Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Beşir AKBULUT


Yaşadığımız dönemde, sosyalizmin bir düşünsel sistem olarak da, en önemli evrim süreçlerinin birinin içinde olduğunu görmekteyiz.
Ne var ki bu evrim süreci, bir çok konuda olduğu gibi; ülkemizde, biraz geriden yansıyan geç kalmışlıklarla yaşanmaktadır. Sözkonusu sürecin Türkiye Solu açısından önemli bir gerçeklik olmasının yanısıra; birçok devrimci gruba mensup arkadaşımızın, verili durumu kavrayamaması ya da çeşitli nedenlerle görmezden gelmesi, en önemli sorunlarımızdan biri olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye Solu, her yönüyle ciddi bir kavşaktadır. Bu dönemeçte, yaşamsal birkaç konuda ciddi saflaşmalardan geçmek zorundadır. Bu saflaşmaların gerçekleşip gerçekleşmemesi ve ne ölçüde sağlıklı gerçekleştiğine bağlı olarak, bundan sonraki süreçlerimizin çizgileri, kısa ve orta vadede ortaya koyabileceğimiz siyasal tablo somutlaşacaktır. Bu görevlerimizin gerçekleştirilemediği koşullarda ise, 1990'dan bu yana olduğu gibi, grupların var olma, varlığını sürdürme çabaları ile sınırlanan süreçler yaşanmaya devam edilecektir.
Türkiye'de en önemli saflaşmalar, 1970 öncesi yaşanmıştır. Ondan sonraki süreçte; bu denli önemli, bu denli ilerlemeye hizmet eden, saflarda somutlaşmayı ve ileri atılımları hazırlayan, devrimci dinamiği belirleyen, kimlik, devrim, parti ve çalışma anlayışlarında netleşmeye yönelen saflaşmalar, ne yazık ki yaşanmamıştır. 1970'li yılardan önce , TİP'ten kopuş sürecinde başlayan saflaşma, o dönemin devrimci militanlarının bilinçlerini, nerede ve nasıl yer almalarını saptayabilecekleri biçimde açacak tartışmalar çerçevesinde yürütülmüş, tarafların düşüncelerini daha da berraklaştırmalarına, kendi eğilimlerine bağlı olarak kendilerini daha net ve kapsamlı olarak ortaya koymalarına hizmet etmiştir.
1970 döneminin hızlı ve etkin savaşımı, bu gerçek saflaşmaların dinamiğinden ciddi bir güç almıştır. Ne yazık ki daha sonra THKP-C ve THKO'nun mücadele süreçlerinin kesintiye uğraması, sözkonusu saflaşmaların çok daha ileri boyutlar kazanmasını ve Türkiye Devrimci Hareketini yeni aşamalara taşıyacak noktalara gelmesini engellemiştir.
Mahirler'den ve Denizler'den sonra yaşanan süreçte, geçmişin devrimci değerlerini, kazanımlarını ve Politik-Askeri savaşı yadsıyan inkarcılara karşı direnen devrimcilerin, geçmişin sahiplenilmesini öne çıkarmalarında statik yönlerin ağır basmasının da etkileriyle, 1980'li yıllara gelinene kadar Türk solunda yeni bir saflaşma yaşanmamış, yaşanamamıştır. Oysa, o dönemde de, ciddi saflaşmaların yaşanması, tezlerin, çelişkilerin, ve hatta çatışmaların, çalışma tarzlarının, ve siyasal pratiğin; bu tartışmalar içinde sorgulanması, dönemin devrimci dinamiğinin nitelik kazanmasına ve kalıcılaşmasına, daha gerçekçi zeminlere oturmasına, önemli ölçüde hizmet edecekti.
Bir ideolojik çizgiden ya da bir örgütten irili ufaklı onlarca grupçuk çıkmasını, sürekli parçalanmaların, ayrılıkların doğmasını, ciddi işlevleri olan sosyalist ittifaklar yapılamamasını; devrimimizin eksik bıraktığımız bu görevi çerçevesinde de ele alıp irdelememiz gerekmektedir. Ayrılıkların ve kopuşların ideolojik, politik ya da örgüt anlayışları temelinde olmamasını, yer yer zorlama yorumlarla böyle gösterilmeye çalışılmasına rağmen bu çelişkilerde kişilik çatışmalarının, örgütsel yetmezliklerin rol oynamasını, örgütlerdeki değişik eğilimlerin ilerletici ve seviyeli biçimlerde tartışılıp ilerletici ögelere dönüştürülebileceği sosyalist parti yapılanışlarının sağlanamamasını; sadece tanımlamak yetmemektedir. Bütün bunların, bu güne ışık tutacak çözümlemelerinin yapılması zorunludur.
Ayrıca, ayrılıklara ve kopuşlara baktığımızda; sosyalist insan kişiliğinin, bir devrimci örgütün bireyi olma erdemlerinin yerleşmemiş oluşunun ve bu konularda gösterilen zaaflar üzerine çıkan tartışmaların, yaşam tarzına ilişkin çelişkilerin, devrimcilik yapma kavrayışının farklılıklarının rollerini net bir biçimde görebiliyoruz. Ne yazık ki benzer problemler, yaşadığmız döneme çok daha acı ve ürkütücü sonuçlarla yansımıştır ve örgüt içi infazlar geleneği gibi bir geleneği daha, devrimimizin özellikleri arasına yerleştirmiş bulunuyoruz. Üstelik bu 'gelenek', düşmanla çatışmamızın çok düşük yoğunluklu ve zayıf bir biçimde seyrettiği, halkla ilişkilerimizin son derece zayıf olduğu bir döneme tekabül etmesi açısından, çok daha ağır ve sarılması güç yaralar açmıştır.

Kürdistan'daki netleşmeden
gerekli dersler çıkarılamamıştır

1980 yenilgisiyle kesintiye uğrayan Türkiye Devrimi, diğer birçok problemi gibi genel saflaşma problemini de bugünlere sarkıtmıştır. Fakat görülen odur ki, yaşadığımız dönemde de bu önemli sorunun kısa vadede çözüm yoluna girmesinin, bu konuda ciddi etkinlikler içine girebilmemizin koşulları mevcut değildir. Belli bir kesim tarafından, diğer birçok sorunda olduğu gibi bu sorunun da bilincine varılmamıştır ve yer yer tümüyle görmezden gelinmektedir. Görmezden gelindiği için, toplumda kıpırdanışların zayıf ta olsa yeniden uç vermeye başladığı, hatta zaman zaman umut verici zeminler oluşturan geçici kabarmaların yaşandığı 1985'den sonraki süreçlerde; birlik ve ittifak problemlerinde de, iyi niyetlerle yola çıkılsa ve emek sarfedilse bile, gereken sonuçlar alınamamaktadır.
Ülkemizde bugün özellikle iki temel konuda net bir saflaşma zorunludur ve bu konuyu yeterince tartışmadan, belirli sonuçlara ulaşılmadan girilecek her ittifak, hatta her eylem ve lokal işbirliği, başarısızlığa uğramaya mahkumdur.
Bunlardan birincisi, SİLAHLI MÜCADELEYE nasıl bakıldığı; ikincisi ise, POLİTİKA YAPMA TARZI konusunda neler düşünüldüğü ve nasıl davranıldığıdır.
Kürdistan'da silahlı mücadele temelinde yükselen savaşın kazanımlarının somutlaştığı dönemden sonra, Türk solunun bazı grupları, ideolojik politik hatları ve çalışma tarzlarında yaratacakları netleşmeler yerine; yeni muğlaklıkların, pragmatizmin ve sadece güncel politika yapma çabasının akıntısına kapılmışlardır. Geçmişlerinde silahlı mücadeleyi, "anarşişt, goşişt, maceracı, fokocu" tanımlamaları ile lanetleyenlerin dahi, literatürü bir hayli değişmiştir.
Kürtlerin uzun tarihlerinin bu en önemli macerasının kazandığı başarılar karşısında, silahlı mücadelenin işlev ve zorunluluklarını, biraz soluk alarak durup, ideolojik politik olarak değerlendirmeseler bile; en kötü şekliyle ona öykünerek, bazı aktivasyonlar geliştirmeye çalışmışlar ve insanoğlunun başarı karşısındaki klasik tavrının sol örneklemeleri olarak, kendileri de bu tür bir yola girebilme eğilimleri taşımaya başlamışlardır. Bu eğilimler, ilk bakışta olumludur. Fakat dönüşüm, sınıf savaşımının diğer alanlarına yansımamakta, örgütsel yapılanışa ve diğer siyasal taktiklere yansımamaktadır. Sosyalist savaşımın çok yönlülüğünü içermemektedir. Dolayısıyla bunlar, tek başına gelecek için fazlaca bir anlamı olmayan eğilimlerdir.
Bu noktada, Türk Solu olarak ilginç ve karmaşık bir durum yaşamaktayız. Dönemimizin Yeni Dünya, Ortadoğu ve özellikle ülke gerçeklikleri içinde yeni pratikler keşfeden, kendilerini ifade edebilmek için yeni yöntemler ve yollar arayan bazıları, ne yazık ki bu arayışlarını devrimcilerin-sosyalistlerin 'arayış' tarzlarının uzağında yapmaktadırlar. Ne bilinen ideolojik tezlerini ve programlarını değiştirdiklerini açıklamakta, ne de yeni girdikleri, girmeye çalıştıkları pratiklerin açıklamasını yapmaktadırlar.
Ayaklanma teorisi içinde gerillacılık yapılmaya çalışılmakta, genel grev çağrılarına rağmen öncü savaşına soyunulmaktadır. İllegalliği iddiasından menkul, fakat düşman tarafından saptanmış ilişki ağı üzerinde, silahlı aksiyonlar geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bir devrimci duruş tarzı açısından, orta ve uzun vadeli olarak neler saptamış oldukları, stratejik açılımlarının hiç değilse genel çizgileri, muğlak kalmaktadır. Kendisini gerektiği gibi tanımlayamayanın; ülke gerçekliklerini, dünya gerçekliklerini, diğer grupları ve onlarla ittifakı ya da uzaklığı nasıl tanımlayabileceğini, nasıl tanımlayabildiğini düşünmek gerekiyor.
Çünkü bu durumda kaçınılmaz biçimde, bazı eylemliliklerin dışında Türk Solu olarak fazlaca ileriye gidilememekte, hatta halkın kafasında ve ruhunda hala belli ölçülerde mevcut olan geçmişteki mücadelenin olumlu izlerinin de silinmesinden, devrimin yeni yaralar almasından başka bir şeye hizmet edilememektedir.
Sonuç olarak; bugün Türk Solu'nun önünde, iki önemli ve acil görev durmaktadır: Birincisi, mevcut durumun verilerine göre büyük bir devrimci samimiyetle ve cesaretle yapılanların yeniden gözden geçirilmesi, teori pratik tutarlılığının sağlanması, bize göre doğru ya da yanlış, ama tutarlı, gerçek politikalar oluşturulması ve gündemin bu saptamalar ışığında planlanması gerekmektedir. Bu noktalarda yapılacak tesbitler ve olabilirse yapılacak tartışmalara göre, çok daha farklı, sağlıklı, ilerletici saflaşmalar olacak ve bu saflaşmaların ana çizgileri, öncelikle silahlı mücadelenin ne şekilde ele alındığı, kabullenildiği ya da yadsındığına göre belirginleşecektir.
İkincisi, bugün ülkemizde politika yapma tarzına ilişkin olarak çok ciddi problemler yaşanmaktadır. Bu problemler, devrim sürecine girmiş bütün ülkelerde, devrim mücadelesi içinde ve devrimden sonra da yaşanır. Devrim yapmış ülke tarihleri incelendiğinde, bu konuda oldukça can sıkıcı örneklerle karşılaşmaktayız ve devrim süreçlerinin en ciddi sorunlarından birinin de politika yapma tarzı üzerindeki çelişkiler olduğunu görmekteyiz. Aynı zamanda, politika yapma tarzının; başarı ve başarısızlıklardaki, görece başarılardaki, geçiçi ya da nihai sonuçlardaki yaşamsal etkilerini saptamaktayız. Devrim sonrası şekillenişin temel ögelerini, devrimin başlangıç süreçlerindeki politik tarzın şekillenişinde bulmaktayız.
Fakat bütün bunlara rağmen, dünya devrimci pratiklerinden ve kendi tearihsel geçmişimizden dersler çıkarma kısırlığı yaşayan bizler, bugün politika yapma tarzı konusunda yoğun problemlerle iç içeyiz. Bütün boyutlarıyla çok ciddi biçimde tartışılması gereken bu konunun, Kürdistan Devrimi'ne bakış açılarına da önemli yansımaları vardır.
1980'lere kadar, Kürdistan Devrimi yadsınmıştır. Devrimi, TC haritasıyla sınırlanmış düşünen sosyalistlerimiz tarafından, Türk ve Kürt halklarının (ve arasıra "diğer ezilen azınlıkların da") kurtarılacağının kesinliği içinde stratejiler çizilmiştir. Ezen ulus devrimcisi olmanın bahşedilmiş öncülüğü içinde, yıllar boyu Türk ve Kürt topraklarında aynı stratejiler ve örgütlenme taktikleri ile çalışıldıktan sonra, ilerleyen yıllarda, "Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının" olduğu keşfedilmiştir.
Ama yine de bir çok örgüt, Kürt halkının bu hakkı kendi kurtarıcılıkları için kullanacağından emindi. Örgütlerin saflarında her milliyetten arkadaşlarımız vardı. Fakat bu durum, ne o zaman, ne de yaşadığımız dönemde, örgütlerin düşünce ve tutumlarını belirleyen bir etken değildir. Sosyalist savaşımda, insanların hangi kökenden geldiğini değil, hangi düşünceyi savunduğunu ve nasıl bir politik tavır içinde olduğunu sorgulamak gerekir. Özellikle sosyalist bir hareketin elemanlarının, hangi milliyetten oldukları tartışmasının, bu yönüyle çok fazla bir anlamı yoktur.
1980'e yaklaşılırken, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı'nın keşfedilmiş olmasının önemli etkenlerinden biri de, Kürdistan'da Türkiye stratejisi ile çalışma yapan grupların başarılarının; bazı aşiret, köy, kasaba ilişkileri ve alevi-sünni çelişkisi taşıyan yörelerin bu özgün durumundan hareket etme sınırlarını aşamamasıdır.
Özellikle genel ayaklanma teorileri ile "sınıfın içinde çalışma yapmak" argümanıyla sınırlı kesimlerin, Kürdistan'da uzun yıllar "sınıfı" aradığı, ama bazı madenlerin yanısıra, bir kaç kente serpiştirilmiş un, yağ fabrikacığında çalışan üç beş insanın dışında 'proletarya' bulamadığı, bilinen yakın tarih gerçekliklerimizdendir.
Evet, buralarda farklı bir coğrafya vardır. Bazılarımız bilsek te, farklı bir dil konuşulmaktadır. Ve Kürtler'le Türkler'in bütün tarihi yakınlaşmalarına rağmen, bu insanlar başka bir kültürü temsil etmektedirler. Ayrıca, ezilen ulus olmalarından kaynağını alan farklı çelişkileri vardır. Bizim onlarla bütünleşmemiz, ancak sınıfsal ve ideolojik temellerde, bir devrimcinin görev ve sorumlulukları, ezilen halkların kurtuluşu için savaşım temelinde gerçekleşir. Ama bu savaşım, başından itibaren doğru düşünsel temellere oturtulamazsa; başarı bir yana, ilerleme şansı dahi bulunamaz.
Öte yandan güncelliği açısından bu tartışmalarımızla gelmek istediğimiz bir başka nokta vardır: 1980 öncesi yıllarda hiç kimse, (biz de dahil) hiç bir örgüte, Kürdistan topraklarında devrim ve örgütlenme çalışması yapmasının nedenlerini sormadı. Hiç kimse, devrimcilerin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı'nın, devrimciler tarafından tartışılamaz bir ilke olduğunu ve söylemde de olsa bu hakkı teslim etmiş olmanın, ileri bir ideolojik adım olarak, bir Kürdistan tesbiti olarak ortaya konulmasının ilkelliğinden ve haksızlığından sözetmedi.
Bu anlamda aşılması gereken düşünsel ve pratik barikatlar vardı ve Kürtler, 1984 sonrası atılımlarıyla bütün bu barikatları parçalayıp, bu tür anlamsız tartışmalara yaşamın pratiği içinde son verdiler. Ne var ki, yadsımanın yerini, bu kez de öykünme çabaları aldı bazıları için...
Sonuç olarak, çok detaylı tartışılması gereken bu çizgiler üzerinde seyreden Türk ve Kürt halklarının devrimleri arasında, bu güne kadar sağlıklı bir iletişim, alışveriş ve bağ kurulamadı.

Rojbaş....
Onları, Hoşgeldiniz Yoldaşlar diye selamlıyor ve bu atılımlarını, Kürt ve Türk halklarının kurtuluş mücadelelerinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüyoruz.
Öte yandan, bu atılıma ilişkin olarak bazı Türk solcularının yeni-anlamsız tartışmalarını, şiddetle yadsıyor, ezen ulus ideolojisinden gerçek bir kopuşu sağlayamamış olan bu arkadaşlarımızın, hızla yaklaşımlarını değiştirmelerini bekliyoruz.
Devrim genel olarak enternasyonal bir görevdir. Sosyalistler, Arjantinli Ernesto Che Guevara'nın Küba başarısını yüceltmeyi bilirken, yine onun Bolivya girişimini ayakta alkışlarken, benzer onlarca örneği devrim tarihlerinin onurlu sayfaları olarak anarken, Kürt ve Türk devrimlerinin arasındaki çok daha bileşik ve özgün ilişkileri görmezden gelemezler. 1980'lere kadar hiç kimse, hiçbir Türk devrimci grubuna, haklı olarak, "Kürdistan topraklarında ne işiniz var" diye sormadı. Ama aynı haklar, bugün Kürtler için de geçerlidir ve mücedelelerinin erişmiş olduğu seviyeden dolayı, çok daha yakıcı bir hal almış ve hatta gecikmiş olarak gerçekleşmiştir.
Öte yandan bu girişimin, önemli ve farklı bir boyutu daha vardır: Bilindiği gibi, Kürt yoldaşlarımızın da, Türk Solu'nu bir bütün olarak alarak, zaman zaman bizlere yönelttiği eleştiriler vardır. Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları, mücadelelerinde ihtiyaç duydukları enternasyonalist dayanışmanın ve desteğin, ortak düşmana karşı kavga arkadaşlığının, Türkiye topraklarından kayda değer düzeyde gerçekleştirilip geliştirilememiş olmasından duydukları hayal kırıklığının da etkisiyle, değişik biçimlerde çeşitli eleştiriler yönelttiler. Özellikle mücedelenin yükseltilmemesinde odaklanan bu eleştiriler üzerinde ayrıca durmak gerekir. Bizler, olanaklar ve uygun zeminler dahilinde; Kürt ve Türk halklarının farklı çelişkiler taşıdığını, bu nedenle de alt yapısı sağlam, görünürde değil, gerçekte var olan bir kurtuluş savaşımını yükseltmenin ve sürekliliğini sağlamanın, bu süreçte Türkiye topraklarında, Kürdistan'a nazaran çok daha zorlu ve zaman isteyen bir örgütlenme ile gerçekleşeceğini, anlatmaya çalıştık.
Bu çabalarımızda, iddiaları ile değil, gerçek varlığıyla yükselen bir örgütlenmenin yapılanmasının zorluklarından söz ettik. Sözlerin ve politikaların, devrimciler için taşıdığı bizce kutsal anlamlarından dolayı, hiç kimseye yapabileceğimizden yüzde yüz emin olmadığımız sözler vermedik. Bundan dolayı da, zaman zaman katılınmasını gerekli gördüğümüz bazı özel programlarla sınırlı güç birliklerinden, ittifaklardan dahi kaçındık, bu görevimizi erteledik. Ortadoğu zemininde çokça görülen, klasikleşen pragmatist, kaygan, primitif yaklaşımlardan, tarihimiz boyunca uzak kalma tavrımızı, bu süreçte, bu yaşamsal konu ve ilişki bağlamında da sürdürmeye çalıştık. Devrimin görevlerini, iddiaların örgütü olmakta, sloganların ve sansasyonların örgütü olmakta değil; yaratacağımız, yaratmaya terimizin son damlasına kadar çalıştığımız devrimci yapının görevleri olarak kavradık.
Bugün Karadeniz'de açılan cephe; mevcut, sağlam, her türlü kaynağı yaratılmış bir savaşımın uzantısı olarak farklı özellikler taşımasına rağmen, oradaki mücadele ve ilişkiler içinde; Kürt yoldaşlarımızın, bizim anlatmaya çalıştığımız çelişkileri çok daha somut olarak göreceklerine, anlayacaklarına inanıyorız. Ve bu durum, onlarla bizim aramızdaki düşünsel köprüleri ve güveni, inanıyoruz ki daha da sağlamlaştıracaktır.
Emperyalizmin ve Oligarşi'nin 1980 sonrası politikaları, halkın duyularını yok etmeye, köreltmeye yönelik politikalardır. Bu politikalardan kuşkusuz devlete daha yakın ve daha zayıf kesimler, çok daha fazla etkilenmişlerdir. Kürt halkının ezilen milliyetten oluşunun somutluğu, onun bu politikalar karşısındaki direnişinin ve uygulamalara rağmen kurtuluşunun yolunu açmasının da önemli ögelerinden biri olmuştur. Kuşkusuz, son tahlilde bu avantajları ve çelişkileri; savaşçı örgütün doğru değerlendirmesi ve yönlendirmesi, belirleyici olmuştur. Kürt halkı, Türk halkının devrim saflarında öncelikle yer alması gereken kesimlerine göre, devlete ve devletin politikalarının odağına daha uzaktır. İletişim araçlarının Kürdistan'daki zayıflığı, bu anlamda Kürt halkının şanslarından biri olmuştur. Devlet, onun için baskı ve terör kaynağı olmaktan başka hiç bir özellik ifade edememe gerçeğini korumuştur.
Oysa Türk proletaryası ve küçük burjuvaları, uygulanan politikaların cepheden ve yakın hedefi olarak, çürüme ve yozlaşmadan fazlasıyla nasibini almıştır. Bu etkiler, sadece sözkonusu kesimlerle sınırlı kalmamış; çok daha vahimi, 1980 öncesinin aktif mücadele içindeki eski devrimcilerinin büyük bir kısmı da, düşmanın politikalarına teslim olmuşlardır. Yenilginin aşılamamasında, bu kesimin çözülüşünün rolü büyüktür. Bu kesim, bazı Türk örgütleri için sadece tartışma gündemi, bazıları için yeni kuşaklara kötü örnek, bazıları için örgütün içinde onu geriye çeken, hantallaştıran ve köhneleştiren unsurlar, bazıları için hala yönetim kademelerini işgal eden sorunlu sorumlular olarak varlığını sürdürmektedir. Kürt Hareketi, daha 1990'da 'eskiler' sorununu köklü bir biçimde çözerek, bu problemini aşma başarısı göstermiştir.
Bugün ülkesinin kuzeyinde ve güneyinde zorlu bir savaşım vermekte olan Ulusal Kurtuluşçular, bu kez Karadeniz'de Mustafa Suphi'leri, Mahir'leri selamlamaya gelmişlerdir. Oligarşi'nin sözcüleri, örgütün Kuzey Kürdistan'da sıkıştırılmış olması ve Güney'de KDP işbirlikçileri ile birlikte yürüttükleri saldırılar nedeniyle Karadeniz'i yeni bir açılım alanı ve PKK'nin kendini kanıtlama projesi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Hayri Birler gibi daha da ileriye giden kimileri, uyuşturucu trafiği dolayısıyla PKK'nın Karadeniz'e ihtiyacı olduğunu söylemekten çekinmemektedir.
Öte yandan devlet daha şimdiden orman kesmeye ve köylülere kestirmeye başlamış, korucu sistemi için seçeneklerini belirleyerek, ilk aşamada iki bin civarında silah dağıtmıştır.
Türklerin ve Kürtlerin kurtuluş mücedelelerindeki bağdaşıklığı; iki halkın dayanışmasından, enternasyonalist amaçlardan ve gerekliliklerden çok daha öte boyutlar taşımaktadır. Bu iki halk, içiçe yaşamaktadır ve tarihsel, kültürel, coğrafi, yaşamın tüm yönlerini ilgilendiren bir kader birliği doğmuştur. Bütün bu özelliklere, ulusal kurtuluş savaşının yükselmesi dönemindeki göçleri de eklersek, bugün nüfus ve coğrafi açıdan tam bir içiçe geçmişlik sözkonusudur. Oligarşi'nin Kürtleri eritme politikaları doğrultusunda uyguladığı yöntemler, Kürtlük bilincinin ayağa kalkması sürecinde, bu politikaları, Oligarşi'yi vuracak silahlara dönüştürmüştür.
Karadeniz atılımı üzerine konuşan ARGK Komutanı Şemdin Sakık: "Partimizin öncülüğündeki Ulusal Kurtuluş Güçleri'mizin Kürdistan'da geliştirdikleri savaşı kendi başına, gerici emperyalistlere, sömürgecilere, onların karşı koyuşuna, belli bir seviyeye getirmiş olmalarına rağmen, diğer cephe maalesef rolünü oynamamıştır. Rolünü oynamak şurada kalsın, çıkış yapamamıştır. Çıkış yapmak için girişim de yapmamıştır. Devrimciliği sözde kalmıştır. Ve biz günümüze kadar; onlar sorunlarını gördü, halletti. Bugün olmadı, yarın olacak diye beklenti içine girdik ve kendimizi bugüne getirdik... Bizim zamanında Türkiye sol hareketinin hızla toparlanıp toparlanamayacağını, Türkiye'de devrimi geliştirip geliştiremeyeceğini görüp o boşluğu doldurmamız gerekiyordu" demiştir.
Bu noktada yine Türk Solu'yla ilgili bir problemin altını çizmek zorunluluğu duyuyoruz. Türk Solu, özellikle 1990 sürecindeki tahliyelerden sonra, çok kısa zamanda önemli atılımlar yapabileceği yanılgısına kapılmış, kendi kitlelerini de, dostlarını da bu yanılgısıyla yanıltmıştır. İnfaz Yasası ile 1980 öncesinin yönetici ve kadrolarının kalanlarının da cezaevlerinden bırakılması sonucu, gerek yıllarca dışarıda bu insanların çıkmasıyla sürecin değişeceğini umut eden kendi sempatizanlarının ruh hali, gerekse bu insanların kendilerinin ve örgütlerinin içinde bulunduğu durumu doğru tahlil edememeleri sonucu, yanılgılarla örülen yeni bir dönem başlamıştır. Ulusal Kurtuluşçular da, Türk Solu'nun kendileriyle ilgili abartılı ifadeleriyle örtülen gerçekliğini değerlendiremediği, onları sözleriyle değerlerdirdiği için yanılmış, gerçekleşmeyecek beklentilere girmiştir, dolayısıyla bu adımı atmakta gecikmiştir.
Dönemin realiteye uymayan kavrayışları, örgütlerin yöneticilerini; ülkenin ve dünyanın yeni durumu, örgütlerinin içinde bulunduğu gerçek durumu ile ilgili olarak, derinliği olan siyasal çözümlemeler yapmaktan alıkoymuştur. Bir biçimde örgütler yeniden "toparlanmış" ve "daha güçlü", daha örgütlü olarak yollarına koyulmuşlardır. Çok fazla zaman geçmeden çıkan sorunlar ve çatırdamalar, durumun hiç de sanıldığı kadar acele ve kolay çözülecek boyutta olmadığını, halkın duygu ve düşünceleri ile örgütlerin insanlarının sorunlarla dolu olduğunu göstermiştir. Fakat bütün bunlara rağmen, gerek ilk dönemde, gerekse de örgütlerin ciddi sorunlarının gün ışığına çıktığı dönemlerde, söz ve vaat verme konusunda cimri davranılmamıştır.
İşte, Kürdistan Devrimi ile ilişki konusundaki çözümsüzlüklerden biri de bu noktada yatmaktadır. Biz, daha 1990'ların ilk yıllarında, gerek kendimize, gerek Türk Solu'nun bütününe ve Türk halkının bu dönemde yaşamakta olduğu siyasal va sosyal çelişkilerin özelliklerine bakarak, bazı saptamalarda bulunduk. Kürdistan Devrimi için mücadeleyi yükseltmiş olan yoldaşlarımıza, bu cepheden kısa vadede çok önemli beklentiler içine girmelerinin yanlış olacağını, bu cephenin yaşanılan dönemdeki temel devrimci dinamiklerinin sahip olduğu özelliklerin ve bunların üzerinde yükseleceği toprağın özelliklerinin, kısa vadede kendileri için önemli destekler bile oluşturamayacak durumda olduğunu, açıkça ifade ettik.
Ne var ki, iddiayı seven ve politikanın iddialarla başlatılıp yükseltileceğine inanan arkadaşlarımız tarafından yanıltılan Kürt yoldaşlarımız, yıllar boyu Şemdin Sakık'ın da belirttiği gibi, Türk Solu'na ilişkin önemli beklentiler içine girdiler. Arkadaşların, beklentilerinin bir bölümü, doğal ve sıradan sayılabilecek beklentiler olduğu için; verilen sözlerin, öne sürülen iddiaların hiç değilse bazıların gerçekleştirilebilme olasılığının olduğunu haklı olarak düşündüler. Fakat yıpranmışlık ve çözülme, iç sorunlar, toprağın verimsizliği, halkla devrimciler arasındaki ciddi mesafe, Kürdistan Devrimine ilişkin insani sorunlar temelindeki görevlerin bile yapılabilmesini engelledi.
Bugün Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesi veren arkadaşlarımızın Karadeniz'e girişinin, tecrübelere dayalı bir pratik programlamanın ürünü olduğu, daha ilk aşamada somutlaşmaktadır. Şemdin Sakık, "...Sivas üzerinden Ordu'ya, Karadeniz'e açılma durumumuz var. Burada da çalışmalarımız sürüyor.Keşif faaliyetlerinin sonuçlarına dayanarak burada da gerillayı yaygınlaştırmak günceldir fakat burayla sınırlı kalmak, tüm savaşı yaymaktan uzaktır. Bir iki mevzide savaşmak, savaşı Türkiyelileştirmenin sadece bir basamağı olabilir. İçinde bulunduğumuz günlerde ve takip eden aylar ve yine yıl içinde hedefimiz, Karadeniz'i bir gerilla alanı haline getirmektir. Rusya'nın, Gürcistan'ın durumu buna müsaittir -ki Karadeniz'in arazi yapısı mükemmeldir" demektedir.
"Çok yüksek dağları ve engebeli arazisi olmasına karşın hepsi de ormanlık ve bitki örtüsü ile kaplıdır. Hiçbir biçimde denetime alamayacağı derinlikte bir arazi söz konusudur. Bir de buranın iklimi gerilla için elverişlidir. Savaş tarihine baktığımızda, Toroslar ve Amanoslar dünyanın en çok üzerinde savaş yürüttüğü alan oluyor. Birinci sırada Edirne, ikinci sırada Toros ve Amanoslar geliyor. İklimi ve arazi yapısı, burayı tutan güçler için elverişlidir. Bu nedenle iklimi ve denizi değerlendireceğiz" şeklinde devam ederken, buraya atılım yapma taktiklerinin, ön koşulları oluşturulmuş bir savaşım taktiği olduğunun ipuçlarını vermektedir.
"Biz eğer halklara kardeşlik bilincini, sıradan ulusal kurtuluşçu değil, demokratik devrimin savaşçıları olduğumuzu gösterirsek, Türkiye halkı Kürdistan halkından daha tutkuyla devrimci mücadeleye sarılacaktır. Bundan kuşkum yoktur. Artık şuna inanıyoruz: Bir devrim olacaksa Türkiye ve Kürdistan'da birlikte olacaktır."
Devrimin nihai zaferinin Türkiye Oligarşisi'nin teslim alınmasıyla kazanılacağı kesindir. Zaferi, söylendiği gibi, Kürt ve Türk halklarının birlikte çözüme yönelmesi zorunluluğunu gerçekleştirerek sağlayacağız. Ne var ki, burada anlaşılması gereken, zorlu bir çelişkimiz vardır. Türk ve Kürt halklarının devrime, isyana yönelik duygu ve düşüncelerinin, tepkilerinin, yaklaşımlarının belki de en fazla farklı olduğu dönemlerden birini yaşıyoruz. Türk devrimcilerinin en önemli görevi, öncelikle bu farklılığı gidermek iken, devrimci çalışmaların sağlıklı yürütülmesinin ve bu yolda ilerlemeler sağlanmasının, bu durumu kendi akışının doğallığı içinde sağlayacağı açık iken, devrimci çalışma ve silahlı mücadele adına yapılan yanlışlıkların da etkisiyle, 12 Eylül yenilgisinin halkta açtığı yaralar, halkla devrim arasındaki uçurumları daha da derinleştirilmiştir.
Bütün bu bileşik sorunların ardında, durumun Kürdistan cephesine ilişkin önemli bir acelesi vardır. Kürdistan devrimi önemli bir aşamaya getirilmiştir ve o noktada yıllarca durup Türk halkının çelişkilerinin olgunlaşmasını, Türkiyeli devrimcilerin problemlerini çözümlemelerini, yanlışlarını düzeltmelerini, yanılgılarını aşmalarını bekleyemez. Bu gerçekliğin zorlamasıyla, arkadaşlar zaman zaman bizce gerekmeyen sert uslüplarla, fakat genel olarak yardım ve teşvik yaklaşımlarıyla, Türk solunun güçlenmesi zorunluluğunu ortaya koymuşlardır. Onların yaklaşımlarını, bütün üslupları içinde çok iyi anlıyor ve durumun onlar açısından yarattığı zorlukların yol açtığı duygularla, biz de isyan ediyoruz.
Fakat bütün bunlar, Türk halkının ve Türk Solu'nun gerçekliklerini değiştirmeye yetmiyor. Örneğin TKP/ML gibi, özellikle devrimdeki duruş tarzını daha ihtilalci bulduğumuz bazı grupların iç sorunlarının büyümesi ve yapılan bazı örgütsel yanlışlıkların yol açtığı bunalımlar, bizim "hazırlık aşaması", "ara süreç" dediğimiz dönemimizin çok fazla uzaması, yine Türk solundaki devrime ve sosyalizme yaklaşım samimiyetlerine inandığımız başka birkaç siyasal eğilimdeki arkadaşlarımızın, aşama yapma konusunda, özellikle örgütsel problemler nedeniyle gecikmeleri, ortaya bizim de ortak olduğumuz olumsuz bir genel tablo koymaktadır. Kendi durumumuzun açıklamasını ve ileriye dönük somut programlarımızı, çeşitli nedenlerle burada uzun uzun koymayacağız.
Fakat sonuç olarak, nesnel durumdan yola çıkılmak kaydıyla bize göre de, Sakık'ın belirttiği gibi gereğinden fazla bekleyen Kürt yoldaşlarımızın, ülkenin uygun gördükleri her yerinde yeni arayışlara girmesini saygıyla karşılamak zorunluluğu vardır ve bundan sevinç duymak gerekir. Öte yandan Sakık, yine aynı konuşmasında, bizlerin öteden beri savunduğumuz ve doğru olan "Birleşik Cephe" yaklaşımıyla hereket ettiklerini, özellikle vurgulamaktadır.
Bu anlamda arkadaşların, o süreçte güçlü olanın; kendince alıp götüren, götürmesi olası sıradan Ortadoğu yaklaşımını değil, diğer güçlere ve hatta henüz nesnelleşmemiş potansiyel güçlere karşı saygı ve saygınlık temelinde bir güçbirliği istemini ortaya koymaları ve bu konuda da, Güney Kürdistan'daki yaklaşımları gibi ısrarcı olmaları, doğru bir politikadır.
Bu arada, bu politikaları uygularken, özellikle politika yapma tarzı konusunda siyasal ahlakını öteden beri farklı çizgilerde belirginleştirmiş gruplarla yapılan ittifakların, girilen ilişkilerin, bizim için taktik politika anlamında da olsa, belirleyici önemde olduğunu vurgulamamız gerekmektedir.
Sakık: "...Kısa vadede askeri hedeflerimiz şöyle sıralanabilir; Birincisi, biz bütün Türkiye'nin dağlık alanlarına gerillayı yayacağız ve oturtacağız. Yani nerede bir dağ varsa, orada ARGK gerillası değil, Birleşik Kuvvetler gerillası olacaktır. Şu anda saflarımızda Arap, Ermeni, Türk savaşçılar vardır ve bir aradadır. Ama bu örgütlenmenin ismi resmi olarak henüz oluşturulmuş değildir. Ama böyle bir çalışmamız olacaktır" şeklinde devam etmiştir.
Gerillanın niceliğini tartışmak; hiç bir dönemde, hiçkimseye geleceğe ilişkin doğru veriler sunmamış, fayda sağlamamıştır. Önemli olan gerillanın üzerinde yürüdüğü programın sağlamlığı ve bağlı bulunduğu yapılanmanın uyguladığı süreç programlarının, taktiklerinin ne ölçüde ülke gerçeklikleriyle, örgüt gerçeklikleriyle bağdaşıp bağdaşmadığıdır. Küba Devrimi'nin kaç kişiyle başlatıldığı herkesin malumudur. Aynı şekilde, sözgelimi, tarihe emperyalizmin sadece somut olarak değil, moral ve prestij olarak da en büyük yenilgilerinden biri olarak geçen Vietnam Savaşı, bir avuç insanla başlatılmıştır. Önemli olan bu öncü kadroların bilinç ve ihtilalcilik düzeyi, örgütlenmenin sözkonusu çıkış taktiğini saptarken, dönem ve zemin koşullarını ne ölçüde doğru değerlendirip değerlendiremediğidir.
"Savaş planı komutanın cebinde değil, kafasındadır" diyen Sakık, önemli bir askeri çıkarımın altını çizerek sözlerine devam etmektedir: "Savaşta herşey çok hızlı değişiyor, herşey tersine dönüşüyor, gelişme halindedir. Yani bir deprem halindedir adeta. Neyi nerede nasıl yapacağını önceden biraz tasarlayabilirsin ama an be an bunu tesbit edip kararlaştırırsınız. Bu genel bir taslak, bir çerçevedir. Savaş rüzgarı bizi nereden nereye ne kadar zamanda götürür, bu konuda bir kehanette bulunmak istemiyorum."
Bu tarz, sözkonusu arkadaşlarla kıyaslanamacak güç ve politik süreçler yaşayan başka bazı arkadaşlarımızın çok önemli kehanetler ve iddialarla politika yapmalarını, yapmaya çalışmalarını eleştiren, devrimin taktiklerinin ve politikalarının bu şekilde yapılmasının zaaflarını ortaya koymaya çalışan bizler için, saygıyla karşılanması gereken bir devrimci tarzdır. Bizler, geleceğin "yeni" tarzlarda yaratılmasının yaklaşımlarını buralarda arıyoruz. Öte yandan, Türk halkının durumu ve çelişkileri, Türk halkıyla devrimciler arasındaki ilişki konusunda farklı düşündüğümüzü, yer yer farklı iletişim kanallarında ortaya koyduğumuz için, dostlarımızla iletişimlerimizdeki yöntemlerimiz gereği, burada daha fazla açmaya gerek yok. Fakat bir kez daha vurgulamak istiyoruz ki, Türk topraklarındaki daha somut taktik programlarına bağlı olarak, sözkonusu arkadaşlarımız, bizi çok daha iyi anlayacaklardır.
Sonuç olarak, bir kez daha, Karadeniz'deki Zilan'ı, Karadeniz'deki Haki'yi ve Kemal Pir'i, sevgi ve saygıyla kucaklıyor, hoşgeldiniz yoldaşlar,diyoruz...
"Bizim kaderimiz, geleceğimiz ve düşmanımız ortaktır. Biz ayrı duramayız. Ayrı durursak, bir sonuca ulaşamayız."
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92