Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yavuz İPEK


Büyük çözümsüzlüklerden güçlü çözümler doğar tanımlaması; siyasal ve sosyal yaşamda gerçekliği ile sık sık yüz yüze geldiğimiz doğru ve önemli bir çıkarımdır.
Ülkemiz bugün gerçekten çok ciddi çözümsüzlükler yaşamakta, aysbergin görünen yüzünde ise, çözüme yönelik açılımların ipuçları dahi belirginleşmemektedir. Devlet açısında da, halk açısından da farklı çelişkilerle kendini ifade eden bir sorunlar yumağı içine girilmiştir. Son tahlilde ip, gelip her türlü çözümsüzlük için yine halkın boğazına dayanmaktadır ama, Oligarşi'nin durumunun da açmazlardan ibaret olduğu bir gerçektir.
Halk, bu büyük çözümsüzlükler sürecinden, herşeye ve bütün gecikmelere rağmen, güçlü çözümlerle çıkacaktır. Tarihin doğası, tersinin yaşanmasına aykırıdr.
Peki ya Oligarşi?
Artık, yakın geçmişin en az yıpranmış gücü olan Ordu'nun etkinliğinde yönetimi elinde bulunduran MGK da, kısa vadeli programlar ya da sadece bazı özel konulara yönelik çözümler dahi üretemeyecek ölçüde tıkanmıştır. Refah - DYP Koalisyonu'ndan sonra, yani, şeriatçılarla birlikte bir kısım çetecilerin hükümette olduğu dönemden sonra ANAP-DSP Koalisyonu'nda karar kılınmış olması, yıpratıcı ve yeknesak uzatmaların tekrarından başka birşey değildir.
Nitekim, ANAP-DSP Koalisyonu da; ilk günlerinde bir Kemalist Devrim havasıyla gündeme sokulan sekiz yıllık eğitim seferberliğinin heyecanı bitince, değişen fazlaca birşeyin olmadığı, bu koalisyonu can -ı yürekten destekleyen ve neredeyse ülkenin kurtuluşu olarak lanse eden kesimler tarafından bile eleştirilmeye başlanmıştır. Başbakan Yılmaz'ın, "Başbakan olduğu ama erk olamadığı" ifade edilir olmuştur. Yanılgı, Yılmaz'ın değildir. Yanılgı, hala bu ülkede hükümetlerin değişmesiyle bir şeylerin değişebileceğini umut eden aymazlarındır.
Bu ülkede, 12 Eylül'le kalıcılaştırılmış bir ve tek yönetim erki vardır ve o da MGK'dır. Değişen hükümetlere göre, MGK içindeki hükümet üyesi çehreleri değişebilir. Ama bu üyeler, sadece orada ordunun verdiği brifingleri izlemek, belirlenen politikaları savunmak ve hayata geçirmek, eğer Refah gibi yaramazlık yaparlarsa da, azarlanmak için bazı koltukları işgal edebilirler.
Fakat yaşadığımız günlerde, ordunun da bir tıkanışı, soluk alamaz, soluk veremez hale gelmesi söz konusudur.
Uzun bir süredir Avrupa Birliği'ne endekslenen hükümetler, Avrupa Birliği kapılarındaki umutsuz çırpınışlarının sonuç almaya değil, bu yolda biraz olsun mesafe almaya dahi yetmediğini, daha somut olarak görmeye başlamışlardır. Aslında, yalan ve takiyye konusundaki uzmanların, yani Erbakan ve Çiller'in kaybedilmiş olması, Avrupa Birliği konusunda da biraz daha gerçekleri ve olasılıkları açığa çıkarmıştır. Şimdi artık Clinton, Çiller'i telefonla arayıp,"Hey Tansu, ne haber" diye başlayan çok samimi telefon konuşmaları yapamadığı için, Çiller yurtdışına gidip "masaları yumruklayamadığı" için ve Erbakan günü birlik "en demokrat" ya da "en şeriatçı" kesilerek hayırlı politika yapamadığı için, Türkiye ileriye gidememektedir...
Avrupa Birliği kapılarındaki umutsuzluğun yanısıra, en büyük ve esas efendi ABD ile ilişkiler de pek sağlıklı yürümemektedir. Bütün fedakarlıklarımıza karşın, ABD'nin yine nankörlüğü üzerindedir! ABD ile Türk Devleti arasındaki ilişkiler, tam bir efendi-kukla ilişkisi, bağımlılık ilişkisi olduğu için, kuklanın efendiye karşı gösterdiği büyük sadakate rağmen; bu tür ilişkilerin doğal sonucu olarak, arasıra yenilen tokatlarla sersemlenilmektedir. Bu günlerçıkmamasını önlemek ve tutarlı bir savaş politikası ile diğer alanlarda istikrar sağlanmasını, ordunun olağanüstü büyüyen finansman sorunlarının çözümlenmesini gerçekleştirmektir,' mantığından kaynağınıan emir ve perspektifleri, bir türlü gerektiği gibi yerine getirilememektedir. Kendileri bizatihi problemden ibaret politikacılar, kaçınılmaz olarak sürekli koltuk değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Bu deçıkmamasını önlemek ve tutarlı bir savaş politikası ile diğer alanlarda istikrar sağlanmasını, ordunun olağanüstü büyüyen finansman sorunlarının çözümlenmesini gerçekleştirmektir,' mantığından kaynağını alan emir ve perspektifleri, bir türlü gerektiği gibi yerine getirilememektedir. Kendileri bizatihi problemden ibaret politikacılar, kaçınılmaz olarak sürekli koltuk değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Bu değişiklikler de, sorunların hiç değilse bir kısmını dahi çözümlemeye yetmemektedir. Nitekim, politikacılardan vazgeçen askerler, gazetecilerle politika yapmaya çalışmaktadırlar.
Gazetecilerin, savaşın milis kuvvetleri gibi kullanılmasının son örneklerinden biri olarak, basının 'güzide' elemanları, savaşın sürdüğü topraklara taşınmış ve 'askerlerin yaşadığı güçlükler, fedakarlıkları, durumun ciddiyeti, ihtiyaçlar', onlara somut olarak gösterilmiştir. Bu girişimin, medya elemanlarının propaganda ve ajitasyon unsurları olarak kullanılmasından daha öte boyutları vardır. Medya mensupları, zaten her dönem çeşitli biçimlerde devletin potlitikaları doğrultusunda kullanılmaktadır. Burada ise, maddi ve manevi sıkışmışlıklarını ifade etmişler, sivillerin bu kirli savaşın yürütülebilmesi için neden daha fazla özveride bulunması gerekliliğinin altını çizmişlerdir.
Oraya götürülmek üzere seçilen gazetecilerin özellikleri de dikkat çekicidir. Her dönem devletin kulları olanların dışında, kısmen aykırı, muhalif, 'solcu' gazeteciler de seçilmiştir. İnsani temellerde savaşı istemeyen ve bu konuda yazılar yazan bu insanların kazanılması, ama savaşın durdurulması gerekliliğini savunulmaktan da vazgeçmemeleri istenmektedir.
Askerler, biz "görevimizi yaptık, şimdi artık sivillerin birşeyler yaparak bu işin renginin değişmesini sağlamaları lazım" demeye çalışmaktadırlar. Çünkü bu iş gerçekten artık bu biçimiyle sürdürülemez duruma gelmiştir. Dengeleri hiç bir zaman oturmayan devletin, her konuda işin çığırından çıktığı bir dönemi sözkosudur. Öyleki, artık bu devleti ordunun bile kurtaramaz hale gelindiği dönemlere doğru gidilmektedir. Ve ordunun davranışlarında da, bu durumun ipuçları vardır.
90 milyar dolar dış, 40 milyar dolar iç borç birikmiştir. Devlet, çok büyük oranda kara para sahiplerine borçlanmış bulunmaktadır. Kara paranın önünün açılması dolayısıyla ölmeden yaşanabilmektedir, ama bu durumun nereye kadar sürdürülebileceği de meçhuldur. Devletin bu işlerin alt yapısını ve güvenliğini sağlamanın da ötesine geçtiği, bu işleri resmi elemanlarınca bizzat yaparak dahi durumu kurturamadığı bilinmektedir. Elde edilen birikimlerin sisteme değil, hayırlı kullara harcanarak tüketilmesi gerçekleri de, en büyük açmaz noktalarından biridir.
Savaş harcamaları, gerçekten çok vahim sınırlarda seyretmektedir. Uluslararası istatistiklerde hemen her konuda alt sıralarda görmeye alıştığımız ülkemizi, "dünyanın en fazla silah satın alan ülkeleri" listesinde, yedinci sırada görüyoruz.
Bunca silah bir o kadar gencimizin kanı demektir. Ve bu kan nehrinin akışı durdurulmalıdır.
"En çok silah satan ülkeler" listesi ile, "en çok silah alan ülkeler listesi", kuşkusuz değerli siyasal çözümlemenin aktarım gücü ile kıyaslanabilecek kadar önemli tanımlamalar içeriyor. En çok silah satan ülkelerin başında, tartışmasız bir şekilde ABD geliyor. ABD ile onu en yakından izleyen Rusya'nın satım gücü oranı arasındaki fark, neredeyse üç katı kadar. Ondan sonra sırasıyla; Fransa, İngiltere ve Almanya geliyor. Beş büyükler, bunlar.
Gelelim en fazla silah alan ülkeler listesine: Tayvan, 3 milyar 234 milyon dolar gibi muazzam bir rakamla başta geliyor ve kendisini en yakından izleyen ülke ile bile arayı, yarı yarıya açmış durumda. Doğrusu, ne kadar övünseler azdır... Tayvan'dan sonra sırasıyla; Çin, Güney Kore, Suudi Arabistan, Kuveyt, Hindistan ve Türkİye var. Türkiye'nin 1996 yılnda silahlanmaya harcadığı para: 1 milyar, 66 milyon dolar...
Bu paralarla halkımızın hangi gereksinimlerinin karşılanabileceği, kaç kişinin eğitim, barınma ve hatta gıda ( ki ülkemizde artık bu asgari sınırın bile altında bir yoksulluk gerçeği belirginleşmektedir ) ihtiyaçlarının karşılanabileceğini, vb. söylemeyeceğiz. Bu tür kıyaslamalar, soğuk rakamlar düzeyinde bile insanı çileden çıkarmaya, isyan ettirmeye yetiyor. Bu "yıkıcı, bölücü, komünist argümanlarını", bir tarafa bırakalım!
Fakat aynı istatistiklerde ilginç bir nokta daha var. Bu veriler, dünyayı ve ülkeleri yorumlamak, dünyanın en cazip "iş kollarından" biri olan silah endüstrisinin nasıl ve kimler için harıl harıl çalıştığını görmek açısından önemli: Bu en güçlü silah satıcısı ülkelerden örneğin Fransa, örneğin Almanya ve İngiltere; kendi silahlanma harcamalarını giderek düşürüyorlar. Yani üretiyor, ama muhteşem silahlarını, bizim gibi yoksul ülkelerin kullanımına sunuyorlar. Büyük borçlanmalarla ve bu nedenle artan bağımlılık yükümlülüklerinin içine girerek alabildiğimiz bu silahları, çoğu kez kendi insanımızı boğazlamak için, "içeride" kullanıyoruz.
Dünya düzeni ve dengeleri açısından bu tür "iç kullanımlar", emperyalizmin çok daha fazla işine geliyor. Zaten uluslararası, sınırlar ötesi durumlarda neler yapılması gerektiğine yönelik stratejileri kendileri çok önceden çiziyorlar. Bu tür daha da yoğunlaştırılmış silah kullanımı süreçlerinde, silah tekelleri , bütün tıkanıklıklarını çözerek rahatlıyorlar.
Bu arada, her durumda bizim gibi ülkelerin insanları ölüyor, öldürülüyor. Bizim gibi gariban ülkelerin en gariban kesimlerinin çocukları cephelere gönderilerek, bu silahlar ellerine tutuşturuluyor ve onların gencecik bedenleri üzerinden politikalar üretiliyor. Onların genç ve yoksul gövdeleri üzerinden birileri, büyük bir rahatlık ve iç huzuru içinde, muhteşem zenginliklerini koruyor.
O gençlerin annelerinin, dünya politikaları ile hiç mi hiç ilgileri yok. Sadece bağırları yakılıyor. Sadece bunu biliyorlar. Ve bazı ülkelerde, bazı kadınlar, bir süre sonra ve çoğu kez hiç beklenmedik anlarda ayağa dikiliyorlar. Barikatların en önüne atlıyorlar: "YETER ARTIK, ÇOCUKLARIMIZI ÖLDÜRTMEYECEĞİZ" diye haykırıyorlar. Gövdelerini, çocuklarının gövdelerine siper etmeye başlıyorlar.
İşte o noktada, silah satıcılarına, yıpranmamış bir pazar aramak düşüyor. Kan döktürdükleri ülke ya da ülkelerin farklı bir aşamaya gelmiş çelişkileri ile o ülkenin yerli politikacılarını baş baş bırakarak, son günlerinde onlarla 'dostluklarını' unutarak; Pılılarını pırtılarını toplayıp gidiyorlar. Halk, onları gitmek zorunda bırakıyor. Kan dökecekleri yeni bir diyarda çörekleniyorlar.
Bu ülkenin insanları savaş istememektedir. Fakat bu ülkenin kadınları, bu ülkenin anneleri savaşı çok daha fazla istememektedir. Bu kirli savaşın durması için, elimizden ne gelirse yapmak, ama mutlaka birşeyler yapmak, insanlık görevidir. Ve bu insanlık görevinin bilincini taşımak, aktarmak, anlatmak bile, bir nebze olsun aklanmaktır...
Devletin, 12 Eylül terörü ile halkı bir süre tam olarak 'dondurup', halksız politika yaparak kendisini toparlamaya çalıştığı 1980'li yılların hemen akabinde, bir iç savaşın içine girilmiştir. Daha doğrusu, 1984'te başlatılan süreçten sonra, gerçek bir iç savaşın içinde olduğunu görmesi için aradan bir kaç yılın geçmesi, bunu bıyık altından da olsa ifade etmesi için ise, on yılın geçmesi gerekmiştir. Yüzlerce insanın ölmesi, asker cenazelerinin artık saklanamayacak boyutta çoğalması ve bütün ülkenin bu durumdan yara alarak felç olması gerekmiştir.

ABD, AB, Savaş, Şeriat ve
ekonomik açmazlar...

Çete gerçeklerinin çok fazla deşifre olması, Meclis'in dikiş tutmayan ve devlet açısından da bir işlev gösteremeyen aritmetiği, Körfez'de onları "kaygılandıran" gelişmeler, dünyada yeniden esmeye başlayan sol rüzgarlar ve Türk halkının bütün bunların yaşandığı bir atmosferde hala nasıl olup da böyle sessiz durabildiği gerçeğinin, değişebileceği endişesi...
Bütün bunlar, bir devletin uykusuz geceler yaşaması için, gerektiğinden çok daha fazla dolu bir sebepler sepetidir. Fakat bütün bunlara rağmen; sırtlarında, altında ezildikleri bir sebepler sepeti taşımalarına rağmen; devletin temsilcileri, serinkanlı gözükmektedir. Ülkenin en önemli tekellerinin temsilcileri ile sanayi ve ticaret odalarının yöneticilerinin, zaman zaman serinkanlılıklarını kaybettikleri ve ilginç çıkışlar yaptıkları görülmektedir. Ne var ki, politikacıların tuzu daha kurudur, keyifleri yerindedir. Pastadan paylarını aldıkları sürece, iktidar ya da muhalefet olmalarının da çok fazla bir önemi yoktur.
Öte yandan, AYNANIN ARKA YÜZÜ SİYAHTIR...Gözetilen sadece pastayı paylaşmak olunca ve aralarında bu konuda kıyasıya bir yarış, bir kapışma olunca; kendi varlıklarını sürdürme ve koruma konusunda da tutarlı, uzun vadeli programlar yapma, politikalar uygulama şansları kalmamaktadır. Özellikle yeni sömürge ülke süreçlerinde çok daha fazla belirginleşen bu devlet erki çelişkisi, onların çürüme ve yokoluşunun alt yapısıdır.
Onların bu şanssızlığı, kuşkusuz halklarımızın şansıdır. Fakat, yaşadığımız dönemde, halkı bu şansını kullanmaya doğru sürükleyebilecek nesnel güçler, henüz yoktur ya da varlıkları olgunlaşmamıştır. İşte görevlerimizin ufku budur.
Öte yandan, onların ikinci bir sorunları daha vardır: Devletin temsilcileri, Osmanlı sarhoşluğunu henüz üzerlerinden atamamışlardır.
Ve işte bunlardan dolayıdır ki, Türk halkının bütün bu çözümsüzlüklerden güçlü çözümler yaratma şansı çok büyüktür. Halkın gerçek temsilcilerinin subjektif koşullarını oluşturmaları ve olgunlaştırmaları, halkla aralarındaki önemli uçurumu kapatabilmeleri, halkın devrime ve devrimcilere yönelik duygularını tekrar kazanabilmeleri kaydı ile...
Devletin sarhoşluğunun, geleneksel yönleri itibarıyla Osmanlı'ya dayanmasının yanısıra; bugünkü yapısal özellikleriyle belirlendiğini vurgulamak gerekir. Herşeyden önce böyle bir Oligarşik yapının sadece kendi varlığını sürdürebilmek için bile tutarlı ve dinamik politikalar üretmesinin ve bunları uygulamaya koyabilmesinin maddi koşulları yoktur. Öte yandan, yeni sömürge ülke oligarşilerinin, emperyalizme çok kalın ve kamufle edilmiş zincirlerle bağlı olmaları nedeniyle de, dünya dengelerindeki dalgalanmalara hızla uyum gösterebilmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla da, dünyadaki siyasal dalgalanmalardan çok fazla etkilenirler. Hem siyasal, hem de ekonomik ve sosyal dengelerindeki zayıflıklar, bunlara karşı direnememelerini doğurur.
Dünyadaki rüzgarların, ekonomik ve sosyal yönden yeni sömürgelere çok daha ağır yansıması ve bu ülkelerde çok daha güçlü hissedillmesi nedeniyle; bu ülkelerin, emperyalist ülkelerle hiç bir yönden kıyaslanamayacak zayıf yapıları ve zayıf dengeleri; onları hiç dinmeyen deprem ülkeleri haline getirir. Beyaz Saray' da esen bir meltem, sözgelimi Çankaya'ya kadar katettiği yol içinde kasırgaya dönüşür.
Turgut Özal'ın "bir koyup beş alacağız" dediği Körfez Savaşı'ndan, en fazla zararla çıkan ülkenin Türkiye olduğu, şu an Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturmakta olan ve MGK'nın bu dönem gereksinim duyduğu politikalara, kişilik özellikleri itibarıyla daha fazla uyması nedeniyle, bir son an değişikliğiyle bu göreve getirilen; İsmail Cem tarafından açıklanmıştır.

Refah Partisi kapatılsın!
Yaşadığımız ayların en önemli gündem maddelerinden biri olarak, Refah Partisi'nin Kapatılması Davası ortaya konulmuştur. Barikat'ın daha önceki sayısının Gündem yazısında, Refah Partisi'nin bu akımın ilk Partisi olmadığını, son partisi de olmayacağını, bu akıma, tarihimizle özdeş tarihi içinde bizzat devlet tarafından güç verilip önünün açıldığını, zaman zaman ihtiyaç duyulduğu hallerde de öne çıkarıldığını, duruma göre; "demokrasi içindeki güçlerden biri", "halkın bazı kesimlerinin temsilcilerinden biri" ya da "düşman" ilan edildiğini ifade etmiştik.
Oyunun bu perdesinin özeti ise şöyledir: MGK, şeriatın PKK teröründen daha büyük bir tehlike haline geldiği açıklanmaya başlamıştır. Zaman zaman bu şekilde, zaman zaman da PKK ile aynı boyutlarda bir tehlike olduğunu söylüyorlar. Sonra sanıyoruz, PKK'yi bu kadar fazla telaffuz etmenin, onun gücüne ilişkin ajitasyon ve propagandaya hizmet ettiğini düşünerek, bu söylemlerini geri çekiyorlar ve PKK'nin şeriattan daha geride bir tehlike odağı olduğunu söylüyorlar. Bu konuda tam bir karar vermiş gibi değiller.
MGK'nın Refah Partisi'ne yönelik startıyla başlayan süreçte, Kemalist ve kahraman Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, her türlü tehlikeye göğsünü siper ederek, bir gece ansızın Refah'ın kapatılması yönünde dava açtığını açıklayıvermişti.
Vural Savaş, Refah Partisi'nin kapatılması davasına karşılık bu durumun demokrasiye aykırı olduğunu savunan bir kısım "demokratlarımıza" yönelik olarak davayı savunurken, "Hiç bir parti Refah kadar kapatılmayı hak etmemiştir" demektedir. Refah'ın kapatılması ya da açık kalması, ülkede neyi değiştirecektir? Bu ülkede demokrasinin varlığını ve yokluğunu tartışmak için Refah Partisi'nin kapatılması davası materyal midir?
İşkence, yıkım, imha, kayıplar, soykırım, Anadolu'nun doğusunun tümden yakılması, gelir dağılımının Afrika ile kıyaslanacak düzeylerde uçurumlar içermesi, DEP milletvekillerinin Meclis önünden tartaklanarak tutsaklığa götürülmesi, yargısız infazlar, düşüncelerini açıklayan insanların, yazarların doldurduğu cezaevleri, gazetecilerin dövülerek ya da dövülmeyerek katledilmesi, çocuk ölümlerindeki korkunç rakamlar, çetelerin ayyuka çıkan özgürlükleri ve egemenlikleri, hesaplaşmaları, cinayetleri, esrar eroin gemileri ve yeşil pasaportlu kaçakçıların ülkesinde; demokrasi sedece Refah için mi vardır?
Diğer konularda demokrasi adına ağzını açma cüretini gösterememiş demokratlarımz, Cumhuriyet ve demokrasiyi kendinden başka herkes için günah sayan bir akıma, göstermelik olarak ta olsa, seçim hesapları açısından da olsa, dokunulması endişesi ile neden bu denli özgürlükçü kesilmişlerdir?
Neyse ki, bir kaç aydır kopardıkları yaygarayı, esas efendi de desteklediğini açıklamış ve onlara çok daha geniş bir Refah'ı kurtarma zemininin yolunu açmıştır. Kasım ayının sonlarına doğru, ABD'den, "Refah'ın kapatılmasının demokrasinin yara almasına neden olacağı" yorumu gelmiştir. ABD'nin, kamuoyuna yönelik yapılan bir açıklamasında, bunun tersini söylemesini beklemek safdillik olur. Bilindiği gibi, kamuoyu önünde ABD de her zaman; dünyadaki tüm demokrasilerin koruyucusu, kollayıcısı ve eksperidir. Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, artık geri dönemeyecekleri bu noktada, sözkonusu yorumu tepkiyle karşılamış ve 'bağımsızlığımızın' sesi olarak demiştir ki:

"Türkiye, ABD'nin
bir eyaleti değildir."

Türkiye ABD'nin bir eyaleti olmaktan çok daha kötü bir bağımlılık içerisindedir. ABD, kendi eyaletlerinde yaşayan insanların bir emperyalist ülke vatandaşı olmalarının ayrıcalıklı ekonomik refahını sağlamıştır. Her ne kadar, kişiliğine uygun olarak, özgürlügün sınırları orada da devlete ve mülke dokunmak çizgisinde bitiyorsa ve her ne kadar orada da arka sokak insanları yoksullukla pençeleşiyorsa ve her ne kadar ara sıra insanların kafasına dayanan polis silahları beyin dağıtıyorsa da, oralarda, geri bıraktırılmış ülkelerden çalınanla oluşturulmuş bir zenginlikler birikimi vardır.
Onlar, bu zenginliklerini sürdürebilmek için, bizim gibi ülkelerin mahkemelerine bile müdajhale etmekte, sadece aşımızı ekmeğimizi değil, onurumuzu, her türlü özgürlüğümüzü de hapsetmektedir. Gaspetmek ayrı bir şeydir. Hapsetmek diyoruz; çünkü gasp olayında, yine de bir sahip olma edimi vardır. Ve biz ne yazık ki, hiçbir şeyin sahibi değiliz. Ne ülkemizin, ne haklarımızın, ne kurumlarımızın, ne özgürlüğümüzün, ne aşımızın ekmeğimizin. Fakat ne olursa olsun, Refah'a sahip çıkmak gerekir... Demokrasi adına, özgürlükler adına, çifte standart uygulamamak adına vb.
Hayır, Refah kapatılmalıdır. Refah'ın kapatılması savunulmalıdır. Ve diğer tüm partilerin... Çeteleri besleyenlerin. Hiç değilse, ipliği pazara çıkmış çetebaşlarını, milletin vekili koltuklarında oturtanların. İlerlemek için mücadele edilmelidir. Büyük kazanımımızın yolu, küçük adımlarımız ve bu adımlar içinde yaratılan olgulardan geçer. Refah, bir çok partinin işlediği suçlardan çok daha fazlasını işlemiştir.
Refah, en büyük eroin şebekelerinden biridir. Refah, bir savaşı, (Bosna) kullanarak halkı soyan bir dolandırıcılar çetesidir. Refah, Sivas Katliamı'nın sorumlusu bir katil çetesidir. Refah, halkın oylarını çalan, çöplükleri oy çuvallarıyla dolduran bir hırsızdır. Refah, gençkızları din istismarıyla sömürerek ırzlarına geçen bir sapıklar partisidir. Diğer sapıkların, esrarcıların, dolandırıcıların, katillerin de suç üstü durumları, ayrıca değerlendirilmelidir. Bu demokratlar ise, MHP'nin de bir demokrasi gücü olarak yüzlerce genci katletmesini onayladıklarını söylemelidirler.
Bir kaçakçı, bir sapık, bir hırsız, bir dolandırıcı yakalandığında; bunu bırakalım, çünkü bütün sapıkları, bütün hırsızları, dolandırıcıları henüz yakalayamadık, demokrasiye aykırı olur diyor musunuz?
Bu ülkede partilerle halkın arasında gerçek bir bağın varlığını kim savunabilir? Halkın oylarından ve Meclis denilen o çöplükteki temsilinden ve bu Meclis'in, demokrasinin bir organı olduğunu hala düşünebilen var mıdır bu ülkede? Öne süren, savunan insanlar var mıdır, demiyoruz. Çünkü düşüncelerle söylemler arasındaki riyakarlığın, en uç noktalarda yaşanmakta olduğu siyasal süreçlerin içindeyiz.

Avrupa Birliği
Avrupa Birliği için uzun bir "ya olacak, ya olacak" serüvenine giren Türk Devleti, son günlerde bu konuda bir hayli umutsuzluğa kapılmış gözüküyor.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in daha önceki, 'Bizim için tek yol Avrupa Birliği yolu değildir. Türkiye'nin başka seçenekleri de vardır' yolundaki demeçlerini bir yana bırakırsak, (ki bu demeçlerin verildiği günler, Avrupa Birliği için yoğun çaba ve temasların sürdürüldüğü günlerdir) , aslında son günlere kadar umutlarını korumaktaydılar.
26 Kasım 1997 tarihinde bir açıklama yapan Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel: "Tükiye AB ile kapı önünde bekleyen bir ülke olarak ilişki kurmayacaktır. AB, Türkiye'ye tam üyeliği verecek gibi gözükmüyor. Dolayısıyla tam üyelik bizim de gündemimizden çıkmıştır ya da çıkmak üzeredir" demiştir.
Gürel, şimdi Başbakan Yardımcılığı yapmakta olan Ecevit ile birlikte, Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda gündeme getirilen Kıbrıs'ta ödün verme tezine sıcak bakmayan politikacılar arasındadır.
Avrupa Birliği konusunda seçim meydanlarındaki ve programlarındaki ısrarcı tutumları nedeniyle kamuoyu ve uluslararası ilişkiler önünde prestijlerini kurtarmaya çalışan, Avrupa Birliği'ne girince önlerine açılacak olanakların ve özellikle serbest dolaşım koşullarının hayali ile yatıp kalkan hükümetlerimiz, şimdi artık bir ara çözüm, yüzeyde ve tali olarak, ilişki değilse bile iletişimi sürdürme üzerinde politika yapmaktadırlar. Kısacası, durumu kurtarmaya çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, 'şimdilik Başbakan' Mesut Yılmaz'ın Avrupa Konferansı'na çağrılmasını dahi bir aşama, Avrupa'dan koparılmış bir ödün olarak kamuoyuna yansıtma çabasındadırlar. Almanya va Fransa'nın bu davete karşı çıkmayacaklarını açıklamaları, yoğun diplomatik çabalar ve şu an açıklanmayan ödünler sonucu sağlanabilmiştir.
Bizim ülkemizde, genel insan psikolojimizin üst düzeyde yaşanan sonuçlarından biri olarak, yabancılarla ilişkiler her durumda çok önemlidir. Sanki bizimki Başbakan değilmiş gibi, bir başka ülkenin başbakanının bizimkinin elini hararetle sıkması, yanaklarından öpmesi ya da onunla senli benli konuşması, bizimkini yücelten bir tavır olarak günlerce işlenir, o başbakanımızın partisi içindeki etkinliğini arttırır ve o partinin iç politikadaki prestij materyali haline getirilir.
Umarız, Yılmaz, Avrupa Konfaransı'na çağrılacaktır ve bazı Başbakanlar, büyük bir samimiyetle bizimkinin elini sıkacaklardır. Belki de onu öpeceklerdir...

Dokunulmayan
dokunulmazlıklar

Devrimci saflarda, ülke gündeminin egemenler ve yönetenler cephesindeki gelişmelerine karşı iki ayrı yanlış eğilim vardır. Bir kesim, bütün sorunların devrimle çözümleneceğini söyleyerek -ki en temelde böyledir- gelişmelerle ilgilenmemekte, ya da en azından ilgilerini yorum ve çözümlemeler düzeyinde değil de, ideolojilerin temel sloganlarıyla yanıtlayarak tanımlamaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla da, aslında bu gelişmelere ilişkin hiç bir şey söylememektedirler.
Halkın bilnçlenmesinin, düşmanın yüzünü biraz daha açık görebilmesinin argümanları, somut ifadeleri olan bu gelişmeleri; sosyalistin gözüyle onlara aktaramadıkları, açıklayamadıkları için, halkın ülke gündemiyle ilgili bilgilendirilmesi Reha Muhtar gibilerine kalmaktadır. Bu arada, sosyalistlerin kitle iletişim araçlarındaki olanaklarıyla devletin ve karşı devrimcilerin olanaklarını kıyaslamak elbette mümkün değildir ve bu konuda genel olarak son derece büyük bir problemle karşı karşıyayız gerçekten.
Ülke gündemine ilişkin yaklaşımlar konusundaki diğer bir yanlış eğilim ise, gündemdeki olaylara gereğinden fazla değer biçerek, herhangi bir olayla ülkenin çok farklı gelişmelere doğru yöneleceğini, halkın tutumunun çok farklı kanallara akabileceğini, ya da devrimle karşı devrim dengelerinin değişebileceğini umut edenlerin, var sayanların eğilimidir. Bunlara göre, sözgelimi bir Susurluk, yasal düzenlemelerdeki görece ve göstermelik iyileştirmeler, Avrupa'nın insan hakları konusundaki baskıları nedeniyle verilen öylesine bir kaç söz, çok önemli gelişmelerin kapısını aralayabilir.
Olayları, bu gözle değerlendirir ve umut içinde beklerler. Bu kesim, Ağustos aylarında ordu atamalarındaki bir isme dahi büyük işlevler yükleyerek, bilmemkinin emekli olmasının ya da bir generalin yükselişinin, ülkenin bir sonraki sürecinde etkili olacağını varsayarlar. Bu devletin bütün dengesizliklerine rağmen temel var olma çarklarının yerinden, ancak ve ancak çok güçlü halk atılımlarıyla sökülebileceğini, ülkenin içinde bulunduğu ilişkiler itibarıyla Refah'ından CHP'sine kadar hiç binrinin yapabileceği çok fazla şey olmadığını göremezler. Bütün yaşanmışlıklara rağmen...
Sosyalistlerin ülkedeki gelişmelere ilişkin doğru tavrı; tıpkı dünyadaki gelişmeler gibi, bunları yakından izlemek, olabildiğince çok kaynaktan veriler toplamak ve yorumlayarak her gelişmeyi ilişkide olduğu insanlara, halka doğru temellerde anlatabilmektir. Bu ülkede yaprak kımıldasa bizi ilgilendirir. Hem de bütün yüreğimizle, bütün beynimizle ilgileniriz. Bütün gelişmelerle...
Ama sadece ilgilenmeyiz, sadece izlemeyiz. Bunların gerçek yönlerini öğrenmeye çalışır, kamuoyuna yansıtılan yüzeyselliğin dışındaki verilere de toplamaya çalışır ve sosyalist süzgecimizden geçirerek halka anlatırız. Bir yapının olduğu gibi, her militanın, her sosyalistin görevidir bu. Ve önemli görevlerinden biridir.
Bir dönem olduğu gibi, Marksist klasikleri ezberleyen ama o ay ülkesinde neler olduğunu, dünyadaki önemli gelişmelerin yaratacağı sonuçları bilemeyen, bunları günlük gazetelenden dahi izlemeyen bir kuşak, bu ülkenin geleceğine ilişkin politika üretemez. Marksist klasiklerde Susurluk'un yorumu yoktur, ama Susurluk gibi bir olayı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini öğretir onlar bize. Sosyalizmi bunlar için öğreniriz.
1997'nin bu son aylarında yaşanan "dokunulmazlıklar" konusu da, biraz önce yaptığımız genelllemeler içine giren bir örnektir. Ya çok önemsenmekte, ya da sıradan bir Meclis vakası olarak öylesine okunup, (şu dönem bakılıp demek gerekiyor sanırız, çünkü televizyonlar yazılı basından çok daha fazla insanları yönlendirmektedir) geçiliyor.
Meclis'in dokunulmazlıkların kaldırılmamasına ilişkin tavrı, ülkemizin inanılmazlıklarından ve egemenlerin, çetelerin artık herşeyi halkın gözünün içine baka baka yapma özgürlüğü kazandığının, yaptıklarına bir kılıf arama ihtiyacı daha duymamasının örneklerinden biridir. Dokunulmazlıkların kaldırılmasını benimseseler ve bazı dosyalar incelense ne olur? Bu dosyaların akıbeti de Susurluk dosyasından çok farklı olmaz. Fakat bu kadar dahi uğraşma ihtiyacı duyulmamaktadır. Susurluk sonrasında bazı kesimlerin,"Artık bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." propagandası yapmaları, cümle kanallarda Susurluk kamyonunun anatomisini ezberletmelerine rağmen, bugün artık Susurluk da, tarihimize yazılmış bir "geçmiş"tir. Ne verileri, ne de olayın ortaya koyduğu vahim bazı sonuçlar, üzerine gidilemeyenler listesine yazılarak rafa kaldırılmıştır. Sadece zaman zaman rahatsız edilen Bucak gibileri, "açıklarsam deprem olur" yolunda sözler sarfederek, bu ülkede bütün çetelerin birbirine gebe olduğunu ve hiçbirinin feda edilmesinin sözkonusu olamayacağını hatırlatmaktadır.
Yöneticilerin, zaman zaman içinde bulundukları ruh hali ile "şok açıklamalar" yapmalarına ve bu açıklamaların günlerce manşetlerden inmemesine rağmen, her konuda olduğu gibi, kısa süre sonra bunların tümü 'unutulmaktadır'. Sözgelimi Başbakan Mesut Yılmaz, Kasım ayı içerisinde Susurluk'la ilgili önemli sözler sarfetmiştir. Bir ay önce, "Susurluk bombası 15 gün içinde patlayacak" diyen Yılmaz, daha sonra, "Susurluk meselesinde olaylar o denli karıştı ki, çeteler devletin içinde yuvalanmış. Çok karışık organizasyonlar var. Siz olayların sadece yüzde 5'ini biliyorsunuz. Ben olayların yüzde 20'sine vakıfım. Geriye kalan yüzde 80'ini siz tahmin edin. Ben tahmin etmek bile istemiyorum" şeklinde konuşmuştur. Yılmaz bu sözleri, kendi milletvekillerine yönelik olarak söylüyor. Acaba bizler kaçta kaçını biliyoruz. Bizim bilgilerimiz, devletin işlerliğinin, niteliğinin ve yapısal özelliklerinin tümü olduğu için, gerçekte somut olayların yüzdeleri bizleri çok fazla bağlamıyor. Ama kuşkusuz yüzde 100'lük bir rakam bir hayli heyecanlı olurdu.
Yılmaz,"epeyce ipuçları elde edildi. Ama sonuç almak için daha fazla üzerine gidilemiyor. Askeri istihbarattan bilgi gelmiyor. MİT ise, on kere, yirmi kere süzgeçten geçirdikten sonra bilgi veriyor. O da bir işe yaramıyor. Tıkandık. Ben bu işin böyle olacağını bilseydim bu işin içine girmezdim. Biz çözülmesi için, başkaları da çözülmemesi için uğraşıyor." diyor.
Arkasından, güç bela komisyon kararı ile dokunulmazlıkları kaldırılmak zorunda kalınan, ya da kaldırılmış gibi yapılan Ağar ve Bucak ikilisinden tehditler geliyor. Bucak, "Susurluk'u çözenler de yanar" buyuruyor. Bu ülkede halkın dışında da birileri yanacak evet ama, ne yazık ki, biraz daha zaman var. Şimdi sadece halk yanıyor. Kibriti çakan kim olursa olsun, soygunu yapan kim olursa olsun, hangi çete, hangi eroinci, hangi katil işbaşında olursa olsun, halk yanıyor.

ABD, İncirlik'i rica etti mi?
Bizim ülkemizde, söylenen sözün hiç bir anlamı yoktur. Hele bu söz, politikacıların ağzından çıkmışsa... Politikacılarımız, işkembe-i kübradan, atarlar. Sözgelimi, Kasım ayında Körfez'de suların yeniden ısınması üzerine, Başbakan Mesut Yılmaz Viyana'ya uçarken; "ABD Irak'ı vurmak üzere İncirlik'i kullanma izni istedi" diyor. Viyana'ya iner inmez de, bu sözlerini yalanlıyor.
Durumun, atma tutamama yönü bir yana, hemen arkasından Washington bir açıklama yaptı: "İncirlik'i kullanmak için izin istediğimiz yolunda çıkan haberleri garipsedik." Bu diplomatik dil, iki şekilde yorumlanabilirdi. Birincisi; "İncirlik'i kullanmayacağız, bu tür haberler de nereden çıkıyor." İkincisi; "İncirlik' kullanacağız, kullanırız, ama bunun için izin istemek te neyin nesi oluyor." Ve elbette, ikinci yorum doğrudur.
ABD'nin "garipsediği", İncirlik'in kullanılması değil, kullanılması için izin istenmesidir. Üs, Demirel'in Başbakanlık yıllarında, ülkemizin bu utanç verici kara lekelerine karşı yoğunlaşan sosyalist eylemlilikler karşısında; "üsler yok, bazı tesisler var", şeklinde açıklamaya çalıştığı gibi, teknik işbirliği sonucunda oluşturulmuş yerler değildir. Ülkemizde, bütün yeni sömürgelerde olduğu gibi, ABD üsleri vardır, ve Türk vatandaşları bu üslerin çevrelerindeki karayollarında belli bir hızın altında seyredemezler, resim çekemezler ve bu üslere, yani ülkemiz sınırları içindeki dolaysız Amerikan topraklarına, üst düzey Türk komutanları bile, resmi ABD yetkilisi izni olmadan giremez, girdiği zaman da üs görevlilerin refakatinde, saptanan program çerçevesinde gezdirilir, uğurlanırlar. Bu "tesisler" ABD tarafından bölge ülkelerinin izlenmesi, dinlenmesi, gerektiğinde tehdit edilmesi, gerektiğinde bombaları silahlara okyanuslar aşırtma zorunluluğunu duymadan hemen şuracıktan kaldırılan uçaklarla "vurulması" gibi ulvi amaçlar için kullanılır. Eh, bunda ne var...

Birkaç "ufak" soygun daha
Ülkemizin bir çeteler diyarı olması ve devletin çeteler koalisyonu niteliğinden dolayı, kaçınılmaz olarak yapılmakta olan bütün işler, çete mantığına göre yürütülmektedir. Diplomatların ve bürokratların devlette yer alış tarzları bile bu genel yapılanışa uygundur. Başka türlü olması, eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Herşey birbirine bağlı değil midir?
300 Trilyon, nelere karşılık gelen bir para tutarıdır. Bunu uzun uzun hesaplamaya gerek yok. 300 trilyon, milyarda birini bile bir emekçinin rüyasında görse, ertesi sabah mutlu uyanacağı meblağda büyük bir paradır.
Geçtiğimiz günlerde, artık ne yazık ki kanıksanmaya başlayan yolsuzluk davalarından biri daha başladı. Türk Telekom ve Posta İşletmelerinde 33 trilyonluk bir yolsuzluk yapıldığı açıklık kazanmıştı. Aslında buna, iyi gizlenemediği için, yolsuzluk ortaklarından biri ya da birkaçı güvenilmez çıkıp bu devlet sırrını iyi koruyamadığı için deşifre olan konulardan biri demek gerekiyor. Bu tür konuların deşifrasyonu, devletin bekasını zedelediği için, sanıkları asıl bu suçlardan yargılamak gerekiyor...
Türk Telekom'un Genel Müdürü Cengiz Bulut ile, Posta İşletmeleri Genel Müdürü Veli Bettemi, sözkonusu yolsuzluğun açığa çıkması üzerine görevlerinden uzaklaştırılmak zorunda kalınmıştı. Bu iki kurumda çalışan 34 üst düzey bürokratın da yolsuzluğa karıştıkları ortaya çıkmıştı.
Sonuç olarak, bütün diğerleri gibi bu trilyonların uçuşunun da, ülkemizin sıradan bir olayı olarak, bir gazetenin köşesinde, tek sütuna beş santim, adi-adli vak'a olarak verilmesi, yeterli...

"Gizli" MSGB basın manşetlerinde

Ordunun son dönemdeki taktiklerinden biri de; "gizli" bir takım bilgileri, (önceleri gizli olan ama o aşamada deşifre edilmesi gereken, ya da gizli tanımlaması ile daha fazla dikkatlerin yoğunlaşması sağlanan) basına sızdırarak, politikanın burjuva oyunlarını, burjuva politikacılarından daha hızlı ve ustaca oynamak olmuştur. MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİ olarak adlandırılan bu yeni MGK tüzüğü, uluslararası antlaşmalardan kanun ve yönetmelik içeriklerine kadar her türlü konuyu tıpkı bir anayasa gibi kendi saptamalarına bağlıyor.
MGSB, bu ülkenin hangi kurum tarafından ve hangi esaslara bağlı olarak yönetildiğinin de belgesidir. Aynı zamada, yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin anlamı (anlamsızlığı)nın belgesidir. Gücün belgesidir. Gücün kimin elinde olduğunun belgesidir. Hep söylediğimiz gibi, bu ülkede devrimciler dışında bütün kesimler silahlıdır. Ama kuşkusuz içlerinde en etkin ve kıyaslanamayacak silah gücü ve örgütlenme avantajı, aşılamaz hiyerarşik düzenleniş, Silahlı Kuvvetlerde olduğu için, siyasetin de yönlendiricisi odur. Ve parlamentodaki partiler gibi, hiçbir partinin ya da kurumun ona muhalefet etme gücü ve cesareti olmadığı için, sulandırılmamış, deşifre edilemez, muhalif seslerle rahatsız edilemez bir siyaset yürütmektedir.
Kendileri hükümette iken, MGK toplantılarında işgal ettikleri bir kaç sandalyede hazırolda oturan DYP ve Refah Partisi yöneticileri, MGSB'ya karşı görev icabı biraz mızmızlanıyor gibi gözüküp TV kanallarına bu konudaki muhalefetlerini açıklarken profil çekime verseler de, bunun bir figüran rolü olduğu bilinmektedir,
Devlet, onlara bu perdede bu kadarcık bir muhalefet görevi vermiştir. Bu ülkede, demokrasi icabi birilerinin muhalefet yapar gibi yapma yükümlülükleri vardır. MGK, muhalefet çizmesinin boyunu zaman zaman onlara anımsatır. Devlet emreder, figüranlar yapar. Tıpkı Susurluk soruşturmasına bağlı olarak mahkemeye çıkarılmak zorunda kalınan bir kaç polisin ifadelerinde belittikleri gibi:
"Emirsiz, talimatsız bir şey yapmadık. Devletin bize verdiği işleri yaptık."
Abdullah Çatlı'nın eşi diyor ki: "O, emniyet güçleri tarafından kullanıldı.
Nurullah Ağansoy'un eşi diyor ki: "Kocam itirafçı olduktan sonra salıverildi. Biz o yıllar sıkıntı içindeydik. Devletten tenceremizin kaynaması için bir şeyler istedik. Devlet kocama aş değil, silah verdi." Devletin bir bankasını birlikte soyan ama bu soygun paralarını paylaşma konusunda anlaşmazlığa düştükleri için mafyaya başvurup birbirlerinin hesabını görmek isteyen, saygın devlet bürokratı ve saygın işadamları, Selim Edes ve Engin Civan ikilisi; bu paraları paylaşma konusunda, tıpkı benzer yüzlerce soyguncu gibi daha olgun ve usulüne uygun davransalardı, Emlak Bankası soygunundan da haberimiz olmayacaktı.
Üstelik bu soygun, Emlak Bankası'nın ilk soyuluşu da değildi. "Rüşvetin belgesi mi olur pezevenk" sözcükleriyle siyasal soygunlar tarihimizi onurlandıran bu eylemin perde arkasında kalan yönleri, yani Emlak Bankası'ndan başka kimlere krediler sağlandığı, "devlet sırrıdır" diye açıklanmadı. İnanılır gibi değil, değil mi? Ve devrimciler, inanılmaz ölçüde çürüyen böyle bir düzenle savaşmak, bu düzeni alaşağı etmek konusunda ne kadar geri bir noktadalar. Bu da başka bir inanılmazlık boyutudur ...
Aslına bakılırsa, MGSB, bugün keşfedilmiş ve uygulamaya sokulmuş bir tüzük çalışması değildir. Kemalist devletin kuruluş döneminde böyle gizli-temel bir anayasa belirlenmiştir.1923'ten önce, Mustafa Kemal ve çevresi, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'nin yönetimdeki rolünü ve temel politikaları saptayan bir çerçeve metin hazırlamışlardır. Bu gizli tüzük, daha sonraki dönemlerin gelişmelerine ve gereksinimlerine uyarlanarak günümüze kadar gelmiştir. Bir geleneğin devamıdır bu anlamda. Örneğin, sözkonusu temel anayasadaki en önemli değişikliklerden biri de, SSCB'nin çökmesinin ardından gerçekleştirilmiştir. Yapılan değişiklikler doğrultusundaki yeni politikalar, Bakanlar Kurulu'na gönderilmiş ve aynı doğrultuda gizli kararnameler hazırlatılmıştır.
MGK'nın açık ve somut işlevlerine rağmen, bugün ülkemizde acı bir ironi yaşanmaktadır. Politika sahnesindeki akımlar, gruplar, çeteler; öylesine gericileşmiş, yozlaşmış ve deşifre olmuşlardır ki; Ordu, yıpranmayan, gelenekler itibarıyla avantajları olan, gücü dolayısıyla yıpratmaya ya da dokunmaya kimsenin cesaret edemediği, "temiz kalan Cumhuriyet'in tek bekçisi olarak" destek, sempati görmektedir.
En ilerici, en dürüst politikayı yaptığı imajını yaratmak konusunda azımsanmayacak bir başarı sağlanmıştır. Bazı solcularımız bile, yaratılması başarılan bu imajın etkisinde kalarak, şeriat vb. tehlikelere karşı ordu'yu tercih etmek gerektiğini savunmaya başlamışlardır.
Halk, emekçiler ve onların varlığını, devrimin, devrimcilerin gücünü tümüyle unutmuş olarak politika yapan, ülke yöneten insanlara, soldan da destek gelmektedir.
Bu ülkede emekçiler vardır. Bu soyguncuların hepsini ayakta tutan, besleyen, yaşamlarında ihtiyaç duydukları herşeyi üreten, zenginlikleri yaratan emekçiler vardır. Ve hatta bazılarının solcu gibi ortalıkta dolaşıp fikir satarak rehavete ermesi dahi, emekçilerin varlığı ve üretimleri sayesindedir. Bu ülkede, emekçilerle birlikte, emekçilerle tüm benliğini, ruhunu ve beynini bütünleştirerek, düzenden her türlü kopuşu sağlayarak, kendini gerçekten halkına ve ülkesine, özgürlüğe ve aydınlığa adayacak kuşaklar yetişmektedir.

Ve emekçiler, bir kez yekinmeye görsün.
Ve devrimciler, bir kez mayayı tutturmayı
başarmaya görsün...
Ondan sonrası , bir başka yangın.
Fakat artık emekçilerin yanmayacağı
yangınlar...

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92