Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Devrim
Mikropları:
Eskimiş
Devrimciler
Ulaş GÜNEYLİ
|
Bugün Türkiye devriminin hem saflarında ve hem de
çeperinde, çok ciddi bir hastalık virüsü, mikrobu
dolaşmaktadır; Objektif ya da subjektif olarak karşı
devrimcileşmiş "eskimiş devrimciler..."
1980'e kadar, bilindiği, yetersiz de olsa tartışıldığı
ve tartışılacağı gibi, önemli bir devrimci süreç
yaşandı. 1968-1980 arası; nabzın ve coşkunun yüksek
olduğunu hiç kimsenin inkar edemeyeceği, ve bu döneme
ilişkin ne tür eleştirilerimiz olursa olsun, devrimcilerin
halka en azından bugünkünden çok daha yakın ve temiz
olduğu bir süreçti.
Halklar tarihinde, Anadolu topraklarının her gününün
kavgayla örüldüğü, özellikle gençliğin profesyonel
devrimcilik dediğimiz kavramla büyük bir özlemle
bütünleşmek istediği, Türkiye halklarının özgür
ve egemen geleceği için savaşmak, yaşamının her
anını bu kavgaya gerçekten büyük bir aşkla, tutkuyla
hasretmek için yanıp tutuştuğu, bu yolda bireysel
olarak da çok ciddi kavgalar vererek, çok ciddi
engelleri, çok ciddi direnişlerle aşarak saflara
geldiği, devrimle bütünleştiği yıllar yaşadık.
Coşkusu, idealleri, anlamı, tarihsel özellikleri
yaşanmaya değer, ölünmeye değer, yaşatılmaya değer
ve bugünden baktığımızda, özelliklerini (hatalarına
ve ilkel yanlarına rağmen) özlemle kuşandığımız
yıllardı.
Türkiye'de devrim bitmedi, sadece devrimci süreç,
yeni dönemlerine evrildi. Fakat ne yazık ki, o günlerden
bu dönemlere evrilen sürecin, biten bir takım 'şey'leri
oldu. Ve konumuz da bu...
O 'şey'ler, o günlerde ülkemizin semalarında şahinler
gibi süzülen, Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesi
içinde ve soylu bir kavganın neferleri olan, devrim
insanlarıdır. Fakat ne yazık ki; zaman ve koşullar,
onların nitelikleri ve kişilikleri ile örtüşememiştir.
Zamana ve yenilginin, devrimin kıyasıya mücadele
süreçlerinden daha zorlu olan bazı koşullara karşı
direnebilme yeterliliğini gösterememişlerdir. Dolayısıyla
çözülmüş, devrim saflarından uzaklaşmışlardır.
Devrime katılım ve savaş, gönüllü bir süreçtir.
Bu alabildiğine zorlu ve önemli dava için hiç kimse
bir diğerini zorlayamaz, zorlamaz. Devrimciler,
örgütlenme, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinde;
halka ve devrim sempatizanlarına, dünyanın, ülkenin
gerçeklerini göstermeye çalışırlar ve bu katlanılamaz
durumu değiştirmek için neler yapılması gerektiğini
anlatırlar.
Aynı şekilde, yaşamının bir döneminde devrim için,
halkının ve ülkesinin aydınlık geleceği için emek
vermiş insanlar, şu ya da bu nedenle devrimin saflarından
uzaklaşabilirler. Uzaklaşmaları; eğer namuslu, açık
ve devrime, emek verdikleri yıllardaki birikimlerine,
içine girdikleri ilişkilere ve edindikleri bilgilere
yönelik bir ihanet taşımıyorsa, eğer bütün bunlara
zarar verici bir biçimde devrim saflarından ayrılmıyorlarsa;
kimse onların yakasına yapışmaz. Gidemezsin, demez.
Tam tersine, devrimciler; iç çelişkilerle ve üstesinden
gelinemeyen zayıflıklarla saflarda duran insanların,
bunları ifade ederek uzaklaşmalarına olumlu bakar.
Devrim saflarında, taşıdıkları iç çelişkilere rağmen,
ağır basan korkuya, uzlaşma eğilimlerine, yenemedikleri
küçük burjuva alışkanlıklarına rağmen kalmayı sürdüren
insanların; devrime ve devrimcilere verdikleri zararlar,
belki de düşmanın verebildiği zararlardan daha çoktur.
Fakat devrimcilerin eğer tutarsız ya da çeşitli
nedenlerle zaaflı davranmazlarsa, "gidenlere"
karşı aldıkları bu rasyonel tutum, ne yazık ki "gidenler"
tarafından benzer anlayış ve yaklaşımlarla tamamlanmamaktadır.
"Gidenler", gitmelerine ya da uzaklaştırılmalarına
neden olan kişilik zaaflarını, gitme süreçlerinde
de pislik üreterek, sürdürebilmektedirler.
Sözgelimi; devrim mücadelesi içindeki yılları; köylerinde,
kasabalarında, aşiretlerinde, mahallelerinde, okullarında
ya da çevrelerinde onların kahraman olma gururlarını
yaratmış olduğu için ve şimdi bu küçük burjuva gururdan,
devrim sayesinde elde etmiş oldukları bu saygınlık
ilişkilerinden yoksun kalmak istemedikleri için;
devrime, örgüte ve devrimciliğe zarar vermektedirler.
O "şey"ler, o fareler, o kadar önemli
ve vazgeçilmez insanlardır ki, "zaten devrim
adına ve halkların kurtuluşu adına bir şeyler yapılabilecek
olsaydı, onlar yapabilirlerdi." Yapılabilecek
birşeyin olmaması, onların yapamamış olmasında belirginleşmiştir.
O küçük burjuvalar, o denli önemli ve yetkin insanlardır
ki; sadece geçmişin hata ve yanlışlarını değil,
bugün örgütsel mücadele içinde olan aymazların beyhude
çabalarını da bir çırpıda ve inanılmaz bir hayal
gücüyle tanımlayabilmektedirler... Fakat bütün bunlara
rağmen onlara, özellikle nispeten daha az riskli
olan Avrupa gibi yerlerde sorumluluk verilirse,
yetkinliklerini ve bulunmaz "Hint Kumaşı"
devrimciliklerini devreye sokarak, ülkede bir sempatizan
konumunda bile yanaşmadıkları devrim mücadelesindeki
hünerlerini gösterirler, halkları ve örgütleri kurtarabilirler...
Ve zaten bu tipler, genellikle ya kadro ve yönetici
olurlar, ya da devrim düşmanı, objektif olarak devrim
ve örgüt aleyhtarı insanlar... Bir emektar, adsız
bir sıra neferi olabildikleri görülmemiştir. Fakat
devrimin özellikle bu sürecinde emeğe, emektarlara,
alınterini ve hatta kanını, canını adayıp bunları
halkımızın deyimiyle "cami deliğine koyacak",
bağırmayacak, çağırmayacak ihtilalcilere gereksinimi
vardır. Yönetilecek bir birikim yaratılmadan, (ki
devrimin en zor aşamalarıdır) yöneticilere ihtiyaç
yoktur. O halde bu önemli insanlar, karşılaştıkları
ve çıkar sağlayacaklarını umdukları herkese askerlik
anılarını anlatarak bir süre daha devrim safları
dışında beklemelidirler bize göre...
Emektarlar belirli bir birikim yarattıktan sonra,
bu birikimi yönetmek ve yönlendirmek ve onların
kahramanlar gibi etrafta salınmalarını sağlamak
için onlara ihtiyaç olacaktır... Nerede bir askerlik
anısı anlatan görürseniz; bilin ki, artık devrimci
mücadele ile ilgisi kalmamıştır. Tuzu kuru olmayan
ve devrim safları içinde yerini koruyan insanlar,
ne geçmişlerini ne de bugünkü durumlarını anlatmazlar,
anlatamazlar.
'Onlar', o kadar önemli insanlardır ve o kadar büyük
devrim tecrübelerinden geçmişlerdir ki, (bu tecrübelerinin,
yüzde 10'u doğru, yüzde 90 cezaevlerinde ya da bunca
yıl içinde gezindikleri çevrelerde duydukları devrimci
öykülerdir) bizatihi devrimci savaş içinde bulunarak
heba olmaları artık olanaksızdır. Bir birikimin
adamı olarak, güvenilir yerlerde, canlarını ve hatta
karılarının ve çocuklarının geleceklerini güvence
altına alacakları ortamlarda, geçmişe ilişkin müthiş
tecrübelerini ve yetkin devrimci birikimlerini aktarmak
görevini icra etmekle yükümlüdürler. Tarih, (ya
da eşleri, korkuları ve zayıflıkları), kendilerine
bu misyonu biçmiştir.
Bunlar arasında, bugün mafyacılığa ya da legalizme
soyunan, kendi küçük burjuva tükenişini örgütüne
de malederek, "yapılabilecek bir şey olsaydı
biz yapardık", "biz dahi yapamadığımıza
göre demek ki yapılabilecek bir şey yok", edebiyatıyla
devrimi, örgütleri, sosyalizmi ve bugün devrimcilik
yapan insanları kirleten mikroplar vardır.
Bu insanlar, ya cezaevlerinde, ya da dışarıda; 12
Eylül dediğimiz karabasanı yaşamışlardır. 12 Eylül
günlerinin, bütün güçlüklerine, baskı ve terörüne
rağmen, Marksizmi Leninizmi gerçekten kavramış bir
devrimci için çok da abartılacak bir yönü yoktur.
Devrim yapmaya soyunulmuştur ve bir ikilemin rasyonalitesi
içinde savaşılmaktadır. Zafer ya da yenilgi... Hatalarımız
ve eksikliklerimiz, devrimin ciddi bir kesintiye
uğramasını doğurduğu için de, yenilgi günleri gelmiştir.
Hepsi bu...
Bu konuda, özellikle yurtdışına çıkmış insanların
çoğunluğunun en azından aşina olduğu Yunanistan
mülteci kampları sürecinde, bulaşık yıkarken görülen
ve 12 Eylül döneminde önemli görev ve sorumluluklar
üslenmiş bir devrimcinin sözleri; sürecin küçük
burjuva, eksantirik algılamalarının uzağında bir
saptamayı, bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Sözkonusu savaşçının bir yabancı ülkede, bir lokantada
bulaşıkçılık yaparak yoldaşlarına bakmasını hazmedemeyen
sempatizanın gözyaşlarına, devrimcinin yanıtı son
derece açık ve nettir: "Eğer Kenan Evren kaybetseydi,
o burada bulaşık yıkayacaktı; ama biz kaybettik
ve şimdi bulaşıkları biz yıkıyoruz. Bunda abartılacak
bir şey yok."
Aynı ülkede, sosyalizm ve devrim mücadelesi bir
kaç kez yenilgi duvarına çarpabilir. Halklar ve
devrimler tarihlerini incelediğimizde, bu tür yenilgilerin
onlarca örneğiyle karşılaşırız. Ernesto simgesinde
olduğu gibi, devrimci savaşıma atılan her genç,
kafasında, üç beş yıl sonra ya şehit ya da sanayi
bakanı olmayı kurduğu zaman, bu iş tavsır. Bu işin,
bu evrensel ve kutsal görevin, bireyler bazında
yaşanabilecek çok daha fazla olasılıkları vardır.
Bu işin, geçmiş dönemlerde üniversite kantinlerinde
bakanlık paylaşımı yapılan ciddiyetsiz, naif dönemlerinden
çok daha öte tarihsel gerçeklikleri, zorlukları,
bir bütün olarak dünya ilişki ve çelişkileri ile
ilgili yönleri, global süreçleri ve nesnellikleri,
güçlükleri vardır. Mahir yoldaşın dediği gibi, devrim
yolu gerçekten engebelidir, zordur ve sanıldığından,
hayal edildiğinden çok daha uzundur...
Bir sosyalist, bir devrimci için yoldaşlık, örgütsel
ortamlar ve işlevler kutsaldır. Ve devrimci, bu
yaklaşımlarına bağlı olarak, geçmiş ilişkiler ve
geçmişin insanları konusunda daha farklı duygular,
heyecanlar, bağlılıklar içindedir.
Gerçek devrimci, bu ilişki ve ortamları kutsallıkla
özdeşleştirdiği ve çağımızda insanoğlunun yaşamının
başka türlü anlam kazanamadığı duyguları yaşarken;
birileri çıkar, devrim ve sosyalizm ve örgüt adına
ona; veba, kanser, AIDS mikoplarından daha tehlikeli
mikroplar aşılar. Bizim militana, devrimle yeni
tanışmış, devrimci çoşkuyu, özgürlük tutkusunu,
halkı için var olma erdemini daha yeni yeni yaşayabilme
şansını yakalamış devrimciye, bu mikropların en
zehirlisiyle hitap etmeye çalışır.
Bizim militan; devrime, insanlığa, doğruya karşı
samimi ve tertemiz duygular içerisindedir. Başlangıçta,
karşısındakinin ne söylemek istediğini tam olarak
algılayamaz. Durur, karşısındakini, o ana kadar
kazanabilmiş olduğu özellikler ışığında değerlendirmeye
çalışır. Ne var ki bu çabası, geçmişte devrimci
mücadele içinde yer almış olmasını, devrimin, örgütün
ona katmış olduğu emek ve değerlerin zenginliğini;
şimdi kendi küçük burjuva, çirkef dünyasını kurmak
ve kurtarmak için kullanma ihanetini gösteren "eski
devrimcinin" taktiklerini anlamak için yetmez.
Sadece, örgütün ona 'söylememiş olduğu' geçmişe
ve bugüne dair bazı bilgileri sürüngenden edinmenin
zayıf insan merakı içinde, daha neler neler olmuş
acaba, serüvenine girer. Bu tehlikeli serüven içerisinde,
devrimciliğini yitirebilir, devrimci birey olarak
çökebilir, çözülebilir.
Ülkemizin karşı devrime yönelik açık ve net taktiklerimizle
belirlenmiş mücadele süreçlerinden çok daha zor
olan ve devrimci arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın
bir çoğunun çok daha zor kaldırabildiği bir gerçekliktir,
yazımızınn esas konusu: Devrim yolunun açık düşmanı;
yani emperyalizm, yani oligarşi, yani faşizm dışında
imiş gibi görünen, hatta zaman zaman yoldaşımızmış
gibi görünen çöpleri, sürüngenleri, akbabaları,
akrepleri...
Koskoca emperyalizme karşı dişe diş döğüşte yenilmeyen,
her gün, her an şehit olma, ya da çok zorlu işkencelere
karşı direnme görevinin bilinciyle yaşayan, yaşayabilen,
yaşamında bütün bunların güzel örnekleri de olan
bazı arkadaşlarımız; iç virüslere karşı gerektiği
gibi direnememektedirler. Bu net tavır alış zorunlulukları
karşısında; ya devrimci , sosyalist gerçeklikleri
görememektedirler ya da düne kadar yoldaşım, arkadaşım
dedikleri, sevdikleri, saygı duydukları insanlara
karşı gereken örgütsel, devrimci tavrı alabilmekte,
sosyalist birikimlerinin eksikliklerine bağlı zaaflara
düşmektedirler.
Bu zaafların, 12 Eylül sürecine ilişkin özel bir
boyutu vardır. 12 Eylül döneminden önce, ülkede
bugün hala yakalayamamış olduğumuz ve devrimci seferberlik
dersek abartmış olmayacağımız yıllar yaşanmıştır.
Bir gencin, devrim ve sosyalizm için savaşmamış
olmasının anlaşılamayacağı, devrimcilerin gerçek
bir toplumsal saygınlık ve erdem mertebesine kavuştuğu,
günde ortalama on insanın hayatını kaybettiği, devrimci
olmayan değil, olamayan gençlerin ve insanların
bencillikle suçlanabildiği koşullar; bir halk için,
yakalanabilecek en onurlu koşullardır. Tıpkı bugün
Kürt halkının mücadelesinde olduğu gibi... Ve siz
bir de, bu halkın mücadelesine, bilinçli ya da bilinçsiz,
sosyalizm motivasyonunu ekleyin...
Gelelim o günün
şimdiki akbabalarına...
O günlerde, o ortam içinde ne sebeple olursa olsun
bulunmuş, belki cezaevlerinde yatmış, belki işkencehanelerde
direnmiş, belki o dönemde gerçekten önemli roller
de oynamış bir takım kişiler, o günkü rollerine
sığınarak, bu gün devrimin kurdu olma işlevini yüklenmiş
bulunmaktadırlar.
Ve ne yazık ki bu durum, üç beş bireyin rolüyle
sınırlı olmaktan uzaktır, vahim bir boyuttadır.
Çok iyi bilinmeli ve bu gün herşeye rağmen, onlara
rağmen devrimci olan, 12 Eylül öncesinde olduğu
gibi toplumsal bir akışın selinde, doğal olarak
değil; çok daha fazla engeli, çok daha fazla toplumsal
ve bireysel barikatı aşarak devrimci olan bireylerin
işlevlerinden biri olarak saptanmalıdır; Onlardan
çok daha önemli ve değerli olan genç arkadaşlarımızın,
yoldaşlarımızın ve başka hareketlerden, gruplardan
genç dostlarımızın, özenle üzerinde durması gereken,
bir başka direniş boyutu olarak devrimci yaşamına
oturtması gereken bir nokta, bu virüslerle mücadeledir.
12 Eylül zindanları, direniş yönüyle 12 Eylül'ün
belki de tek güzel yanı, odakları, 12 Eylül'ün devrimci
namusunu koruyan ve onu ileriye taşımaya çalışan
burçları olmuştur. Ve düşman da bu gerçekliği bildiği
için, beş -altı yıl bu kalelere, burçlara alabildiğine
saldırmıştır.
Fakat düşmanın çok iyi bildiği, MİT raporlarıyla
sabitlediği, devrimci örgütlerin elemanlarının da
bildiği, ama ne yazık ki bazı diğer dönem gerçeklikleri
gibi açıkça, kıyasıya tartışmadığı bir durum vardır,
12 Eylül zindanlarıyla ilgili... Bu direnişçilerin
bir kısmı, özellikle baskı ve işkencelerin hafiflediği
1986-87 yıllarında, kişilik olarak çözülmüştür.
Daha sonraki bazı dönemsel baskılara karşı da bir
bütün olarak direnilmiştir. Ama bu direnişlerin,
önceki dönemlerden farklı motivasyonları vardır.
Sözgelimi, 'o kesimde tutunabilmek', sözgelimi,
durumun artık 12 Eylül'ün ilk yıllarında olduğu
gibi biteviye bir baskı ve işkenceyle sürmeyeceğinin
bilincinde olmak. Sözgelimi, bunca yıl verilen mücadelenin,
direniş emeği adına da olsa birkaç yıl daha alt
seviyeden sürdürülmesinin mümkün olduğunun görülmesi...
Sözgelimi, dışarıya çıkma umutlarının büyüdüğü yıllarda,
geçmişten kopmama isteği ve sözgelimi, bütün bu
zor yaşanmışlıkların semerelerinin hayalleri gibi,
çok daha devrimcilik dışı bir iç psikolojiyle girilen
süreçler yaşanmıştır.
Sözettiğimiz bu 'iç psikolojiyi', o yıllarda bir
çok kişi üzerinde saptamış olsak da, bunu açıkça
ifade etmek, dahası kabullendirebilmek ve tesbit
ettiğimiz kişiler üzerinde somutlayabilmek imkanlarından
yoksunduk. Bu durum kuşkusuz, devrim ve sosyalizm
mücadelesinde anlık tereddütleri ve zaafları bile
kabullenmeyen ve yaşamı devrim olarak gören bizler
için büyük bir acı oluşturdu. Ama, o koşullarda
yapılabilecek çok fazla bir şey yoktu.
Yapılabilecek tek şey, düne kadar sevgiyle, saygıyla
yoldaşımız dediğimiz, bazı başka örgütlerden olsalar
da yoldaşımız gibi benimsediğimiz bu "eski"
insanlara biraz zaman tanımak, psikolojik ve sosyolojik
olarak yardımcı olmaktı. Onlara destek sunulmak
yoluyla, en azından erdemli bir insan olarak yeniden
topluma kazanılmaya çalışıldılar. Çoğu kez çok özel
sorunlarıyla dahi ilgilenildi, bu sorunlarının çözümü
için, sadece onların geçmişi adına çaba harcanıldı
ve yeniden dirilmelerini sağlamak uğruna devrimden
zaman ve emek çalındı.
Fakat ne yazık ki, o sürüngenler, o iç mikroplar,
o akrepler; bütün bu emeklerin gerçek anlamını kavramaktan
çok uzakta bir yerlerde konumlanmışlardı. Devrimden,
devrimin yarınları için kullanılması gereken zamanların
sadece geçmişleri adına kendilerine hasredilmiş
olmasından çok farklı anlamlar çıkardılar. Kendilerini
çok özel bulunmaz Bursa kumaşı sanan, birer devrim
önderi sanan ahmaklıklarıyla; psikolojik bunalımlarını,
siyasal çerçevelere oturtmaya kalkıştıkları durumlar
dahi oldu.
İşkenceye, CIA-PENTAGON ve MIT üçgeninin oyunlarına
bir dönem şöyle ya da böyle, zaaflar göstererek,
ya da o günün koşullarında örgütler açısından bağışlanabilecek
hatalar yaparak direnmişlerdi. Ama, uzayan yenilgi
koşullarının psikolojik savaş dönemlerinde, yenilmişlerdi.
Yenilgiler, kabullenilebildiği, açıkça da dillendirilebilme
cesareti gösterilebildiği koşullarda, çok tehlikeli
değillerdir ve aşılabilme olanakları buradan hareketle
oluşturulur. Ama eğer küçük burjuva duygularla bu
yenilgiler başka şekillerde açıklanmaya çalışılır
ve özellikle devrime, örgüte, sosyalizme yönelinirse;
tehlikeli boyutlar alır, bireyleri karşı devrimcileştirir...
Eskiler ve eskimişler
1986'lar sonrası, "eski" devrimciler için
böyle bir karşı devrimcileşme sürecinin en azından
endişeleriyle izlenmelidir. Yanlış anlaşılmalara
yer vermemek için; yaşadıkça değeri artan, yaşadıkça
emeğiyle yücelen tecrübeli arakadaşlarımızla, bu
anlamda eski devrim insanlarımızla; sözettiğimiz
akbabaların karıştırılmamasını sağlamak için belirtmek
gerekir ki, bu satırların yazarı da bütün o dönemleri
yaşamış bir eski devrimcidir. Dikkat çekmeye çalıştığımız
insanlar ise, eskimiş devrimcilerdir. Onlar arasındaki
farkı iyi belirleyin ve iki arada bir derede gidip
gelenlerin sizi oyalamasına asla izin vermeyin.
Çünkü, bu iki kesim arasındaki çelişki, olgun meyve
ile çürümüş meyve gibidir. Çürümüş meyvenin, her
ne kadar zaman zaman yanılsak ta, tekrar olgun bir
meyveye dönüştüğü görülmemiştir.
Eskimişlik, bir tozlanmayı, bir kirlenmeyi ifade
eder. Çalışmaya, mücadeleye durmaksızın devam etmiş
olmak, bütün benliği ile mücadelede; bütün hücreleri,
bildiği ve yaşadığı bütün aşklar ile devrimde olmak
başka bir şeydir. Onlar, işlerliklerine bağlı olarak
asla eskimemekte, ışıldayan demirler gibi devrim
saflarındaki emekçiliklerini sürdürmektedirler.
Bu yoldaşlarımızı, nerede ve hangi tezlerin savunusu
içinde olurlarsa olsunlar, eğer gerçekten halklar
için bir savaşım içinde iseler; büyük bir saygınlıkla,
sevgiyle, onurla selamlıyoruz. Geçmişin ve geleceğin
köprüleri, bu ender yoldaşlarımız, arkadaşlarımız
tarafından atılabilecektir. Ve bizim bu sağlam köprülere
çok fazla ihtiyacımız var. Bugün, her zaman olduğundan
çok daha fazla...
Fakat ne yazık ki 12 Eylül kuşağı, ağırlıklı olarak
bu saygınlığa layık bir biçimde 1990' lar sonrası
mücadeleye atılmamıştır. 12 Eylül'ün ilk döneminde,
o karanlık yılların tek meş'alesi olarak parıldayan
zindanlardan, 1990 sonrasında bir enkaz çıkmıştır.
Bugünden baktığımızda bir enkaza bile sözümüzün
olması ne acıdır. Keşke sadece bir enkaz olsaydı.
1996'larda cezaevlerinde öncelikle örgüt, örgütlü
olmak fikir ve yaşamsal motifleriyle kavga etmeye
başlayan bu küçük burjuvalar güruhu, ilerleyen yıllarda
cesaretlerini daha da arttırmışlar, ve örgütlerin
varlık nedenlerini, varoluşlarını, yokoluşlarını,
bir bütün olarak örgütlülükleri, ve herkes ile tartışmaya
başlamışlardır. Her zaman olduğu gibi kötünün sorumsuz
cehaleti ve kör cesareti ile herşeye ve herkese
saldırmışlardır. Bu yıllarda onlara, insanlık ve
devrimcilik ve sosyalistlik ve tutsaklık koşullarında
karşı saflara geçmemiş olmaları ve özellikle geçmişteki
emekleri adına, bu tarzlar içinde saldırabilme olanağı
verilmesini - vermemizi, şimdi şiddetle yadsıyoruz.
Vücutta kötü virüslerin her zaman iyi virüslerden
çok daha kolay yayılma ve yer etme şansı olduğu
bilinir. Bu sürüngenlerin o yıllardaki durumları
da böyle olmuştur.
Çevrelerinde bulunan çok erdemli insanlara ve yer
yer efsanevi devrimci örneklere rağmen, dönemin
koşullarının ve olumsuz zemininin de etkisiyle,
bütün zaaflara hitap etmişler, zaaf mıknatısları
gibi değişik zayıflıkları, örgüt ve devrim karşıtlığında
örgütlemişlerdir.
Sonuç olarak; cezaevlerindeki kadroların tek tek
takibinde olan Açık Faşist Cunta'nın Özal giysili
"sivil" ekibi, artık bu eskimiş devrimcileri
piyasaya salmanın zamanı olduğunu tesbit etmişlerdir.
125. Madde, yani Kürt Ulusal Savaşımı, yani onların
deyimiyle bölücülük için mücadele etmeleri nedeniyle
zindanlara kapatılmış olanlar hariç, diğer eskimiş
devrimcileri (ve mecburen aralarındaki bazı eskimiş
devrimcileri de) piyasaya salmışlardır. "İnfaz
Yasası" dedikleri 1991 salıvermesi, bütün bu
açılardan özenle değerlendirilmesi gereken bir karşı
devrim taktiğini içerir.
Taşıdıkları çok aktif ve yoğun mikropları, cezaevlerindeki
daha pasif ve daha az mikrop taşıyan arkadaşlarına
bulaştırarak ve ulaştırarak devrimci örgütlerin
ve devrim komünlerinin saflarında faaliyet gösteren
bu sürüngenlerin zaaflarını, devrimcilerden çok
daha açık ve net biçimde karşı devrim saptamış ve
infaz yasası denilen taktikle bu yılanları Anadoluya
salmıştır.
Geçmişin kazanımlarının 'temsilcileri', halkın alabildiğine
ezildiği ama zindanların birer umut ışığı gibi parıldadığı
yakın süreçlerin 'kahraman' devrimcileri, ve geleceğin
'umutları' olarak kentlerine, kasabalarına, köylerine,
ya da mahallelerine, hatta sadece sülalelerine dönen
bu şahıslar; ne yazık ki yüzde 99,9 ' luk bir oranla,
Özal ekonomisinin "benim vatandaşım işini bilir"
mantalitesiyle davranmışlardır.
Halkımızın ve devrim sempatizanı kesimlerimizin
ve devrimciler için umudunu on-oniki yıl bu eski
kahramanların dönüşüne saklayan insanlarımızın her
türlü devrim bohçasını büyük bir küçük burjuva namussuzlukla
çözdürerek, kişisel ve ailevi çıkarları için kullanma
yarışına girmişlerdir.
Uzun söze gerek yok. Bir dünya emperyalizmine, faşizmin
en azgın biçimlerine karşı savaşan insanlar; devrimin
mikroplarından, virüslerinden, akreplerinden de
hesap sormayı bilir, bilecektir. Devrim ve devrimciler
kendini kullandırmaz. Devrim, dünyanın ve tarihin
en yoğun emek sürecidir ve insanoğlunun sahip olabileceği
en soylu duygularla yaratılır. Devrim, yeryüzünün
en güçlü akan nehri, en temiz pınarlardan beslenen
akarsuyudur. Burada pislik barınmaz, barındırılmaz.
Yıkanır atılır. Temizlenilir. Mutlaka...
|
|
|
|
|
|
|
|