Büyük çözümsüzlüklerden güçlü çözümler doğar tanımlaması;
siyasal ve sosyal yaşamda gerçekliği ile sık sık
yüz yüze geldiğimiz doğru ve önemli bir çıkarımdır.
Ülkemiz bugün gerçekten çok ciddi çözümsüzlükler
yaşamakta, aysbergin görünen yüzünde ise, çözüme
yönelik açılımların ipuçları dahi belirginleşmemektedir.
Devlet açısında da, halk açısından da farklı çelişkilerle
kendini ifade eden bir sorunlar yumağı içine girilmiştir.
Son tahlilde ip, gelip her türlü çözümsüzlük için
yine halkın boğazına dayanmaktadır ama, Oligarşi'nin
durumunun da açmazlardan ibaret olduğu bir gerçektir.
Halk, bu büyük çözümsüzlükler sürecinden, herşeye
ve bütün gecikmelere rağmen, güçlü çözümlerle çıkacaktır.
Tarihin doğası, tersinin yaşanmasına aykırıdr.
Peki ya Oligarşi?
Artık, yakın geçmişin en az yıpranmış gücü olan
Ordu'nun etkinliğinde yönetimi elinde bulunduran
MGK da, kısa vadeli programlar ya da sadece bazı
özel konulara yönelik çözümler dahi üretemeyecek
ölçüde tıkanmıştır. Refah - DYP Koalisyonu'ndan
sonra, yani, şeriatçılarla birlikte bir kısım çetecilerin
hükümette olduğu dönemden sonra ANAP-DSP Koalisyonu'nda
karar kılınmış olması, yıpratıcı ve yeknesak uzatmaların
tekrarından başka birşey değildir.
Nitekim, ANAP-DSP Koalisyonu da; ilk günlerinde
bir Kemalist Devrim havasıyla gündeme sokulan sekiz
yıllık eğitim seferberliğinin heyecanı bitince,
değişen fazlaca birşeyin olmadığı, bu koalisyonu
can -ı yürekten destekleyen ve neredeyse ülkenin
kurtuluşu olarak lanse eden kesimler tarafından
bile eleştirilmeye başlanmıştır. Başbakan Yılmaz'ın,
"Başbakan olduğu ama erk olamadığı" ifade
edilir olmuştur. Yanılgı, Yılmaz'ın değildir. Yanılgı,
hala bu ülkede hükümetlerin değişmesiyle bir şeylerin
değişebileceğini umut eden aymazlarındır.
Bu ülkede, 12 Eylül'le kalıcılaştırılmış bir ve
tek yönetim erki vardır ve o da MGK'dır. Değişen
hükümetlere göre, MGK içindeki hükümet üyesi çehreleri
değişebilir. Ama bu üyeler, sadece orada ordunun
verdiği brifingleri izlemek, belirlenen politikaları
savunmak ve hayata geçirmek, eğer Refah gibi yaramazlık
yaparlarsa da, azarlanmak için bazı koltukları işgal
edebilirler.
Fakat yaşadığımız günlerde, ordunun da bir tıkanışı,
soluk alamaz, soluk veremez hale gelmesi söz konusudur.
Uzun bir süredir Avrupa Birliği'ne endekslenen hükümetler,
Avrupa Birliği kapılarındaki umutsuz çırpınışlarının
sonuç almaya değil, bu yolda biraz olsun mesafe
almaya dahi yetmediğini, daha somut olarak görmeye
başlamışlardır. Aslında, yalan ve takiyye konusundaki
uzmanların, yani Erbakan ve Çiller'in kaybedilmiş
olması, Avrupa Birliği konusunda da biraz daha gerçekleri
ve olasılıkları açığa çıkarmıştır. Şimdi artık Clinton,
Çiller'i telefonla arayıp,"Hey Tansu, ne haber"
diye başlayan çok samimi telefon konuşmaları yapamadığı
için, Çiller yurtdışına gidip "masaları yumruklayamadığı"
için ve Erbakan günü birlik "en demokrat"
ya da "en şeriatçı" kesilerek hayırlı
politika yapamadığı için, Türkiye ileriye gidememektedir...
Avrupa Birliği kapılarındaki umutsuzluğun yanısıra,
en büyük ve esas efendi ABD ile ilişkiler de pek
sağlıklı yürümemektedir. Bütün fedakarlıklarımıza
karşın, ABD'nin yine nankörlüğü üzerindedir! ABD
ile Türk Devleti arasındaki ilişkiler, tam bir efendi-kukla
ilişkisi, bağımlılık ilişkisi olduğu için, kuklanın
efendiye karşı gösterdiği büyük sadakate rağmen;
bu tür ilişkilerin doğal sonucu olarak, arasıra
yenilen tokatlarla sersemlenilmektedir. Bu günlerçıkmamasını
önlemek ve tutarlı bir savaş politikası ile diğer
alanlarda istikrar sağlanmasını, ordunun olağanüstü
büyüyen finansman sorunlarının çözümlenmesini gerçekleştirmektir,'
mantığından kaynağınıan emir ve perspektifleri,
bir türlü gerektiği gibi yerine getirilememektedir.
Kendileri bizatihi problemden ibaret politikacılar,
kaçınılmaz olarak sürekli koltuk değiştirmek zorunda
kalmaktadırlar. Bu deçıkmamasını önlemek ve tutarlı
bir savaş politikası ile diğer alanlarda istikrar
sağlanmasını, ordunun olağanüstü büyüyen finansman
sorunlarının çözümlenmesini gerçekleştirmektir,'
mantığından kaynağını alan emir ve perspektifleri,
bir türlü gerektiği gibi yerine getirilememektedir.
Kendileri bizatihi problemden ibaret politikacılar,
kaçınılmaz olarak sürekli koltuk değiştirmek zorunda
kalmaktadırlar. Bu değişiklikler de, sorunların
hiç değilse bir kısmını dahi çözümlemeye yetmemektedir.
Nitekim, politikacılardan vazgeçen askerler, gazetecilerle
politika yapmaya çalışmaktadırlar.
Gazetecilerin, savaşın milis kuvvetleri gibi kullanılmasının
son örneklerinden biri olarak, basının 'güzide'
elemanları, savaşın sürdüğü topraklara taşınmış
ve 'askerlerin yaşadığı güçlükler, fedakarlıkları,
durumun ciddiyeti, ihtiyaçlar', onlara somut olarak
gösterilmiştir. Bu girişimin, medya elemanlarının
propaganda ve ajitasyon unsurları olarak kullanılmasından
daha öte boyutları vardır. Medya mensupları, zaten
her dönem çeşitli biçimlerde devletin potlitikaları
doğrultusunda kullanılmaktadır. Burada ise, maddi
ve manevi sıkışmışlıklarını ifade etmişler, sivillerin
bu kirli savaşın yürütülebilmesi için neden daha
fazla özveride bulunması gerekliliğinin altını çizmişlerdir.
Oraya götürülmek üzere seçilen gazetecilerin özellikleri
de dikkat çekicidir. Her dönem devletin kulları
olanların dışında, kısmen aykırı, muhalif, 'solcu'
gazeteciler de seçilmiştir. İnsani temellerde savaşı
istemeyen ve bu konuda yazılar yazan bu insanların
kazanılması, ama savaşın durdurulması gerekliliğini
savunulmaktan da vazgeçmemeleri istenmektedir.
Askerler, biz "görevimizi yaptık, şimdi artık
sivillerin birşeyler yaparak bu işin renginin değişmesini
sağlamaları lazım" demeye çalışmaktadırlar.
Çünkü bu iş gerçekten artık bu biçimiyle sürdürülemez
duruma gelmiştir. Dengeleri hiç bir zaman oturmayan
devletin, her konuda işin çığırından çıktığı bir
dönemi sözkosudur. Öyleki, artık bu devleti ordunun
bile kurtaramaz hale gelindiği dönemlere doğru gidilmektedir.
Ve ordunun davranışlarında da, bu durumun ipuçları
vardır.
90 milyar dolar dış, 40 milyar dolar iç borç birikmiştir.
Devlet, çok büyük oranda kara para sahiplerine borçlanmış
bulunmaktadır. Kara paranın önünün açılması dolayısıyla
ölmeden yaşanabilmektedir, ama bu durumun nereye
kadar sürdürülebileceği de meçhuldur. Devletin bu
işlerin alt yapısını ve güvenliğini sağlamanın da
ötesine geçtiği, bu işleri resmi elemanlarınca bizzat
yaparak dahi durumu kurturamadığı bilinmektedir.
Elde edilen birikimlerin sisteme değil, hayırlı
kullara harcanarak tüketilmesi gerçekleri de, en
büyük açmaz noktalarından biridir.
Savaş harcamaları, gerçekten çok vahim sınırlarda
seyretmektedir. Uluslararası istatistiklerde hemen
her konuda alt sıralarda görmeye alıştığımız ülkemizi,
"dünyanın en fazla silah satın alan ülkeleri"
listesinde, yedinci sırada görüyoruz.
Bunca silah bir o kadar gencimizin kanı demektir.
Ve bu kan nehrinin akışı durdurulmalıdır.
"En çok silah satan ülkeler" listesi ile,
"en çok silah alan ülkeler listesi", kuşkusuz
değerli siyasal çözümlemenin aktarım gücü ile kıyaslanabilecek
kadar önemli tanımlamalar içeriyor. En çok silah
satan ülkelerin başında, tartışmasız bir şekilde
ABD geliyor. ABD ile onu en yakından izleyen Rusya'nın
satım gücü oranı arasındaki fark, neredeyse üç katı
kadar. Ondan sonra sırasıyla; Fransa, İngiltere
ve Almanya geliyor. Beş büyükler, bunlar.
Gelelim en fazla silah alan ülkeler listesine: Tayvan,
3 milyar 234 milyon dolar gibi muazzam bir rakamla
başta geliyor ve kendisini en yakından izleyen ülke
ile bile arayı, yarı yarıya açmış durumda. Doğrusu,
ne kadar övünseler azdır... Tayvan'dan sonra sırasıyla;
Çin, Güney Kore, Suudi Arabistan, Kuveyt, Hindistan
ve Türkİye var. Türkiye'nin 1996 yılnda silahlanmaya
harcadığı para: 1 milyar, 66 milyon dolar...
Bu paralarla halkımızın hangi gereksinimlerinin
karşılanabileceği, kaç kişinin eğitim, barınma ve
hatta gıda ( ki ülkemizde artık bu asgari sınırın
bile altında bir yoksulluk gerçeği belirginleşmektedir
) ihtiyaçlarının karşılanabileceğini, vb. söylemeyeceğiz.
Bu tür kıyaslamalar, soğuk rakamlar düzeyinde bile
insanı çileden çıkarmaya, isyan ettirmeye yetiyor.
Bu "yıkıcı, bölücü, komünist argümanlarını",
bir tarafa bırakalım!
Fakat aynı istatistiklerde ilginç bir nokta daha
var. Bu veriler, dünyayı ve ülkeleri yorumlamak,
dünyanın en cazip "iş kollarından" biri
olan silah endüstrisinin nasıl ve kimler için harıl
harıl çalıştığını görmek açısından önemli: Bu en
güçlü silah satıcısı ülkelerden örneğin Fransa,
örneğin Almanya ve İngiltere; kendi silahlanma harcamalarını
giderek düşürüyorlar. Yani üretiyor, ama muhteşem
silahlarını, bizim gibi yoksul ülkelerin kullanımına
sunuyorlar. Büyük borçlanmalarla ve bu nedenle artan
bağımlılık yükümlülüklerinin içine girerek alabildiğimiz
bu silahları, çoğu kez kendi insanımızı boğazlamak
için, "içeride" kullanıyoruz.
Dünya düzeni ve dengeleri açısından bu tür "iç
kullanımlar", emperyalizmin çok daha fazla
işine geliyor. Zaten uluslararası, sınırlar ötesi
durumlarda neler yapılması gerektiğine yönelik stratejileri
kendileri çok önceden çiziyorlar. Bu tür daha da
yoğunlaştırılmış silah kullanımı süreçlerinde, silah
tekelleri , bütün tıkanıklıklarını çözerek rahatlıyorlar.
Bu arada, her durumda bizim gibi ülkelerin insanları
ölüyor, öldürülüyor. Bizim gibi gariban ülkelerin
en gariban kesimlerinin çocukları cephelere gönderilerek,
bu silahlar ellerine tutuşturuluyor ve onların gencecik
bedenleri üzerinden politikalar üretiliyor. Onların
genç ve yoksul gövdeleri üzerinden birileri, büyük
bir rahatlık ve iç huzuru içinde, muhteşem zenginliklerini
koruyor.
O gençlerin annelerinin, dünya politikaları ile
hiç mi hiç ilgileri yok. Sadece bağırları yakılıyor.
Sadece bunu biliyorlar. Ve bazı ülkelerde, bazı
kadınlar, bir süre sonra ve çoğu kez hiç beklenmedik
anlarda ayağa dikiliyorlar. Barikatların en önüne
atlıyorlar: "YETER ARTIK, ÇOCUKLARIMIZI ÖLDÜRTMEYECEĞİZ"
diye haykırıyorlar. Gövdelerini, çocuklarının gövdelerine
siper etmeye başlıyorlar.
İşte o noktada, silah satıcılarına, yıpranmamış
bir pazar aramak düşüyor. Kan döktürdükleri ülke
ya da ülkelerin farklı bir aşamaya gelmiş çelişkileri
ile o ülkenin yerli politikacılarını baş baş bırakarak,
son günlerinde onlarla 'dostluklarını' unutarak;
Pılılarını pırtılarını toplayıp gidiyorlar. Halk,
onları gitmek zorunda bırakıyor. Kan dökecekleri
yeni bir diyarda çörekleniyorlar.
Bu ülkenin insanları savaş istememektedir. Fakat
bu ülkenin kadınları, bu ülkenin anneleri savaşı
çok daha fazla istememektedir. Bu kirli savaşın
durması için, elimizden ne gelirse yapmak, ama mutlaka
birşeyler yapmak, insanlık görevidir. Ve bu insanlık
görevinin bilincini taşımak, aktarmak, anlatmak
bile, bir nebze olsun aklanmaktır...
Devletin, 12 Eylül terörü ile halkı bir süre tam
olarak 'dondurup', halksız politika yaparak kendisini
toparlamaya çalıştığı 1980'li yılların hemen akabinde,
bir iç savaşın içine girilmiştir. Daha doğrusu,
1984'te başlatılan süreçten sonra, gerçek bir iç
savaşın içinde olduğunu görmesi için aradan bir
kaç yılın geçmesi, bunu bıyık altından da olsa ifade
etmesi için ise, on yılın geçmesi gerekmiştir. Yüzlerce
insanın ölmesi, asker cenazelerinin artık saklanamayacak
boyutta çoğalması ve bütün ülkenin bu durumdan yara
alarak felç olması gerekmiştir.
ABD, AB, Savaş, Şeriat ve
ekonomik açmazlar...
Çete gerçeklerinin çok fazla deşifre olması, Meclis'in
dikiş tutmayan ve devlet açısından da bir işlev
gösteremeyen aritmetiği, Körfez'de onları "kaygılandıran"
gelişmeler, dünyada yeniden esmeye başlayan sol
rüzgarlar ve Türk halkının bütün bunların yaşandığı
bir atmosferde hala nasıl olup da böyle sessiz durabildiği
gerçeğinin, değişebileceği endişesi...
Bütün bunlar, bir devletin uykusuz geceler yaşaması
için, gerektiğinden çok daha fazla dolu bir sebepler
sepetidir. Fakat bütün bunlara rağmen; sırtlarında,
altında ezildikleri bir sebepler sepeti taşımalarına
rağmen; devletin temsilcileri, serinkanlı gözükmektedir.
Ülkenin en önemli tekellerinin temsilcileri ile
sanayi ve ticaret odalarının yöneticilerinin, zaman
zaman serinkanlılıklarını kaybettikleri ve ilginç
çıkışlar yaptıkları görülmektedir. Ne var ki, politikacıların
tuzu daha kurudur, keyifleri yerindedir. Pastadan
paylarını aldıkları sürece, iktidar ya da muhalefet
olmalarının da çok fazla bir önemi yoktur.
Öte yandan, AYNANIN ARKA YÜZÜ SİYAHTIR...Gözetilen
sadece pastayı paylaşmak olunca ve aralarında bu
konuda kıyasıya bir yarış, bir kapışma olunca; kendi
varlıklarını sürdürme ve koruma konusunda da tutarlı,
uzun vadeli programlar yapma, politikalar uygulama
şansları kalmamaktadır. Özellikle yeni sömürge ülke
süreçlerinde çok daha fazla belirginleşen bu devlet
erki çelişkisi, onların çürüme ve yokoluşunun alt
yapısıdır.
Onların bu şanssızlığı, kuşkusuz halklarımızın şansıdır.
Fakat, yaşadığımız dönemde, halkı bu şansını kullanmaya
doğru sürükleyebilecek nesnel güçler, henüz yoktur
ya da varlıkları olgunlaşmamıştır. İşte görevlerimizin
ufku budur.
Öte yandan, onların ikinci bir sorunları daha vardır:
Devletin temsilcileri, Osmanlı sarhoşluğunu henüz
üzerlerinden atamamışlardır.
Ve işte bunlardan dolayıdır ki, Türk halkının bütün
bu çözümsüzlüklerden güçlü çözümler yaratma şansı
çok büyüktür. Halkın gerçek temsilcilerinin subjektif
koşullarını oluşturmaları ve olgunlaştırmaları,
halkla aralarındaki önemli uçurumu kapatabilmeleri,
halkın devrime ve devrimcilere yönelik duygularını
tekrar kazanabilmeleri kaydı ile...
Devletin sarhoşluğunun, geleneksel yönleri itibarıyla
Osmanlı'ya dayanmasının yanısıra; bugünkü yapısal
özellikleriyle belirlendiğini vurgulamak gerekir.
Herşeyden önce böyle bir Oligarşik yapının sadece
kendi varlığını sürdürebilmek için bile tutarlı
ve dinamik politikalar üretmesinin ve bunları uygulamaya
koyabilmesinin maddi koşulları yoktur. Öte yandan,
yeni sömürge ülke oligarşilerinin, emperyalizme
çok kalın ve kamufle edilmiş zincirlerle bağlı olmaları
nedeniyle de, dünya dengelerindeki dalgalanmalara
hızla uyum gösterebilmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla
da, dünyadaki siyasal dalgalanmalardan çok fazla
etkilenirler. Hem siyasal, hem de ekonomik ve sosyal
dengelerindeki zayıflıklar, bunlara karşı direnememelerini
doğurur.
Dünyadaki rüzgarların, ekonomik ve sosyal yönden
yeni sömürgelere çok daha ağır yansıması ve bu ülkelerde
çok daha güçlü hissedillmesi nedeniyle; bu ülkelerin,
emperyalist ülkelerle hiç bir yönden kıyaslanamayacak
zayıf yapıları ve zayıf dengeleri; onları hiç dinmeyen
deprem ülkeleri haline getirir. Beyaz Saray' da
esen bir meltem, sözgelimi Çankaya'ya kadar katettiği
yol içinde kasırgaya dönüşür.
Turgut Özal'ın "bir koyup beş alacağız"
dediği Körfez Savaşı'ndan, en fazla zararla çıkan
ülkenin Türkiye olduğu, şu an Dışişleri Bakanlığı
koltuğunda oturmakta olan ve MGK'nın bu dönem gereksinim
duyduğu politikalara, kişilik özellikleri itibarıyla
daha fazla uyması nedeniyle, bir son an değişikliğiyle
bu göreve getirilen; İsmail Cem tarafından açıklanmıştır.
Refah Partisi kapatılsın!
Yaşadığımız ayların en önemli gündem maddelerinden
biri olarak, Refah Partisi'nin Kapatılması Davası
ortaya konulmuştur. Barikat'ın daha önceki sayısının
Gündem yazısında, Refah Partisi'nin bu akımın ilk
Partisi olmadığını, son partisi de olmayacağını,
bu akıma, tarihimizle özdeş tarihi içinde bizzat
devlet tarafından güç verilip önünün açıldığını,
zaman zaman ihtiyaç duyulduğu hallerde de öne çıkarıldığını,
duruma göre; "demokrasi içindeki güçlerden
biri", "halkın bazı kesimlerinin temsilcilerinden
biri" ya da "düşman" ilan edildiğini
ifade etmiştik.
Oyunun bu perdesinin özeti ise şöyledir: MGK, şeriatın
PKK teröründen daha büyük bir tehlike haline geldiği
açıklanmaya başlamıştır. Zaman zaman bu şekilde,
zaman zaman da PKK ile aynı boyutlarda bir tehlike
olduğunu söylüyorlar. Sonra sanıyoruz, PKK'yi bu
kadar fazla telaffuz etmenin, onun gücüne ilişkin
ajitasyon ve propagandaya hizmet ettiğini düşünerek,
bu söylemlerini geri çekiyorlar ve PKK'nin şeriattan
daha geride bir tehlike odağı olduğunu söylüyorlar.
Bu konuda tam bir karar vermiş gibi değiller.
MGK'nın Refah Partisi'ne yönelik startıyla başlayan
süreçte, Kemalist ve kahraman Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Vural Savaş, her türlü tehlikeye göğsünü
siper ederek, bir gece ansızın Refah'ın kapatılması
yönünde dava açtığını açıklayıvermişti.
Vural Savaş, Refah Partisi'nin kapatılması davasına
karşılık bu durumun demokrasiye aykırı olduğunu
savunan bir kısım "demokratlarımıza" yönelik
olarak davayı savunurken, "Hiç bir parti Refah
kadar kapatılmayı hak etmemiştir" demektedir.
Refah'ın kapatılması ya da açık kalması, ülkede
neyi değiştirecektir? Bu ülkede demokrasinin varlığını
ve yokluğunu tartışmak için Refah Partisi'nin kapatılması
davası materyal midir?
İşkence, yıkım, imha, kayıplar, soykırım, Anadolu'nun
doğusunun tümden yakılması, gelir dağılımının Afrika
ile kıyaslanacak düzeylerde uçurumlar içermesi,
DEP milletvekillerinin Meclis önünden tartaklanarak
tutsaklığa götürülmesi, yargısız infazlar, düşüncelerini
açıklayan insanların, yazarların doldurduğu cezaevleri,
gazetecilerin dövülerek ya da dövülmeyerek katledilmesi,
çocuk ölümlerindeki korkunç rakamlar, çetelerin
ayyuka çıkan özgürlükleri ve egemenlikleri, hesaplaşmaları,
cinayetleri, esrar eroin gemileri ve yeşil pasaportlu
kaçakçıların ülkesinde; demokrasi sedece Refah için
mi vardır?
Diğer konularda demokrasi adına ağzını açma cüretini
gösterememiş demokratlarımz, Cumhuriyet ve demokrasiyi
kendinden başka herkes için günah sayan bir akıma,
göstermelik olarak ta olsa, seçim hesapları açısından
da olsa, dokunulması endişesi ile neden bu denli
özgürlükçü kesilmişlerdir?
Neyse ki, bir kaç aydır kopardıkları yaygarayı,
esas efendi de desteklediğini açıklamış ve onlara
çok daha geniş bir Refah'ı kurtarma zemininin yolunu
açmıştır. Kasım ayının sonlarına doğru, ABD'den,
"Refah'ın kapatılmasının demokrasinin yara
almasına neden olacağı" yorumu gelmiştir. ABD'nin,
kamuoyuna yönelik yapılan bir açıklamasında, bunun
tersini söylemesini beklemek safdillik olur. Bilindiği
gibi, kamuoyu önünde ABD de her zaman; dünyadaki
tüm demokrasilerin koruyucusu, kollayıcısı ve eksperidir.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, artık
geri dönemeyecekleri bu noktada, sözkonusu yorumu
tepkiyle karşılamış ve 'bağımsızlığımızın' sesi
olarak demiştir ki:
"Türkiye, ABD'nin
bir eyaleti değildir."
Türkiye ABD'nin bir eyaleti olmaktan çok daha kötü
bir bağımlılık içerisindedir. ABD, kendi eyaletlerinde
yaşayan insanların bir emperyalist ülke vatandaşı
olmalarının ayrıcalıklı ekonomik refahını sağlamıştır.
Her ne kadar, kişiliğine uygun olarak, özgürlügün
sınırları orada da devlete ve mülke dokunmak çizgisinde
bitiyorsa ve her ne kadar orada da arka sokak insanları
yoksullukla pençeleşiyorsa ve her ne kadar ara sıra
insanların kafasına dayanan polis silahları beyin
dağıtıyorsa da, oralarda, geri bıraktırılmış ülkelerden
çalınanla oluşturulmuş bir zenginlikler birikimi
vardır.
Onlar, bu zenginliklerini sürdürebilmek için, bizim
gibi ülkelerin mahkemelerine bile müdajhale etmekte,
sadece aşımızı ekmeğimizi değil, onurumuzu, her
türlü özgürlüğümüzü de hapsetmektedir. Gaspetmek
ayrı bir şeydir. Hapsetmek diyoruz; çünkü gasp olayında,
yine de bir sahip olma edimi vardır. Ve biz ne yazık
ki, hiçbir şeyin sahibi değiliz. Ne ülkemizin, ne
haklarımızın, ne kurumlarımızın, ne özgürlüğümüzün,
ne aşımızın ekmeğimizin. Fakat ne olursa olsun,
Refah'a sahip çıkmak gerekir... Demokrasi adına,
özgürlükler adına, çifte standart uygulamamak adına
vb.
Hayır, Refah kapatılmalıdır. Refah'ın kapatılması
savunulmalıdır. Ve diğer tüm partilerin... Çeteleri
besleyenlerin. Hiç değilse, ipliği pazara çıkmış
çetebaşlarını, milletin vekili koltuklarında oturtanların.
İlerlemek için mücadele edilmelidir. Büyük kazanımımızın
yolu, küçük adımlarımız ve bu adımlar içinde yaratılan
olgulardan geçer. Refah, bir çok partinin işlediği
suçlardan çok daha fazlasını işlemiştir.
Refah, en büyük eroin şebekelerinden biridir. Refah,
bir savaşı, (Bosna) kullanarak halkı soyan bir dolandırıcılar
çetesidir. Refah, Sivas Katliamı'nın sorumlusu bir
katil çetesidir. Refah, halkın oylarını çalan, çöplükleri
oy çuvallarıyla dolduran bir hırsızdır. Refah, gençkızları
din istismarıyla sömürerek ırzlarına geçen bir sapıklar
partisidir. Diğer sapıkların, esrarcıların, dolandırıcıların,
katillerin de suç üstü durumları, ayrıca değerlendirilmelidir.
Bu demokratlar ise, MHP'nin de bir demokrasi gücü
olarak yüzlerce genci katletmesini onayladıklarını
söylemelidirler.
Bir kaçakçı, bir sapık, bir hırsız, bir dolandırıcı
yakalandığında; bunu bırakalım, çünkü bütün sapıkları,
bütün hırsızları, dolandırıcıları henüz yakalayamadık,
demokrasiye aykırı olur diyor musunuz?
Bu ülkede partilerle halkın arasında gerçek bir
bağın varlığını kim savunabilir? Halkın oylarından
ve Meclis denilen o çöplükteki temsilinden ve bu
Meclis'in, demokrasinin bir organı olduğunu hala
düşünebilen var mıdır bu ülkede? Öne süren, savunan
insanlar var mıdır, demiyoruz. Çünkü düşüncelerle
söylemler arasındaki riyakarlığın, en uç noktalarda
yaşanmakta olduğu siyasal süreçlerin içindeyiz.
Avrupa Birliği
Avrupa Birliği için uzun bir "ya olacak, ya
olacak" serüvenine giren Türk Devleti, son
günlerde bu konuda bir hayli umutsuzluğa kapılmış
gözüküyor.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in daha önceki, 'Bizim
için tek yol Avrupa Birliği yolu değildir. Türkiye'nin
başka seçenekleri de vardır' yolundaki demeçlerini
bir yana bırakırsak, (ki bu demeçlerin verildiği
günler, Avrupa Birliği için yoğun çaba ve temasların
sürdürüldüğü günlerdir) , aslında son günlere kadar
umutlarını korumaktaydılar.
26 Kasım 1997 tarihinde bir açıklama yapan Devlet
Bakanı Şükrü Sina Gürel: "Tükiye AB ile kapı
önünde bekleyen bir ülke olarak ilişki kurmayacaktır.
AB, Türkiye'ye tam üyeliği verecek gibi gözükmüyor.
Dolayısıyla tam üyelik bizim de gündemimizden çıkmıştır
ya da çıkmak üzeredir" demiştir.
Gürel, şimdi Başbakan Yardımcılığı yapmakta olan
Ecevit ile birlikte, Avrupa Birliği ile ilişkiler
konusunda gündeme getirilen Kıbrıs'ta ödün verme
tezine sıcak bakmayan politikacılar arasındadır.
Avrupa Birliği konusunda seçim meydanlarındaki ve
programlarındaki ısrarcı tutumları nedeniyle kamuoyu
ve uluslararası ilişkiler önünde prestijlerini kurtarmaya
çalışan, Avrupa Birliği'ne girince önlerine açılacak
olanakların ve özellikle serbest dolaşım koşullarının
hayali ile yatıp kalkan hükümetlerimiz, şimdi artık
bir ara çözüm, yüzeyde ve tali olarak, ilişki değilse
bile iletişimi sürdürme üzerinde politika yapmaktadırlar.
Kısacası, durumu kurtarmaya çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, 'şimdilik Başbakan' Mesut Yılmaz'ın
Avrupa Konferansı'na çağrılmasını dahi bir aşama,
Avrupa'dan koparılmış bir ödün olarak kamuoyuna
yansıtma çabasındadırlar. Almanya va Fransa'nın
bu davete karşı çıkmayacaklarını açıklamaları, yoğun
diplomatik çabalar ve şu an açıklanmayan ödünler
sonucu sağlanabilmiştir.
Bizim ülkemizde, genel insan psikolojimizin üst
düzeyde yaşanan sonuçlarından biri olarak, yabancılarla
ilişkiler her durumda çok önemlidir. Sanki bizimki
Başbakan değilmiş gibi, bir başka ülkenin başbakanının
bizimkinin elini hararetle sıkması, yanaklarından
öpmesi ya da onunla senli benli konuşması, bizimkini
yücelten bir tavır olarak günlerce işlenir, o başbakanımızın
partisi içindeki etkinliğini arttırır ve o partinin
iç politikadaki prestij materyali haline getirilir.
Umarız, Yılmaz, Avrupa Konfaransı'na çağrılacaktır
ve bazı Başbakanlar, büyük bir samimiyetle bizimkinin
elini sıkacaklardır. Belki de onu öpeceklerdir...
Dokunulmayan
dokunulmazlıklar
Devrimci saflarda, ülke gündeminin egemenler ve
yönetenler cephesindeki gelişmelerine karşı iki
ayrı yanlış eğilim vardır. Bir kesim, bütün sorunların
devrimle çözümleneceğini söyleyerek -ki en temelde
böyledir- gelişmelerle ilgilenmemekte, ya da en
azından ilgilerini yorum ve çözümlemeler düzeyinde
değil de, ideolojilerin temel sloganlarıyla yanıtlayarak
tanımlamaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla da, aslında
bu gelişmelere ilişkin hiç bir şey söylememektedirler.
Halkın bilnçlenmesinin, düşmanın yüzünü biraz daha
açık görebilmesinin argümanları, somut ifadeleri
olan bu gelişmeleri; sosyalistin gözüyle onlara
aktaramadıkları, açıklayamadıkları için, halkın
ülke gündemiyle ilgili bilgilendirilmesi Reha Muhtar
gibilerine kalmaktadır. Bu arada, sosyalistlerin
kitle iletişim araçlarındaki olanaklarıyla devletin
ve karşı devrimcilerin olanaklarını kıyaslamak elbette
mümkün değildir ve bu konuda genel olarak son derece
büyük bir problemle karşı karşıyayız gerçekten.
Ülke gündemine ilişkin yaklaşımlar konusundaki diğer
bir yanlış eğilim ise, gündemdeki olaylara gereğinden
fazla değer biçerek, herhangi bir olayla ülkenin
çok farklı gelişmelere doğru yöneleceğini, halkın
tutumunun çok farklı kanallara akabileceğini, ya
da devrimle karşı devrim dengelerinin değişebileceğini
umut edenlerin, var sayanların eğilimidir. Bunlara
göre, sözgelimi bir Susurluk, yasal düzenlemelerdeki
görece ve göstermelik iyileştirmeler, Avrupa'nın
insan hakları konusundaki baskıları nedeniyle verilen
öylesine bir kaç söz, çok önemli gelişmelerin kapısını
aralayabilir.
Olayları, bu gözle değerlendirir ve umut içinde
beklerler. Bu kesim, Ağustos aylarında ordu atamalarındaki
bir isme dahi büyük işlevler yükleyerek, bilmemkinin
emekli olmasının ya da bir generalin yükselişinin,
ülkenin bir sonraki sürecinde etkili olacağını varsayarlar.
Bu devletin bütün dengesizliklerine rağmen temel
var olma çarklarının yerinden, ancak ve ancak çok
güçlü halk atılımlarıyla sökülebileceğini, ülkenin
içinde bulunduğu ilişkiler itibarıyla Refah'ından
CHP'sine kadar hiç binrinin yapabileceği çok fazla
şey olmadığını göremezler. Bütün yaşanmışlıklara
rağmen...
Sosyalistlerin ülkedeki gelişmelere ilişkin doğru
tavrı; tıpkı dünyadaki gelişmeler gibi, bunları
yakından izlemek, olabildiğince çok kaynaktan veriler
toplamak ve yorumlayarak her gelişmeyi ilişkide
olduğu insanlara, halka doğru temellerde anlatabilmektir.
Bu ülkede yaprak kımıldasa bizi ilgilendirir. Hem
de bütün yüreğimizle, bütün beynimizle ilgileniriz.
Bütün gelişmelerle...
Ama sadece ilgilenmeyiz, sadece izlemeyiz. Bunların
gerçek yönlerini öğrenmeye çalışır, kamuoyuna yansıtılan
yüzeyselliğin dışındaki verilere de toplamaya çalışır
ve sosyalist süzgecimizden geçirerek halka anlatırız.
Bir yapının olduğu gibi, her militanın, her sosyalistin
görevidir bu. Ve önemli görevlerinden biridir.
Bir dönem olduğu gibi, Marksist klasikleri ezberleyen
ama o ay ülkesinde neler olduğunu, dünyadaki önemli
gelişmelerin yaratacağı sonuçları bilemeyen, bunları
günlük gazetelenden dahi izlemeyen bir kuşak, bu
ülkenin geleceğine ilişkin politika üretemez. Marksist
klasiklerde Susurluk'un yorumu yoktur, ama Susurluk
gibi bir olayı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini
öğretir onlar bize. Sosyalizmi bunlar için öğreniriz.
1997'nin bu son aylarında yaşanan "dokunulmazlıklar"
konusu da, biraz önce yaptığımız genelllemeler içine
giren bir örnektir. Ya çok önemsenmekte, ya da sıradan
bir Meclis vakası olarak öylesine okunup, (şu dönem
bakılıp demek gerekiyor sanırız, çünkü televizyonlar
yazılı basından çok daha fazla insanları yönlendirmektedir)
geçiliyor.
Meclis'in dokunulmazlıkların kaldırılmamasına ilişkin
tavrı, ülkemizin inanılmazlıklarından ve egemenlerin,
çetelerin artık herşeyi halkın gözünün içine baka
baka yapma özgürlüğü kazandığının, yaptıklarına
bir kılıf arama ihtiyacı daha duymamasının örneklerinden
biridir. Dokunulmazlıkların kaldırılmasını benimseseler
ve bazı dosyalar incelense ne olur? Bu dosyaların
akıbeti de Susurluk dosyasından çok farklı olmaz.
Fakat bu kadar dahi uğraşma ihtiyacı duyulmamaktadır.
Susurluk sonrasında bazı kesimlerin,"Artık
bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."
propagandası yapmaları, cümle kanallarda Susurluk
kamyonunun anatomisini ezberletmelerine rağmen,
bugün artık Susurluk da, tarihimize yazılmış bir
"geçmiş"tir. Ne verileri, ne de olayın
ortaya koyduğu vahim bazı sonuçlar, üzerine gidilemeyenler
listesine yazılarak rafa kaldırılmıştır. Sadece
zaman zaman rahatsız edilen Bucak gibileri, "açıklarsam
deprem olur" yolunda sözler sarfederek, bu
ülkede bütün çetelerin birbirine gebe olduğunu ve
hiçbirinin feda edilmesinin sözkonusu olamayacağını
hatırlatmaktadır.
Yöneticilerin, zaman zaman içinde bulundukları ruh
hali ile "şok açıklamalar" yapmalarına
ve bu açıklamaların günlerce manşetlerden inmemesine
rağmen, her konuda olduğu gibi, kısa süre sonra
bunların tümü 'unutulmaktadır'. Sözgelimi Başbakan
Mesut Yılmaz, Kasım ayı içerisinde Susurluk'la ilgili
önemli sözler sarfetmiştir. Bir ay önce, "Susurluk
bombası 15 gün içinde patlayacak" diyen Yılmaz,
daha sonra, "Susurluk meselesinde olaylar o
denli karıştı ki, çeteler devletin içinde yuvalanmış.
Çok karışık organizasyonlar var. Siz olayların sadece
yüzde 5'ini biliyorsunuz. Ben olayların yüzde 20'sine
vakıfım. Geriye kalan yüzde 80'ini siz tahmin edin.
Ben tahmin etmek bile istemiyorum" şeklinde
konuşmuştur. Yılmaz bu sözleri, kendi milletvekillerine
yönelik olarak söylüyor. Acaba bizler kaçta kaçını
biliyoruz. Bizim bilgilerimiz, devletin işlerliğinin,
niteliğinin ve yapısal özelliklerinin tümü olduğu
için, gerçekte somut olayların yüzdeleri bizleri
çok fazla bağlamıyor. Ama kuşkusuz yüzde 100'lük
bir rakam bir hayli heyecanlı olurdu.
Yılmaz,"epeyce ipuçları elde edildi. Ama sonuç
almak için daha fazla üzerine gidilemiyor. Askeri
istihbarattan bilgi gelmiyor. MİT ise, on kere,
yirmi kere süzgeçten geçirdikten sonra bilgi veriyor.
O da bir işe yaramıyor. Tıkandık. Ben bu işin böyle
olacağını bilseydim bu işin içine girmezdim. Biz
çözülmesi için, başkaları da çözülmemesi için uğraşıyor."
diyor.
Arkasından, güç bela komisyon kararı ile dokunulmazlıkları
kaldırılmak zorunda kalınan, ya da kaldırılmış gibi
yapılan Ağar ve Bucak ikilisinden tehditler geliyor.
Bucak, "Susurluk'u çözenler de yanar"
buyuruyor. Bu ülkede halkın dışında da birileri
yanacak evet ama, ne yazık ki, biraz daha zaman
var. Şimdi sadece halk yanıyor. Kibriti çakan kim
olursa olsun, soygunu yapan kim olursa olsun, hangi
çete, hangi eroinci, hangi katil işbaşında olursa
olsun, halk yanıyor.
ABD, İncirlik'i rica etti mi?
Bizim ülkemizde, söylenen sözün hiç bir anlamı yoktur.
Hele bu söz, politikacıların ağzından çıkmışsa...
Politikacılarımız, işkembe-i kübradan, atarlar.
Sözgelimi, Kasım ayında Körfez'de suların yeniden
ısınması üzerine, Başbakan Mesut Yılmaz Viyana'ya
uçarken; "ABD Irak'ı vurmak üzere İncirlik'i
kullanma izni istedi" diyor. Viyana'ya iner
inmez de, bu sözlerini yalanlıyor.
Durumun, atma tutamama yönü bir yana, hemen arkasından
Washington bir açıklama yaptı: "İncirlik'i
kullanmak için izin istediğimiz yolunda çıkan haberleri
garipsedik." Bu diplomatik dil, iki şekilde
yorumlanabilirdi. Birincisi; "İncirlik'i kullanmayacağız,
bu tür haberler de nereden çıkıyor." İkincisi;
"İncirlik' kullanacağız, kullanırız, ama bunun
için izin istemek te neyin nesi oluyor." Ve
elbette, ikinci yorum doğrudur.
ABD'nin "garipsediği", İncirlik'in kullanılması
değil, kullanılması için izin istenmesidir. Üs,
Demirel'in Başbakanlık yıllarında, ülkemizin bu
utanç verici kara lekelerine karşı yoğunlaşan sosyalist
eylemlilikler karşısında; "üsler yok, bazı
tesisler var", şeklinde açıklamaya çalıştığı
gibi, teknik işbirliği sonucunda oluşturulmuş yerler
değildir. Ülkemizde, bütün yeni sömürgelerde olduğu
gibi, ABD üsleri vardır, ve Türk vatandaşları bu
üslerin çevrelerindeki karayollarında belli bir
hızın altında seyredemezler, resim çekemezler ve
bu üslere, yani ülkemiz sınırları içindeki dolaysız
Amerikan topraklarına, üst düzey Türk komutanları
bile, resmi ABD yetkilisi izni olmadan giremez,
girdiği zaman da üs görevlilerin refakatinde, saptanan
program çerçevesinde gezdirilir, uğurlanırlar. Bu
"tesisler" ABD tarafından bölge ülkelerinin
izlenmesi, dinlenmesi, gerektiğinde tehdit edilmesi,
gerektiğinde bombaları silahlara okyanuslar aşırtma
zorunluluğunu duymadan hemen şuracıktan kaldırılan
uçaklarla "vurulması" gibi ulvi amaçlar
için kullanılır. Eh, bunda ne var...
Birkaç "ufak" soygun daha
Ülkemizin bir çeteler diyarı olması ve devletin
çeteler koalisyonu niteliğinden dolayı, kaçınılmaz
olarak yapılmakta olan bütün işler, çete mantığına
göre yürütülmektedir. Diplomatların ve bürokratların
devlette yer alış tarzları bile bu genel yapılanışa
uygundur. Başka türlü olması, eşyanın tabiatına
aykırı olurdu. Herşey birbirine bağlı değil midir?
300 Trilyon, nelere karşılık gelen bir para tutarıdır.
Bunu uzun uzun hesaplamaya gerek yok. 300 trilyon,
milyarda birini bile bir emekçinin rüyasında görse,
ertesi sabah mutlu uyanacağı meblağda büyük bir
paradır.
Geçtiğimiz günlerde, artık ne yazık ki kanıksanmaya
başlayan yolsuzluk davalarından biri daha başladı.
Türk Telekom ve Posta İşletmelerinde 33 trilyonluk
bir yolsuzluk yapıldığı açıklık kazanmıştı. Aslında
buna, iyi gizlenemediği için, yolsuzluk ortaklarından
biri ya da birkaçı güvenilmez çıkıp bu devlet sırrını
iyi koruyamadığı için deşifre olan konulardan biri
demek gerekiyor. Bu tür konuların deşifrasyonu,
devletin bekasını zedelediği için, sanıkları asıl
bu suçlardan yargılamak gerekiyor...
Türk Telekom'un Genel Müdürü Cengiz Bulut ile, Posta
İşletmeleri Genel Müdürü Veli Bettemi, sözkonusu
yolsuzluğun açığa çıkması üzerine görevlerinden
uzaklaştırılmak zorunda kalınmıştı. Bu iki kurumda
çalışan 34 üst düzey bürokratın da yolsuzluğa karıştıkları
ortaya çıkmıştı.
Sonuç olarak, bütün diğerleri gibi bu trilyonların
uçuşunun da, ülkemizin sıradan bir olayı olarak,
bir gazetenin köşesinde, tek sütuna beş santim,
adi-adli vak'a olarak verilmesi, yeterli...
"Gizli" MSGB basın manşetlerinde
Ordunun son dönemdeki taktiklerinden biri de; "gizli"
bir takım bilgileri, (önceleri gizli olan ama o
aşamada deşifre edilmesi gereken, ya da gizli tanımlaması
ile daha fazla dikkatlerin yoğunlaşması sağlanan)
basına sızdırarak, politikanın burjuva oyunlarını,
burjuva politikacılarından daha hızlı ve ustaca
oynamak olmuştur. MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİ
olarak adlandırılan bu yeni MGK tüzüğü, uluslararası
antlaşmalardan kanun ve yönetmelik içeriklerine
kadar her türlü konuyu tıpkı bir anayasa gibi kendi
saptamalarına bağlıyor.
MGSB, bu ülkenin hangi kurum tarafından ve hangi
esaslara bağlı olarak yönetildiğinin de belgesidir.
Aynı zamada, yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin
anlamı (anlamsızlığı)nın belgesidir. Gücün belgesidir.
Gücün kimin elinde olduğunun belgesidir. Hep söylediğimiz
gibi, bu ülkede devrimciler dışında bütün kesimler
silahlıdır. Ama kuşkusuz içlerinde en etkin ve kıyaslanamayacak
silah gücü ve örgütlenme avantajı, aşılamaz hiyerarşik
düzenleniş, Silahlı Kuvvetlerde olduğu için, siyasetin
de yönlendiricisi odur. Ve parlamentodaki partiler
gibi, hiçbir partinin ya da kurumun ona muhalefet
etme gücü ve cesareti olmadığı için, sulandırılmamış,
deşifre edilemez, muhalif seslerle rahatsız edilemez
bir siyaset yürütmektedir.
Kendileri hükümette iken, MGK toplantılarında işgal
ettikleri bir kaç sandalyede hazırolda oturan DYP
ve Refah Partisi yöneticileri, MGSB'ya karşı görev
icabı biraz mızmızlanıyor gibi gözüküp TV kanallarına
bu konudaki muhalefetlerini açıklarken profil çekime
verseler de, bunun bir figüran rolü olduğu bilinmektedir,
Devlet, onlara bu perdede bu kadarcık bir muhalefet
görevi vermiştir. Bu ülkede, demokrasi icabi birilerinin
muhalefet yapar gibi yapma yükümlülükleri vardır.
MGK, muhalefet çizmesinin boyunu zaman zaman onlara
anımsatır. Devlet emreder, figüranlar yapar. Tıpkı
Susurluk soruşturmasına bağlı olarak mahkemeye çıkarılmak
zorunda kalınan bir kaç polisin ifadelerinde belittikleri
gibi:
"Emirsiz, talimatsız bir şey yapmadık. Devletin
bize verdiği işleri yaptık."
Abdullah Çatlı'nın eşi diyor ki: "O, emniyet
güçleri tarafından kullanıldı.
Nurullah Ağansoy'un eşi diyor ki: "Kocam itirafçı
olduktan sonra salıverildi. Biz o yıllar sıkıntı
içindeydik. Devletten tenceremizin kaynaması için
bir şeyler istedik. Devlet kocama aş değil, silah
verdi." Devletin bir bankasını birlikte soyan
ama bu soygun paralarını paylaşma konusunda anlaşmazlığa
düştükleri için mafyaya başvurup birbirlerinin hesabını
görmek isteyen, saygın devlet bürokratı ve saygın
işadamları, Selim Edes ve Engin Civan ikilisi; bu
paraları paylaşma konusunda, tıpkı benzer yüzlerce
soyguncu gibi daha olgun ve usulüne uygun davransalardı,
Emlak Bankası soygunundan da haberimiz olmayacaktı.
Üstelik bu soygun, Emlak Bankası'nın ilk soyuluşu
da değildi. "Rüşvetin belgesi mi olur pezevenk"
sözcükleriyle siyasal soygunlar tarihimizi onurlandıran
bu eylemin perde arkasında kalan yönleri, yani Emlak
Bankası'ndan başka kimlere krediler sağlandığı,
"devlet sırrıdır" diye açıklanmadı. İnanılır
gibi değil, değil mi? Ve devrimciler, inanılmaz
ölçüde çürüyen böyle bir düzenle savaşmak, bu düzeni
alaşağı etmek konusunda ne kadar geri bir noktadalar.
Bu da başka bir inanılmazlık boyutudur ...
Aslına bakılırsa, MGSB, bugün keşfedilmiş ve uygulamaya
sokulmuş bir tüzük çalışması değildir. Kemalist
devletin kuruluş döneminde böyle gizli-temel bir
anayasa belirlenmiştir.1923'ten önce, Mustafa Kemal
ve çevresi, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'nin yönetimdeki
rolünü ve temel politikaları saptayan bir çerçeve
metin hazırlamışlardır. Bu gizli tüzük, daha sonraki
dönemlerin gelişmelerine ve gereksinimlerine uyarlanarak
günümüze kadar gelmiştir. Bir geleneğin devamıdır
bu anlamda. Örneğin, sözkonusu temel anayasadaki
en önemli değişikliklerden biri de, SSCB'nin çökmesinin
ardından gerçekleştirilmiştir. Yapılan değişiklikler
doğrultusundaki yeni politikalar, Bakanlar Kurulu'na
gönderilmiş ve aynı doğrultuda gizli kararnameler
hazırlatılmıştır.
MGK'nın açık ve somut işlevlerine rağmen, bugün
ülkemizde acı bir ironi yaşanmaktadır. Politika
sahnesindeki akımlar, gruplar, çeteler; öylesine
gericileşmiş, yozlaşmış ve deşifre olmuşlardır ki;
Ordu, yıpranmayan, gelenekler itibarıyla avantajları
olan, gücü dolayısıyla yıpratmaya ya da dokunmaya
kimsenin cesaret edemediği, "temiz kalan Cumhuriyet'in
tek bekçisi olarak" destek, sempati görmektedir.
En ilerici, en dürüst politikayı yaptığı imajını
yaratmak konusunda azımsanmayacak bir başarı sağlanmıştır.
Bazı solcularımız bile, yaratılması başarılan bu
imajın etkisinde kalarak, şeriat vb. tehlikelere
karşı ordu'yu tercih etmek gerektiğini savunmaya
başlamışlardır.
Halk, emekçiler ve onların varlığını, devrimin,
devrimcilerin gücünü tümüyle unutmuş olarak politika
yapan, ülke yöneten insanlara, soldan da destek
gelmektedir.
Bu ülkede emekçiler vardır. Bu soyguncuların hepsini
ayakta tutan, besleyen, yaşamlarında ihtiyaç duydukları
herşeyi üreten, zenginlikleri yaratan emekçiler
vardır. Ve hatta bazılarının solcu gibi ortalıkta
dolaşıp fikir satarak rehavete ermesi dahi, emekçilerin
varlığı ve üretimleri sayesindedir. Bu ülkede, emekçilerle
birlikte, emekçilerle tüm benliğini, ruhunu ve beynini
bütünleştirerek, düzenden her türlü kopuşu sağlayarak,
kendini gerçekten halkına ve ülkesine, özgürlüğe
ve aydınlığa adayacak kuşaklar yetişmektedir.
Ve emekçiler, bir kez yekinmeye görsün.
Ve devrimciler, bir kez mayayı tutturmayı
başarmaya görsün...
Ondan sonrası , bir başka yangın.
Fakat artık emekçilerin yanmayacağı
yangınlar...
|