluğu, bombanın atıldığı
akşam Haymarket Alanı'nda değillerdir. Fakat eylemlilikler
içinde lider durumunda olmaları dolayısıyla hedef
seçilmişlerdir.
Haymarket Olayı'ndan bir gün sonra, 5 Mayıs'ta
Milwaukee'de bir grup grevci, bir yürüyüş düzenlediler.
Polisin sokaklarda estirdiği büyük teröre rağmen
düzenlenen bu yürüyüşün güzergahı üzerinde bulunan
işyerleri ve fabrikalar, grevciler tarafından
kapatılıyordu. Grevciler, "yanlızca yıldırılmadığımızı
göstermek istiyoruz" diye demeç verdiler.
Fakat buna rağmen valinin emriyle askerler doğrudan
doğruya grevcilerin üzerine aşteş açtılar ve biri
Alman, sekizi Polonyalı olmak üzere dokuz işçiyi
katlettiler. İşverenler valiyi ve katliamcı askerleri
para ödülüne boğdular...
Ve kuşkusuz bütün bu olaylar 8 saatlik işgünü
eylemliliklerinin ivmesinin düşmesine neden oldu.
Yapılabilen bazı kitlesel grevler de Boston'da
olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlandı. Ne var
ki, bütün bunlara rağmen mücadele ve işcilerin
çabaları boşa gitmemişti. Bu yıldan başlamak üzere
iş saatlerinde azalma başladı ve bu azalma, 200
bine yakın işçiyi kapsadı.
Haymarket sanıklarından sadece Albert Parsons
yakalanmamıştı ama duruşma esnasında: "Yoldaşlarımla
beraber yargılanmak için huzurunuzdayım"
diyerek duruşma salonuna girdi. Jürinin oluşturulma
süreci, davanın sonucunu baştan tayin etmişti.
Jüri, öldürülen polis memurunun yakınlarından,
iş adamlarından ve sosyalizm düşmanlarından oluşturulmuştu.
Sanıkların hepsi bombayı atmakla ve cinayet işlemekle
suçlanıyordu. Dava tam bir dramaya dönüştürülmüştü.
Savcı diyordu ki: "Sayın jüri üyeleri; bu
sanıkları mahkum edin. İbret olsun diye teşhir
edin. Onları asın ve kurumlarımızı, toplumumuzu
kurtarın." Ve sanıkların son sözleri, onların
korkusuz, onurlu birer işçi önderi olduğunu kanıtlıyordu.
Spies: "Bu mahkemede bir sınıfın temsilcisi
olarak diğer bir sınıfın temsilcisine hitap ediyorum"
diye başladığı konuşmasını saatlerce sürdürdü.
"Bizi asarak işçi hareketini, milyonları,
yoksulluk içinde çalışan milyonlarca kişiyi kendisine
çeken bir hareketi yok edeceğinize inanıyorsanız,
durmayın bizi asın! Burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz
ama orada, önünüzde ve arkanızda, her yerde başka
kıvılcımlar çakacaktır. Bu, içten içe yanan bir
ateş. Bu ateşi söndüremezsiniz" dedi. Parsons,
sekiz saat hareketini boşa çıkarmak için bombayı
işverenlerin attğını söyledi ve kendileri hakkında
verilen hükmün, "tutkudan doğmuş, tutkuyla
beslenmiş tutkunun hükmü olduğunu" belirtti.
Bu işçi önderleriyle dayanışmak için onların bütün
dünyadaki işçi kardeşleri tarafından gösteriler
düzenlendi. İngiltere, Fransa, Hollanda, Rusya,
italya ve İspanya'da onbinlerce işçinin katıldığı
mitingler yapıldı. Onların savunmaları için bir
fon oluşturuldu ve dünya işçileri ücretleriyle
bu fona katkıda bulundular.
Herşeye rağmen işçi sınıfı tarihine Kara Cuma
diye geçecek olan 11 Kasım 1887'de, Parsons, Engel,
Spies ve Fisher idam edildiler. İdamdan bir gün
önce vali, Fielden ve Schwab'ın cezalarını ömür
boyu hapse çevirmişti.
Onlar, idam sehpasında;
"Sessizliğimizin, bugün boğduğunuz sesimizden
daha güçlü olacağı bir zaman gelecek"
"Halkın sesini dinleyin"
"Bu benim yaşamımın en mutlu anı" diye
haykırarak proletaryayı bir kez daha selamladılar.
Birkaç yıl sonra "Chicago şehitlerinin suçsuzluğu
kanıtlandı" ve onlar için bir anıt mezar
yaptırıldı. Haymarket anıtı, ilk 1 Mayıs şehitlerinin
üzerinde, yere düşmüş bir işçinin başına defne
koyan kadın figürüyle yükseliyor.
Bir Mayıs, işte bu tarihsel yola çıkış noktalarıyla
gelenek oldu. Bu geleneğin duraklarında hep isyan,
hep geleceğe yönelik güçlü inanç ve umut oldu.
Sınıfın bu önemli geleneği faşist devletlerin
daha sonraki süreçlerde yaptıkları yeni katilamlarla
her yıl yeniden ve yeniden kızıla boyandı. Fakat
hiçbir katilam ve zulmün hiçbir boyutu emekçileri
ve onların yoldaşlarını, 1 Mayıslarda alanlara,
barikatlara çıkmaktan alıkoyamadı.
1891'de, 2. Enternasyonal, 1 Mayıs'ı İşçi ve Emekçi
Günü olarak ilan etti.
Egemenler, yeni işçi ve emekçi günlerini, yeni
kan göllerine çevirmek için birbirleriyle yarıştılar.
Ülkemizde de en büyük katliamı bizzat CIA desteğinde
1977 1 Mayıs'ında gerçekleştirerek 30'u aşkın
insanımızı öldürdüler, yüzlerce insanımızı yaraladılar.
Chicago şehitlerinden tam 90 yıl sonra taranarak
öldürülen onlarca Taksim şehidi, Anadolu ile Amerika'nın
çok da uzak olmadığı, emekçiler için bütün dünyanın
vatan olduğunu ve o büyük vatanı kazanmak için
uzun ve zorlu mücadelenin belki bu asırda da sürdürmek
zorunda olduğunu söylüyorlardı...
BİR MAYISLARI,
KAZANACAĞIMIZ DÜNYANIN KARARLILIĞIYLA YAŞADIĞIMIZ
GÜNLER EVRİLECEK;
VE GÜN OLACAK, MUTLAK OLACAK;
1 MAYISLARI, KAZANDIĞIMIZ DÜNYANIN
BAYRAMI OLARAK YAŞAYACAĞIZ....
|