Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

M. SEYHAN



Geçmişi değerlendirmeme
Devrim sürecimizin yaşadığımız kesitinin en önemli sorunlarından biri de, Türkiye Devrimci Hareketi olarak, geçmişimizin yetkin ve geleceğe ışık tutucak değerlendirmelerinin yapılamamış olmasıdır.
Türkiye devrimi bugün; başarıları ve başarısızlıkları, yenilgileri ve kazanımları, hataları ve doğrularıyla, uzun sayılabilecek mücadele tarihselliği olan bir devrimdir. Sosyalizm, Marksizm-Leninizm ve halkların kurtuluşu için mücadele içinde, Anadolu topraklarında onlarca kuşağın çabalarıyla, bir geçmiş, bir tarih yaratılmıştır.
Bu tarih üzerinde geleceğe doğru yürürken; geçmişimizde yer alan doğruların gerçekten çok iyi kuşanılması, yanlışların da ciddi bir biçimde mahkum edilmesi, yadsınması, aşılması zorunludur. Tarihimizin, durduğumuz noktasının en önemli sorunlarından biri de budur.
Yaşadığımız en ciddi yenilgi süreci olan ve 12 Eylül 1980'le başlayan dönemde, ilk yıllarda doğal bir biçimde geçmişin değerlendirilmesine yönelik tartışmalar başlamıştır.
Bir tartışmanın, özellikle de bir değerlendirmenin sağlıklı yapılabilmesinin ve verimli sonuçlar ortaya konulabilmesinin birtakım genel prensipleri, yöntemleri vardır. Bir tartışmanın, bir değerlendirmenin yaşamsal ve rasyonel olabilmesi için özel koşulların uygunluğu zorunludur. Öncelikle, bir durumu bütün yönleriyle ve sağlıklı ele alabilmenin ilk ön koşulu, tartışılan sürecin yeterince olgunlaşmış ve kendisini en azından belirleyici özellikleriyle ortaya koymuş olmasıdır. Öte yandan, tartışmacıların objektif olabilmeleri ve sahip oldukları dünya görüşünün gerçek insanı olmaları zorunludur.
Türkiye devrim tarihini değişik dünya görüşlerine sahip tarihçilerin değerlendirmesi ve bazı sonuçlar ortaya koyabilmeleri de mümkündür, zaman zaman bu yönde çalışmalar yapılmakta olduğunu görüyoruz. Fakat halen yaşanılmakta olan bir tarihin geçmiş süreçlerinin; özellikle o tarihin içinde yaşayanlar, o tarihin bir parçası, öznesi, emekçisi olanlar tarafından değerlendirilmesi, değerlendirmenin de ötesinde geleceğe ışık tutucu çözümlemelerinin yapılması, yaşamsal öneme sahiptir. Geleceğin başarılarının ve başarısızlıklarının, biraz da bu çözümlemelerin başarıları ya da başarısızlıklarıyla dolaysız ilişkisi vardır.
Özellikle Eylül Yenilgisi'nden önceki sürecin; devrim ve sosyalizm tarihimize katkı sağlayacak, geleceğimizi düşünsel ve pratik yönleriyle aydınlatacak ve bizi yeni yanılgılardan, en azından yanılgı tekrarlarından koruyacak değerlendirmeleri, ne yazık ki henüz yapılabilmiş değildir.
Bu önemli devrimci görevin gerçekleştirilmesi, kuşkusuz o dönemin etkin kadro ve yöneticilerinin işiydi-işidir. 12 Eylül'den hemen sonra bu kadroların büyük çoğunluğu, bu görevin gelecekle bağlantı içinde gerçekleştirilebilmesi koşullarının dışına düşmüşlerdir. Bunun başta gelen nedeni; özellikle bazı kadrolar için, daha önceki durumlarının, konumlarının yanlışlığında, yapaylığında da yatmaktadır.
Sözkonusu sınıflamanın içindeki 'eski' kadrolar, Açık Faşizm koşullarına karşı direnememiş, içerde ya da dışarda çeşitli biçimlerde çözülmeye uğramışlardır. Bir kısmı daha 12 Eylül gelir gelmez büyük bir panik ve depresyon yaşamış; ideolojik, örgütsel tasfiye, inkar ve yabancılaşmayı seçerek devrimden kaçmıştır. Bir kısmı, konumlarını ve eski durumlarının verdiği prestiji kullanmışlar, bu kaçışlarını mensup oldukları örgütlerine maletmeyi 'başararak', örgütü tümüyle farklı bir noktaya çekmiş ve saflarındaki temiz, namuslu devrim militanlarını da aldatmak yoluyla devrimci savaşımı tasfiye etmişlerdir.
Sözkonusu dönemde, faşizmin zindanlarında da bu yönüyle önemli bir süreç yaşanmıştır. Zindan tarihlerinin, sadece direnişler ve işkencelere karşı çözülmeler boyutlarıyla değil, devrimin bu önemli görevinin de ne ölçüde yapılabildiği, neden yapılmadığı ve yapılamadığı, yapıldı diye ortaya konulan değerlendirme çalışmalarının neden o denli sığ ve sağlıksız olduğu gibi boyutlarıyla da değerlendirilmesi gerekmektedir.
Çünkü çok iyi bilinen bir gerçektir ki, düşmana esir düşen bir devrimcinin tek görevi, direnmek değildir. Direnmek; evet, onun en önemli ve öncelikli görevi, görevin de ötesinde, yaşamının anlamı, devrimci zorunluluğudur. Ama onun ötesinde, o koşullardaki devrimcilerin, elverdiği ölçüde üretmek, yaratmak, yaşanmışlıkları devrimin yeni süreçlerinin hizmetine sunmak gibi bir görevleri de vardır. Kuşkusuz bu noktada, dışarıdakilerin de, gerekli örgütsel kanalları canlı ve açık tutmaları gerekir.
Özellikle ağır bir yenilginin yaşanmakta olduğu, şehit olanların ve daha ilk günlerde devrim kaçkınlığını seçenlerin dışında kalan kadroların büyük bir çoğunluğunun tutsak düştüğü koşullarda; bizzat bu tarihi yaşayarak, yaratarak gelen insanların, kapsamlı değerlendirmeler ve geçmiş çözümlemeleri yapmaları gerekirdi.
İlk yıllarda sürecin henüz tam olarak olgunlaşmamış olmasından ve verilerin yetersizliğinden, baskı ve işkence koşullarının yoğunluğundan ve dışarıda kalanların yükünün ağırlığından dolayı, sonuçları ve çıkarımlarıyla bütünlük arzeden çözümlemeler yapılamasa dahi, gerçekleştirilecek sağlıklı ve verimli tartışmaların bile, daha sonraki dönemlere önemli mesajlar ileteceği, yeni kuşakların ufkunda önemli ışıklar yakacağı açıktı.
Bu görevler, içinde bizim de yer aldığımız dönemin siyasal yapılarının büyük çoğunluğu tarafından henüz gerçekleştirilememiştir, tamamlanamamıştır. 12 Eylül cezaevlerinin bilinen sürekli baskı ve işkence koşullarının; bu tür çalışmalar, üretimler yapılmasına tümüyle engel olduğu gibi bir gerekçenin ardına sığınılamaz, sığınamayız. Geçmiş değerlendirmelerinin gerek o günkü koşullarda, gerekse de ondan sonraki dönemlerde gerektiği gibi yapılamamış olmasının başka nedenleri de vardır. Bu nedenler arasında, bütün örgütleri, hepimizi bağlayan ortak paydalar olduğu gibi, tek tek her grubun içinde bulunduğu ya da yaşamış olduğu özel durumlar, örgütsel koşullar da vardır.
Bu arada, 12 Eylül döneminin kadrolarının çoğunluğunun, bu tür değerlendirmeleri kapsamlı olarak yapabilecek siyasal birikim sorunun var olduğunu da açıkça belirtmek gerekmektedir. Siyasal birikim yetersizliği, bir devrimci için aşılamayacak bir sorun değildir. Ama eğer kadronun bu yetersizliğini açıkça ortaya koymak ve kabullenmek konusunda problemleri varsa, işte o zaman, yetersizlik mahkumiyete dönüşür ve çaresiz bir hastalık haline gelir.
Öte yandan, illegaliteyi düşmana, gerçekten uygulanması gereken güçlere karşı korumayı başaramayan bazı devrimci gruplardaki arkadaşlarımız; düşmana devrimin ve yoldaşlarının sırlarını vermekten çekinmeyen kadrolar ve hatta 'önder'ler, örgütlerinin gerçek durumunu, kendi yoldaşlarından ve devrimci dostlarından gizlemek konusunda, gerici bir Ortadoğu mantalitesinin kurbanı olmuşlardır. Yanıltarak, abartarak, iddia ederek ve "rakip firmaları" karalayarak siyaset yapmayı yöntem edinmişlerdir. Bu mantaliteye sahip olanlar açısından, örgütsel süreç değerlendirmelerinin, gerçekçi çözümlemelerin ortaya konulmasının zemini, daha baştan ortadan kaldırılmıştır.
Bu konudaki eksikliğimizi doğuran bir diğer önemli faktör; Türk insanının yüceltme-yücelme ikilemi konusundaki genel probleminin, devrimci örgüt saflarında da bütün ilkelliğiyle sürdürülmüş olmasında yatmaktadır. Genelde Ortadoğulu insan, özelde de Türk insanı, başkalarının başarılarından rahatsızlık duymak gibi bir semptom taşır. Bu başarı, kendi istemleri, idealleri doğrultusunda bir başarı olsa dahi, bunu kolayca hazmedemez. Onun yücelttiği ve başarısını kutsadığı insanlar; ancak yenemediği, korktuğu ya da bu yüceltmeden kendisinin de önemli bir pay alacağına inandığı insanlar olur. "Bükemediğin eli öpeceksin" gibi bir deyimin, bizde bilgiç insanlarımızın öğüt malzemesi olarak kullanılarak, riyakarlığın felsefesinin yapılmasının anlamı açıktır: Önce yenmeye, yıpratmaya uğraş, eğer bunu başaramazsan, yücelt...
Örgütler içindeki kısır, sosyalizmin kazanımları ve mücadelenin başarıları adına hiçbir anlam taşımayan, insanları düşmana karşı mücadelelerden çoğu kez daha fazla yıpratan iç çelişkiler, kişilik çatışmaları, kariyerizm, feodal-küçük burjuva kadro hastalıkları, ölmeyi bilen ama sosyalist örgüt bireyi olmayı öğrenemeyen ilkel insan yaraları, ciddiyet taşıyan örgütsel iç çözümlemelerin yapılmasını ve ilerlemeyi de engelleyen nedenlerden biri olmuştur.
Bunlara, benzer onlarca özellik sıralanabilir ve bunların devrimci süreçlerimizin ciddi atılımlar yapamaması üzerindeki etkileri oldukça önemlidir. Aksi halde, siyasallaşmadaki yetersizlikler ve örgütlerin iç çelişki ve ilişkilerinin taşıdığı sorunlardan dolayı, kapsamlı dönem değerlendirmeleri ortaya konulamasa dahi; hiç değilse, örgütlerin kendi içlerinde, onları örgütsel olarak biraz daha ileriye taşıyabilecek, örgütsel hatalarının tekrarını önleyebilecek tartışma ve değerlendirmeler gerçekleştirilebilirdi.
Yeniden Türkiyeli örgütlerin sağ kalan kadrolarının büyük çoğunluğunun tutsak olduğu cezaevleri gerçeğine ve bu cezaevlerinden neden geçmişe ilişkin, geleceğe katkı sağlayıcı ürünlerin, değerlendirmelerin çıkamadığı sorusuna dönelim. Görebildiğimiz kadarıyla, bu yolda yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerin bağladığı gericiliklere karşı direnen iyi niyetli, devrim ve sosyalizm yoluna gerçek anlamda kişiliğini yaşamını koymuş bazı kadroların çabalarıyla, (ki bu tür kadrolar bütün örgütlerde mevcuttur ve savundukları ideoloji ne olursa olsun geçmişte de, şimdi de onları yoldaşlarımız olarak gördük, böyle görmeye devam edeceğiz) geçmişin değerlendirilmesine yönelik olarak hemen hemen bütün örgütlerde, çeşitli tartışmalar başlatıldı.
Geçmişin değerlendirilmesinden rahatsız olanların, bu istemlere ve tartışmalara teorik olarak karşı çıkmalarının olanağı yoktu. Gerçekten bütün yönleriyle dayatan bir ihtiyaç, dışardaki çeşitli kesimler açısından ısrarla ifade edilmeye başlanmış bir beklenti, bir görev, ağır bir devrimci sorumluluk, ortada duruyordu. Bütün bu nedenlerin belirlemesiyle, ilk dönemlerde plansız programsız da olsa, güncel durumların ve sorunların tartışılması esnasında kendiliğinden ve zorunlu bir biçimde geriye dönülmek zorunda kalınarak da olsa, çeşitli tartışmalar yaşandı, gözlemlendi.
Teoriyi, pratiği, politikaları, örgütlenme ve çalışma tarzlarını, ülkenin ve dünyanın hızla değişmekte olan koşullarını, insan-kadro sorunlarını bir bütün olarak sorgulayan verimli tartışmaların yapılması ve ayrıca, bu bütünlük içerisinde belirginleşmiş örneklerin sorgulanması gerekiyordu.
Dönem, 12 Mart sonrasından oldukça farklı çizgiler taşıyordu. Sözgelimi, 12 Mart'tan sonra artık silahlı mücadeleye olan inacını ve bağlılığını tümüyle yitirmiş ve bu değerleri yadsımış oldukları halde, geçmişten sarkan bazı insanların; 'kitle THKP-C , Mahirler, Denizler sempatisiyle devrimcileşiyor, o nedenle bana silahlı propagandanın yanlış olduğunu ve geçmişte yapılanları artık benimsemediğimi kitleye yönelik olarak söyletemezsiniz' sözlerinde ifadesini bulan 'politikalar' yapmasına gerek yoktu.
12 Eylül'den sonra, özellikle sağlam bir ideoloji ile siyasal süreçte yer almamış grupların insanları, herşeyin sorgulanması gerekliliğine inanmakta ve bunu beklemekteydi. Yenilgi sonuçlarının ağırlaştığı yıllara reel sosyalizmin çöküşünün de denk gelmesi, soru ve sorgulama yükünü çok daha fazla ağırlaştırmış, globalleştirmişti. Özellikle 12 Eylül'den önce bir ideolojinin devrimciliğini değil, herhangi bir reel sosyalist ülkenin politikalarının devrimciliğini yapmış olan gruplar açısından süreç, daha ciddi problemlerle kendini dayatmıştı.
Fakat ne yazık ki, bu yolda ilk dönem samimi başlangıçlar yapılmasına rağmen, başlatılan tartışmalar, büyük bir hızla pörsüdü, amacını, yöntemini, içeriğini yitirdi. Sonuçta ortada, "geçmişin değerlendirilmesi, geçmişin özeleştirisi, geçmişin savunulması, geçmişin aşılması" gibi soyut tanımlarla sınırlı sözcükler kaldı.

Geçmiş, karikatürize edilerek tekrar edilmeye çalışılmaktadır
Marksizm-Leninizm'in iyi kavranamadığı durumlarda yaşanan ve ne yazık ki Türk solunda artık "klasikleşen" uç noktalarda gidip gelme durumu, bu konuda da yaşandı. Yenilginin ilk yıllarında bir bozgun psikolojisiyle gündeme getirilen ricat, inkarcılık, çözülme, 'herşey yanlıştı' paniği, bir dönem sonra "aslında biz tamamen doğruyduk" öz savunmasına ve ne pahasına olursa olsun aklanma, yola devam etmek için aklanmak zorunludur gibi psikozlara dönüştü. Bu "gerçek" keşfedilerek tekrar iç huzura kavuşulmuştu.
12 Eylül öncesinde de var olan grupların bir kısmı; bu huzur içerisinde, özellikle 1987'den sonra, dışarıda biraz nesnelleşme ve kendilerini ifade etme olanağı bulur bulmaz; geçmişi tekrarlamaya çalışma mücadelesi içine girmişlerdir. Durumu,"geçmişi tekrarlamak" sözcükleriyle tanımlayabilmek bile olanaklı değildir. Çok daha ilkel, çok daha zayıf, çok daha alt yapıdan ve destekten, siyasal taktik ve ilkesellikten uzak bir biçimde, 1975'den sonra yaşanan mücadele süreci, 1990 sonrasının koşullarında "temsili olarak" canlandırılmaya çalışılmaktadır.
Fakat, bütün bu faaliyet gösterme görüntüleri yaratma çabalarının içinde, bir başka talihsiz ve ilginç nokta vardır. Sözkonusu örgüt ve gruplar, geçmişlerinin özeleştirisini ideolojik ve programsal olarak yapmadıkları halde (öteden beri somut bir programla ve çalışma tarzı prensipleriyle var olma alışkanlıkları zaten yoktur), bugün kendi geçmişlerini de değil, başkalarının geçmişlerini taklit etmeye çalışmakta, bu anlamda da garip karikatürler çizmektedirler.
Dünyaya ve ülkelerine, siyasal bir örgüt gibi değil, prim yapmaya, varoluşunu kanıtlamaya ve müşteri çekmeye çalışan kapitalist şirket mantıklarıyla bakıldığı için, silahlı mücadelenin bu yolda prim yaptığı, hemen hemen bütün gruplar tarafından, 1990'dan sonraki süreçte keşfedilmiştir. Ve ideolojileriyle çok başka şeyler söyledikleri (ya da hiçbirşey söylemedikleri) halde, silahlı mücadele yapmaya çalışmaya başlamışlardır. Geçmişte THKP-C ideolojisine ve MLSPB pratiğine anarşist, goşist diyenler, bugün onun 1975'lerdeki mücadele tarzlarını taklit etmeye çalışmaktadırlar. Hem de hiç bir açıklama yapmadan, ideolojik düzlemde farklı yönelimler içine girdiklerini söyleme gereği duymadan...
Dönemimizin ikinci Türk solu kördüğümü, bu noktada oluşmaktadır. Başka bir teori, başka bir gelenek, başka bir örgütlenme tarzı, başka bir siyasal ve sosyal mantalite, başka bir politika yapma tarzı ve başka bir pratik... Uygulanmak istenilen pratik, silahlı mücadeledir. Henüz, Silahlı propaganda, Politik Askeri Savaş Stratejisi, Öncü Savaşı gibi, silahlı mücadele uygulamasını gerçek koşullarına oturtacak stratejik kavramlar kullanılmasa da, "gerilla" dan bolca sözedilmektedir.
Bu durumda hiç kuşkusuz, Kürdistan'da silahlı mücadele temelinde yükseltilen ve artık dostun da, düşmanın da hakkını vermek zorunda kaldığı bir başarı noktasını yakalamış olan savaşımın rolü büyüktür. Ne var ki bu rol, karikatürler yaratmayı değil; kendi varlık koşullarını, oluşum tarzlarını ve örgütsel durumlarını, oturup bir kez olsun sosyalist gerçekçilik kriterleriyle değerlendirmelerini zorunlu kılar. Öykünmeyi değil...
Devrimci grupların gerillacılık, silahlı mücadele, yönelimlerinin üç ana başlıkta toparlayabileceğimiz nedenleri vardır. Birincisi, sosyalist ajitasyon ve propaganda, "imaj devri"ne uygun olarak, kapitalist şirketlerin reklam mantıklarından yola çıkılarak gerçekleştirilmek istenmektedir.
Puan kazandıracağı düşünülen bir reklam kampanyası, uysa da uymasa da, stratejilere rağmen, savunulan ideolojilere ya da ideoloji adına ortaya konulmuş bulunulan eklektik, sosyalist felsefeye göre bir sistematik ve yöntem anlamına gelemeyen düşüncelere rağmen gerçekleştirilmek istenmektedir. Örgütlenme ve politika yapma tarzlarının aykırılıklarına rağmen, puan kazandırdığı düşünülen bir reklam kampanyası, diğer rakip gruplar tarafından, hızla taklit edilmeye çalışılmaktadır.
Özellikle devrimci örgütlerin tabanında bu konuda gerçekten çok büyük bir samimiyet, gerçekten savaşma isteği ve böyle bir dönemde ciddi anlamda çok fazla engeli yıkmayı başararak bu saflara gelmiş olmanın, gelebilmiş olmanın coşkusu olması, durumu kolaylaştırmaktadır.
İkincisi, Kürdistan'da yürüyen savaş, silahlı mücadelenin bizim gibi ülkelerde temel siyasal metot olma niteliğini kanıtlamıştır. Artık bu topraklarda başka bir şey savunmanın, safsatadan ibaret olduğunu, nesnelleşen ve başarıların somutluğunda tartışılamaz duruma getiren bir aşamaya gelinmiştir. Kürdistan'da bunca yıl yürüyen ve yükselen pratik, silahlı mücadeleyi, Anadolu toprakları için eski biçimlerde tartışılamayacak duruma getirmiştir.
"Küçük burjuva Kürt halkı", "Kaloriferli dağlarda", "maceracılık" yaptılar...
Ve Kürt halkı iyi ki bu "maceraya" atıldı.
Onun tarihinin en başarılı, en soylu, en güzel serüvenidir bu "macerası"...
Tırnak içindeki sözcüklerimiz, 1980 öncesindeki "ideolojik" tartışmaları izleme olanağı bulamayan, arkadaşlarımız, okurlarımız için, çok fazla anlam ifade etmeyebilir. 1980'den önce, silahlı mücadeleyi ve özellikle de silahlı propagandayı hayata geçiren, illegalite temelleri üzerinde yükselen örgütlere yönelik olarak, diğer solun çok sık kullandığı bu terimler; neredeyse ideolojik mücadelenin temel motifleri haline gelmişti. Bunlara göre, silahlı mücadele maceradan ibaretti. "Kaloriferli sıcak apartman dairelerine kapanan ve halkı, sınıfı görmezden gelen üç- beş küçük burjuva genç, arada bir mekanlarından çıkarak banka soyuyor, adam vuruyor ya da adam kaçırıyorlardı. Ve üstelik bu hareketleriyle provakasyon yaratıyor, cuntaya davetiye çıkarıyorlardı vb.
Devrimci grupların sözkonusu yeni yönelimlerinin üçüncü ana gerekçesi ise, devrime ve hatta politikaya mesafeli duran halk kitlelerinin, bu dönemdeki bu duruşlarının bizzat yarattığı saflaşmadır. Halk, devrim mücadelesi veren ya da verdiğini iddia eden grupların dışında, kendisi bir saflaşma yaratmıştır.
Keskin ve sivri uçlu bir bıçak gibidir bu saflaşma... Anti-politik, politikayı hiçbir biçimiyle duymak dahi istemeyen, kaderine razı, belki bu kaderi; allah izin verirse ve uyanık davranırsa, yani komşusu Mehmet gibi üçkağıtçılığı, yalancılığı, düzenbazlığı, hilekarlığı, riyakarlığı, becerebilir, bu konulardaki yeteneklerini geliştirebilir ve bu yolda başarı gösterip saygınlık kazanabilirse (toplumumuzun saygınlık kuralları bunları başarabilmeyle ilgilidir), kapitalizmin fırsatları içinde değiştireceğine inanan insanlar; eğer yaşadıkları korkuyu, devlete karşı içine sokuldukları sinikliği ya da umursamazlık rolünü yenerlerse, radikal eğilimlere yönelmektedirler.
Büyük bir korkuyu, büyük bir sinmişliği yenmenin verdiği özgüven ve tavır alış da güçlüdür, büyüktür...Ve eğer doğru yönlenmezse, başka bir uç noktada tehlikelidir...
Türkiye devrimci hareketinde yeni gruplar ve yenilenme mücadelesi veren eski gruplar vardır. Giderek sayıları artan bu gruplardan özellikle bazılarının, büyük bir samimiyetle silahlı mücadeleyi savunduğunu sevinç duyarak izliyoruz. Fakat onlar da bütün samimiyetlerine rağmen başarılı olamıyorlar. İlerlemelerine, gelişmelerine denk düşmeyen kayıplar veriyorlar, tıkanıyorlar, bir kaç yıl içinde eriyip gidiyorlar ya da iç çelişkiler, problemlerle boğuşma mücadelesi içine girmek zorunda kalarak, düşmana karşı savaşımı ertelemek zorunluluğu duyuyorlar. Bazıları, askeri eğitim olanakları yakalamalarına, gereken kamp pratiklerinden geçmelerine rağmen, daha eylemi hayal etme aşamasında, değerli militanlarını şehit veriyorlar.
Tutsak alınmak ya da şehit düşmek, mücadelenin doğal riskleri arasındadır. Savaşan her insan için, bu olasılık, her an ve her ortamda mümkündür. Açık bir savaş vardır. İki antagonist çelişkinin savaşı. Ve sosyalizmin kesin bir biçimde ve ne yazık ki kanlı bir mücadele ile emekçilerin tarihsel zaferini öngördüğü; bunun, yaşadığımız dünya koşullarında farklı bir biçimde çözümlenmesinin asla mümkün olmadığı bir savaş...
Düşman, elinde bulundurduğu olanakları, zenginliği ve hükmetme koşullarını, kanının son damlasına kadar teslim etmeyeceğini, başından ilan etmiştir. Bu zenginlikler ve olanaklar gerçekten o denli büyük ve vazgeçilmezdir ki, düşmanın bu şekilde davranması, onun var oluş ve yaşam doğasına çok uygundur. Bütün bu olağanüstü zenginliklerin ve koşulların ve ilişkilerin sahipleri, senin yoksulluğun üzerinden bu olanaklara sahip olanlar, elbette senin onunla mücadele etmek üzere nefes almana, hazırlık yapmana, güçlerini toparlamana, gelişmene izin vermeyecektir. İzin vermemek için elinden geleni yapacaktır. Buna izin vermesi, bu konuda zaaf göstermesi demek; kendi yok oluşunun ve üstelik emekçiler gibi bir yaşamdan vazgeçişinin değil, bizlerin hayal sınırlarını oldukça zorlayan bir zenginlikler ve olanaklar dünyasından vazgeçişinin koşullarına izin vermesi demektir. Onun için de bir ölüm kalım savaşıdır bu. Ama bizlerden çok farklı bir ölüm kalım savaşıdır...
Bizim ölümümüz ya da kalımımız; onurumuz, insanlık değerlerimiz, bir insan, bir sosyalist olarak tarihe ve insanlığa olan görevlerimiz; kısacası, erdemlerimizle ilgili bir yaşam tarzının ikilemidir. Onlar ise, inanılmaz büyüklükte bir dünya zenginliğinin, dedelerimizden torunlarımıza kadar onlarca kuşağın yaşamından çaldıklarından oluşturdukları bir birikimin üzerinde oturmakta ve bundan, en hayvani av hisleriyle, ne pahasına olursa olsun vazgeçmek istememektedirler. Üstelik, günümüz dünyasında öyle yöntemler keşfetmişlerdir ki, onların yaşamlarını bu tarzda sürdürmelerine olarak sağlayacak mücadelelerin bedellerini de, bizlerin kardeşlerine ödeterek, sonuçta yine her anlamda 'karlı' çıkmaktadırlar.
Her ne kadar pratikte karşımıza çıkarılanlar, bizzat bu sınıfların temsilcilerinin kendileri olmasalar da; yoğun bir biçimde şartlandırılmış, onlara verilen role göre eğitilmiş ve çıkar sahibi yapılmış insanlardır. 12 Eylül'den önce bu görevliler, işlerini şimdi olduğundan daha çok fazla mesleki motivasyonla yapıyorlardı. Bu durumun yarattığı boşluğu saptayan Oligarşi, sınıfımızın karşısına diktiği resmi ya da sivil görevlilerin, ideolojik olarak da motive edilmelerine büyük önem verdi. İzleyen dönemlerde, tam bir şartlandırma içine sokamadıkları insanları, hızla tasfiye ettiler. Efendilerin en iyi çocuklarını, en sadık ve güvenilir kullarını en ön saflara çıkardılar. Oligarşinin bu politikalarına, bizler de ne yazık ki yanlışlarımızla, karşı cepheden destek sunduk. Zamansız ve erken biçimde; sözgelimi polisi bir bütün olarak karşımıza aldık, ve iyice kemikleştirecek, kin, nefret ve öfke dolu duygularla intikam alma yarışına girecek hale getirdik. Devletin, burjuvazinin; savaşımımızın asıl hedeflerinin dışındaki güvenlik kullarıyla bir kan davası başlattık. Daha işin başında; seçkin, mesaj veren, sembolik hedeflere değil, üniformaya yöneldik.
Sonuç olarak; verdiğimiz kayıplar, mücadelenin gelişim ritmine denk düşmedi. Ne örgütsel nitelik gelişimleri açısından, ne de halkla, sınıfla ilişki, onunla aramızda kurulacak köprülerin yaratılması açısından...
Bu nokta çok önemlidir. Hepimizin üzerinde büyük bir titizlikle durması ve tartışması zorunlu bir noktadır. Bu noktanın ilk elde verilebilecek yanıtları arasında, silahlı mücadeleye yönelen bazı grupların yöneticileri durumundaki arkadaşların, konuya çok samimi bakmaması vardır. Konunun bu yönünü ileride ayrıca tartışacağız. Silahlı mücadeleye samimi bakan bazı yönetici arkadaşların ise, mücadele geçmişlerinde böyle bir geleneğin olmaması gerçeği, vahim bir biçimde yatmaktadır. İllegal savaşım alışkanlığının ve tarzının, ancak pratik içinde kazanılmasının mümkün olması zorunluluğunu iyi görmek gerekir. Öte yandan, başka alışkanlıklar ve politikalar içinde politikleşmiş öncü kadroların, illegal mücadele ve öncü savaşımını uzaktan kumandalı perspektiflerle sürdürebilme şansları yoktur.
İllegal mücadele, salt teorik çözümlemelerle, soyut eğitimle ve sağlanan olanaklarla başarı koşullarının yaratılması mümkün olmayan bir mücadele tarzıdır. Bu mücadelede yer alacak militanın, soyut eğitimin yanısıra, basitten karmaşığa, ama mutlaka kendi yaşamı içinde de sınayarak gördüğü bir pratik eğitim alması, kısaca bizzat yaşaması gerekir. Yöneticinin dikkat etmesi gereken, militanın birikimiyle, onun önüne koyulan amaç ve hedeflerin çakışmasıdır. Gözetilmesi, gözetmemiz gereken bir diğer önemli nokta; devrim saflarındaki insanları kazanmak için, yani onları işbirlikçi ve ajan konumuna düşürmek için çok zengin yöntemlerle çalışmaya başlayan düşmanın bu politikalarına karşı mücadele taktiklerinin geliştirilmesi zorunluluğudur. Bu konuda, eğer ilişkilerin bütün süreçlerinde özenli davranılmazsa, sosyalizmin davranış kurallarıyla bağdaşmayan 'çözümlere' gidilmesi gündeme gelmektedir. Ve bu da, devrimimizi, halka karşı çok fazla yaralamaktadır.
Önemli olan, karşı devrimin politikalarını ve uygulamalarını bilerek, insan ve militan seçiminde her zaman olduğundan daha titiz davranmak, hızlı ve acil çözümler adına sızmalara açık kapı bırakacak bir çalışma tarzı içine girmemektir. Bu yolda bütün önlemler alındıktan sonra dahi çeşitli sorunlar yaşanabilir. Ama bütün bunlar, örgüte topyekun zarar vermeyecek şekilde sızmaların gündeme gelmesi şeklinde olacağı için, doğal bir örgütsel sonuca ulaştırılır.

Ekonomizm
Yapılan yanlışların üzerinde durulması gereken bir diğer yaşamsal yönü, farklı söylemlere rağmen ekonomist yaklaşım tarzlarının değerlendirmelerde belirleyici olması konusudur.
Ülkemizde halkın yaşam koşullarının her geçen gün biraz daha ağırlaştığı, yoksulluğun çok büyük bir hızla büyüdüğü, sefaletin başgösterdiği, gelir dağılımının çok vahim boyutlarda dengesizleştiği, her türlü soysuzluğun legalleştiği ve prim yaptığı tesbit ediliyor. Bunların hepsi doğrudur. Eksiği vardır, yanlışı yoktur.
Her yönden halka dair bütün göstergeler olumsuzdur. Bu olumsuzluklar öylesine büyük bir hızla gelişiyor ve öylesine inanılmaz durumlara damgasını vuruyor ki, artık ülkemizde toplumsal psikoloji kuralları da altüst olmuştur. Bu koşullarda insanca yaşanması, fiziken ve ruhen imkansızdır. Bu gelir düzeyi ile, ölmeyecek kadar bile beslenebilmek imkansızdır, sınıflar arasındaki bu korkunç uçurumlar, bir çocuğu bile isyan ettirebilecek düzeydedir. Bu yönde çok değişik kesimler tarafından siyasal, sosyal ve ekonomik saptamalar yapıldı ama halk, yeni "mucizeler" yarattı. Ölmedi yaşadı, isyan etmedi, kader dedi.
Kürdistan halkı topyekün işkenceden geçirildi, dışkı yedirildi, kadınlar yorganı sırtında, elinde, eteğinde minik bebeleri, yıllarca oradan oraya sürüklendi, mezra ve köy bırakılmadı yakılmadık, insanların kesik kafalarıyla hatıra pozları çektirildi, kulaklardan tesbihler yapıldı, halk susmaya devam etti...
Sustukça kendi suskunluğunda boğuldu. Sustukça, inanılmaz anlarda, hiç kıpırdamadığı halde sıra ona da geldi. Korkusu iyice büyüdü. Kaybedecek bir tek yaşamı kalmıştı, ki aslında o da yaşanılır gibi değildi.
Çeşitli sol kesimler, bu insanlık dışı tablodan; doğal ve kaçınılmaz olarak isyan, bu korkunç çelişkilerden doğal ve kaçınılmaz olarak öfke çıkacağını ve bu öfkenin sistemi sarsacak fırtınalara dönüşeceğini düşündüler. Yanıldılar.
Bütün bunlara rağmen halktan, kendiliğinden, doğal bir şekilde öfke çıkmaz. Aslında çıkması gerekir. Ama çıkmadı ve çıkmaz. Halkın bastırılmış duygu dünyasındaki körleşmeyi yenecek, onun kendi gerçekliklerini görmesine hizmet edecek ışıkların yakılması gerekir. Halk, dönem dönem, günlük, anlık öfkeler sergiler. Yakar, yıkar. Kaldı ki günümüzün koşullarında, bu parlayan öfke anlarının çok sık yaşanması gerekirdi. Hemen her gün, halkı hiçe sayan inanılmaz sahtekarlıklar deşifre oluyor. Deşifre ediliyor, deşifre oluyor. Bir kısmı devletin merkezi güçleri tarafından, bir kısmı, devlet içindeki çelişkilerin sonucu olarak... Ama ne yazık ki, hiçbiri devrimciler tarafından, sosyalizmin öncü savaşçıları tarafından değil.
Peki halk neden kıpırdamıyor. Neden halkın kıpırdanışları, devlet lojmanlarında yaşayanların da katıldığı mum yakma eylemlerinin ötesine geçemiyor.
Devlet, sınırlar buraya kadar dedi. Hatta bu sınırlara bizzat benim ihtiyacım var bu dönem dedi. Ve bazı solcularımız, bu politikanın peşinde politika yapıyorlar.
Tarihlerinden öğrendikleri gibi... Ama bu ülkede, yaşanan farklı bir tarih daha vardır. Sosyalizmin ve halkların tarihi.
Bu tarihten öğrenen, dersler çıkaran devrimcilerin; ihtilalci sosyalistlerin, genelkurmay başkanının karısıyla birlikte mum yakmaktan çok daha başka sözleri vardır: Emperyalizme ve Oligarşi'ye karşı söylenilecek...
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92