Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Uğur SENA


"İnsanlar kötülüğe akın akın gider.
Kolay ulaşırlar ona.
Yolu düz, yeri yakındır kötülüğün,
İyiliğin önüneyse,
alın terini koymuş tanrılar"
( Eflatun,Devlet, S. 55)
"Kişiliğime hiç kimse müdahale edemez, ben özgür bir insanım."
"Benim özel ilişkilerim, sadece beni ilgilendirir, hiçkimseyi bağlamaz."
"Özel hayatın dokunulmazlığı vardır, aile ya da örgüt müdahale etmemelidir."
"Örgütler insanların özgürlüklerini kısıtlamakta ve bireysel gelişimlerini öldürmektedirler."
"Sevgi, soyut ve karmaşık bir şey'dir. Her insanın kendine göre bir sevgi ve aşk tanımı vardır"
"Toplumsal kurallar va gereklilikler beni boğuyor, günü yaşamak istiyorum sadece."
"İki insana da aynı anda aşığım, ikisinden de vazgeçemiyorum. Bu, belki de zengin ruh dünyamdan kaynaklanıyor."
" Duygularımı tam tahlil edemiyorum, geçen hafta sevgilimden ayrıldım, şimdi yeni biriyle beraberim ama seviyor muyum, bilmiyorum."
"Örgüt insanlarına güvenir ve onların özel yaşamlarına karışmaz."
"Özel'liğin sınırlarını kim belirleyecek?"

Yukarıdakilere benzer cümleleri, özellikle son on yedi yıllık zaman dilimi içerisinde, oldukça sık duyuyoruz. Daha da önemlisi bu söylem, halkın belirli bir kesiminin ruhsal durumunu ve davranış tarzını yansıtan özgün cümleler olmaktan çıktı. Ne yazık ki, toplumumuzun neredeyse bütün sosyal kesimlerinde, bu yaklaşımlarla sık sık karşılaşıyoruz.
İstiklal Caddesi'nin barlarından birine çöreklenmiş 'entel' görünümlü bir insanın ağzında, Eylül döneminde 'yazar-çizer' olmuşlardan çalınmış sahte sözcüklerle; Gaziosmanpaşa'nın tek göz gecekondularından birindeki genç kızın ağzında arabesk motiflerle, üniversite kantinlerinin sigara dumanına ve belirsizliklere boğulmuş atmosferlerinde öğrenci söylemlerine bürünmüş olarak, Balat kahvehanelerindeki 'harbi delikanlıların' ağzında ise; onun dünyasına uygun biçime uyarlanmış, biraz daha feodal, biraz daha 'erkeksi' biçimiyle, bu tür cümleler uçuşuyor.
Ve sadece onların ağzında mı ? Görünürde sosyalist ya da devrimci olan, devrimci örgütlerin çevrelerinde gezinen, yer yer onların içinde yer alan insanların bazılarının ağzında da, bunlara benzen cümleler geveleniyor ya da yaptıkları hataları, içinde bulundukları yanlış ilişkileri, bu tür yaklaşımlarla savunmaya çalışıyorlar. Yaşadığımız dönemin çalkantıları, insanlığın kültürel dünyasını da altüst etmiştir. Dünyadaki arayışlar, üretim ilişkilerindeki genel karmaşa, siyasal ve sosyal belirsizlikler, insanlığın ileriye doğru yürüyüşünün geçici bir süre tökezlemesi; kültürel özelliklerin de dağılmasını, çözülmesini doğurmuştur. Belirli bir sınıfın, belirli bir kesimin kültürünü tanımlamanın dahi zorlaştığı, çıkarların, ilişki ve çelişkilerin içiçe geçtiği bir bulanıklık, tüm toplumu belirlemektedir.
Bu ortamda, diğer alanlarda olduğu gibi kültürel alanda da emperyalizm dünya halkları üzerindeki etkinliğini arttırmış ve halklara yapay, empoze bir kültür aşılamaya çalışmıştır. Emperyalizmin bu tavrı, kültürün özüyle, doğasıyla çakışmadığı için; sonuçta, eskinin tamamen yokedilemediği ama yeni'nin de yerine oturtulamadığı, ucube 'kültür'ler, kültürsüzlük, kültür yoksulluğu ve yoksunluğu doğmuştur.
"Kültür" kavramı çoğunlukla, duygu ve düşünce birliğini sağlayan bütün değerlerin toplamı için kullanılır. Bu anlam; gelenek, görenek, düşünce ve sanat değerleri gibi toplumun bütün kazanımlarını, bütün değerlerini tanımlar. Ve kültürün mutlaka bir tarihselliği, özgünlüğü vardır. Kendi renklerini, kendi doğasını, kendi iklimini, yazılı ve sözlü olmayan düşünce ve ruh dünyasını da yaratır.
Emperyalizmin dünya halklarını kör bıçaklarla doğradığı ve atık mazotla yakıp kavurduğu bu süreçte, egemen kesimler çok bilinçli politikalarla, önce kültürel değerlere saldırmışlardır. Akıtılan kendi kanında ve kendi etinin yanık kokusunda boğulan insanlar, kesif bir duman içinde bırakılmış; tarihini, varlık koşullarını yitirmiştir. Geleceği konusunda belirsizliğe düşmüş ve geleceğini kazanmak konusunda edilgenleştirilmiştir. Geleceğini yitirmiştir.
Yeni arayışlara girmesi için de; biraz zamana ihtiyaç vardır.
Bu ara süreçte; sosyalistler, devrimciler olarak insanları sadece anlamaya mı çalışacağız? İnsanlığın, geleceğine giden yolu yeniden bulacağı inancı ve umudu içinde, bugünkü davranış tarzlarının sosyal ve psikolojik çözümlemelerini yaparak, sadece bekleyecek ve bizim siyasal kavgamızın elbet bir gün onları dönüştüreceğini mi söyleyeceğiz?
Bu ara süreçte, dayatılan yozluğu ve anlamsızlığın kemirdiği kişiliksizliği en azından edilgen kalmak yoluyla kabullenecek miyiz? Amaçlarımızın, görevimizin temel halkası olan insan ilişkilerinde hemen her çalışma alanı ya da bölgemizde karşımıza çıkan bu çürümeye karşı nasıl savaşacağız? Ya da, tam tersinden bir hata yaparak, onları tümüyle yadsıyacak ve kirletilmiş, bozguna uğratılmış, depresyona sokulmuş toplumda temiz insan arayışına çıkacak, çamur deryalarında altın arayan simyacılar gibi yirmi dört saat toprak mı eleyeceğiz?
Çürümeyi ve yozlaşmayı nasıl önleyecek, açılmış yaraları nasıl onaracağız? Onlarla savaşırken kılıçlarımızı mı kuşanacağız, yoksa toplum psikolojisi ve sosyolojinin bize öğrettiği, devrimci mücadele içinde kazanılmış deneyimlerin yolumuzu aydınlattığı bir çizgi mi izleyeceğiz? Boşaltılan belleklerle, Amerikan televizyonlarının Amerika'daki hayatı bile tanımlamayan ideolojik pembe filmlerinin beşinci sınıf figüranları gibi ortalıkta dolaşılması ve anlamsızlık edebiyatının "kültür" olarak satılmasına karşı tavır alırken, nasıl davranmamız gerekiyor?
Varoluştan bu yana sahip olduğumuz en değerli kavramlar ve insan yeteneğinin en üstün yaratımları olan sevgi ve özgürlük, boşaltılmış ve eskitilmiş pazar çuvalları gibi önümüze atılmakta ve bu çirkin çuvallar; özgürlüğün, sevginin adıyla tanımlanmaktadır.
Materyalizmle yenmeye, aşmaya çalıştığımız idealizm bile, kendi içinde düşünsel bir sistematiği olan, kurallar ve amaçlar sunan bir felsefe idi. İnsanlığın bugünkü görüntüleri; ağızlarda düşünce, modernlik, özgürlük adına uçuşan saçmalıklar, idealizm sınırları içinde de eleştirilmesi zorunlu argümanlardır ve hiç bir değer ve anlam taşımamaktadır.
İnkarcılık, şüphecilik, bireycilikle belirginleşen insan tipi, var olan ya da ona sunulan tüm değerleri yadsımakta, içinde gezindiği karanlık boşluktan dolayı, başta kendisi olmak üzere hiç kimseye ve hiç birşeye güven duymamaktadır. Bizzat kendisine karşı da sevgi ve saygı duymadığı halde, ilginç bir biçimde herşeyi kendisi için istemektedir. Bu insanların ortak özelliklerinden biri de, dünyayı kendileriyle ya da bencilliklerinin ve körleşmelerinin farklı bir biçimi olan, o an için sevdiklerini düşündükleri insanla sınırlamalarıdır.
Bu kadar sınırlı bir dünya reel değildir. Reel olmadığı için de, kendilerini hapsettikleri karanlığın tutsaklık sınırları içinde çok kısa bir süre sonra tümüyle dünyasız kalan bu yaratıklar, eski alışkanlıklarından ve yüreklerinden koparıp atmakta zorlandıkları bazı sevgi-saygı-değer kırıntılarının onlarla bir süre mücadele eden son izlerinden de kurtuldukları zaman, korkunç bir uçurumun dibine doğru sürüklenmektedirler.
Ne yazık ki dönemimizde bu uçurum bir hayli kalabalık olduğu için, önceleri tutunacak eller, "haklısın" diyen riyakar dudaklar ve kadehlerini tokuşturabilecekleri başka kadehler bulabildikleri için, bir süre "sınırsız özgürlüklerinin ve bireysel bağımsızlıklarının" tadını çıkarttıklarını sanmakta, hatta bu uçuruma atlamakta direnenleri, " toplum dışı, geri kafalı, kel aynak" ilan etmektedirler.
Bu tipolojinin insanlarının, saldırganlıkta bir hayli cesur oldukları, genel davranış tarzlarından biri olarak saptanmıştır. Özellikle üzerinde durulması gereken noktalardan biri de budur. Bu kesif körleşme döneminde büyük bir insanlık savunması görevi yapmakta olan kirlenmemiş unsurların, genelde insana ve topluma duydukları sevgi ve saygı nedeniyle daha anlayışlı, sabırlı, özverili yaklaşımlarından da cesaret alarak, bütün iplerini koparmış olmanın, sorumsuz olmanın rehaveti içinde; büyük bir saldırganlık ve ölçü, sınır tanımaz bir pervasızlık içine girmektedirler. İnsan, toplumsal bir varlıktır. İçinde bulunduğu ortamla, girdiği ilişkilerle, bu ilişkilerdeki rolüyle ve yaşamsal işlevleriyle değeri belirlenir. Onun özgürlüğü, yine onu çevreleyen ilişkiler içindeki değer yargıları ve içinde yer aldığı sosyal kesimin var oluş kurallarıyla bir anlam kazanır. Özgürlüğün bir anlamı olmalıdır, demiyoruz, çünkü zaten özgürlük, son derece önemli, son derece güzel anlamlarla yüklüdür. Özgürlük, taşıdığı bu anlamlarla belirginleşir ve yaşanabilir.
Çalıştığı çiftlikte ona takılan prangaları kesmeyi başararak ormanın derinliklerinde kaybolan köle, sizce ne kadar özgürlüğünü kazanmıştır. O prangalardan, o çiflikteki kahredici yaşamdan kurtulup ormanın içinde prangasız ve efendisiz gezinme şansı yakalamış köleyi gözlerimizde canlandırdığımız zaman, bir özgürlük hissiyle rahatlıyoruz. Ama onun da, bizim de rahatlığımız, bir aldatmacadan ibaret değil mi sonuçta? Kölenin bu orman gezisi ne kadar sürecek?
Bu özgürlük, bir orman gezintisiyle sınırlı bir özgürlük mü; kalıcı, kazanılmış ve gerçekten yaşanılabilir bir özgürlük mü? Birazdan atlılar köpekleriyle gelip onu bulmayacaklar mı? Farzedelim ki bizim köle şanslı çıktı. Efendinin köpeklerinin onu bulmaları, tekrar çiftlikteki prangalarına vurulmaları gecikti. Peki ama, köleci toplum düzeninde bir kölenin özgür yaşamasının; yaşamaktan da vazgeçtik, diyelim sadece bir kaç gün böyle özgürce dolaşmasının koşul ve olanakları var mı?
Gerçekte bizim kölenin bir tek kurtuluş yolu, sadece bir tek özgürlük şansı yok mu? Ve o da; kendisi gibi diğer kölelerle birlikte, onlarla birleşerek; bu pranga sistemini, yani köleci toplumu yıkmak, alaşağı etmek, özgürlüğün koşullarını yaratmak değil mi? Kölenin özgürlüğü, köleci toplumun yıkılmasıyla kazanılmamış mıdır?
Bizden uzak olduğu için bu kölenin durumuna daha objektif bakabiliyor, onun pranga ve özgürlük ikilemi üzerinde hep birlikte katılabileceğimiz saptamalar yapabiliyoruz. Fakat, bugünün ücretli kölelik düzeni içinde özgürlük kavramını ve diğer tanımları, nasıl oluyor da bu denli bulanıklaştırabiliyoruz?
En büyük efendimiz, en büyük köle sahibi olan emperyalizmin yaşam koşullarımızı belirlediği yetmiyormuş gibi; kafamızı ve ruhumuzu da belirlemesine niçin bu kadar fazla izin veriyoruz. Ona, nasıl oluyor da bu denli sınırsız bir özgürlük tanıyoruz. Nasıl oluyor da, sahip olma şansımızın olduğu tek özgürlük alanımızı, beyinlerimizi ve yüreklerimizi de ona teslim edebiliyoruz...
Özgürlüğümüzü gerçekten kazanabilmemizin bir tek yolu vardır: Öncelikle düşünsel ve ruhsal dünyamızı efendilerin egemenlik alanlarının dışına taşımak. Ve kuşkusuz bunu yapabilmenin ilk koşulu; en basit biçimiyle de olsa, yaşadığımız dünyanın, yaşadığımız ülkenin gerçeklerinin biraz olsun bilincinde olmaktır. Burada ideolojik, teorik formasyonları kastetmiyoruz. Sadece insanın kendi doğallığı içinde, duyularıyla algılayabileceği, algılamak durumunda olduğu kendi yaşam koşullarının basit neden sonuç ilişkilerinin farkında olmasını, bunları yadsımamasını, bunları görmezden gelmemesini, plastik düşünce ve ruh arayışlarına girmemiş olmasını kastediyoruz.
Bu kadarını başarabilen insan, özgür olmadığını, bu dünya düzeni ve bu ülkenin yapılanışı içinde özgür olma şansının olmadığını görür. Bunu görmek yetmiyor kuşkusuz. Özgür olamama sıkıntısı herkes tarafından duyulduğuna göre, asıl sorun bundan sonra başlıyor. Nasıl? Ne yapmak gerekiyor? Özgürlük gerçekten nedir ve nasıl kazanılır?
Özgürlük, çok sık, hiç düşünülmeden ve anlamsız bir biçimde ifade edildiği gibi, "dilediği gibi yaşamak" değildir. Bu sözcüklerin yaşam realitesi üzerinde hiçbir anlamı yoktur. Doğada hayvanların ve bitkilerin dahi, hiç de öyle birkaç kare fotoğraf düzeyinde tanımladığımız gibi, dilediklerini diledikleri her zaman ve her yerde yapabilmeleri, bu şekilde tüm yaşamlarını sürdürebilmeleri söz konusu değildir.
Özgürlük bir kavgadır. Özgürlük, çizilen yolda, saptanan amaçta verilen mücadeledir. Suyun akışı en büyük özgürlük düşlerimizden, en estetik özgürlük tanımlamalarımızdan biridir. Bir dağ yamacından tertemiz doğar. Çoğu kez onun doğduğu yeri, yalçın kayalıklar ve ulu çam ağaçları eşliğinde düşleriz.
Fakat, su ve özgürlük arasında kurduğumuz soyut bağlantılar burada biter. Onun vadiye ininceye kadar dağlara ve önüne çıkan diğer engellere karşı verdiği amansız mücadeleyi, sıradan özgürlük heveslerimizi zorladığı için es geçeriz. Akarsu, mücadelenin bir aşamasını kazanıp ovaya indiği zaman karşılaştığı güçlükleri de burada ayrıca sıralayıp, düşlerimizi, doğanın bu çizgileriyle canlandırdığımız özgürlük düşlerimizi daha fazla zorlamaya gerek yok. Gürül gürül akan bir nehir, bir çağlayan ve hele suyun engin maviler, bembeyaz köpükler eşliğinde denize kavuşması, soyut özgürlük hayallerimize ne güzel denk düşüyor.
Bu çağrışımlar yanlış değildir. Bütün güzellikleriyle sürmelidir. Su, mavi, enginlikler ve dağ yamaçlarındaki esintiler, bizim özgürlük ufkumuzu daima beslemelidir. Ama düşlerimiz ve esinlerimizle gerçek arasındaki sınırda, ayaklarımızı sıkıca yeryüzüne basarak birazcık durmalıyız. Ve suyun akışını sürdürmek için, o erişilmez, o yalçın, o dimdik bir onurla göğsünü gökyüzüne geren dağlara, doğanın diğer oluşumlarına karşı verdiği savaşımı da düşünmeliyiz.
Bu zorlu savaşımda birazcık daha aşınan dağlar, orada öyle, özgürce durur. Su, savaştığı müddetçe, özgürce akar. Dağın, suyun, gökyüzünde süzülüşü için üzerine yüzlerce özgürlük şiirleri adadığımız şahinin bağlandığı doğa kurallarını düşünün. Onlar özgürdürler, ama bu özgürlüklerini, yani öylece varoluşlarını sürdürmek için, varoluşlarının her anında, doğanın diğer oluşumlarına karşı direnmektedirler.
Peki bütün bunlara rağmen, evrenin bu ikliminde hiçbir şeyin bağlamadığı, hiçbir kuralın sınırlayamayacağı bir özgürlük, sadece insan denilen varlığın bazı uyanıklarına mı bahşedilmiştir. Yoksa, mücadelenin bittiği, yani aslında reel anlamda yaşamlarının bittiği bir yokoluş sürecine taktıkları, yaldızlı bir yanılsamanın adı mıdır, özgürlüğün bazı insanlar tarafından bu biçimde yozlaştırılması...
Özgürlük, biteviye bir mücadele ve yaşamı her an biraz daha kazanmaktır.
Tıpkı nehrin akışı gibi. Bu anlamda, en fazla özgürleşenler, en fazla yaşamı kazananlar ve kazandıranlardır. Sadece bugünü değil, geleceği kazananlar ve bunu çoğalarak, insanlarla her an biraz daha bütünleşip büyüyerek, bir halk gibi, halklar gibi, dünyanın yarına gereksinimi olan bütün insanları gibi yaşayanlardır. İşte onlar dünyanın en fazla özgür olabilen insanlarıdır. İşte onların gerçekten özgürlüklerinin sınırı yoktur. Bir sevgili, bir ev, bir kent bir ülke değil, koskoca dünya dahi onların özgürlük snırlarına yetmez.
Tarihin içinde, yüzyılların içinde, geleceğin içinde, şafağın içinde bir şahin gibi uçar dururlar. Bir yaşamla, kendilerinin yaşamıyla sınırlı kalmaktan kurtulmuş bu özgürlüğün, doğanın tümüne verdiği yeni anlamlar vardır. Bu özgürlük sayesinde insan soyunun ve doğanın çehresi her türlü prangalarından kurtulma umudu taşır. Ve bu özgürlük gerçekleşmeye doğru yol aldıkça, umutlar gerçeğe dönüşür. Özgürlük yeryüzüne iner, düşler gün ışığına kavuşur.
İnsanoğlunun özgürlük keşfi, modern çağın ya da sosyalizmin bilimsel verilerinin sonucunda oluşmamıştır. İnsanoğlunun ve insankızının varoluş öyküsüyle başlar bu tutku... Spartaküs sosyalist değildi, ama özgürlüğün yolunu buldu. Demirci Kawa sosyalist değildi ama kavgasının yolu, özgürlüğün yoluydu.
Peki özgürlüğün yüzlerce yıllık gerçek öyküsüne rağmen günümüzün özgürlük uçuk kaçıklığının, özgürlüğün tarihine karşı saygısızlığın dışında bir anlamı da yok mudur? Durumu bilinçsizlikle açıklamak yeterli değildir. Çünkü bu insanların bir kısmı da devrimin saflarından çark eden, yani şu ya da bu şekilde özgürlüğün gerçek anlamlarını hiç değilse teorik olarak bilen insanlardır.
Pembe dizilerin gecekondu genç kızlarına ya da kahvehanelerin harbi delikanlılarına söyleyenecek çok fazla söz yok. Onlar, düzenin, devrimcilerin boş bıraktığı alanlarının tümünü dolduran karşı devrim tarafından tütsülenen ruhlarının özgürlük arayışları içinde çırpınıyorlar. Evden kaçıp özgürlüklerine kavuşarak, 'artist' oluyorlar, ya da kim onları engelleyebilir ki, özgür bir delikanlı olarak, kafaları kızınca mahallenin yarısını doğruyorlar.
Üzerinde durmamız gereken, sol söylemi kullanarak "özgürleşenler"dir.
Dikkat ederseniz bu insanlar, öncelikle devrime, devrimcilere karşı özgürleşiyorlar. Onları sözümona eleştirerek, "yanlışlarını görerek" yola koyuluyorlar. Solculuktan asla vazgeçmiyorlar, çünkü yadsıdıkları bağlayıcı yönlerin dışında; sosyalist dünyanın, onların girdikleri bu yolda kullanılması gereken argümanları vardır: Başta, özgürlük...
Ve yeni buldukları bu 'özgürlük' yolunda; özel olmak, kişilik, bağımsızlık, yaratıcılık, aşk, özgür aşk, birey olmak gibi sözcüklerle oynanarak iş'e başlanıyor. Tek başına bir özgürlük, canlılardan arındırılmış ormana salınma özgürlüğüdür ve imkansızdır. Robinson Cruseo özgür bir insan değildi, mutlu bir insan değildi ve Cuma, onun en büyük mutluluğu oldu. İnsana dönmek, yanlızlıktan kurtulmak ise, özgürlüğü...
Feodal-kapitalist evlilik kurallarına karşı olmaktan yola çıkarak, aşkı ve sevgiyi kurşuna dizmek; aşk, sevgi kavramlarını yadsımak ise, bir başka ormanda yok oluş öyküsüdür. Feodal-kapitalist evlilik kurallarına karşı çıkalım; fakat, gericiliğe karşı çıkmakla yükümlü olan insan, kendini ormana salmaz, bu kurallarla, bu yanlışlarla, bu prangalarla savaşır. Değişmeyen, değiştirilemeyen, sorumluluklardan arındığımız toplumdaki bireysel özgürlüğün anlamı, sadece bir gecelik orman gezintisinden ibaret kalmaya mahkumdur.

Aşk, sevgi insanın ruhsal yücelişidir...
Sevgi ve aşk, insanın en güzel, en verimli ruhsal üretimleridir. Ve gerçek anlamda yaşanabildiğinde, insanın duygusal ve düşünsel dünyasını alabildiğine besleyen, zenginleştiren, karşılıklı iletişim içindeki yoğunlaşmada, her iki insanı da derinleştiren insan yetenekleridir. Ne var ki bu yoğunlaşmanın nasıl yaşandığı, aşkın ve sevginin özelliklerini belirleyen temel faktördür.
Aşk, kolaylıkla iki insanın birlikte esareti haline getirilebilir. Taraflardan birinin etkinliği içerisinde, iki insanın tek kişide ifadesini bulan bir başka bireyselleşme formülü olarak da yaşanabilir, yaşanıldığı sanılabilir. Çok fazla sorunun yaşandığı, iki tarafın karşılıklı problemleriyle fırtınalar kopan, ama tutku, alışkanlık ya da başka bazı bağlılıklar dolayısıyla kopuşun da gerçekleşmediği ve bütün bunlardan dolayı da taraflar açısından vazgeçilemezliğin yaşandığı sanılan biçimlerde de, "aşk" yaşanabilir. Bunların hiçbiri gerçekten aşk değildir.
Aşkın herşeyden önce yoğun bir sevgiyi içermesi gerekir. Karşılıklı olarak beslenmesi, güçlendirilmesi, duygusal ve düşünsel iletişimin sağlanabilmesi gerekir. Sürekli beraberliğin koşullarının olmadığı, ama buna rağmen çok güçlü yaşanan aşklar vardır. Burada, iletişimin ve yaratılan bağların gücü, farklı yaşam koşullarına rağmen duygusal bağın kopmamasını doğurmuştur ve önemli olan da işte budur.
Sevgi ise; temelleri, bilinçaltı ya da bilinçüstü nedenleri olan bir duygu yoğunlaşmasıdır. İki insanın birbirini o süreçteki algılamalarıyla beğenmesinin adına aşk ya da sevgi demek, bu üstün kavram ve ilişkiye indirilen ağır darbelerdir. Bundan kaçınmak ve bu tür durumları eleştirmek gerekir. Bizlerin, yaşama dair iddiaları olan, yaşama tutkun, yani insanlığa kendi yaşamıyla katkılarda bulunarak göçmek bilincine varmış insanların, yüzeyselliklerden uzak durmayı da öğrenmiş olması gerekir.
Yaşamının diğer alanlarında önemli iddialar ve bilinç olduğunu savunan, fakat duygusal dünyasının en önemli konularından birinde yüzeyselliği, anlamsızlığı tercih etmiş ya da yaşamda önüne çıkan bu tür bir rastlantıyı yenememiş insanın bu durumunu kabullenmek güçtür. İnsanlar, kişilik özelliklerine göre severler, aşık olurlar. İnsanların özelliklerini, sevgi ve aşk dünyalarındaki yaşanmışlıklarında rahatça görebilirsiniz. Yaşamının her alanında tutarlı olan bir insanın, çok kısa süreli ve gelip geçici aşk maceraları yaşadığına tanık olamazsınız. Yaşamında herhangi bir konuda alabildiğine yoğunlaşabilen, zenginlikler üretebilen bir insanın da, tanımlanması zor aşk maceraları yaşadığını göremezsiniz. Aşk da bir savaşımdır. İki insanın birlikte olabilmesinin, birlikte yaratıp üretebilmesinin, birbirini zenginleştirip daha da güzelleştirebilmesinin savaşımıdır. İnsanlar bu seçimlerinde, bilinçaltı ağırlıklı olmak üzere biraz da kendilerini ararlar. Kendilerine benzeyen, kendilerini tamamlayabilecek, kendilerini tanımladıkları ya da sahip olmayı isteyip te sahip olamamış oldukları özellikler gördükleri insanları ararlar. Bu genellemelerin dışında, ortamın, yaşam koşullarının, karşılaşılan durumun özelliklerinin belirlediği farklı örnekler de, kuşkusuz görülebilir, yaşanabilir.
Dünyamızın yeni gelişmelerini, ülkemizin boğucu belirsizlik koşullarını ve yıllardır aşamadığımız yenilgi sürecimizin sorunlarını değil de aşkı, sevgiyi tartışmanın, bir yazı boyutunda da olsa rahatsız edici yönleri var. Bu rahatsızlığı yaşamak, insanca... Ama içinde bulunduğumuz süreçte, bizleri bunları da tartışmaya götüren başka insanca olaylar, olgular var ve insanımızın yaşadıklarını es geçmek, görmezden gelmek ya da yapılan hatalara karşı bu konularda çok katı kayıtlar koyarak önlemler aldığını farzetmek, olası değildir, doğru değildir.Yapılabilecek olan, yapmamız gereken, bütün bu konularda insanımızın düşünsel yönden olduğu gibi, duygusal dünyasıyla da bir olgunluğa, bir bilinç seviyesine ulaşmasını sağlamaktır, bu yönde verimli çabalar harcamaktır. Küçük burjuva serbestiyet ya da faşizan yasaklar; sosyalist devrimcilere göre, bize göre değildir.
Biz, insanımızın yaşadıklarını tüm yönleriyle değerlendirmek, onun kimliği, kişiliği hakkında yeni verilere ulaşmak, yanlışlarıyla savaşmak, onu arındırmaya çalışmak, davranışlarına bağlı olarak onu bir kez daha tahlil edip, hakkındaki düşüncelerimizi sorgulamak ve sözkonusu insanı saflar içinde yerli yerine oturtmakla yükümlüyüz. Bu arada, her ne şart altında olursa olsun, yapılamaz'lıklar, kabullenilemeyecek durumlar vardır.
Sözgelimi, birlikte olan insanların ( ki buna evlilik demenin bir sakıncası yoktur ve feodal, küçük burjuva evlilik kurumlarına duyulan haklı tepkiler, tavır alışlar dolayısıyla, "kız arkadaş, erkek arkadaş, birlikte yaşamak, birlikte oturmak, beraberlik..." gibi zorlama tanımlara hiç gerek yoktur), birbirlerini aldatması ya da ilişkileri konusunda birbirlerine karşı ve yaşamlarını adadıklarını ifade ettikleri inancın kurumları önünde yalan söylemeleri, bağışlanamaz bir suçtur.
Öte yandan, insanların, girecekleri ilişki konusunda, girmek istedikleri ilişki konusunda gerçekten ciddi olduklarını ortaya koyan göstergelerden biri de, daha duygularının ilk aşamasında; bağlı bulundukları, yaşamlarını "özdeşleştirdikleri" kuruma konuyu açmalarıdır, onunla tartışmalarıdır. Bizim insanlarımızın karşısında 'Demoklesin Kılıcı' ile duran bir kurum yoktur. Ama onlar da bu şanslarını, bu farklılıklarını iyi değerlendirmek, bu durumu, "kullanmamak" zorundadırlar. Mahallelerindeki Bakkal Hasan Efendi ya da kuzenleri iyi niyetli Nejla'nın sorunları hakkında bile konuşabildikleri, tartışabildikleri kurum ile; kendi özel yaşamları, bağlı olarak da, belki bütün yaşamlarını belirleyecek ilişkileri hakında son derece açık ve detaylı bilgiyi, durumun her aşamasında arkadaşlarına vermeli ve tartışmalıdırlar. Yaşamımızın her alanında gerçekten ciddi olmalıyız. Bir sosyalistin, dünyayı değiştirme, ülkesinin kurtuluşuna katkıda bulunma iddiaları taşıyan insanın özel yaşamında, "işte öylesine" herhangi bir durum yaşaması kabullenilemez. Bunu en başta kendisinin kabullenmemesi gerekir.
1970'li yıllarda, özellikle öğrenci gençlik kesiminde çok kullanılan, ama gerçek yaşamda da geçerliliğini fazlasıyla kanıtlamış olan bir söz vardı: "İnsanların iki dönemeci vardır; birincisi evlilikleri, ikincisi okullarını bitirdikleri dönem" şeklinde... Sonraki yıllar, devrimci insanların evlilik seçimlerinde ve evliliklerini yürütüş tarzlarında gerçek kimliklerini ve gerçek niteliklerini en açık biçimde gösterdiğini fazlasıyla ortaya koydu. Bunun yanısıra, başlangıçta taraflardan birinin farklı niyetlerle, (mücadeleye devam etmek ve birlikte çok daha ileri, iyi şeyler yapabilmek) başladığı bu yolda, bir tarafın geriye çekmesiyle nerelere gidilebildiği, çok acı örneklerle görüldü.
Böyle bir ikilem yaşayıp, başlangıçtaki amaçlarına rağmen karşı tarafın geriye çekme niyetleriyle karşılaşıp, evliliğini, aşkını, sevgisini reddederek mücadeleyi tercih edenlerin sayısı ,"istisnalar kaideyi bozmaz" tanımına uygun bir sayıdır. Fakat, gerçekten iyi niyetlerle evlilik yaparak, hatta özellikle o yıllarda bayanlar için, "kahraman devrimcilerle" evlilik yaparak, sonunda evinin kadını olanların, ya da en iyi durumlarda erkek mücadeleye devam etme istisnalığını gösterebildiyse, 'bilmem kimin eşi' olanların sayısı, ne yazık ki, ezici bir ağırlıktadır. Bayanlar açısından döneme damgasını vuran durum budur. Az önce ifade ettiğimiz, evlilik, "beraberlik" durumun başından, yani gerçekleşmesinden önceki, 'düşünme', döneminden itibaren bildirilmesi ve tartışılması, inanca olan bağlılığın önemli göstergelerinden biridir. Bu davranış aynı zamanda, kurumun ortaya koyduğu fikirlerin ne ölçüde benimsendiğinin, anlaşılabildiğinin, yaşama geçirildiğinin de göstergelerinden biridir.
Bunun ardından, gerçekleşen beraberliğin yürütülüş tarzı ve tarafların birbirleri ile olan ilişkisi ile, eğer taraflardan sadece biri aktif olarak mücadele içinde ise, diğer tarafın mücadelenin güçlüklerine ve eşinin durumundan dolayı karşılaşacağı sorunlara, sorumluluklara yaklaşımı, mücadele içinde olan arkadaşın bu çelişkilerde aldığı tavırlar, iki insanın birbiriyle ilişkisindeki alışverişin boyutları, önemli verilerdir. Yukarıda, bu ilişkilerde, bizim için kabullenilemez olan yönlerden birinin altını çizdik: İki insanın da birbirine yalan söylemesi ve bağlı oldukları kuruma yalan söylemesi. Fakat, moda terimiyle "açıklık", her şeyi çözümlemeye ne yazık ki yetmiyor. Bunun yanısıra, başka bazı ilkelerin ve insanlık değerlerinin de insanlığın bu en güzel ilişkilerinden birini sağlıklı yürütmek için, önemle gözetilmesi gerekiyor.
Yine bu tür ilişkilerde, yazının girişindeki tümcelerle vermeye çalıştığımız, dönemin özelliklerinden kaynaklanan savrulmaların ifadesi olmaktan başka bir anlam ifade etmeyen 'özgürlük", "birey olma", "açıklık" edebiyatlarıyla çürümenin felsefesini yapanların, çok iyi sorgulanması, bu örneklerin mahkum edilmesi gerekmektedir.
Dönemimiz, her türlü pisliğin, yozlaşmanın, çürümenin içinde sağlam ve sağlıklı kalabilmeyi başararak, önce kendini, sonra insanlığı ilerletmeyi başarabilme dönemidir. Bu dönemin devrimci sosyalistleri, gerçekten çok zorlu görevlerle yüklenmiş insanlardır.
İnsanların duygu ve düşünceleri, ruh ve bilinç dünyalarındaki birikimlere göre şekillenir. İnsanın birey olarak özellikleri ve onu çevreleyen toplumsal koşullar, bu birikimlerin alt yapısını oluşturur. Dolayısıyla, çok soyut olarak sadece duygulardan ibaretmiş gibi görünen aşkın, sevginin de üzerinde yükseldiği, biçimlendiği bir maddi zemini vardır. İnsanlar, biriktirdikleri özelliklerinin toplamına göre şekillenen aşklar, sevgiler yaşarlar. Aşkı, sevgiyi, kimlik özelliklerince yaşatırlar, ya da yaşatamazlar. Yüceltirler ya da alçaltırlar. Değerli, zengin, özgür, yaşama ve bireye katkılar sunan aşklar yaşarlar ya da tüketen, sömüren, zincirleyen ilişkiler içine girerek buna aşk, sevgi derler. Özgürlük bilincine varmış insanların aşkı ve sevgiyi gerçek anlamda yaşama şansı vardır. Onu yaşatma, üretme, zenginleştirme, güzelleme şansı vardır. Peki, özgürlük bilincine varmış bireylerin, özgürlük bilincine varmış toplumlar içinde yaşaması ya da en azından bunun yaratımı için bir mücadele içinde olması da gerekmez mi? Tarihlerin yaşanmış deneyimlerle bizlere çok somut olarak sunduğu bir sonuç vardır. Özgürlük mücadelesi içinde olan insanlar, özgürlüğün anlamını ve değerini, özgür toplumlarda yaşayan insanlardan çok fazla bilmektedirler. Bu konuda verilen emek, akıtılan ter ve çekilen acılar, insanları özgürlükle özdeşleştirmekte ve onu korumak konusunda çok daha bilinçli ve duyarlı kılmaktadır.
Evet, toplumsal özgürleşmeyi gerçekleştirmeden, özgürlük konusunda da, aşk konusunda da ancak çevre koşullarıyla yaralanmış ve sınırlanmış bazı özel örnekler yaratmaktan öteye gidebilme şansımız, ne yazık ki yok.
Duygularımızın kurtuluşu da, toplumsal kurtuluşumuza, kalın ve tarihin bütün tutsaklıklarının ve savrulmalarının pasıyla kirlenmiş zincirleriyle bağlıdır.

Özgürleşmek için savaşmak,
Savaşmak için özgürleşmek,
Soylu ve güzel aşklar için,
özgürlük ve kurtuluş aşkının bilincinde olmak ,
Kerem gibi,
Bağır bağır bağırmak,
Kurşun eritmek ve,
Kurşun eritmeye çağırmak gerekli...

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92