Devrimin ve sosyalizmin sorunlarını irdelerken
ve onlara yanıtlar üretmeye çalışırken; tarihten
zenginleşerek geleceğin uzak ufuklarına bakmaya
çalışma geleneğimizin sonuçlarından biri de; kadın
sorunu perspektifimiz ve uygulamamız olmuştur.
Bu önemli sorunu, ne devrimin genel sorunlarından
biri olarak gerektiğinden daha fazla öne çıkarmak,
ne de devrimin içinde bulunduğumuz aşamasında
yanıtlanması ve çözümlenmesi gereken yönlerini
görmezden gelmek gibi bir yaklaşımımız olmuştur.
20-30 yıllık mücadele pratiğimiz içerisinde, bu
konuya nasıl yaklaşıldığı, genel anlayışların
pratikte ifadesini nasıl bulduğu; aktarımdaki
eksikliklerden dolayı özellikle genç kuşağımız
açısından merak edilen bir konudur.
Aşağıda, genç kuşaktan bir Barikat muhabirinin,
geleneğin ikinci kuşak temsilcilerinden bir bayan
devrimci ile yapmış olduğu röportajı okuyacaksınız.
Röportaj, İsviçre'nin Cenevre kentinde, Barikat
İsviçre muhabiri M. Şahin tarafından gerçekleştirilmiştir.
Barikat- Devrimci mücadelede kadınların durumu,
kadın sorunu üzerine anlayışlar ve ülkemiz devrimci
mücadele seyri içerisinde kadınların yer alışı,
geleneğiniz içerisinde anlayışlarımızın nasıl
hayat bulduğu gibi konularda görüşlerinizi almak
üzere bir arada bulunmaktan dolayı sevinç duyuyoruz.
Daha genel konulara, kadınların devrimlerin tarihi
süreçleri içindeki durumlarını değerlendirmeye
geçmeden önce, Türkiye Devrimci Hareketi içinde
kadınların durumuna ilişkin sorular sormak istiyoruz.
İzin verirseniz, biraz özelden genele doğru bir
seyir izleyeceğiz.
Biz savunduklarımızı
yaşamayı başardık
Işıl Dağlı- Konuşmaya başlarken, Barikat'ın çalışmalarından
büyük bir sevinç duyduğumu, dergiyi çoşku ve heyecanla
izlediğimi, beklediğimi belirtmek isterim. Sadece
üzerinde konuşacağımız konuyu düşündüğümde dahi,
böyle bir yayın organının ne denli önemli ve yaşamsal
olduğunu bir çok yönüyle görüyorum.
Çünkü bizler, anlayış ve tezlerimizle; sözgelimi
sadece bu konu çerçevesinde ele alırsak, yirmi-yirmi
beş yıl öncesinde, döneme göre oldukça ileri derece
bir çizginin sahibiydik. Sadece düşünsel olarak
değil; çok daha önemlisi, savunduklarınmızı yaşama
geçirme konusunda ciddi başarılar elde ettik.
Daha da somut ifade etmek gerekirse; savunduklarımızı
yaşadık. Savunduklarımızı, büyük ölçüde yaşamayı
başardık. Fakat bütün bunların bugün yeterince
bilinmediğini, yeterince aktarılamadığını üzülerek
görüyorum.
İşte bu noktada da, geçmişteki yayın organı eksikliğinin
çok önemli bir rolü vardır. Tarihin oldukça önemli
bir yanı, güzel bir yanı, bilinmemekte ya da çeşitli
çevrelerin kof ajitasyon ve propagandalarından
dolayı yanlış bilinmektedir. Kaçınılmaz bir gerçekliktir;
siz kendinizi gerektiği gibi anlatma başarısını
gösteremezseniz, başkaları sizi ve de kendisini
dilediği gibi anlatır, aktarır. Diğer bir çok
konuda olduğu gibi, kadın sorunu konusunda da
böyle bir talihsizlik yaşadığımız görülüyor.
Barikat- Geleneğinizin ciddi bir kadın sorunu
yaklaşımı vardır ve bunu uygulamıştır diyorsunuz.
Bu anlayışlar ne zaman ve hangi koşullarda oluşmuştur?
I972 yenilgisinden önce de var olduğundan söz
edebilir miyiz ve 1974'lerde tekrar yükselmeye
başlayan çizginin kattığı zenginlikler olmuş mudur?
I. D.. - Somut olarak 1965'lerden süzülüp 69-72
atılımıyla Türkiye Devrim savaşımında büyük bir
dönüm noktası yaratan çizgimizin ilk pratik süreci;
ülkenin, toplumun ve devrimin bütün sorunları
üzerinde ciddiyetle araştırma yapan, tartışan
ve büyük bir düşünsel-pratik dinamizm içinde çözümler
üreten bir seyir içinde yaşanmıştır.
Toplumsal konulara bakış açılarında büyük bir
açıklık ve ileriye dönük, gelişmeye-geliştirmeye
dönük devrimci kişiliklerin ürünü olan tavırlar
görüyoruz. Bir sosyalist için kadın sorunu tartışması,
devrim saflarındaki insanların tutarsızlıklarından,
düşünsel boşluklarından dolayı çok geri noktalardan
başlanmak zorunluluğu duyularak tartışılmamalıdır.
Bir sosyalistin kadın erkek eşitliğini tartışması,
zenci beyaz eşitliğini tartışması kadar gariptir.
Sosyalizmin temel prensipleri, tartışılamaz doğallıkları
içerisinde bu vardır.
Sosyalist, eğer gerçekten devrim mücadelesine
soyunmuşsa; bu temel prensibi topluma nasıl taşıyacağını,
toplumsal kesimlerin özelliklerine göre kimlere
hangi yöntemlerle bu anlayışı götürebileceğini
tartışır. Bu temel eşitliğe; içinde yaşanılan
toplumda nasıl daha fazla gerçeklik kazandırılacağını,
örgüt ya da gruplar içerisinde de bu konuda düşülen
hata ve zaafları, düşünce ile pratik arasındaki
kopuklukların nedenlerini ve bunların nasıl üstesinden
gelineceğini tartışır.
Ve öylesine tartışır ki; dost da, düşman da bu
tartışmaların soyut ve kof tezler olmadığını,
gerçek sosyalistlerin yaşam karşısındaki tavır
alışlarının ilkesel çıkış noktaları olduğunu görür,
bilir. İfade etmek zorundayız ki, bu anlamda Türkiye
Solu olarak sağlıklı bir geçmişe sahip olunduğunu
kimse iddia edemez.
Özellikle 1980 yenilgisinden sonra garip bir şekilde
keşfedilen ve abartılı biçimlerle öne çıkarılarak
devrimin, sosyalizmin diğer sorunlarının tartışılmasının
neredeyse önüne konulan kadın sorunu tartışması,
özellikle bazı çevreler tarafından, son derece
ilkel ve salt bir eşitlik düzeyinde, gündeme getirilmiştir.
Dünya devrimleri iyi incelendiğinde, yenilgi dönemlerinden
sonra ortaya çıkarılan marjinal akımların içinde
feminizmin önemli bir yer işgal ettiği görülecektir.
Ve o dönemde bizim yenilmiş sosyalistlermiz de
ne yazık ki, bir sosyalist gibi değil, kadın ya
da erkek, bir feminist gibi tartışmaya (tartıştırılmaya)
başlamışlardır.
Oysa sosyalizmin bu konuda başka ara akımlara
gereksinimi yoktur. Sosyalizm çok net ve kesin
bir biçimde ve tarihte ilk defa kadın erkek ilişkisini
ve kadının toplumsal ilişkiler içindeki yerini
gerektiği gibi çözümlemiştir. Doğru bir teorik,
ahlaki çerçeve yaratılmıştır. Ancak on binlerce
yıllık bir pratik içinde oluşmuş, gelenekselleşmiş
ilişki ve çelişkilerin birkaç on yıllık toplumsal
pratik içinde dönüşüme uğratılarak tümüyle ortadan
kaldırılabilmesi de beklenemez. Bu bağlamda da,
teoriye pratikte tam anlamıyla gerçeklik kazandırılabildiği
söylenemez. Kadın haklarını savunmak için insanların
feminist olması gerekmiyor. Sosyalist olmaları,
ama gerçekten devrimci bir sosyalist olmaları
yeterlidir.
Öte yandan, eğer mücadele saflarında bu konudaki
uygulamalarda eksiklik, hata ve zaaf varsa; bu,
o mücadele çevresi içinde kadın sorunu olduğunun
değil, bir kimlik sorunu olduğunun, erkeklerin
bir sorunu olduğunun, kadın ya da erkek, sorunlar
ve gerilikler kimlerden kaynaklanıyorsa, onların
sosyalizm anlayışlarında kopukluklar olduğunun
göstergesidir. Henüz gerçek birer sosyalist olunamadığının
göstergesidir. Genel olarak kadın, devrim kavgası
içinde geleneksel aile ve toplum yapısına göre
daha ileri konumlar kazanmış, yaşamda daha aktif
roller oynamıştır. Fakat bizler açısından sorun,
" biraz daha ileri" olmakla sınırlanamaz.
Sorun, kadının insan cinsinin bir diğeri olarak,
cinsiyet farkı gözetilmeksizin tam bir eşitlik
ve özgürlük içinde yaşayacağı toplumsal yapılanışın
gerçekleştirilebilmesidir. Anlayışların kültürel
özellikler düzeyine yükseltilebilmesidir.
Barikat- 74'ten sonra da kadın sorunu üzerinde
sözettiğiniz devrimci anlayışlarla düşünülebilmiş
midir?
I. D. - 74'ten sonraki süreci biraz daha geniş
ve ilk adımda ikiye ayırarak tartışmak gerekiyor.
Çünkü o dönemin sosyalistlerinin bir kesimi bu
konuda geçmişe oranla daha ileri noktalara ulaşmayı
başarmış olmasına rağmen; ne yazık ki bir kesimi,
değil 70 döneminin, Türkiyeli Sosyalistler'in
çok daha önceki on yıllarda yakaladıkları çizgilerin
bile gerisine düşmüşlerdir.
Bilindiği gibi; çizgileri, savundukları tezler
bize ne kadar uzak olursa olsun, daha önceki on
yılların sol akımları içinde de önemli kadınlar
ve bu kadınların önemli işlevleri vardır. TKP
ve TİP içinde görev yapan, yöneticilik yapan kadınları
unutmamız sözkonusu olamaz. Bu insanların "kadın
oldukları halde" sosyalist olabilmelerini
ve o yıllardaki halkın komünistlere bakış açısını
da değerlendirdiğimizde; bütün bunlara rağmen
mücadele içinde yerlerini almış olmalarını, hatta
önlere çıkarak yöneticilik, o günlerin yaklaşımları
içinde militanlık yapmış olmalarını, büyük bir
saygıyla anmak gerekir.
İzleyen yıllarda, yetenekleri ve katılımları ölçüsünde,
mücadele içinde yer almış olan kadınların önüne,
saflardan "anlayış düzeyinde" çok ciddi
engeller çıktığını sanmıyorum. Kuşkusuz, "farklılıklarının"
ve toplumsal alışkanlıkların özel zorluklarını
gerçekten fazlasıyla yaşadılar, bunun acılarını
çektiler. Ama anlayışta herkes kendine göre bir
"eşitliği" savunuyordu...
Bu noktada önce, kadınların devrimci mücadeleye
katılım için katetikleri yol boyunca önlerine
çıkan toplumsal, ailevi vb. engelleri tartışmak
gerekiyor. Gerçekten çok zorlu ve boğucu, kanatıcı
zincirleri vardır kadınların. Ve işte bundan dolayıdır
ki, bütün bu zincirleri kırarak saflara gelmeyi
başaran kadınlar çok cesur, çok atak ve ilerlemeye
açık olabilmektedirler. Fedakarlık sınırlarını
ise, başka bir bağlamda ayrıca tartışmak isterim,
çünkü bu konuda kadınların özgün yönleri ve bazı
üstünlükleri olduğunu düşünüyorum.
Toplumsal rollerden ve kadınları bağlayan, sınırlayan
toplumsal dokudan söz ederken, toplumun yapılanışını
genel olarak değerlendirmek gerekiyor. Kadınlara
atfedilen bağlayıcılıklar, onları çok fazla sınırlayan
ve sınırlamanın ötesinde, hapseden rollerdir.
Bugün bizim toplumumuzun büyük bir kesiminde de,
kadın çalışmak için, okumak için vb. nedenlerle,
geleneksel değer yargılarının kadın için çizdiği
sınırların dışına çıkabilmektedir. Fakat kuşkusuz,
hala ikinci tercih olarak ve anlayışlardaki, alışkanlıklardaki
gericiliğin aşılabilmiş olmasına bağlı olarak
değil...
Buradan hareketle, bir şeylerin değiştiği, ama
daha ciddi bir engel olan kafa yapılarının kör
noktalarının aşılması için mücadele etmek gerektiği
görülüyor. Ekonomik zorluklar, verilmiş ve verilmekte
olan mücadelelerin etkisi, dünyanın değil kadın
emeğine, çocuk emeğine bile ihtiyaç duyan ekonomik
ve sosyal düzeni, kadının ikinci tercih olarak
da olsa evden çıkabilmesini doğurmuştur. Ama bu
çıkış, evdeki rolün, sosyal rolün tümüyle değişmesi
anlamına gelmemektedir.
Çalışan kadın yine eve gidip çocuğun bakımı ve
yemek, temizlik görevlerini yapmakta, eşine hizmette
kusur etmemekte, bu yönüyle de belki çalışmayan
kadından çok daha fazla emek harcamak zorunda
kalmaktadır. Çalışan kadın, eşitliğini kazanmış
kadın anlamına gelmemektedir. Görülmektedir ki;
evin dışına çıkmak, bir adımdır, evet ama, esas
olan kafa yapılarının, kadına ilişkin geleneksel
anlayışların parçalanmasıdır. Bu yönde çok ciddi
ilerlemelerin kaydedilmesidir.
Kapitalizm eşitsizliklerle yaşar
Kadın mücadelesi, bir devrim, sosyalizm sorudunur.
Kapitalizmin cinsler arasındaki eşitsizliğe çözümler
üretebilme şansı yoktur, böyle bir amacı da yoktur.
Kapitalizm ve emperyalizm, gıdasını eşitsizlikten
alır. Her türlü eşitsizlikten... Irk ayrımcılığı,
milliyet problemleri, cins ayrımcılığı, bölgesel
farklılıkların yarattığı sorunlar ve düşünebileceğiniz
her türlü yapay, haksız ayrımcılık, sınıflar arası
eşitsizlik ve bu eşitsizliğin uçurumlara dönüşmesi;
kapitalizmin ayakta durabilme ve beslenebilme
damarlarıdır.
Eşitsizlik damarlarını kestiğiniz zaman, kapitalizm
yaşayamaz. Dolayısıyla emperyalist kapitalist
ülkelerdeki kadın eşitliği, aldatıcı bir görüntüden
ve bu cinsin de emeğine duyulan ihtiyaçtan, modern
imaj propagandasının zorunluluklarından ibarettir.
Diğer bütün haksız ayrımcılıklar ve eşitsizlikler
gibi kadın erkek eşitsizliğini de ortadan kaldırabilme
şansı, ancak ve ancak sosyalizme aittir.
74 sonrasının yükselen sosyalizm mücadelesi sürecinde,
devrim sonrasının yaşam tarzını ve ilişkilerini
bünyesinde barındırması gereken devrimci ilişkiler
içerisinde, bu konudaki doğru ve yanlış eğilimler
bir arada yaşamıştır.
Kadınların ve erkeklerin, diğer bütün eşitsizlikleri
yenmek, adil ve güzel bir dünya kurmak, bu dünyada
yerini alacak ülkeyi yaratmak için savaştıkları
saflarda, çeşitli nedenlerle bu konuda yanlış
yaklaşımlar varlığını korumuştur.
Barikat- Bunları özellikle öğrenmek istiyoruz
ve sakıncası olmadığını düşündüğünüz çerçevede
açmanızı istiyoruz.
I. D. - 74 sonrası sürecin devrimci mücadelesi,
biraz geçmişin savunulup savunulamaması ikilemi
üzerinde yükselen, bu çıkış noktasından dolayı
da, gelenekselci diyemeyeceğimiz ama değer yargıları
konusunda ciddi endişeleri olan bir süreçti. Mücadeleye
ilişkin değer yargıları savunusu, giderek toplumsal
değer yargılarının da işin içine karışmasını ve
saflarda rahatlıkla savunulabilmesini doğurdu.
Sözgelimi, "namus" konusunda bir türlü
yerli yerine oturtulamayan yaklaşımlar gündeme
geldi.
Devrimciler halklarıyla ilişkilerinde, örgütleriyle
ilişkilerinde, yoldaşlarıyla ilişkilerinde, sevgi
ilişkilerinde, kısacası bütün ilişkilerinde ve
davranışlarında; bilinen en temiz ve sağlıklı
namus anlayışlarıyla yaşarlar. Dürüsttürler, açık
sözlüdürler, tutarlıdırlar, kararlıdırlar, ciddidirler,
her türlü duygularında içtenlik ve derinlik sahibidirler.
Kadın erkek ilişkilerinde de bu özellikleri ve
prensipleri, bütün yönleriyle geçerlidir.
Ve ayrıca belirtmek gerekir; kadın erkek ilişkileri
gerçekten insan ilişkilerinin en güzel ve en zor
ilişkilerinden biridir. Yoldaş, çalışma arkadaşı
olarak değil, iki ayrı cinsin ilişkisi anlamında
söylüyorum. Zordur; çünkü, tutarlı, kalıcı, üretimci,
karşılıklı alışverişe, saygı ve sevgiye dayalı
bir ilişkiyi geliştirmek ve bir ömür boyu yaşatmak,
karşılıklı olarak çok büyük bir emek ve zenginlik
ister. Zenginliği olmayan kişinin bu tür bir ilişkide
de başarılı olması düşünülemez. Öte yandan, taraflardan
birinin daha fazla özveri istemesi ya da aradaki
saygınlığı zedeleyen davranışlar içine girmesi
ve ilişkiye sağlıklı yaklaşamaması, çok kısa süre
içinde bütün güzellikleri bir cehenneme çevirebilir.
Namus, "halkın değer yargıları" anlamında
değil; bir dürüstlük ve kişilik özelliği olarak
devrimciler için önemli bir kavramdır. Fakat o
yıllarda bu yaklaşımı feodal değer yargılarından
gerektiği gibi süzüp çıkararak devrimci bir değer
yargısı haline getirememek konusunda ciddi problemlerin
yaşandığını belirtmek gerekiyor. Bu problemler
sonucu, kadın yoldaşlar, "bacılara"
dönüştü ve doğrusu bacılık rolü içerisinde gerçek
devrimci kadınlar büyük acılar, sıkıntılar yaşadılar.
Onlar saflara kesinlikle erkeklerden çok daha
büyük engelleri aşarak, çevrelerine ve ailelerine
karşı zorlu mücadeleler vererek gelmişlerdi. Bu
anlamda da, bir erkek devrimcinin soyut olarak
savunduğu kadın erkek ilişkileri, kadınların mücadeledeki
rolü gibi kavramları; gerçekten bilince çıkararak,
bu anlayışlara bizzat kendi yaşamları içinde gerçeklik
kazandırarak gelmişlerdi.
Dolayısıyla bu büyük yıkıp yapma yolundaki bireysel
yürüyüşlerinde, özverilerine ve ileri adımlarına
uygun roller gerekiyordu. Ne var ki, devrim saflarında
da suların başını çoktan tutmuş erkek devrimciler,
"bacı"lara bu beklentilerle çakışan
rolleri vermek konusunda bir hayli cimri davrandılar.
Öncelikle bu 'değer verilen', önemli toplumsal
atakların sahibi olarak devrim saflarına gelmiş
olan insanlar, yani "bacılar", ilginç
bir biçimde korundu, kollandı. Bacılardan bir
çoğu bu korunup kollanma işlemine karşı direnmedi.
Direnemedi, çünkü, alışık oldukları geleneksel
korunma işlevlerinden en güzeli ile karşılaşmışlardı.
"Kahraman erkek arkadaşları" onları
devrimci mücadelenin çetin ve zorlu yollarında
hem bir yoldaş olarak görüyorlar, alışkın oldukları
davranışlardan çok daha ileri, eşit davranışlarla
sayıyorlar, öğrenci ya da örgüt evlerindeki bulaşıkları
yıkıyorlar, onlar konuşunca dinliyorlar, onlara
bir kadın gibi bakmıyorlar, "bacım"
diyorlar, hem de onları tehlikelere karşı koruyorlardı!
Tehlikeli işlere erkekler gidiyor, kadınlar en
fazla daha az aranma riskleri olduğu için onların
silahlarını taşıyorlar, onlara evler tutuyorlar,
onların geri cephe elemanları olarak emeklerini
ve desteklerini esirgemiyorlardı!
Örgüt yöneticileri çok doğal olarak "kahraman
erkeklerden" oluşuyordu. "Yedek güçlerin"
böyle bir görev hayallerinden bile geçmiyordu.
Bütün bu yaşananlar içerisinde en öemli "ilerleyiş",
bulunulan yörenin ya da kesimin "en kahraman
devrimcisinin" (kuşkusuz erkek) eşi olabilmek
idi... Ve yavaş yavaş, en iyi "bacı"lar,
en iyi devrimcilerin eşleri olmaya başladılar!
Aslında buna yavaş yavaş demek, o yılların gerçekten
çok hızlı pratiğine karşı haksızlık oluyor. Bütün
bunlar, bugünün devrimci süreçleriyle kıyaslandığında,
yıldırım hızıyla cereyan etmiştir.
Bu sözlerimizden, dönemin farklı görevler ve işlevler
de yüklenmiş olan bazı bayan devrimcileri için
bir haksızlık yapıldığı sonucu çıkarılmamalıdır.
Evet, ender olarak böyle bayan devrimci arkadaşlar
olmuştur. Ama bu noktada istisnalar üzerinde değerlendirme
yapmıyoruz. Genel gerçeklikliğin bir yönünü ifade
etmeye çalışıyoruz.
Barikat- Bu süreçte sizin geleneğinizin tarzı,
anlayış ve pratiği nasıl olmuştur?
I. D.- Öncelikle bizler de bu genel seyir üzerinde
ayaklarımızı yere bastık. Türkiye devriminde ya
da dünyanın herhangi bir yöresindeki bir devrim
sürecinde; geleneksel anlayışlardan, genel seyirden
kopuş, son derece özgün koşulları zorunlu kılar.
Bu kopuş esnasında bile, içinden çıktığınız, geldiğiniz
geleneğin, davranış alışkanlıklarını, kafa yapısının
ürünü olan yaklaşımlarını taşırsınız. Bizim durumumuz,
bütün bunlar temelde geçerli olmak kaydıyla, değişik
nedenlerle farklılaşabilmiştir. Bu farklılıkları
ve nedenlerini açmak gerekiyor.
Öncelikle bizim süzülüp geldiğimiz geleneğin devrimci
ilişkileri içerisinde sosyalist insanların tartışma
konusu bile yapmasına gereksinim duymadığı bir
kadın yaklaşımı vardı. Kadınlar, eğer gerçekten
yetenekleri ve özellikleri elveriyorsa, o ilk
dönemlerde dahi çok özel görev ve sorumluluklar
almışlardı. İkincisi, bir hareketin ilk dönem
militanlarının kişilik özelllikleri ve hatta kökenleri,
görülüyor ki; devrimci mücadelenin ilerleyen süreçlerine
gerçekten çok önemli etkiler taşımaktadır. Bu
yönleriyle bizim "avantajlı" olduğumuzu
söylemek gerekiyor.
Mücadele ve örgütlenme çizgimizdeki, kardo politikamızdaki
niteliksel farklılıklar; kadın yoldaşların devrimci
savaşım ve örgütsel yaşam içerisindeki yer alışları
açısından, diğer devrimci hareketlere göre ileri
ve farklı rollerini belirlemiştir. Kadroların
seçiminde, görevlendirilmesinde, terfi ve tayininde
yürürlükteki kıstaslar, çok doğal bir biçimde
ve tartışmalara yer bırakmaksızın, kadın- erkek
tüm devrim savaşçılarına uygulanmıştır. Politik-
askeri özelliklere sahip olan tüm örgütlü insanlar,
cinsiyet ayrımına tabi tutulmaksızın örgütsel
yaşamın her alanında hakettikleri yeri bulmuşlardır.
Bu nedenledir ki, bizim hareketimizde, politik-
askeri aktiviteler içinde yer alarak öne çıkan
kadın yoldaşlar, evlendiklerinde evlerinin kadını
olmamışlar, evin kamuflajcısı, malzeme taşıyıcısı
vb. rollerle sınırlı bir korumacı anlayışla aşağılanmamışlar,
kavganın içerisinde kadın olmalarından kaynaklanan
hiç bir sınırlanmayla karşılaşmamışlardır. Tarihimizde
gurur duyacağımız yanlarımızdan biri de budur.
Sonuç olarak; bu konuda hem genel tanımlamalarda
bulunacağım, hem de bizzat kendi yaşamımdan örneklemelerle
somutlamaya çalışacağım. Hareketimizde erkeklerden
oluşan yönetimin, kadın sorunu üzerinde kafası
çok açık ve uygulanan pratik dönemin çok ilerisindeydi.
Burada, kadınların bir "şansıyla" ilgili
olarak yine erkeklerin durumundan söz etmek zorunluluğunun
doğmasını yadsımamız gerekiyor. Ama altını da
çizmeliyiz.
Geleneğimizin, daha baştan çok net bir kadın yaklaşımının
bulunması ve bu yaklaşımın pratikte yaşam bulacak
samimiyette olması, bu geleneğe bağlı olarak devrimci
mücadele içinde yer alan kadın arkadaşlar için
önemli bir avantaj olmasının yanısıra, bir üstünlük
de sağlamıştır.
Dikkat edilirse, son cümlelerimle vurgu yapmak
istediğim iki ayrı konu olduğu görülür. Birincisi,
hiçbir devrimci hareket, kadınların devrimdeki
rolü ve devrimci hareketler içindeki etkinliği
için çok farklı şeyler "söylemek" durumunda
değildir. Ama yine görülür ki; bütün bu devrimci
grupların bu konudaki pratikleri arasında ciddi
ayrımlar vardır. İkincisi, devrimci mücadele içindeki
rolleri, içinde yer aldıkları hareketlerin pratikteki
zaafları nedeniyle sınırlanmış olan diğer devrimci
kadınların da bizler kadar cesur, bizler kadar
özverili, bizler kadar devrimde daha ileri noktalara
fırlamaya aday insanlar olduklarını atlamamak
gerektiği noktasıdır.
Barikat- Tam da bu noktada, sizlerin farklı olanak
ve koşulları konusunda örnekler vermek mümkün
müdür?
I. D. - Dergi yayın koşulları ve bu röportajın
sınırları elverdiğince ifade etmeye çalışayım.
Bizler, 70'leri baz alırsak, Türkiye devrimci
hareketinin ikinci kuşak bayan devrimcileriyiz.
Devrimci mücadeleye, Mahirlerin, Denizlerin sempatisiyle
atılmış insanlarız. Kendi kuşağımızdan erkek arkadaşlarımız,
diğer devrimciler gibi... Bir kadın devrimcinin
mücadele içinde yer alabilmek için zorladığı ve
açtığı kapılar ile bir erkeğinkiler, kıyaslanamayacak
kadar farklıdır.
Bizler, kuşağımızın, yani 20-25 yıl öncesinin
toplumsal kapılarını zorlarken, gerçekten sadece
kadın olduğumuz için çok büyük acılar çektik,
çok büyük engelleri aşmak zorunda kaldık. Bütün
bunların sonucunda devrim saflarına geldiğimizde,
yeni bir kadın erkek eşitsizliği varyasyonuyla
karşılaşmanın acısını hayal bile etmek güç.
Ama gördük ki, bir çok devrimci yapıda bu durum
bütün çıplaklığıyla gündemde. PC çizgisi içerisinde
bu acıları yeniden ve tüm yönleriyle yaşamamamız
(hiç yaşamamamız anlamında değildir), Türkiye
devrimci hareketinin sözkonusu gerçekliğini değiştirmeye
yetmiyor. Ben burada kendi sürecimizi anlatırken,
sadece tarihin bir parçasının tanıklığıyla, görevimin
sınırlı bir bölümünü gerçekleştirmiş oluyorum.
Kadının sicili: Kimin karısı
Söylemlerimde, 'kadın anlayışı oluşturmak' gibi
tanımlamalardan özellikle kaçınmak istiyorum.
Çünkü belirttiğim gibi, herkesin bir kadın anlayışı
vardı ve bunlar ifadede çok önemli farklılıklar
taşımıyordu. Ne var ki; iş pratiğe geldiğinde,
bacılar ve eşler, korunan kollanan ve kullanılan
ikinci sınıf devrimciler, eli tetiğe uzanamayan
ya da gücü ağır makinalıyı taşımaya tabii ki yetmeyen,
erkek olmadığı için cesareti zorlu karşılaşmalar
için doğal olarak elvermeyen, erkek olmadığı için
çok uzun süre devrim saflarında salt bir savaşçı
kimliğiyle kalamayan, erkek olmadığı için içeriye
düşerse zaaflı davranacağı baştan belli olan,
erkek olmadığı için erkeklerin düşünsel üretimlerini
öğrenmekle mükellef olan, birilerinin karısı olarak
sicile geçen, çocuk doğurduğu için pratikten mecburen
uzak kalan, önemli devrimcilerden birinin karısı
olduğu için onun korunup kollanmasıyla görevlendirilen
ve bütün bunların sonucunda; ilerleme şansı bulma
kapıları doğal olarak kapanmış olan kadınlar çoğunluktaydı.
Biz bu zincirleri, 74-75'lerde parçaladık. Yönetim,
kadınları korunması kollanması ya da evlenilerek
kahraman erkek devrimcilerin geri hizmetlerine
alınması gereken bacılar olarak görmedi. Bir kadının
devrimci ilişkiler ve görevler içinde sivrilmesi
için birilerinin eşi ya da kızkardeşi olması gerekmedi.
Bir kadının fiziki zayıflıkları nedeniyle gerillada
daha geri görevler alması zorunluluğu görüşünün
aksi kanıtlandı.
Bir kadının, bir sosyalist tarafından babasından
daha fazla değer verilen ve ezilmeyen bir insan
değil, erkeklerle düşünsel ve pratik düzeyde tam
anlamıyla eşit bir sosyalist olarak devrimci saflarda
çok ciddi görevleri başardığı görüldü. Bir kadın
devrimcinin yeri geldiğinde bir erkek devrimciden
çok daha cesur, çok daha atak, eylemde çok daha
başarılı olabildiği, örgütsel yaşamda daha öngörülü,
üretken, örgütleyici ve sürükleyici olabildiği
görüldü. Düşünsel üretimleriyle öğrenen rolünden
öğreten rolüne rahatlıkla sıçrayabildiği kanıtlandı.
Barikat- Sizler eylemlerde ya da örgütsel işlevlerde
tam bir eşitlik içinde yer aldınız mı? Sakıncası
yoksa tarihten örnekler verir misiniz?
I. D. - Tam bir eşitlik içinde yer alınmış olduğumuzu
söylemek, ülkenin ve toplumun koşullarını yadsımak
anlamına gelir. Bir kere yaşanılan zeminin olumsuzluklarını
belirlemek zorundayız. Biz, tüm bu olumsuzlukların
üzerinde yükselmeye çalışan kendi koşullarımızdan
söz ediyoruz. Ve bu anlamda durum, dönemin diğer
devrimci hareketleri ile kıyaslanamayacak kadar
ileri bir nitelik arzediyordu. Kesin olan bir
gerçek varsa, geleneğimizin kadınlarının, devrime
her biçimiyle katılımları açısından pratik anlamda
ön açıcı bir süreç yaşadığıdır. Bunu özellikle
vurgulamak istiyorum. Ve daha sonraki süreçlerde
yerlerini alan kadın devrimcilerin, bu süreçle
ilgili olarak çok sıkı düşünmelerini istiyorum.
Türkiye'de devrimci bayan arkadaşlarımız, diğer
hareketlerden yoldaşlarımız, henüz bacılık sürecinin
sancılarını yaşarken, katılabildikleri en aktif
eylemlerde erkek kahramanların silahlarını taşırken,
ev tutma ve erkekleri barındırma, onların güvenliğini
sağlama eylemleri içinde yerlerini alırken; bu
gelenek, kadın sorunu üzerinde saflarında çok
ciddi bir atılım yaratmıştır. Ve ileri nokta,
uzun, ağır tartışmaların sonucunda yakalanmamıştır.
Sosyalist anlayışların ve uygulamaların doğallığı
içinde oraya varılmıştır. Kadınlar gerçekten yetenekleri
ve özellikleri uyarınca hangi görevlere layık
iseler, oralara getirilmişler ve düşünebileceğiniz
her tür eylem içerisinde, her tür göreve gönderilmişlerdir.
Kendileri de eylem komutanları ve yöneticiler
olarak kadın ya da erkek, diğer yoldaşlarını göndermişlerdir.
Düşünsel üretimleriyle, yönetsel görevlerdeki
yetenekleriyle bütün bir hareketin belirleyici
noktalarında görevler üstlenebilmişlerdir. Günümüzde
bütün bunların bilinmediğini, bu konuda bir tarih
bilinci boşluğu olduğunu görüyorum.
Bazı genç arkadaşlarım bana, bütün bu mücadelelere
rağmen saflarımızda niçin devrimci bayan şehidin
çok sınırlı sayıda olduğunu soruyor. Bu soru,
son yılların başarısızlıkla özdeşleştirilmiş mücadelelelerinden
etkilenmiş bir ruh halinin sorusudur. Oysa o yıllarda
istisnasız her gün çeşitli düzeylerden eylemler
gerçekleştirildiği halde, bayan ya da erkek, eylem
üzerinde ya da eylem akabinde şehit verilmesi
söz konusu değildir. Eylem akabinde yakalanma
ya da sadece eylemin gerçekleştirilmiş olmasından
dolayı yenilen darbelerin sayısı, üç ya da beşi
geçmez. Ki, bilindiği gibi bu tür bir yakalanma
sonucunda Kadir ve Ahmet idam edilmiştir. Öte
yandan, gerçekleştirilen yüzlerce eylemin militanı,
deşifre dahi olmamıştır. Kısacası, günümüzün bazı
pratiklerinin yarattığı mantıklarla devrimin eylemlilik
süreçlerini açıklamaya ve yorumlamaya kalkmak,
doğru değildir, olanaksızdır.
Konuştuğumuz tarihin yakın tarih olması nedeniyle,
burada örneklemeler verirken, zorunlu olarak karşı
devrimin iddianameleriyle sınırlı kalacağım. Bu
sınırlılığın, sizlerin sınırların ötesinde de
düşünebilmenizi sağlayacağına inanıyorum. Sözgelimi,
THKPC-MLSPB iddianamelerinde sadece 1980 sürecinde
60-70 kadar bayan devrimci yargılanmıştır. Bu
devrimcilerin iddianameler boyutundaki işlevleri
incelendiğinde; cezalandırma, soygun, bombalama
gibi eylemlerin yanısıra; birim yöneticiliği,
eylem komutanlığı, üst düzey hücrelerin sorumluluğu
gibi 'suçlardan' yargılandıkları görülecektir.
Bu bayanlardan beşi, dönemin sıkıyönetim mahkemelerinde
idamdan yargılanmışlardır.
Yine bayan devrimcilerin polis ve cezaevi tavırlarını
özellikle anmak istiyorum. Çözülme dediğimiz ihanetin
hiç bir türüyle devrime ve halklarına karşı suç
işlemeyen bu arkadaşlar, cezaevlerinde de gerçekten
örnek direnişçiler olarak yatmışlardır. Aralarında
on yılı aşkın süre cezaevlerinde direnişin en
ön saflarında yerini almış olan, yer yer direnişlerin
öncülüğünü yapan, yargılandıkları eylemler arasında
kişi başına sekiz-on cezalandırma, bir o kadar
da kamulaştırma olan insanlar vardır.
Dönemin faaliyet özellikleri uyarınca kadın ya
da erkek bir aktif sempatizanın bile en az yedi
sekiz silahlı eylemde yer almış olması, bu eylemliliklerde
kesinlikle kadın erkek ayrımının gözetilmemiş
olması; durumu, tartıştığımız yönüyle çok daha
iyi açıklamaktadır . Öte yandan bu çizginin özelliklerinden
biri olarak, gizliliğin yaşamsal önemde görülmesi
ve bizlerin bugün sadece aysbergin su üstündeki
yüzüne ilişkin konuşmakta oluşumuz, durumun bir
başka açıklayıcı yönüdür.
Sadece İstanbul Sıkıyönetim Mahkemeleri nezdinde
22 idam, 49 müebbetin verildiği 81 dönemi yargılamalarının
sonunda, yine bir bayan devrimcinin bütün yoldaşlarını
temsilen Amerikan bayrağını sıkıyönetim mahkemesinin
önünde yırtarak ve sloganlar atarak bu dönemin
yargılamalarını noktalamakla görevlendirilmiş
olması, son derece anlamlıdır.
Halkın yaklaşımları ve
devrimcilerin anlayışları
Barikat- Eğer sakıncası yoksa, kendi yaşamınızdan
örneklerle saflarında mücadele ettiğiniz çizginin
kadın erkek eşitliği pratiği konusunda somut bilgiler
verebilir misiniz?
I. D. - Ben 25 yıla yaklaşan bir süredir kesintisiz
bir biçimde bu çizginin anlayışlarına uygun olarak
devrimci mücadele içinde yer almaya ve her militan
gibi üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum. Birbirinden
epeyce farklı devrimci çizgileri tanıma olanağı
bulabildiğim bir ortamdan geldiğim için, başlangıçta
bir çok konuda olduğu gibi bu çizginin kadın erkek
ilişkileri konusunda da ileri ve özgün yaklaşımları,
beni özellikle etkiledi.
Bilinç düzeyi ve konumu ne olursa olsun, bir bayan
için bacılıktan devrimci yoldaşlığa terfi etmek
önemlidir. Bu hareketin düşünülebilecek her türlü
aktivitesinde görev yaptım. Şimdilerde 'metropol'
diye anılan bölgelerde ve taşrada çalıştım. Bir
kadın olarak 'metropollerde' çalışmak kuşkusuz
çok daha elverişli ve görece rahattı. Ama taşradaki
görev bölgelerimde, merkezin kadın erkek anlayışlarının
yeterince kavranamamış olmasından dolayı, çeşitli
zorluklar yaşamış olduğumu belirtmeliyim.
Bu noktada, "merkezi perspektiflerin yeterince
kavranamamış olmasından dolayı" şeklinde
bir tanımlama yapıyorum. Bunun yanısıra 'halkın
özelliklerinden dolayı' şeklinde bir tanımlamada
bulunmuyorum. Çünkü çok kesin ve somut olarak
biliyorum ki, bizim halkımız taşrada da olsa,
bir bayanın devrimci özellikler ve niteliklerle
orada görev yaptığını kavrarsa, kesinlikle ve
hiç bir biçimde onu rahatsız etmiyor, ona güçlük
çıkarmıyor, sadece kadın olmasından dolayı ilişkileri
zaafa uğratan yaklaşımlarda bulunmuyor. Tam tersine,
bir kadının taşrada (küçük kentlerde, kasabalarda
ve köylerde) kendini kabul ettirme sürecinden
sonra çok daha büyük bir saygınlık görerek görevlerini
yapabildiğini saptadım.
Bizim halklarımızın; kadın ya da erkek, onun geleceği
için, onun çocuklarının daha güzel yarınları için
mücadele eden ve bu mücadelesinde tutarlı, namuslu,
kararlı, ciddi olduğuna inandığı biri için gerçekten
her türlü özveriyi ve saygıyı gösterdiğini, özellikle
80 öncesi savaşım süreçlerimde çok somut olarak
gördüm.
Benim onlara anlatmak istediğim gerçeklerin algılanmasına
ilişkin zayıflık görmedim ya da kadın olduğum
için ulaşmakta zorlandığım alanlar olmadı. Tam
tersine, "kadın olduğum halde" bu işleri
böyle yapmama ilişkin sempati ve biraz da hayretin
doğurduğu ilgi dolu yaklaşımlara tanık oldum.
Ama sonuçta, görevimi yapabildim.,
Sorun, devrimci saflar içinde yaşandı. Gerek bizim
taşra kadrolarımızın merkezi anlayışları yeterince
özümseyememesi ve kendi yaşadıkları toplumsal
çevrenin ilişki ve çelişkilerinden gerektiği gibi
kopamamış olmaları sonucu, gerekse de diğer devrimci
çizgilerden etkilenmeler dolayısıyla, sözkonusu
yörelerde kendi arkadaşlarımla bir kadın devrimci
olarak problemler yaşadım ve ciddi savaşımlar
vermek zorunda kaldım. Sancılı ve bıkmadan tartıştım.
Zorlu bir süreçti ama benim, geçmiş mücadele deneyimlerimden
dolayı bazı avantajlarım vardı. Her bayan devrimci
arkadaşımın aynı avantajları olduğunu ve aynı
hızla bu tür süreçleri aşabileceğini savunmuyorum.
Ama bıkmadan, yılmadan ve gerektiğinde yıllar
boyu kendilerini savunmalılar. Ayrıca bilmeliler
ki, kazandıkları her mevzi, sadece kendileri ve
bağlı oldukları hareket için kazanılmış bir mevzi
ve görev değildir, bizlerin tutsaklığının, bizlerin
esaretinin kırıldığı bir zincir halkasıdır. Sorumlulukları
ve yükümlülükleri, bu anlamda çok daha ağır ve
fazladır. Kazandıkları mevzilerin değeri de, kuşkusuz
ödedikleri bedel kadar önemlidir.
Bir devrimci militan, sadece bayan olmasından
dolayı bazı bariyerleri aşamıyorsa, bir yerlere
ulaşamıyorsa, hakettiği ve talip olduğu görevleri
alamıyorsa, devrimci özelliklerinin elverdiği
düşünsel ve pratik yükümlülüklerin insanı olamıyorsa;
bu bizim için çok büyük bir yüz karasıdır.
Geleneğimiz pratiğinin
yaşamsal önemi vardır
Devrimci mücadele içinde kadın sorununa ilişkin
en azından daha ileri adımlar atılmasını, siyasal
tesbitler düzeyinde ele almamak gerekir. Bu konuda,
Türkiye devrimci hareketindeki bir çok çizginin,
zaman zaman vurgusu zengin anlayışlarla ortaya
çıktığını söylemiştik. Bir kez daha söylemek gerksinimi
duyuyorum; önemli olan, bu anlayışların pratikte
nasıl yaşam bulduğudur.
Burada yinelemek gerekir ki; bizim geleneğimiz,
kadınların devrimde her türlü görev ve sorumluluklarla
yerlerini alabilmeleri konusunda gerçekten ön
açıcı, pratik ve somut olarak perspektif sunucu
bir rol oynamıştır. Bu rolün, devrimci tavır düzeyinde
son derece önemli rollerden biri olduğunu düşünüyorum.
Bunun aksini söylemek mümkün değildir.
Mücadele süreçlerinde bayan arkadaşlarımız her
türlü görev ve sorumlulukla donanmış olarak halklarımızın
devrimci savaş pratiğindeki yerlerini almışlardır.
Bu anlamda deşifre olmuş onlarca bayan arkadaşımızın
yanısıra, çok daha fazla sayıda bayan savaşçının
deşifre olmamış emeklerini de saygıyla anmak gerekiyor.
Bu konuda mutlaka bir ölçü ve kanıt aranıyorsa;
özellikle 12 Eylül öncesinde burjuva basınında
yer alan ve her gün ortalama iki-üç eylemle kendini
ifade eden atılım döneminde, her eylemde mutlaka
bir ya da daha fazla sayıda bayanın olduğunun
saptanmış olması, anımsanabilir.
1970'li yıllarda bir bayan devrimcinin, bir bayan
sosyalistin birinci dereceden önemli görev ve
sorumluluklarla donanmış olarak o sürecin gerçekleştirilmiş
en önemli eylemliliklerinin ve örgütsel sorumluluklarının
içinde ve başında yer alması gerçekliğinin, bu
günden bakıldığında hala doyurucu biçimde aşılamamış
olması, bizim için sıkıntı vericidir.
1990'dan sonra basına yansıyan çeşitli eylemliliklerde
ve basının ilan ettiği bazı önemli görevlerde
bayanların yer alışını izliyoruz. Bu verilerin
sansasyonel yönlerini ve diğer bazı özgünlüklerini
ayrıca irdelemek gerekiyor. Bunların yanısıra,
gerek kentlerde ölürken kanıyla bağlı olduğu örgütün
ismini duvarlara yazan genç kızların, gerekse
kırlarda belki de örgütünün ilk kır gerilla birimlerinden
birinin elemanı olmanın onuruyla şehit düşen bayanların,
yaşamlarını ve mücadele süreçlerini iyi biliyorum.
Birçok bayan arkadaşımın, bağlı oldukları devrimci
örgüt ya da gruplar içerisinde büyük bir saygıyla
önlerinde bildikleri erkek insanlardan çok daha
ileri olduklarını, çeşitli örneklerle somut olarak
gördüm ve bundan acı duydum. Ama her zaman ve
her ortamda, her ilişki içerisinde, yaşadığınız
acıları bile gerektiği gibi ifade edemiyorsunuz.
Özellikle zindanlarda, dışarıda o denli yakından
tanıma olanağımın olmadığı bir çok gelenekten
ve gruptan devrimci bayan yoldaşları tanıdım.
Zindan mücadesindeki tavırlar ve bunlardan çıkarılması
gereken sonuçlar, gerçekten çok daha net ve söz'ün
gerekliliğinin ortadan kalktığı somutluktaydı.
Özellikle anmak isterim ki; 12 Eylül'ün zindan
kadınları, Türkiyeli bütün devrimci bayanlara
ve erkeklere gerçekten çok önemli dersler vermişlerdir.
Gerek, 12 Eylül'ün yaş, cinsiyet, vb. hiçbir ayrım
tanımayan zulmü karşısında gösterdikleri direnişlerle,
gerek 12 Eylül işkencehanelerindeki tavırlarıyla
ve gerekse de 12 Eylül zindanlarındaki farklılıklarıyla;
bu yenilgi döneminden kadınlar yenilmeden çıkmışlardır.
Bu insanları, bu devrimcileri sonsuz bir saygıyla
ve biraz da gururla anıyorum.
Kürdistan mücadelesini ve orada savaşan, orada
öne çıkan, orada katledilen yüzlerce bayan yoldaşımı
tüm bu değerlendirmelerin dışında tuttuğumu belirtmek
zorundayım. Savaş, bir çok konuda olduğu gibi
bu konuda da geleneksel, gerici, bağlayıcı ve
sınırlayıcı zincirlerin büyük bir hızla parçalanmasını
doğurdu ve Kürt kadını eşitliğini, savaşın içinde
kazandı. Hem de, eğitim düzeyi, içinden geldiği
aile ve feodal toplum yapısının bütün geri özelliklerine
rağmen... Bu, çok önemli bir çizginin yakalanmış
olmasıdır ve sadece mezarlarda, sadece barikatlarda,
sadece namlulurın ucunda görmeye alışık olduğumuz
eşitliği, orada artık bir çok alanda görüyoruz.
Aynı oranda güzel olan yön, savaşın içinde yakalanan
bu ileri noktanın, Kürtlerin toplumsal yaşamlarının
çeşitli alanlarında da etkisini göstermekte olmasıdır.
Umuyorum ve diliyorum ki; Kürt kadını ve erkeği,
yakaladığı bu çizgiden ödün vermeyecek, geriye
dönmeyecek ve onu tam bir eşitlik kılacak kadar
zenginleştirebilecektir.
Kadın sorunu ve çalışması
Barikat- Ayrı bir kadın çalışması ve kadın örgütlenmesi
gerekiyor mu? Kadın Sorunu üzerinde yürütülen
tartışmalar içinde önemli bir yer işgal eden bu
konuya nasıl bakmak gerekiyor?
I. D. - Çalışma tarzı anlayışımızda; hiç bir konuda
tek bir modelin, tek bir reçetenin tutsağı olmadık
ve böyle bir tutsaklığın, özellikle yaşadığımız
çağda devrimcilerin düşeceği en büyük tuzaklardan
biri olduğuna inanıyoruz. Sosyalistler, her konuda
olduğu gibi çalışma yöntemlerinde de alabildiğine
zengin ve zenginleştirici düşünmeli, buna uygun
davranabilmelidirler. Çalışma yöntemlerinden hiç
birini reddetmemelidirler. Önemli olan, neyin,
ne zaman, nerede ve hangi programlar çerçevesinde
gündeme getirileceğinin doğru saptanabilmesidir.
Dolayısıyla, ayrı bir kadın çalışması olmalıdır
ya da olmamalıdır türünden önermelerde hiç bir
zaman bulunulmadı. Gereken yerlerde ayrı kadın
çalışmaları da örgütlenmelidir ve çelişkilerin
belirlediği programlar dahilinde çalışılmalıdır.
Kitleyle iletişim kurmanın yüzlerce yöntemi vardır
ve koşulların uygunluğuna bağlı olarak ayrı kadın
çalışmaları da gündeme getirilebilir. Ama bu her
zaman her yerde yapılmalıdır, bu çizginin de herkesin
olduğu gibi farklı bir kadın örgütlenmesi modeli
olmalıdır tarzında bir mutlaklık yoktur.
Tam tersine, koşulların elverdiği her ortamda
ve her görevde kadınların daha işin başından itibaren
erkeklerle aynı ortamlarda yerlerini almalarının
büyük önemi ve anlamı vardır. Ne var ki, kadınların
çalıştığı bir atölyeye erkek görevli göndermenin
yaratacağı sorunlar ve güçlükler, bir gecekondu
semtinde ev çalışmaları yapan arkadaşların salt
erkeklerden oluşması, kuşkusuz yöntem hatası olur.
Ulaşılmak, iletişim kurulmak istenilen kesimin
özelliklerine, çelişkilerine göre düşünülmesi
ve yöntemler geliştirilmesi, genel yaklaşım prensipleri
arasındadır.
Barikat- Kadınların ilk hapishaneleri olan aile
kurumuna yönelik olarak izlenmesi gereken yöntemler
nelerdir?
I. D. - Aile kurumuna, daha işin başından ve direkt
olarak saldırılmasını doğru görmüyorum. Tıpkı
dini değerlere yönelik davranışlarımızda olmaması
gerektiği gibi. Önemli olan ve yapılması gereken;
bu kurumun özellikle kadınların kişilikleri ve
kimlikleri üzerinde nasıl bir çözülmeye ve tutsaklığa
yol açtığının, onu haksız yere nasıl belirlediğinin,
nasıl soluksuz bıraktığının, bir makinadan, bir
robottan, bir köleden farksız kıldığının iyi anlatılabilmesidir.
Bu yaklaşım, onu yaşamında sadece bazı "iyileştirmelere"
yöneltmek anlamına da gelmez. Tam tersine, bir
insanın; artık genetiğine işlemiş olan ve bin
yılların tarihsel, kültürel, sosyolojik ve psikolojik
birikimleriyle onu belirlemiş olan değerlerine,
soyutlamalarla ve kuru ajitasyonla saldırmanın
doğru sonuçlar verdiği görülmemiştir. Bu tür yaklaşımlar,
sözkonusu insanın ya size ve öne sürdüğünüz düşüncelere
karşı yanlış tepkiler içine girmesini ya da değişik
nedenlerle biraz etkili olmayı başarabilirseniz,
içinde bulunduğu durumla hesaplaşma adına yanlış
tepkisel çıkışlar yapmasını doğurur.
Her ikisi de istediğimiz sonuçlar değildir. İstediğimiz,
onun düşüncelerinde ve duygularında sağlıklı dönüşümler
yaratmak yoluyla, yaşamını doğru kanallarda sürdürmesini
sağlamaktır ki, bugün içinde bulunduğumuz toplumsal
koşullar itibariyla çok rasyonel çabalar, zaman
ve ciddi emek süreçleri gerektirir. Ve bizler
de, yaptığımız işin ciddiyetine uygun olarak,
bu çok önemli sorundan emeğimizi ve zamanımızı
esirgemememek, gerektiği gibi yoğunlaşmak zorundayız.
Barikat- Özellikle 12 Eylül'den sonraki çalışma
süreçlerinizde, devrimcilerin kimlik ve kişilik
sorunları üzerinde büyük bir önemle durduğunuzu
görüyorum. Bu genel yaklaşımınız çerçevesinde
kadın sorunu üzerinde ne tür saptamalarınız oldu?
12 Eylül kadınları, dönemin
gizli kahramanlarıdır
I. D. - Evet, ağır bir yenilginin yarattığı ve
ürettiği problemleri çözümleyememiş, onları aşamamış
devrimcilerin ve kuşakların mücadelesinin de çok
sağlıklı olamayacağı gerçeğinden hareketle, bu
sorunun üzerinde önemle duruyoruz. Herşeye rağmen
bugün hala kimlik ve devrimci kişilik sorunlarını
gerektiği gibi çözümlenebilmiş, ayaklar yere gerektiği
gibi sağlam basamamıştır. Ama artık yetişmekte
olan yeni kuşakların, bu problemin dışına çıkabileceğini
görüyorum.
Öte yandan, sözkonusu durumun kadın sorunu kapsamında
yol açtığı özgün yaraların üzerinde mutlaka durmak
gerekiyor. Ve sözlerimize yeniden 12 Eylül günlerine
dönerek başlamak gerekiyor. 12 Eylül'den önceki
çok hızlı ve çok yoğun süreçte kadınların nicelik
olarak ciddi bir katılımları oldu. Ama aldıkları
görevler ve sorumluluklar ile katılım oranları
arasında da derin uçurumlar vardı. O günlerin
özelliklerine bağlı olarak; aynı hızla gerçekleştirilmiş
bir çok evlilik, beraberlik gündeme geldi.
Bu seçimlerin, bu tür beraberlikler için gerektiği
gibi özenle ve çok iyi düşünülerek, karşıdaki
insan çok özel olarak tanınarak yapılamamış olması;
iyi yoldaşın, iyi arkadaşın iyi partner anlamına
gelmeyebileceği, yine o günün koşullarında sanıyorum
ki, çok fazla düşünülemedi. Sonra açık faşizm
günleri geldi ve görev bölüşümlerine bağlı olarak
erkeklerin bir çoğu tutsak alındı, şehit düşenler
oldu ya da aranma vb zorunluluklardan dolayı eşler
çok uzun süreli ayrılıklar yaşamak zorunda kaldılar.
Bu yıllarda, 12 Eylül kadınları gerçekten çok
büyük acılar yaşamış, çok büyük güçlüklere göğüs
germek zorunda kalmışlar ve bazan da kaçınılmaz
olarak göğüs gerememişlerdir. Kaçınılmaz olarak
diyorum, çünkü onların bir çoğuna bu denli ağır
koşulları karşılayabilecekleri bir eğitim verilmemiş
ya da işin ciddiyetiyle bağdaşan bir konumları
olmamıştır.
12 Eylül kadınlarının çok iyi yazılması ve anlatılması
gerektiğine inanıyorum. Yeterli ve tüm yönleriyle
olmasa da, tutsak yakınlarına, o dönemde işkencehanelerde,
cezaevlerinde yaşayan kadınlara ilişkin bazı şeyler
yazıldı. Ama sözünü ettiğim kadınlara ilişkin
bir kaç röportajın ve üçüncü, dördüncü ağızdan
kalemlerin bir kaç ekstrem romanının dışında,
neredeyse hiç bir şey yazılmadı.
Oysa yaşanan acıların bir çoğu ve yoğunlaşmış
yanlızlıklarla, çaresizliklerle; taşınılan özelliklerle
karşılaşılan güçlüklerin arasındaki uçurumlarla
büyüyen dramlar, haksızlıklar, bu kadınlar tarafından
yaşandı.
Yaşamını finanse etmek zorunda oluşu, daha önceki
yılların özelliklerine bağlı olarak iş ya da meslek
edinememiş olması, devrimci ilişkilerin çözülmesi
nedeniyle yalnızlaşarak düzene dönmek zorunda
kalması, reddettiği, kapıyı çarparak çıktığı ailesine
sığınarak onların ve çevrenin her türlü baskısına
ve eziyetine göğüs germek zorunda kalışı, çocuğu
varsa onun ek ve gerçekten çok büyük ve ağır sorumluluklarını
bu kuşatılmışlık içinde tek başına üstlenmesi,
tutsak sevgilisinin yükümlülükleri ve duygusal
baskılar, sevgili öldürülmüşse onun dinmeyen acısına
rağmen yaşama devam edebilmek, ölmemişse her an
ipe çekilecek durumda yaşamasının getirdiği yüksek
gerilim ya da onun sürekli işkence altında olduğunun
bilinmesinin yarattığı büyük sızı, kaçaksa hangi
şafakta kurşunlanacağının endişesi içinde hiç
bir gece derin bir uykuya yatamamak, maddi yaralar,
düşmanın zorlamaları ve baskıları... 12 Eylül
kadınlarının genel dram boyutlarındandır.
Ve içeridekiler kahramandır da, bu kadınlar neden
sadece onların eşleridir? Ya da sevgilileri, nişanlıları,
kız arkadaşları... Farketmiyor. Gerçekte 12 Eylül
kadınları, dönemin gizli kahramanlarıdır.
Ve biliyor musunuz ki; doğallaşmış kadın alışkanlıklarıyla,
bu kadınlar yaşadıkları bu büyük dramı, işkenceyi
anlatmaktan dahi sıkılıyorlar, utanıyorlar. "
İçeridekilerin yaşadıklarının yanında" kendi
yaşadıklarının lafının edilmesinin doğru olup
olmadığının çelişkisini yaşıyorlar. Bazıları,
o yıllarda yaşadıkları sorunların birikimiyle
yıllarca sonra bile ağır ruhsal problemlerin cenderesinde
yaşıyorlar. Erkek kahramanların öyküleriyle kendi
öykülerini karşılaştırmak cesareti gösterenlere,
toplumsal koşullanmışlığın gözüyle, çoğu kez kendileri
de "kem bakıyorlar".
Bu kadınların iki arada bir derede olduysa çocukları,
şimdi üniversite çağındalar. Bu kadınların yaşları
şimdi kırk civarında. Bazılarının eşleri yanlarına
döndü. Bazılarının ki, hiç dönemeyecekleri yerlere
göçtüler. Bazıları, yüreklerinde özenle taşıdıkları
büyük sevgilerine rağmen farklı ilişkiler içine
girmek durumunda kaldılar ve bunu kabullenme mücadelesini
çoğu kez kaybettiler. Bu kadınların bir çoğu şimdi
devrime uzak ve biriktirdikleri acılarla başbaşa
yaşıyorlar. Kısacası, devrimimizin uzayan süreçleri,
kadının geleneksel acılarına yeni boyutlar kattı,
onların acılarını da zenginleştirdi, çeşitlendirdi.
Ve henüz onları "kurtaramadı"... Çünkü
onların devrimci mücadele süreçlerine denk düşen
kurtuluşlarının; eşit emek, eşit bilinç, eşit
sorumluluk ve eşit görev olduğu gerçekliği henüz
yakalanamadı.
Devrimci saflarda devrim
yapılmadan kitlelerle buluşulmaz
Barikat- Yaşadığımız süreçte devrimci mücadele
içinde yer alan erkeklerin birey olarak kadınlara
ve kadın sorununa ilişkin hata ve zaafları konusunda
bilgi verir misiniz?
I. D. - Bu konuda sadece erkeklerin değil, erkeklerin
ve kadınların zaaflarından örnekler vermek istiyorum.
Son yıllarda çeşitli hareketlerden kadınların
birçok devrimci aktivitenin içinde yer aldığını
ve özellikle radikal yönelişlerde kadınlar açısından
ciddi bir eğilim değişikliği olduğunu görüyorum.
Ama bu durum, yaşanılan genel seyrin nitelik değişiminin
göstergesi değil. Devrimci saflarda devrim yapmadan
devrimi kitlelere gerektiği gibi taşıyabileceğimizi
düşünmüyorum. Hangi çizgiyi savunurlarsa savunsunlar,
hiç bir devrimci arkadaşımın da bunun aksini iddia
edebileceğini düşünmüyorum. Yaşamı da, mücadelesi
de hayallerinden menkul olanlar hariç...
Öyle çelişkilerle karşılaşıyoruz ki; devrimcilere
hiç bir yönüyle yakışmıyor. Ne ahlaki olarak,
ne de sosyalist bir yapılanmanın prensipleri bazında.
Sözgelimi, evindeki devrimini tamamlayamamış,
yani kişiliğinde, kimliğinde yapması gereken devrim
çok ciddi zaaflarla dolu bir erkek arkadaşın,
herhangi bir ortamda kadın sorunu ve sosyalizm
konusundaki konuşmalarının ne denli gerçekçi ve
inandırıcı olabileceğini düşünüyorsunuz?
Eşinin devrime gerektiği gibi katılımını sağlayamamış,
ya da başka bir deyimle onu dahi "örgütleyememiş"
bir devrimcinin başka insanların örgütlenmesi
konusunda başarı kazanabileceğini düşünüyor musunuz?
Eşini saklayan, sakınan bir "erkeğin",
hangi devrimci militanlık çabası içine gerektiği
gibi girebileceğini düşünüyorsunuz. "Evdeki
sorunlar" bahanesiyle "part-time"
çalışan bir insanın ne denli devrimci ve sosyalist
militan olabileceğini düşünüyorsunuz. Çocuk sahibi
olmanın yükümlülüklerinin artık "halkımızın
cahil kesimlerince" bile bir ölçüde anlaşıldığı
günümüz koşullarında çoluk çocuğa karışarak "çocuğun
okulu", "çocuğun kreşi", "çocuğun
hastalığı" gibi gerekçelerin arkasına sığınan
bir devrimcinin, bütün bu yükleri karısına bıraktığını
ifade ederek, kendine göre bir görev paylaşımıyla
"devrimcilik yapmasının" ardındaki sırları
yeterince görebiliyor musunuz?
Devrimciler evlenmez, sevmez, çocuk sahibi olmaz
gibi bir görüşüm yok. Ama devrime yaşamını adadığını
söyleyen bir insanın klasik ev ve aile ilişkilerinden
ödün verememesini anlayabilmek kesinlikle mümkün
değildir ve bunu anlama çabası içine girmek bile
yanlıştır.
Bütün bunları "anlamayınız", kesinlikle
yadsıyınız ve ülkemizin bu denli ağır mücadele
koşullarında bizleri bir saat için bile olsa kısıtlayacak
her türlü ilişki ve ortamı yadsıyınız. Bu en zorlu
süreçlerin militanı olabilmek, devrimimizin bu
en ağır koşullarının üstesinden gelinmesinin ve
daha ileri bir aşamaya sıçranmasının militanlarından
biri olmanın başkaca bir yaşam tarzı, ne yazık
ki yoktur...
Bu arada, "kadın sorunu" tartışmamız
içeriğinde, kadınlara yönelik de bazı eleştirilerim
olacak. Genel yozlaşmanın ve çürümenin sonuçlarından
biri olarak, kadın erkek ilişkilerinde de devrimin
ve devrimcilerin "kullanılması", gündeme
gelmiştir.
Sosyalist düşüncelere şu ya da bu oranda sahip
bir insanla ev'lenmek, kadınların akıllılarının
yeni arzularından biri olmuştur. Mücadele içinde
yer alsın ya da almasın, sosyalizmin kırıntılarından
nasiplenmiş bir erkekle 'ev'lenmek, dönemimizin
"akıllı" kadınlarının amaçlarından biridir.
Evinde sorumluluklarını bilen, dedesinden, babasından
gördüğü dayak olayı ile asla ilgisi olamayacak,
ev işlerinde eşitlik anlaşıyı gereği kendisine
yardım edecek, saygıda ve sevgide kusur etmeyecek,
onu aldatmayacak, tutarlı ve namuslu kocayı; en
iyi solcular arasından bulacağını keşfeden kadınlar,
"sadece evde sosyalizm" prensibini yaratmışlar
ve solcu kocalara rağbet etmeye başlamışlardır.
Dolayısıyla tedavülden kalkmış, eskimiş sosyalistlerimiz,
sadece Mesut Yılmaz'a vb. değil, uyanık ev hanımlarımıza
da hizmet etmeye başlamışlardır. Eski kuşaklardan
ya da yeni kuşaklardan bu cazip kocaları "eve
kapatan" hanımlarımız, düzen koşullarında
hayallerinden bile geçiremeyecekleri bağımsızlık
ve eşitliği, sosyalizmden nasiplenmiş bu şahıslar
sayesinde evlerinde geçerli kılmanın huzuruyla,
her gün devrimcilere ve devrime küfrü hatmetmektedirler
ki; eşlerinin eski duyguları depreşmesin, evin
huzuru bozulmasın...
Varsın ülke kan gölüne dönsün, varsın insanlar
katledilsin, varsın sınıflar arası uçurumlar derinleşsin.
Evlerinin huzuru ve kocalarının onlara bahşettiği
eşitlik yeterlidir. Bu konumdaki "kocaların"
durumunu eleştirmeye bile gerek duymuyorum. Ama
devrimin ve sosyalizmin kadınlara çok daha fazla
gerekli olduğunun, bu tarz yaşamlar için de bir
kez daha altını çizmek istiyorum.
Barikat- Devrimci mücadele içinde gerçekten her
türlü görev ve sorumluluk için aday olan militan
bayanların karşılaşacakları güçlükler ve bu güçlükleri
yenmek için önerileriniz nelerdir?
I.D.- Şimdilerde yirmi yaş ortalaması içinde olan
bayan arkadaşlarımın, ifade ettiğiniz özellikler
içinde olanları karşısında sözcüklerle tanımlayamayacağım
ölçüde büyük bir sevgi, saygı ve çoşku duyuyorum.
Ama ne yazık ki onlar da, bizlerin yaşadığı zorlukların
benzerlerini yaşamak zorunda kalacaklar. Çünkü
biz bütün çabalarmıza ve emeğimize rağmen yaşadıklarımıza
bir aşama kazandıramadık. Yenilgimiz, bizim yaşadıklarımızın
onlar tarafından yaşanmasını ve tekrarlarmasını
zorunlu kılıyor.
Öte yandan değinmek istediğim farklı bir konu
daha var. Dönemimizde, 1980 sonralarında moda
olan ekstrem bir "özgür kadın" imajı
var. Solculukla tanışan arkadaşlar şu ya da bu
biçimde bu tür yaklaşımların, söylemlerin etkisi
altında kalabiliyorlar. Kadın haklarını ve kadınların
özgürlüğünü "serbest aşk" sınırlarında
gören ve bununla özdeşleştiren bazı insanlar,
kadın eşitliğini, düzenin erkeklerinin yaptığı
hataları tekrarlamakta arıyorlar. Bu arada sol
argümanlar kullanarak hem sosyalist kadınların
imajına ve prensiplerine, zarar veriyorlar hem
de dönemimizin kavram kargaşası içinde bizleri
yeni bir kargaşaya daha çözümler üretmek zorunluluğuyla
başbaşa bırakıyorlar.
12 Eylül'den önce çalışma yaptığımız gecekondu
semtlerinde karısını kardeşinden kıskanan insanların
bizim erkek yoldaşlarımızı büyük bir iç rahatlığıyla
evine alması ve gerektiğinde karısıyla yanlız
gecelemesine izin vermesi, "onları erkek
gözüyle görmeyeceksin, onlar devrimci, onlar bizim
için savaşıyor" diyebilmesi; şimdilerde ise
bu imajın değişmiş olması; kuşkusuz değişik bir
çok nedene bağlı. Bu nedenlerin başında Oligarşi'nin
devrimciler aleyhinde geliştirdiği etkili ajitasyon
ve propaganda geldiği gibi, yapılan hataların
da rolü vardır.
Sorunuzun, yeni kuşaklardan bayan devrimcilere
öneriler, bölümüne gelince: Bir kere kesinlikle
kendilerini bayan olmanın sınırladığı koşullarda
hapsetmelerini istemiyorum. Bu saflara gelirken
aştıkları zorluklardan çok daha büyüğü ile karşılaşacaklarını
düşünmesinler. Onlar zaten en zorlu ve yüksek
barikatları aşmışlardır. Saflar içerisinde de
kendilerinden daha yetenekli, daha ileri gördükleri
erkeklerin bu üstünlükleri karşışında ezilmelerini
kesinlikle yadsıyorum. Çok iyi bilmeliler ki,
onların hiçbiri kendileri kadar zorlu engellere
karşı verilmiş savaşları başararak buralara gelmediler.
Kendilerine güvenmelerini, yetenekleri ve özellikleri
elverdiği ölçüde görev ve sorumlulukların tümüne
talip olmalarını, kendilerini her türlü görev
ve sorumluluk için yetiştirmelerini, birilerinin
bir şeyi olarak değil, kendileri olarak devrimci
harekette var olmalarını istiyorum.
Sorun bu ve erkek yoldaşlarımızla birlikte gökyüzünün
tümünü kucaklayacağız. Biz yarısını istemiyoruz.
Önemli olan gökyüzünün tümüdür.
Gökyüzü, o sonsuz mavilik ve enginlik, kadınların
özgür zenginlikleriyle çok daha anlamlı, çok daha
mavi ve derin olacak...
|