Sosyalist Barikat Bütün
YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda |
|
|
|
|
Kıbrıs;
Dünyanın Ateşten İndirilmeyen Bölgelerinden Biri
Emir VAROL
|
Emperyalistlerin daha önceki dönemlerde de zaman
zaman başvurdukları taktiklerden biri, özellikle
Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi'nde çok daha fazla
öne çıkardıkları bir yöntem olarak uygulanmaktadır.
Bu, dünyanın çeşitli bölgelerinde sürekli kriz noktaları
oluşturulması taktiğidir. Bu bölgeler sürekli ateş
üzerinde tutulur ve istendiği zaman ateşin harareti
yükseltilir. Kesin bir çözüme kavuşturulmayan kriz
bölgelerindeki sorunlar, emperyalistlerin sözkonusu
bölgede gerek diğer devletlerle ilişkileri bağlamında,
gerekse o bölgenin çelişkileri üzerinde yükselme
gereksinimleri bağlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla,
bu bölgelerin sorunları sürekli canlı tutulmakta,
ihtiyaç duyulduğu süreçlerde de, bu sorunların iyice
alevlenmesi sağlanmaktadır. Bölge; dünya gündemine,
dünyanın topyekun ilişki ve çelişkileri kapsamındaki
gündeme bir kez daha oturtulmakta; durumla doğrudan
ilgili olan emperyalist güçlerin siyasal, psikolojik,
askeri, ekonomik amaçları doğrultusunda kullanılmaktadır.
Dünyanın, emperyalistler tarafından bilinçli olarak
ateş üzerinden hiç indirilmeyen taktik bölgelerinden
biri olan Kıbrıs, son dönemde de, uluslararası düzeyde
çeşitli hesapların ürünü olarak bir kez daha ön
plana çıkarılmıştır. Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan'ı
doğrudan ilgilendiren; Ege Denizi'ndeki diğer sorunlarla
birlikte, Türk-Yunan ilişkilerini, Cumhuriyet Tarihi
boyunca belirleyen bir gündemdir. Fakat bilindiği
gibi ara sıra, emperyalistlerin bölge politikalarını
belirlerken duydukları ihtiyaçlar nedeniyle, daha
fazla güncelleştirilmektedir. Bu konuda, çoğu kez
provakasyonlar sonucu gelişen iki toplum arasındaki
sorunlar, perdenin ön yüzündeki gerekçe olarak kullanılmaktadır.
İçinde bulunduğumuz dönemde de, bir kez daha Kıbrıs
sorunu güncelleştirilmiştir. İki toplum arasındaki
sorunlardan yola çıkan, ama Türkiye'nin Avrupa Birliği
kapılarındaki sürüncemeli macerasından, Amerikan
Emperyalizmi'nin Körfez ve Doğu Akdeniz politikalarındaki
taktiklerine kadar bir çok konuyla ilişkili boyutlarıyla,
yeniden sıcaklık kazandırılmıştır. Bu sıcaklığın
içinde "Kıbrıs, Türk-Yunan ilişkileri, milliyetçilik
ve Sosyalistler" başlıklı bir tartışmanın;
hem bizim ufkumuzu açacağı, hem de Kıbrıslı sosyalistlerle
Türkiyeli sosyalistler arasındaki ilişkilerde mütevazi
bir katkı sağlayacağı düşünülerek, Barikat tarafından
bir panel organize edilmiştir.
Organize edilen bu panelde konuşan,Yeni Kıbrıs Partisi,
Londra Dayanışma Derneği Temsilcisi, çok net ve
aydınlatıcı bir Kıbrıs tarihçesi ile sözlerine başlayarak,
gerçekten oldukça önemli tanımlamalar yapmıştır:
"Dünden bugüne tarihsel süreç içerisinde Kıbrıs;
önce Venedikliler, 1571 sonrasında da Osmanlılar
tarafından işgal edilmiştir. Kıbrıs'ın Osmanlılar'ın
işgali altında olduğu yıllarda, Anadolu'da Celali
İsyanları patlak vermiştir. Celali İsyanları ile
ilgili olarak yayınlanan bir padişah fermanında,
"Kim ki bu isyanlara sebeb ola, boynu vurula
; kim ki bu isyanlara katılmışsa, Kıbrıs'a sürüle"
denilmektedir. Kıbrıs'a sürülenler; Türkmenler,
Pontuslar, Aleviler ve Trakya'nın balcılıkla uğraşan
köylüleridir. Osmanlı Devleti, Kiliseye imtiyazlar
tanıyarak, öşür denilen arazi vergisini topluyor.
Ağır vergi yükü altında ezilen halk, 1800' lerde
isyanlara başlıyor. 1860'daki son isyan, kilisenin
yardımı ile bastırılıyor. 1800'lerde güçten düşen
Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa'ya mali olarak
bağlanıyor. 1870'de Osmanlılar Kıbrıs'ı İngiltere'ye
kiralıyor. İngiltere, 1914'te Osmanlı Devleti'nin
zayıflamasından yararlanarak, adayı ilhak ediyor.
Son olarak da, Lozan Antlaşması'yla birlikte, Türkiye'nin
Kıbrıs üzerinde bir hakkı kalmıyor. Türkiye, 1955'e
kadar Kıbrıs üzerindeki taleplerini askıya alıyor.
1918 ve 1925'lerde, Kıbrıs'ta Komünist Hareket başladı.
Hareket, özellikle kiliseye, milliyetçiliğe ve emperyalizme
karşı ana hedefler saptadı. Kıbrıslı Türkler ve
Rumlar, KKP (Kıbrıs Komünist Partisi) 'ye büyük
bir katılım gösterdiler. Katliamlara rağmen Komünist
hareket 1942' ye kadar etkinliklerini sürdürdü.
1931'de KKP'nin öncülüğünde büyük bir isyan patlak
verdi.
O dönemde İngiliz yönetimi, KKP'ye karşı yoğun bir
baskı politikası uyguluyor. KKP kurucusu Servas,
SSCB'ye sürgüne gönderiliyor. Sebeplerini bilmiyorum
ama, Stalin'le çatışıyor ve orada da Kafkasya'ya
sürgüne gönderiliyor. Gelişen sınıfsal, anti-emperyalist
çıkış, İngiltere'yi ürkütüyor. 1942'de işçi sınıfı,
etnik temellere dayalı olarak ayrı sendikalarda
örgütlenmeye başlıyor. Komünist İşçi Sendikası PEO'den
Kıbrıslı Türk işçiler ayrılıp, Kıbrıs Türk İşçiler
Federasyonu (KTİF)'i kurdular ve Lefkoşe'de büro
açtılar.
PEO'de kalan Türk işçiler, çeşitli saldırılara uğramalarına
rağmen 1948'lere kadar birlikte mücadeleyi sürdürüyorlar.
1948'de Büyük Maden Grevi sırasında Dr. Küçük, Maden'e
gidip Türk işçilere; "greve gitmeyin, İngilizler
bizim dostumuzdur, komünistleri bırakın, onlar vatan
hainidir" diye propoganda yapıyor. Fakat direniş,
diğer azınlıklardan oluşturulan grev kırıcılarına
rağmen sürüyor ve amacına ulaşıyor.
Önceleri, "Bizim Kıbrıs'ta hak talebimiz yoktur"
diyen işbirlikçi Adnan Menderes Hükümeti, 1955'te
ABD ve İngiltere'nin telkini ile hak talep etmeye
başlar.
6-7 Eylül Olayları'nı hazırlayan miting örgütlenir.
Temel sloganlar, "Kıbrıs komünist adası olamaz",
"Kızıllara ölüm!"dür. Bir çok Rum katledilir,
işyerleri talan edilir. 1955, bizim için önemlidir.
ABD Ortadoğu'da egemenlik kurma peşindedir ve Kıbrıs'ın
SSCB'ye karşı bir NATO üssü olması gündeme getirilir.
Bu politikalara, İngiltere direnmeye çalışır.
1955'te, ABD güdümündeki EOKA, Yunan İç Savaşı'na
ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılmış olan, gerilla
savaşını iyi bilen General Grivas öncülüğünde kuruluyor.
Bu örgütün ilk uğraşı, Grivas'in anılarında da belirttiği
gibi, İngiliz etkinliğinin sınırlandırılması; ikincisi,
Kıbrıslı sosyalistler ve komünistlerdi ki bunlara
karşı birçok operasyon yaptığını biliyoruz. Kıbrıs'lı
Türkler, üçüncü dereceden düşmandı. Sonunda istedikleri
oldu ve İngiltere başka bir taktik izlemeye başladı.
Kıbrıs'lı Türkler ve Rumlar, İlk kez EOKA ve TMT
( Türk Mukavemet Teşkilatı) çatıları altında birbirlerine
karşı örgütlendiler. Fakat iki örgütün de 1958'e
kadar ana hedefi komünistlerdi. İki örgüt de, komünistlere
karşı ortak, gizli operasyonlar düzenlemişlerdir.
1958 sonrasında, Kıbrıs Türk sosyalist hareketi
daha hızlı gelişmeye başladı. Ayrıca KKP 'den sonra
kurulan AKEL, ENOSİS'e sıcak bakmasına rağmen, AKEL
içinde Türk Masası oluşturuluyor, Türk İşçi Kurumu
sosyalistler tarafından ele geçiriliyor.
1955'de ABD, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, "TAKSiM"de
anlaşıyorlar. Fakat Kıbrıslı Türk işçilerinin anti-emperyalist,
anti-faşist karakterli mücadelesi, bunu engelliyor.
Bunun üzerine EOKA ve TMT, ortak operasyonlarla
Kıbrıslı Türk sosyalistlerini katletmeye başlamıştır.
58-59'da, "Kıbrıs Cumhuriyeti" nin temelleri
atılıyor. Anayasa hazırlanıp, anlaşmalar imzalanıyor.
Emperyalistlere büyük ayrıcalıklar tanınıyor. Sözde
bağımsız Kıbrıs'ın oluşumunu sağlıyorlar. Havaalanları,
limanlardaki ayrıcalıklar, İngiltere'ye ayrılan
büyük bir üs ile Türkiye ve Yunanistan'ın askeri
varlığı, bu anlaşma ile gerçekleşiyor.
1963'te, Makarios Meclis'e 13 maddelik bir yasa
tasarısı sunuyor. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının
veto hakkının kaldırılmasını, Türk ve Rum egemenlerin
etkisini kırmayı amaçlıyor. Yasa daha Meclis'te
tartışılmadan, Ankara Radyo'su 13 maddenin de reddedildiğini
söylüyor. Dr. Küçük; "Bize zaman bırakmadan
Türkiye 13 maddeyi reddetti" diyor. "Rumların
niyetlerini anlayabilirdik, silahlı saldırıya girişeceklerse,
biz de hazırlanabilirdik", diyor.
Ardından EOKA ve Yunan Ordusu saldırılara başlar.
Türkler de, Kıbrıs Cumhuriyeti bizim için çözüm
değil, biz taksim istiyoruz." diyerek Türkiye'ye
bağlanmak isteklerini açıklarlar.
1963'te, iki tarafın çatışmaları, Kıbrıs'lı Türklerin
gettolar içinde toplanmalarını getirdi. Rumca'daki
basit sözcükler, Türkçe'ye geçmişlerdi. Örneğin,
masaya trapez derler Kıbrıs'lı Türkler. Fakat bu
sözcükleri kullanan Kıbrıs'lı Türkler, Türkiye'den
gelen komutanlar tarafından işkenceye alınırlar.
Bu dönemde tamamen militarize edilen Kıbrıs Türk
Toplumu, askeri kurallarla yönetilir.
Duvarlarda, "Gör, Duy ve Konuşma" yazıyor.
Herkes işini gücünü bırakmıştır, çünkü işyerleri
Rum tarafında kalmıştır. 1963'te Kıbrıs Rum Kesimi'nde
yaşayan Derviş Kavazoğlu, Komünist bir sendikacıydı,
bağımsız ve bağlantısız Kıbrıs'ı savunuyordu. Kıbrıs
Radyosu'nda "bütün halklar kardeştir"
diyerek, birlikte mücadele çağrısı yapıyordu. Askeri
Türk yönetimine ve Rum faşistlere karşı mücadele
çağrısı yaptı. Kavazoğlu'nun konuşmaları, gettolardaki
Türklere cesaret veriyordu ve gettolarda muhalefet
gelişmeye başlamıştı. EOKA, Kavazoğlu'ndan ürküyordu.
Sonunda, Kavazoğlu ile Rum sendikacı Misaulis, EOKA
ve TMT operasyonu ile katledilmişlerdir.
Öğretmenler, Türkiye'nin uygulamak istediği sisteme
karşı muhalefet geliştirirler. Makarios, AKEL'le
işbirliği yaparak ENOSiS'ten uzaklaşır. Makarios'un
ne düşündüğünü bilmiyorum. Fakat "Kıbrıs NATO
üssü olamaz ", "Kıbrıs Kıbrıslılar'ındır"
diyordu. Arkasından, Grivas'ın emrindeki 10 bin
kişilik ordu, Geçitkale'ye saldırıyor, büyük bir
katliam yapıyordu.
Uluslararası girişimler sonucu, Grivas ve ordu çekilmek
zorunda kalıyor. Düşmanlık orda körüklenmeye başlıyor.
1968'de hiçkimsenin beklemediği bir yumuşama dönemine
geçiliyor. Kıbrıs'ta Rumlar ve Türkler terk ettikleri
köylerine dönüyorlar. "Yorgo niçin kavga ettik"
diye soruyorlar. İki toplum arasında görüşmeler
başlıyor. Fakat babam şiir yazdığı için baskıya
uğruyor. Rumlarla konuşanlara baskı yapılıyor.
Bu günlerde, "Baf Rum takımı maçtan sonra Türk
takımını dövdü" diye bir gazetede yazı çıkar.
Bunun üzerine okul disiplin kuruluna veriliyoruz.
Hep beraber, toplantı sürerken, "Kır kalemi
yaşamayı ne edeyim" diye bağırıyoruz.
Makarios, kendisine EOKA-B ile suikast düzenleyeceklerini
iddia ettiği Rum Milli Muhafız Alayı'ndaki Yunanlı
subayların çekilmesini istiyor. 15 Ağustos günü
tanklar evinin önüne geliyor. Darbeye karşı komünistler
ve ilericiler direnişe geçiyorlar. Bu çatışmalar
sürerken, Türkiye 20 Ağustos'ta, adaya çıkışı gerçekleştiriyor.
Rum gençler, Türk Ordusu'na karşı savaşmaları için
mevzilere zincirlenirler. Türk ordusu katliam yapar.
1975'de, Kuzey Kıbrıs'a, 47 bin 800 insan getirilir.
74-90 dönemi, biz Kıbrıslı Türkler için daha vahim
olgular ortaya çıkardı. 1974-90 arasında, 60-70
bin civarında Kıbrıslı Türk, adadan göç ediyor.
Bu dönemde, işgale karşı sosyalist Kıbrıs'ı özleyen
büyük bir gençlik hareketi başlıyor. Bu arada Türkiye'de,
Kıbrıslı öğrenciler katledilmeye başlıyor.
1980'den itibaren Türkiye'deki Cunta'nın zaferi,
Kıbrıs'ta da devrimci harekete zarar getirir. Türkiye'nin
müdahalesi ile boru, plastik boru, çivi ve demir-çelik
fabrikaları kapatılır. 15 bin işçi, direniş ve mücadelelerinden
dolayı işyerleri kapatılınca, Avrupa yollarına düşüyorlar.
Kıbrıs devrimci hareketi, Toplumcu Kurtuluş Partisi
(TKP) içine giriyor. Halk-Der yönetimi ele geçiriliyor.
Halk-Der yönetiminde büyük bir destek toplayan TKP,
18 milletvekili çıkararak ana muhalefet partisi
durumuna geliyor. TKP'nin bugünkü başkanı Alpay
Durduran, garnizona çağrılarak tehdit ediliyor.
Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)'nin 8 milletvekili
var. Demokratik Halk Partisi'nin 4 milletvekili
var. Çoğunluk, muhalefetin eline geçiyor. Rauf Denktaş,
cumhurbaşkanlığı seçimini kaybediyor. Muhalefetin
desteklediği Ziya Rizki, yüzde 51 oy alıyor.
Fakat bir gecede askerin müdahalesi ile sonuçlar
değiştiriliyor. Bundan sonra izlenen temel stratejiye
göre, Kıbrıs Türk şirketlerine ve mafyaya peşkeş
çekilecek ve Kıbrıslı Türkler azınlığa düşürülecektir.
Bugün bu strateji gerçekleşmiş durumdadır.
Son yaşanan sınır olayları sonucunda söyledikleri,
Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin beraber yaşayamayacaklarıdır.
Zaten 1974'ten sonra faşistler tarafından ayrılmışlardı.
Rumlar'a Türkçeyi, Türkler'e Rumcayı yasakladılar.
Kutlu Adalı katledildi. TİT 'in kimliği ve katlliamları
kamuoyunda yeterince biliniyor. Kutlu Adalı, Kıbrıslılık
bilincini işlediği, barışı ve özgürlüğü istediği,
faşizme ve mafyaya karşı olduğu için katledildi.
Güzelyurt'ta işçilerin sürdürdüğü mücadele, askerlerle
çatışma boyutuna çıkmasına rağmen yenildi. Aydınlara,
sosyalistlere ve yazarlara ölüm tehditleri yağıyor.
Parti binaları bombalanıyor. Tam burada St. Barnabas
olayı ortaya çıkıyor. Bir aziz heykeline saldırı
düzenleniyor. Kutlu Adalı olayı araştırır. Ve olayın
ardında Abdullah Çatlı'yı bulur. Çatlı, Özel Harekat
Dairesi'ndendir. İkonalar çalınıyor. Fakat hükümet
bunu reddediyor ve ardından Kutlu Adalı öldürülüyor.
Bugün, gece saat 9'dan sonra sokaklarda ülkücüler
egemendir. Fakat hala bir umut var, halk örgütleniyor
ve mücadele ediyor. Ayın dokuzunda BM genel sekreterinin
çalışmaları sayesinde iki toplum liderleri bir görüşme
yapmışlardır. Yapılmak istenen iki şey var: AB kendi
çıkarları doğrultusunda çözüm üretiyor. Bunun karşısında
ABD'nin ürettiği çözüm var. ABD, adaya çok uluslu
gücü yerleştirmek istiyor.
Bizler için demokratik federasyon, istenilen çözüm
olmamakla birlikte, ileri bir adımdır. Kıbrıs halkının
önündeki en büyük engel, Kıbrıs'ın bölünmüşlüğüdür.
Bölünmüşlüğün üzerinden 23 yıl geçmiştir. Hiç Kıbrıs'lı
Rum görmeyen bir nesil yetişmiştir. Şovenizm ve
milliyetçilik eğitimi okullardan medyaya kadar her
alanda yaygın biçimde işleniyor. Bizler milliyetçi
eğitime ve politikalara karşı çıkıyoruz. Gerçek
çözümün, Kıbrıslılar'ın ellerinde olduğunu düşünüyoruz.
Federasyon tezi, Türk tarafında ortaya atılıyor.
Ayrı yurttaşlık, ayrı egemenlik, siyasi eşitlik,
Türk garantörlüğü... Bizim istediğimiz federasyon;
bağımsız, bağlantısız, tek egemenlik içeren bir
federasyondur.
Barikat temsilcisi;
Konu biraz Kıbrıs ekseninde daralıyor. Bütün bunların,
Türk-Yunan ilişkileri ve Ortadoğu dengeleri boyutu
var. Bu panelde, Türk-Yunan ilişkileri açısından
bir çerçeve çizeceğiz. Biz konuyu biraz bu eksenden
açacağız. Ondan sonra tartışmaları sürdürürsek daha
sağlıklı gideceğimizi düşünüyorum. Tartışmanın,
sadece Kıbrıs ekseninde sürdürülmemesini ve bu noktada
tıkanmamasını istiyorum.
Çünkü Kıbrıs sorunu, çok bilinmeyenli bir denklem.
Çok detaylandırmadan temel noktalara değineceğim.
Temel noktaları tanımlayabilirsek, konuyu anlamak
kolaylaşır. Temel noktalardan biri; dünyamızda 1989'da,
sembollerinden birinin Berlin Duvarı'nın yıkılması
olan bir depremin yaşanmasıdır. Duvarın yıkılmasından
itibaren, topyekun bir dengesizlik ve belirsizlik
süreci yaşanıyor. Hiçbir sorun çözülemiyor, hiçbir
konuda çözüm üretilemiyor. Bu zemin üzerinde, Türk
Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorunu da, kronik bir
belirsizlik içerisinde, zaman zaman alevlendirilerek,
iç politika malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde; 1955'lerden
itibaren iki ülke arasındaki ilişkileri belirleyen
temel noktalardan biri, Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs
sorunun alevlendirildiği her dönemde iki simge vardır:
Türk ve Yunan bayrağı. Çünkü bugün hem Türk milliyetçileri,
hem de Yunan milliyetçileri için Kıbrıs, "ulusal
dava"dır. Tarafların hiç geri adım atmadıkları
bu sorunda , "sınır olayları" döneminde,
Simitis ile Çiller'in Kıbrıs ziyaretleri arasında
hiç bir fark yoktur. Bu davayı böyle gördükleri
sürece, sorun iki toplumun dışına çıkıyor. Dört
taraftan emperyalizmin içinde olduğu, Türkiye'nin
konumundan dolayı Ortadoğu'nun da işin içine girdiği
bir denklem ortaya çıkıyor.
Türkiye'de milliyetçilerin bazı temel kavramları
var: Kahpe Yunan, Kalleş Ermeni, Hain Arap... Türk
milliyetçiliğinin temel kriterleri olan bunlardan
birine sahip değilseniz, milliyetçi olamazsınız.
Yunan tarafına geçtiğinizde ise, "Barbar Türk"
ve "Atilla" ile simgelenmiş bir milliyetçilikle
karşılaşırsınız. Yunanistan'da sosyalist etiketli
sosyal demakrat partinin hükümet olması, bu bileşenlerin
değişmesini getirmiyor. 1981'de, PASOK Yunanistan'da
hükümet olduğu zaman, Papandreu silahlanma politikasını,
kuzeyden gelen tehlike üzerine değil doğudan gelen
tehlike üzerine inşa etmiştir. Halkların birbirlerine
karşı eğitim mekanizmaları ve medya aracılığı ile
koşullandırıldığı bir süreçte biraz gerilere giderek,
arka planda nelerin olduğuna bakalım.
Birincisi; ortada Türkiye, Yunanistan ve bir dönem
"bağımsız" olan Kıbrıs var. Yunanistan,
Osmanlı-Türk egemenliğine karşı gelişen bir uluslaşma
sürecinde kuruldu. Bütün ulusal düşünce ve bütün
ulusal tarih, bu eksenden kurgulandı. Türkiye tarafına
geçildiği zaman, Anadolu'nun "fethedilmesiyle"
girilen bir süreç var. Bir de, 1919-22 arası, Türk
Cumhuriyeti devleti kurulurken yaşanan bir süreç
var. Türk devleti kurulurken, Türklerin önce devletleşip
sonra uluslaşma sürecine sokulması politikası, halkların
imhası üzerinde kuruldu. Doğuda Ermeni halkının
ve Kürt halkının imhası. Türk devletinin kazandığı
"zaferler" bunlardır. Bir diğeri ise,
Batı'da ve Karadeniz'de Yunanlılara karşı verilmiş
savaştır.
Bu olaylar, Türk Devleti'nin yaratmaya çalıştığı
uluslaşma sürecinde belirleyici faktöre sahiptir...
Asıl olarak, "Yunan işgaline karşı mücadele
edilmiş ve Yunanlılar 9 Eylül'de İzmir'de denize
dökülmüşlerdir." Temel bir tarihtir bu. İki
gün, iki gece süren savaş, Afyonkarahisar'da başlayıp
İzmir'de sona ermiştir. "Türk'ün ateşle imtihanı",
"Yoktan varolma" safsatalarının arkasında
birtakım nedenler vardır.
Tarihin bu yaşanmışlıklarına nesnel olarak bakılabilmesi
ya da tersi, bugün sosyalistlerin tarihe bakışlarını
sorgulamak açısından somut örnekler teşkil edebilir.
Tarih iki taraflı unutturulmaya çalışılmıştır. İşte
Lozan Antlaşması'nın Ek Protokolünde iki tarafın
da hem fikir olduğu şu madde: "Savaş suçlarından
dolayı zan altında bulunan hiçkimse yargılanmayacaktır.
(Ek protokolüne geçirilir.) 1933'te de Dostluk Antlaşması
imzalanır. İki taraf ta birbirlerine karşı hak talep
etmeyeceklerdir artık...
1955'lere gelindiğinde, dünya dengelerinin farklılaşması
üzerine Kıbrıs yeniden önem kazanıyor. Bu yıllarda,
Kıbrıs bahane edilerek İstanbul'da hristiyan azınlıklara
karşı bir yağma ve talan harekatı başlatılır. Gerekçe,
Kıbrıs'tır... Harekat, buradan çıkar, buradan beslenir.
Bunu da örgütleyen, Osmanlı dönemindeki Teşkilat-ı
Mahsusa'dan akıp gelen gizli devlet örgütlenmesidir.
Ardından 1964'te yaşanan Kıbrıs olayları, 'Türkiye'nin
Rumsuzlaştırılması' ile son bulur. 40 bin Rum, Yunanistan'a
sürgün edilir.
Lozan'da karşılıklı olarak bırakılan 100 biner insan,
rehine olarak kullanılmıştır. Kıbrıs iç politika
malzemesi yapılmış ve iki taraftan da kullanılmıştır.
Çelişkiler yumağına dönen Ege'de ve Akdeniz'de ne
yapmak gerekiyor?
Yaşadığımız coğrafyada pek bilinmeyen ama tarihte
yeri olan olan bir örnek var; Yunan Ordusu Anadolu
seferine başladığında, Yunanistan Sosyalist İşçi
Partisi, 4 milyon nüfusu olan bir ülkede, 2 milyona
yakın insanı kapsayan savaş karşıtı bir kampanya
örgütlüyor. Kampanyanın temel talepleri; "Yunan
Ordusu Anadolu'dan çekilsin ve Herkese Toprak."
Yunan Ordusu'nun Anadolu'daki ilerleyişinin sürdüğü
dönemde bu kampanyanın Yunanistan'daki etkisi çok
büyük olmuştur. 1920 Kasımı'nda yapılan seçimlerde,
Türk tarihinde 'Venizelos'un düşüşü, Kral Konstantin'in
yeniden iktidar olması' olarak geçen olgu aslında;
sözkonusu kampanyanın etkisi ile, Kral Konstantin'in
savaşa son verileceği vaadi sayesinde kazanılmış
bir seçimdir.
Türk tarihinde ise ne yazık ki, resmi ideolojinin
sınırladığı verilerden başka bir bilgi bulabilmek
mümkün değil. Seçimlerden önce Yunanistan Sosyalist
isçi Partisi, seçime, "SAVAŞA HAYIR!"
diyerek giriyor. O zaman 200 bin nüfusu olan Atina'da
yaptığı mitinge, 50 bin insan katılıyor. Selanik'te
grevlerin ardı arkası kesilmiyor. Cepheye giden
gemilerde isyan başlıyor. Askerler, 1 Mayıs yürüyüşü
yapan işçilere katılıyorlar. Cepheye gidenler, İzmir'de
'Kızıl Muhafız' isimli, savaş karşıtı ve iki dilde
yayınlanan bir gazete çıkarıyorlar. Yunan Ordusu
içinde, savaş karşıtı faaliyeti bütün cephe hattında
sürdürüyorlar. Bandırma'da yaralı askerleri ziyarete
gelen Kral Konstantin'i, yaralı askerler, "Atina'ya
dönmek istiyoruz" diyerek, içtimada konserve
kutusu yağmuruna tutuyorlar.
Türk milliyetçiliğindeki bütünlüklü bir Yunan karşıtlığının,
fanatik milliyetçilik dışında hiçbir anlamı yoktur.
Ulusal tarih oluşturma sürecinde "düşman yaratma"
çabasının ürünü olarak üretilmiştir. Asıl olarak
arka planda Yunan emekçi halkının, Yunanistan Sosyalist
İşçi Partisi öncülüğünde sürdürdüğü mücadele vardır.
Bugün bu tarihin bilinmesi istenmiyor, çünkü savaşa
ve savaş çığırtkanlığına karşı, sosyalistlerin alması
gereken tavrı ortaya koyan çok daha yakın bir örnektir.
Bugün bile güncelliğini korumaktadır: "SAVAŞA
KARSI SAVAŞ."
Zaman zaman alevlendirilen, Ortadoğu dengeleri içinde
tamamlayıcı bir bileşene dönüşen Türk-Yunan ilişkileri,
Kıbrıs sorunu ile gündemin ortasına oturmaya devam
ediyor. Kıbrıs Rumları'nın elinde, son aldıkları
savunma füzelerinden daha tehlikeli saldırı füzeleri
bulunmasına karşın, Türkiye neden bu denli "duyarlılık"
gösteriyor. Üstelik Karadayı'nın, Çiller'e "istesek
kurulan bütün rampaları topçu bataryaları ile vururuz",
demesine rağmen...
Sorunun üstü biraz kazındığında, geri planda "Rusya'nın
Ortadoğu üzerindeki emelleri" gözükmektedir.
Bölgesel yaygaranın arkasında bu korku vardır. TC'nin
kendisini kayıtsız şartsız destekleyen ABD'ye karşı
diyet borcu olarak; diyet borcundan da öte, bağımlılık
zincirlerinin zorunluluğu sonucunda, Kıbrıslı Rumlar
tehdit edilmektedir.
Asıl sorun, Ortadoğu'daki diğer ülkelerin ve Rusya'nın
girişimleridir. TC, tarihsel düşmanlığının üzerinden
beslenerek, yığın manipülasyonunu sürdürmek istemektedir.
Oldukça yoğun bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti
ile şartlandırılan yığınlardan, doğal refleksle
reaksiyon beklenilmektedir. Dünden bugüne Anadolu'da
düşmanımız olan "Kahpe Yunan", en iyi
milliyetçi kod olarak işlenmektedir.
"Kahpe Yunan", kah Kıbrıs'ta sınır tacizcisidir,
kah Kardak/İmia'da bayrak dikicisidir, kah Kürt
bölücülerini eğiten subaydır. İşte bunların bileşimi,
konjoktürel olarak "Yeni Dünya Düzeni"nin,
bölgesel çatışmalarında işlerlik kazanmaktadır.
Tam bir kaos ortamı olan Ortadoğu, yaşadığımız süreçte,
ABD, AB, ve yeni yeni tekrar Rusya'nın hegomanya
mücadelelerine tanık olmaktadır. Suriye, İran ve
Irak, bu denkleme dahil olarak halkayı genişletmekte
ve bu dönemin temel aktörü olarak Kürdistan Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi, tabloyu tamamlamaktadır.
Bu bileşkelerin etrafında yaşanan suni krizler ise,
ayrıca algılanabilir olmaktadır. TC'nin yapısal
zoru, her şeyiyle çıplaklaşmış ve kör gözlerle bile
görülebilecek düzeyde ortaya serilmiştir. Susurluk
Kazası'nın ardından gelişe(meye)n olaylar bile,
sürecin asli unsurlarından Meral Akşener'i, "DEV-GENÇ'in
70'li yıllarda Oligarşik Dikta var, demesini haklı
bulduğu" konuma getirmiştir. TC, herşeyiyle
geleceğe hazırlanmaktadır, geleceğe hazırlık zorunluluğu
olduğunun bilincine varmıştır.
Özal'ın Davos'ta Papandreu ile yaptığı görüşmeyi,
Simitis'le Demirel'in yaptığı görüşme izlemiş, Güney
Kürdistan seferi öncesi Karadayı Yunan Büyükelçisi
ile bizzat görüşerek, Kıbrıs meselesini dondurmuştur.
Bir yandan koparılan onca yaygaraya rağmen, bir
yandan da işler sessiz -rutin biçimde sürdürülmektedir.
Sorun artık, içiçe geçmiş biçimde Türkiye gündemine
oturmuştur. Karadeniz'deki yeni gelişmeler, generalleri
iyice telaşlandırmış ve bunun Yunanistan ve Kıbrıs'la
olan bağlantısını, vakit geçirmeksizin kurmuşlardır.
Gerçekten de sorun artık fazlasıyla içiçe geçmiştir.
Düşmanının arkasında gerilla kuvvetleri olan hiçbir
güç, zorunlu olmadıkça o güçle savaşmayı göze alamaz.
Alman Emperyalizmi'nin 1800'lerdeki sözcüleri, sosyalistleri
ezmeden sömürge savaşları yürütemeyeceklerini açıkça
beyan etmişlerdir. Genel yasa, bugün için de geçerlidir.
TC, sadece sağa sola tehdit savurmaktadır. Tıkanan
sürecin açılamayan kanalları, egemenler arasındaki
çatlakları da büyütmektedir. Birbirlerine karşı
söylenenler, tekil ve rastgele seyler değildir.
Generaller, birbirlerini ve Oligarşi'nin diğer kesimlerinde
yer alan insanları suçlamaya başlamışlardır.
Bir yandan birbirlerine karşı alabildiğine tavizsiz
görünüp, diğer yandan gizli pazarlık kanalları zorlanarak,
süreç emperyalistler tarafından aşılmaya çalışılıyor.
AB'nin son önerisi, Kıbrıs'ın güneyinde ve kuzeyinde,
ayrı ayrı programlar etrafında tam üyelik sürecinin
başlatılması doğrultusundadır. AB'nin bu önerisi,
sorunun çözümünün neden acil olduğunu yeterince
ortaya koymaktadır. Bugün TC'nin yeniden "istikrar
kazanması", bütün Ortadoğu için önem kazanmıştır.
Devrimci hareket, içinde yüzdüğü nesnellikten bağımsızlaşarak,
kendini yeniden üretecek kanallar, politikalar ve
toplumsal projeler üzerinden; öznel müdahale gücünün
nesnelliği dönüştürücü etkisini, gözle görünür pratik
gerçeklik haline dönüştürmelidir, dönüştürecektir.
Tüm olumsuzluklara rağmen tarih bilinci, sınıf mücadelesi
bileşenleri ile, sosyalizm mücadelesine kendinden
başlayarak yeniden yönelecektir. Ege'de ve Ortadoğu'da
stratejik konumlanış, devrimin temel köşetaşlarından
birini oluşturmaktadır. Tarihsel sorumluluğumuz
ağırdır ve biz bu ağırlığı taşımak için, tüm olumsuzluklara
rağmen, dünden daha iyi şartlara sahibiz. Yeter
ki yürüme cesaretimiz ve ufkumuz geniş olsun.
|
|
|
|
|
|
|
|