Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Emir VAROL


Emperyalistlerin daha önceki dönemlerde de zaman zaman başvurdukları taktiklerden biri, özellikle Emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi'nde çok daha fazla öne çıkardıkları bir yöntem olarak uygulanmaktadır. Bu, dünyanın çeşitli bölgelerinde sürekli kriz noktaları oluşturulması taktiğidir. Bu bölgeler sürekli ateş üzerinde tutulur ve istendiği zaman ateşin harareti yükseltilir. Kesin bir çözüme kavuşturulmayan kriz bölgelerindeki sorunlar, emperyalistlerin sözkonusu bölgede gerek diğer devletlerle ilişkileri bağlamında, gerekse o bölgenin çelişkileri üzerinde yükselme gereksinimleri bağlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla, bu bölgelerin sorunları sürekli canlı tutulmakta, ihtiyaç duyulduğu süreçlerde de, bu sorunların iyice alevlenmesi sağlanmaktadır. Bölge; dünya gündemine, dünyanın topyekun ilişki ve çelişkileri kapsamındaki gündeme bir kez daha oturtulmakta; durumla doğrudan ilgili olan emperyalist güçlerin siyasal, psikolojik, askeri, ekonomik amaçları doğrultusunda kullanılmaktadır.
Dünyanın, emperyalistler tarafından bilinçli olarak ateş üzerinden hiç indirilmeyen taktik bölgelerinden biri olan Kıbrıs, son dönemde de, uluslararası düzeyde çeşitli hesapların ürünü olarak bir kez daha ön plana çıkarılmıştır. Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan'ı doğrudan ilgilendiren; Ege Denizi'ndeki diğer sorunlarla birlikte, Türk-Yunan ilişkilerini, Cumhuriyet Tarihi boyunca belirleyen bir gündemdir. Fakat bilindiği gibi ara sıra, emperyalistlerin bölge politikalarını belirlerken duydukları ihtiyaçlar nedeniyle, daha fazla güncelleştirilmektedir. Bu konuda, çoğu kez provakasyonlar sonucu gelişen iki toplum arasındaki sorunlar, perdenin ön yüzündeki gerekçe olarak kullanılmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde de, bir kez daha Kıbrıs sorunu güncelleştirilmiştir. İki toplum arasındaki sorunlardan yola çıkan, ama Türkiye'nin Avrupa Birliği kapılarındaki sürüncemeli macerasından, Amerikan Emperyalizmi'nin Körfez ve Doğu Akdeniz politikalarındaki taktiklerine kadar bir çok konuyla ilişkili boyutlarıyla, yeniden sıcaklık kazandırılmıştır. Bu sıcaklığın içinde "Kıbrıs, Türk-Yunan ilişkileri, milliyetçilik ve Sosyalistler" başlıklı bir tartışmanın; hem bizim ufkumuzu açacağı, hem de Kıbrıslı sosyalistlerle Türkiyeli sosyalistler arasındaki ilişkilerde mütevazi bir katkı sağlayacağı düşünülerek, Barikat tarafından bir panel organize edilmiştir.
Organize edilen bu panelde konuşan,Yeni Kıbrıs Partisi, Londra Dayanışma Derneği Temsilcisi, çok net ve aydınlatıcı bir Kıbrıs tarihçesi ile sözlerine başlayarak, gerçekten oldukça önemli tanımlamalar yapmıştır: "Dünden bugüne tarihsel süreç içerisinde Kıbrıs; önce Venedikliler, 1571 sonrasında da Osmanlılar tarafından işgal edilmiştir. Kıbrıs'ın Osmanlılar'ın işgali altında olduğu yıllarda, Anadolu'da Celali İsyanları patlak vermiştir. Celali İsyanları ile ilgili olarak yayınlanan bir padişah fermanında, "Kim ki bu isyanlara sebeb ola, boynu vurula ; kim ki bu isyanlara katılmışsa, Kıbrıs'a sürüle" denilmektedir. Kıbrıs'a sürülenler; Türkmenler, Pontuslar, Aleviler ve Trakya'nın balcılıkla uğraşan köylüleridir. Osmanlı Devleti, Kiliseye imtiyazlar tanıyarak, öşür denilen arazi vergisini topluyor. Ağır vergi yükü altında ezilen halk, 1800' lerde isyanlara başlıyor. 1860'daki son isyan, kilisenin yardımı ile bastırılıyor. 1800'lerde güçten düşen Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa'ya mali olarak bağlanıyor. 1870'de Osmanlılar Kıbrıs'ı İngiltere'ye kiralıyor. İngiltere, 1914'te Osmanlı Devleti'nin zayıflamasından yararlanarak, adayı ilhak ediyor. Son olarak da, Lozan Antlaşması'yla birlikte, Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde bir hakkı kalmıyor. Türkiye, 1955'e kadar Kıbrıs üzerindeki taleplerini askıya alıyor.
1918 ve 1925'lerde, Kıbrıs'ta Komünist Hareket başladı. Hareket, özellikle kiliseye, milliyetçiliğe ve emperyalizme karşı ana hedefler saptadı. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, KKP (Kıbrıs Komünist Partisi) 'ye büyük bir katılım gösterdiler. Katliamlara rağmen Komünist hareket 1942' ye kadar etkinliklerini sürdürdü. 1931'de KKP'nin öncülüğünde büyük bir isyan patlak verdi.
O dönemde İngiliz yönetimi, KKP'ye karşı yoğun bir baskı politikası uyguluyor. KKP kurucusu Servas, SSCB'ye sürgüne gönderiliyor. Sebeplerini bilmiyorum ama, Stalin'le çatışıyor ve orada da Kafkasya'ya sürgüne gönderiliyor. Gelişen sınıfsal, anti-emperyalist çıkış, İngiltere'yi ürkütüyor. 1942'de işçi sınıfı, etnik temellere dayalı olarak ayrı sendikalarda örgütlenmeye başlıyor. Komünist İşçi Sendikası PEO'den Kıbrıslı Türk işçiler ayrılıp, Kıbrıs Türk İşçiler Federasyonu (KTİF)'i kurdular ve Lefkoşe'de büro açtılar.
PEO'de kalan Türk işçiler, çeşitli saldırılara uğramalarına rağmen 1948'lere kadar birlikte mücadeleyi sürdürüyorlar. 1948'de Büyük Maden Grevi sırasında Dr. Küçük, Maden'e gidip Türk işçilere; "greve gitmeyin, İngilizler bizim dostumuzdur, komünistleri bırakın, onlar vatan hainidir" diye propoganda yapıyor. Fakat direniş, diğer azınlıklardan oluşturulan grev kırıcılarına rağmen sürüyor ve amacına ulaşıyor.
Önceleri, "Bizim Kıbrıs'ta hak talebimiz yoktur" diyen işbirlikçi Adnan Menderes Hükümeti, 1955'te ABD ve İngiltere'nin telkini ile hak talep etmeye başlar.
6-7 Eylül Olayları'nı hazırlayan miting örgütlenir. Temel sloganlar, "Kıbrıs komünist adası olamaz", "Kızıllara ölüm!"dür. Bir çok Rum katledilir, işyerleri talan edilir. 1955, bizim için önemlidir. ABD Ortadoğu'da egemenlik kurma peşindedir ve Kıbrıs'ın SSCB'ye karşı bir NATO üssü olması gündeme getirilir. Bu politikalara, İngiltere direnmeye çalışır.
1955'te, ABD güdümündeki EOKA, Yunan İç Savaşı'na ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılmış olan, gerilla savaşını iyi bilen General Grivas öncülüğünde kuruluyor. Bu örgütün ilk uğraşı, Grivas'in anılarında da belirttiği gibi, İngiliz etkinliğinin sınırlandırılması; ikincisi, Kıbrıslı sosyalistler ve komünistlerdi ki bunlara karşı birçok operasyon yaptığını biliyoruz. Kıbrıs'lı Türkler, üçüncü dereceden düşmandı. Sonunda istedikleri oldu ve İngiltere başka bir taktik izlemeye başladı.
Kıbrıs'lı Türkler ve Rumlar, İlk kez EOKA ve TMT ( Türk Mukavemet Teşkilatı) çatıları altında birbirlerine karşı örgütlendiler. Fakat iki örgütün de 1958'e kadar ana hedefi komünistlerdi. İki örgüt de, komünistlere karşı ortak, gizli operasyonlar düzenlemişlerdir.
1958 sonrasında, Kıbrıs Türk sosyalist hareketi daha hızlı gelişmeye başladı. Ayrıca KKP 'den sonra kurulan AKEL, ENOSİS'e sıcak bakmasına rağmen, AKEL içinde Türk Masası oluşturuluyor, Türk İşçi Kurumu sosyalistler tarafından ele geçiriliyor.
1955'de ABD, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, "TAKSiM"de anlaşıyorlar. Fakat Kıbrıslı Türk işçilerinin anti-emperyalist, anti-faşist karakterli mücadelesi, bunu engelliyor. Bunun üzerine EOKA ve TMT, ortak operasyonlarla Kıbrıslı Türk sosyalistlerini katletmeye başlamıştır.
58-59'da, "Kıbrıs Cumhuriyeti" nin temelleri atılıyor. Anayasa hazırlanıp, anlaşmalar imzalanıyor. Emperyalistlere büyük ayrıcalıklar tanınıyor. Sözde bağımsız Kıbrıs'ın oluşumunu sağlıyorlar. Havaalanları, limanlardaki ayrıcalıklar, İngiltere'ye ayrılan büyük bir üs ile Türkiye ve Yunanistan'ın askeri varlığı, bu anlaşma ile gerçekleşiyor.
1963'te, Makarios Meclis'e 13 maddelik bir yasa tasarısı sunuyor. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının veto hakkının kaldırılmasını, Türk ve Rum egemenlerin etkisini kırmayı amaçlıyor. Yasa daha Meclis'te tartışılmadan, Ankara Radyo'su 13 maddenin de reddedildiğini söylüyor. Dr. Küçük; "Bize zaman bırakmadan Türkiye 13 maddeyi reddetti" diyor. "Rumların niyetlerini anlayabilirdik, silahlı saldırıya girişeceklerse, biz de hazırlanabilirdik", diyor.
Ardından EOKA ve Yunan Ordusu saldırılara başlar. Türkler de, Kıbrıs Cumhuriyeti bizim için çözüm değil, biz taksim istiyoruz." diyerek Türkiye'ye bağlanmak isteklerini açıklarlar.
1963'te, iki tarafın çatışmaları, Kıbrıs'lı Türklerin gettolar içinde toplanmalarını getirdi. Rumca'daki basit sözcükler, Türkçe'ye geçmişlerdi. Örneğin, masaya trapez derler Kıbrıs'lı Türkler. Fakat bu sözcükleri kullanan Kıbrıs'lı Türkler, Türkiye'den gelen komutanlar tarafından işkenceye alınırlar. Bu dönemde tamamen militarize edilen Kıbrıs Türk Toplumu, askeri kurallarla yönetilir.
Duvarlarda, "Gör, Duy ve Konuşma" yazıyor. Herkes işini gücünü bırakmıştır, çünkü işyerleri Rum tarafında kalmıştır. 1963'te Kıbrıs Rum Kesimi'nde yaşayan Derviş Kavazoğlu, Komünist bir sendikacıydı, bağımsız ve bağlantısız Kıbrıs'ı savunuyordu. Kıbrıs Radyosu'nda "bütün halklar kardeştir" diyerek, birlikte mücadele çağrısı yapıyordu. Askeri Türk yönetimine ve Rum faşistlere karşı mücadele çağrısı yaptı. Kavazoğlu'nun konuşmaları, gettolardaki Türklere cesaret veriyordu ve gettolarda muhalefet gelişmeye başlamıştı. EOKA, Kavazoğlu'ndan ürküyordu. Sonunda, Kavazoğlu ile Rum sendikacı Misaulis, EOKA ve TMT operasyonu ile katledilmişlerdir.
Öğretmenler, Türkiye'nin uygulamak istediği sisteme karşı muhalefet geliştirirler. Makarios, AKEL'le işbirliği yaparak ENOSiS'ten uzaklaşır. Makarios'un ne düşündüğünü bilmiyorum. Fakat "Kıbrıs NATO üssü olamaz ", "Kıbrıs Kıbrıslılar'ındır" diyordu. Arkasından, Grivas'ın emrindeki 10 bin kişilik ordu, Geçitkale'ye saldırıyor, büyük bir katliam yapıyordu.
Uluslararası girişimler sonucu, Grivas ve ordu çekilmek zorunda kalıyor. Düşmanlık orda körüklenmeye başlıyor. 1968'de hiçkimsenin beklemediği bir yumuşama dönemine geçiliyor. Kıbrıs'ta Rumlar ve Türkler terk ettikleri köylerine dönüyorlar. "Yorgo niçin kavga ettik" diye soruyorlar. İki toplum arasında görüşmeler başlıyor. Fakat babam şiir yazdığı için baskıya uğruyor. Rumlarla konuşanlara baskı yapılıyor.
Bu günlerde, "Baf Rum takımı maçtan sonra Türk takımını dövdü" diye bir gazetede yazı çıkar. Bunun üzerine okul disiplin kuruluna veriliyoruz. Hep beraber, toplantı sürerken, "Kır kalemi yaşamayı ne edeyim" diye bağırıyoruz.
Makarios, kendisine EOKA-B ile suikast düzenleyeceklerini iddia ettiği Rum Milli Muhafız Alayı'ndaki Yunanlı subayların çekilmesini istiyor. 15 Ağustos günü tanklar evinin önüne geliyor. Darbeye karşı komünistler ve ilericiler direnişe geçiyorlar. Bu çatışmalar sürerken, Türkiye 20 Ağustos'ta, adaya çıkışı gerçekleştiriyor. Rum gençler, Türk Ordusu'na karşı savaşmaları için mevzilere zincirlenirler. Türk ordusu katliam yapar. 1975'de, Kuzey Kıbrıs'a, 47 bin 800 insan getirilir.
74-90 dönemi, biz Kıbrıslı Türkler için daha vahim olgular ortaya çıkardı. 1974-90 arasında, 60-70 bin civarında Kıbrıslı Türk, adadan göç ediyor. Bu dönemde, işgale karşı sosyalist Kıbrıs'ı özleyen büyük bir gençlik hareketi başlıyor. Bu arada Türkiye'de, Kıbrıslı öğrenciler katledilmeye başlıyor.
1980'den itibaren Türkiye'deki Cunta'nın zaferi, Kıbrıs'ta da devrimci harekete zarar getirir. Türkiye'nin müdahalesi ile boru, plastik boru, çivi ve demir-çelik fabrikaları kapatılır. 15 bin işçi, direniş ve mücadelelerinden dolayı işyerleri kapatılınca, Avrupa yollarına düşüyorlar.
Kıbrıs devrimci hareketi, Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP) içine giriyor. Halk-Der yönetimi ele geçiriliyor. Halk-Der yönetiminde büyük bir destek toplayan TKP, 18 milletvekili çıkararak ana muhalefet partisi durumuna geliyor. TKP'nin bugünkü başkanı Alpay Durduran, garnizona çağrılarak tehdit ediliyor. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)'nin 8 milletvekili var. Demokratik Halk Partisi'nin 4 milletvekili var. Çoğunluk, muhalefetin eline geçiyor. Rauf Denktaş, cumhurbaşkanlığı seçimini kaybediyor. Muhalefetin desteklediği Ziya Rizki, yüzde 51 oy alıyor.
Fakat bir gecede askerin müdahalesi ile sonuçlar değiştiriliyor. Bundan sonra izlenen temel stratejiye göre, Kıbrıs Türk şirketlerine ve mafyaya peşkeş çekilecek ve Kıbrıslı Türkler azınlığa düşürülecektir. Bugün bu strateji gerçekleşmiş durumdadır.
Son yaşanan sınır olayları sonucunda söyledikleri, Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin beraber yaşayamayacaklarıdır. Zaten 1974'ten sonra faşistler tarafından ayrılmışlardı. Rumlar'a Türkçeyi, Türkler'e Rumcayı yasakladılar. Kutlu Adalı katledildi. TİT 'in kimliği ve katlliamları kamuoyunda yeterince biliniyor. Kutlu Adalı, Kıbrıslılık bilincini işlediği, barışı ve özgürlüğü istediği, faşizme ve mafyaya karşı olduğu için katledildi.
Güzelyurt'ta işçilerin sürdürdüğü mücadele, askerlerle çatışma boyutuna çıkmasına rağmen yenildi. Aydınlara, sosyalistlere ve yazarlara ölüm tehditleri yağıyor. Parti binaları bombalanıyor. Tam burada St. Barnabas olayı ortaya çıkıyor. Bir aziz heykeline saldırı düzenleniyor. Kutlu Adalı olayı araştırır. Ve olayın ardında Abdullah Çatlı'yı bulur. Çatlı, Özel Harekat Dairesi'ndendir. İkonalar çalınıyor. Fakat hükümet bunu reddediyor ve ardından Kutlu Adalı öldürülüyor.
Bugün, gece saat 9'dan sonra sokaklarda ülkücüler egemendir. Fakat hala bir umut var, halk örgütleniyor ve mücadele ediyor. Ayın dokuzunda BM genel sekreterinin çalışmaları sayesinde iki toplum liderleri bir görüşme yapmışlardır. Yapılmak istenen iki şey var: AB kendi çıkarları doğrultusunda çözüm üretiyor. Bunun karşısında ABD'nin ürettiği çözüm var. ABD, adaya çok uluslu gücü yerleştirmek istiyor.
Bizler için demokratik federasyon, istenilen çözüm olmamakla birlikte, ileri bir adımdır. Kıbrıs halkının önündeki en büyük engel, Kıbrıs'ın bölünmüşlüğüdür. Bölünmüşlüğün üzerinden 23 yıl geçmiştir. Hiç Kıbrıs'lı Rum görmeyen bir nesil yetişmiştir. Şovenizm ve milliyetçilik eğitimi okullardan medyaya kadar her alanda yaygın biçimde işleniyor. Bizler milliyetçi eğitime ve politikalara karşı çıkıyoruz. Gerçek çözümün, Kıbrıslılar'ın ellerinde olduğunu düşünüyoruz.
Federasyon tezi, Türk tarafında ortaya atılıyor. Ayrı yurttaşlık, ayrı egemenlik, siyasi eşitlik, Türk garantörlüğü... Bizim istediğimiz federasyon; bağımsız, bağlantısız, tek egemenlik içeren bir federasyondur.
Barikat temsilcisi;
Konu biraz Kıbrıs ekseninde daralıyor. Bütün bunların, Türk-Yunan ilişkileri ve Ortadoğu dengeleri boyutu var. Bu panelde, Türk-Yunan ilişkileri açısından bir çerçeve çizeceğiz. Biz konuyu biraz bu eksenden açacağız. Ondan sonra tartışmaları sürdürürsek daha sağlıklı gideceğimizi düşünüyorum. Tartışmanın, sadece Kıbrıs ekseninde sürdürülmemesini ve bu noktada tıkanmamasını istiyorum.
Çünkü Kıbrıs sorunu, çok bilinmeyenli bir denklem. Çok detaylandırmadan temel noktalara değineceğim. Temel noktaları tanımlayabilirsek, konuyu anlamak kolaylaşır. Temel noktalardan biri; dünyamızda 1989'da, sembollerinden birinin Berlin Duvarı'nın yıkılması olan bir depremin yaşanmasıdır. Duvarın yıkılmasından itibaren, topyekun bir dengesizlik ve belirsizlik süreci yaşanıyor. Hiçbir sorun çözülemiyor, hiçbir konuda çözüm üretilemiyor. Bu zemin üzerinde, Türk Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorunu da, kronik bir belirsizlik içerisinde, zaman zaman alevlendirilerek, iç politika malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde; 1955'lerden itibaren iki ülke arasındaki ilişkileri belirleyen temel noktalardan biri, Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorunun alevlendirildiği her dönemde iki simge vardır: Türk ve Yunan bayrağı. Çünkü bugün hem Türk milliyetçileri, hem de Yunan milliyetçileri için Kıbrıs, "ulusal dava"dır. Tarafların hiç geri adım atmadıkları bu sorunda , "sınır olayları" döneminde, Simitis ile Çiller'in Kıbrıs ziyaretleri arasında hiç bir fark yoktur. Bu davayı böyle gördükleri sürece, sorun iki toplumun dışına çıkıyor. Dört taraftan emperyalizmin içinde olduğu, Türkiye'nin konumundan dolayı Ortadoğu'nun da işin içine girdiği bir denklem ortaya çıkıyor.
Türkiye'de milliyetçilerin bazı temel kavramları var: Kahpe Yunan, Kalleş Ermeni, Hain Arap... Türk milliyetçiliğinin temel kriterleri olan bunlardan birine sahip değilseniz, milliyetçi olamazsınız. Yunan tarafına geçtiğinizde ise, "Barbar Türk" ve "Atilla" ile simgelenmiş bir milliyetçilikle karşılaşırsınız. Yunanistan'da sosyalist etiketli sosyal demakrat partinin hükümet olması, bu bileşenlerin değişmesini getirmiyor. 1981'de, PASOK Yunanistan'da hükümet olduğu zaman, Papandreu silahlanma politikasını, kuzeyden gelen tehlike üzerine değil doğudan gelen tehlike üzerine inşa etmiştir. Halkların birbirlerine karşı eğitim mekanizmaları ve medya aracılığı ile koşullandırıldığı bir süreçte biraz gerilere giderek, arka planda nelerin olduğuna bakalım.
Birincisi; ortada Türkiye, Yunanistan ve bir dönem "bağımsız" olan Kıbrıs var. Yunanistan, Osmanlı-Türk egemenliğine karşı gelişen bir uluslaşma sürecinde kuruldu. Bütün ulusal düşünce ve bütün ulusal tarih, bu eksenden kurgulandı. Türkiye tarafına geçildiği zaman, Anadolu'nun "fethedilmesiyle" girilen bir süreç var. Bir de, 1919-22 arası, Türk Cumhuriyeti devleti kurulurken yaşanan bir süreç var. Türk devleti kurulurken, Türklerin önce devletleşip sonra uluslaşma sürecine sokulması politikası, halkların imhası üzerinde kuruldu. Doğuda Ermeni halkının ve Kürt halkının imhası. Türk devletinin kazandığı "zaferler" bunlardır. Bir diğeri ise, Batı'da ve Karadeniz'de Yunanlılara karşı verilmiş savaştır.
Bu olaylar, Türk Devleti'nin yaratmaya çalıştığı uluslaşma sürecinde belirleyici faktöre sahiptir... Asıl olarak, "Yunan işgaline karşı mücadele edilmiş ve Yunanlılar 9 Eylül'de İzmir'de denize dökülmüşlerdir." Temel bir tarihtir bu. İki gün, iki gece süren savaş, Afyonkarahisar'da başlayıp İzmir'de sona ermiştir. "Türk'ün ateşle imtihanı", "Yoktan varolma" safsatalarının arkasında birtakım nedenler vardır.
Tarihin bu yaşanmışlıklarına nesnel olarak bakılabilmesi ya da tersi, bugün sosyalistlerin tarihe bakışlarını sorgulamak açısından somut örnekler teşkil edebilir. Tarih iki taraflı unutturulmaya çalışılmıştır. İşte Lozan Antlaşması'nın Ek Protokolünde iki tarafın da hem fikir olduğu şu madde: "Savaş suçlarından dolayı zan altında bulunan hiçkimse yargılanmayacaktır. (Ek protokolüne geçirilir.) 1933'te de Dostluk Antlaşması imzalanır. İki taraf ta birbirlerine karşı hak talep etmeyeceklerdir artık...
1955'lere gelindiğinde, dünya dengelerinin farklılaşması üzerine Kıbrıs yeniden önem kazanıyor. Bu yıllarda, Kıbrıs bahane edilerek İstanbul'da hristiyan azınlıklara karşı bir yağma ve talan harekatı başlatılır. Gerekçe, Kıbrıs'tır... Harekat, buradan çıkar, buradan beslenir. Bunu da örgütleyen, Osmanlı dönemindeki Teşkilat-ı Mahsusa'dan akıp gelen gizli devlet örgütlenmesidir. Ardından 1964'te yaşanan Kıbrıs olayları, 'Türkiye'nin Rumsuzlaştırılması' ile son bulur. 40 bin Rum, Yunanistan'a sürgün edilir.
Lozan'da karşılıklı olarak bırakılan 100 biner insan, rehine olarak kullanılmıştır. Kıbrıs iç politika malzemesi yapılmış ve iki taraftan da kullanılmıştır.
Çelişkiler yumağına dönen Ege'de ve Akdeniz'de ne yapmak gerekiyor?
Yaşadığımız coğrafyada pek bilinmeyen ama tarihte yeri olan olan bir örnek var; Yunan Ordusu Anadolu seferine başladığında, Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi, 4 milyon nüfusu olan bir ülkede, 2 milyona yakın insanı kapsayan savaş karşıtı bir kampanya örgütlüyor. Kampanyanın temel talepleri; "Yunan Ordusu Anadolu'dan çekilsin ve Herkese Toprak."
Yunan Ordusu'nun Anadolu'daki ilerleyişinin sürdüğü dönemde bu kampanyanın Yunanistan'daki etkisi çok büyük olmuştur. 1920 Kasımı'nda yapılan seçimlerde, Türk tarihinde 'Venizelos'un düşüşü, Kral Konstantin'in yeniden iktidar olması' olarak geçen olgu aslında; sözkonusu kampanyanın etkisi ile, Kral Konstantin'in savaşa son verileceği vaadi sayesinde kazanılmış bir seçimdir.
Türk tarihinde ise ne yazık ki, resmi ideolojinin sınırladığı verilerden başka bir bilgi bulabilmek mümkün değil. Seçimlerden önce Yunanistan Sosyalist isçi Partisi, seçime, "SAVAŞA HAYIR!" diyerek giriyor. O zaman 200 bin nüfusu olan Atina'da yaptığı mitinge, 50 bin insan katılıyor. Selanik'te grevlerin ardı arkası kesilmiyor. Cepheye giden gemilerde isyan başlıyor. Askerler, 1 Mayıs yürüyüşü yapan işçilere katılıyorlar. Cepheye gidenler, İzmir'de 'Kızıl Muhafız' isimli, savaş karşıtı ve iki dilde yayınlanan bir gazete çıkarıyorlar. Yunan Ordusu içinde, savaş karşıtı faaliyeti bütün cephe hattında sürdürüyorlar. Bandırma'da yaralı askerleri ziyarete gelen Kral Konstantin'i, yaralı askerler, "Atina'ya dönmek istiyoruz" diyerek, içtimada konserve kutusu yağmuruna tutuyorlar.
Türk milliyetçiliğindeki bütünlüklü bir Yunan karşıtlığının, fanatik milliyetçilik dışında hiçbir anlamı yoktur. Ulusal tarih oluşturma sürecinde "düşman yaratma" çabasının ürünü olarak üretilmiştir. Asıl olarak arka planda Yunan emekçi halkının, Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi öncülüğünde sürdürdüğü mücadele vardır. Bugün bu tarihin bilinmesi istenmiyor, çünkü savaşa ve savaş çığırtkanlığına karşı, sosyalistlerin alması gereken tavrı ortaya koyan çok daha yakın bir örnektir. Bugün bile güncelliğini korumaktadır: "SAVAŞA KARSI SAVAŞ."
Zaman zaman alevlendirilen, Ortadoğu dengeleri içinde tamamlayıcı bir bileşene dönüşen Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs sorunu ile gündemin ortasına oturmaya devam ediyor. Kıbrıs Rumları'nın elinde, son aldıkları savunma füzelerinden daha tehlikeli saldırı füzeleri bulunmasına karşın, Türkiye neden bu denli "duyarlılık" gösteriyor. Üstelik Karadayı'nın, Çiller'e "istesek kurulan bütün rampaları topçu bataryaları ile vururuz", demesine rağmen...
Sorunun üstü biraz kazındığında, geri planda "Rusya'nın Ortadoğu üzerindeki emelleri" gözükmektedir. Bölgesel yaygaranın arkasında bu korku vardır. TC'nin kendisini kayıtsız şartsız destekleyen ABD'ye karşı diyet borcu olarak; diyet borcundan da öte, bağımlılık zincirlerinin zorunluluğu sonucunda, Kıbrıslı Rumlar tehdit edilmektedir.
Asıl sorun, Ortadoğu'daki diğer ülkelerin ve Rusya'nın girişimleridir. TC, tarihsel düşmanlığının üzerinden beslenerek, yığın manipülasyonunu sürdürmek istemektedir. Oldukça yoğun bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti ile şartlandırılan yığınlardan, doğal refleksle reaksiyon beklenilmektedir. Dünden bugüne Anadolu'da düşmanımız olan "Kahpe Yunan", en iyi milliyetçi kod olarak işlenmektedir.
"Kahpe Yunan", kah Kıbrıs'ta sınır tacizcisidir, kah Kardak/İmia'da bayrak dikicisidir, kah Kürt bölücülerini eğiten subaydır. İşte bunların bileşimi, konjoktürel olarak "Yeni Dünya Düzeni"nin, bölgesel çatışmalarında işlerlik kazanmaktadır. Tam bir kaos ortamı olan Ortadoğu, yaşadığımız süreçte, ABD, AB, ve yeni yeni tekrar Rusya'nın hegomanya mücadelelerine tanık olmaktadır. Suriye, İran ve Irak, bu denkleme dahil olarak halkayı genişletmekte ve bu dönemin temel aktörü olarak Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, tabloyu tamamlamaktadır.
Bu bileşkelerin etrafında yaşanan suni krizler ise, ayrıca algılanabilir olmaktadır. TC'nin yapısal zoru, her şeyiyle çıplaklaşmış ve kör gözlerle bile görülebilecek düzeyde ortaya serilmiştir. Susurluk Kazası'nın ardından gelişe(meye)n olaylar bile, sürecin asli unsurlarından Meral Akşener'i, "DEV-GENÇ'in 70'li yıllarda Oligarşik Dikta var, demesini haklı bulduğu" konuma getirmiştir. TC, herşeyiyle geleceğe hazırlanmaktadır, geleceğe hazırlık zorunluluğu olduğunun bilincine varmıştır.
Özal'ın Davos'ta Papandreu ile yaptığı görüşmeyi, Simitis'le Demirel'in yaptığı görüşme izlemiş, Güney Kürdistan seferi öncesi Karadayı Yunan Büyükelçisi ile bizzat görüşerek, Kıbrıs meselesini dondurmuştur. Bir yandan koparılan onca yaygaraya rağmen, bir yandan da işler sessiz -rutin biçimde sürdürülmektedir.
Sorun artık, içiçe geçmiş biçimde Türkiye gündemine oturmuştur. Karadeniz'deki yeni gelişmeler, generalleri iyice telaşlandırmış ve bunun Yunanistan ve Kıbrıs'la olan bağlantısını, vakit geçirmeksizin kurmuşlardır. Gerçekten de sorun artık fazlasıyla içiçe geçmiştir. Düşmanının arkasında gerilla kuvvetleri olan hiçbir güç, zorunlu olmadıkça o güçle savaşmayı göze alamaz. Alman Emperyalizmi'nin 1800'lerdeki sözcüleri, sosyalistleri ezmeden sömürge savaşları yürütemeyeceklerini açıkça beyan etmişlerdir. Genel yasa, bugün için de geçerlidir. TC, sadece sağa sola tehdit savurmaktadır. Tıkanan sürecin açılamayan kanalları, egemenler arasındaki çatlakları da büyütmektedir. Birbirlerine karşı söylenenler, tekil ve rastgele seyler değildir. Generaller, birbirlerini ve Oligarşi'nin diğer kesimlerinde yer alan insanları suçlamaya başlamışlardır.
Bir yandan birbirlerine karşı alabildiğine tavizsiz görünüp, diğer yandan gizli pazarlık kanalları zorlanarak, süreç emperyalistler tarafından aşılmaya çalışılıyor. AB'nin son önerisi, Kıbrıs'ın güneyinde ve kuzeyinde, ayrı ayrı programlar etrafında tam üyelik sürecinin başlatılması doğrultusundadır. AB'nin bu önerisi, sorunun çözümünün neden acil olduğunu yeterince ortaya koymaktadır. Bugün TC'nin yeniden "istikrar kazanması", bütün Ortadoğu için önem kazanmıştır.
Devrimci hareket, içinde yüzdüğü nesnellikten bağımsızlaşarak, kendini yeniden üretecek kanallar, politikalar ve toplumsal projeler üzerinden; öznel müdahale gücünün nesnelliği dönüştürücü etkisini, gözle görünür pratik gerçeklik haline dönüştürmelidir, dönüştürecektir.
Tüm olumsuzluklara rağmen tarih bilinci, sınıf mücadelesi bileşenleri ile, sosyalizm mücadelesine kendinden başlayarak yeniden yönelecektir. Ege'de ve Ortadoğu'da stratejik konumlanış, devrimin temel köşetaşlarından birini oluşturmaktadır. Tarihsel sorumluluğumuz ağırdır ve biz bu ağırlığı taşımak için, tüm olumsuzluklara rağmen, dünden daha iyi şartlara sahibiz. Yeter ki yürüme cesaretimiz ve ufkumuz geniş olsun.
 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92