Sürecin
Sancıları Disiplin, Kararlılık Ve Özveriyle Aşılacaktır
|
Yüzümüzü Geleceğe Çeviriyor, Tortu Günlerini Geride
Bırakıyoruz...
M.Seyhan
Ülke, sancılı günler yaşıyor. Sancılı ve zor günler...
Üstelik, çok yakın bir doğumun sancıları da değil bunlar;
sakatlanmış, örselenmiş bir sürecin sonucu olan sancılar
çekiliyor... Bir kaos ortamından çıkılıyor, diğerine
giriliyor; kaosların derinliği de çeşitli faktörlerin
süreçte bulunmasından ve güçlerin çekiştirmesinden kaynaklanmıyor;
aksine, süreçteki faktörlerin eksikliğinden, daha doğrusu
esas faktör olan sosyalist müdahalenin eksikliğinden
büyüyor bunalım. Çünkü kaos, çözümsüzlüktür. Çözüm programının
ve müdahalesinin varolup kendini eylemiyle ortaya koyduğu
her yerde ne kadar karışıklık olursa olsun yaşanan kaos
değildir; karışıklık vardır ama kaos yoktur.
***
Bugün iktidar sahipleri sancılıdır. Oligarşik yapının
unsurları çözümsüzlük içindedirler, eski siyaset tarzları
ile yürünemeyen, vaziyetin her zamanki yöntemlerle idare
edilemediği zor günler yaşıyorlar. Bu, bildik anlamda
hep yaşanansürekli krizden fazla bir şeydir. Bizim cephemizdeki
bütün eksikliğe karşın ulusal haraketin artık rayına
oturmuş olan aktivitesi düzenin bütün kurumlarım zorlamış,
yıpratmıştır. Henüz tek yanda parlayan bir ateşle uğraştıkları
halde böylesi zorluklar içinde olmalan, ne kadar kof
olduklarını göstermektedir. Ama öte yandan, bir talihsizliktir,
bu kofluğu bütün açıklığıyla sergilenebilmesi de aynı
eksiklikten ötürü mümkün olamıyor.
İktidar sahipleri şimdi geç kalmış kabuk değişikliklerini
ısıtmaya çalışıyorlar, bozuk arabalarını bir biçimde
yürütmeye çabalıyorlar. Koca bir çıkmaz sokak içindeler.
Çıkmaz sokağın kolları var ve bütün bu kollar da çıkmaz
sokakçıklardan oluşuyor. Şu ya da bu uzunlukta, ama
hepsi çıkmaz sokaktır. Kullanabildikleri tek avantaj,
bu sokakçıkları bütünüyle kısaltacak ya da ortadan kaldıracak
gücün yokluğu, en hafif deyimle eksikliğidir.
***
Ulusal Hareket de sancılıdır.
Şu ya da bu anlık durum için söylemiyoruz bunu, Güney
Kürdistan'da olan bitenlerle ve gelişmelerin nereye
varacağı ile de doğrudan ilgisi yok; ulusal hareket
sürecin bütünü açısından desteksizliğin, tek başınalığın
sancılanın yaşıyor. Karşısındaki gücün manevra yapabilmekteki
rahatlığı ve pervasızlığı bir zorluk kaynağı olarak
kendini ortaya koyuyor.
***
Ve Türkiye Devrimci Harekeketi sancılıdır. Karamsar
değiliz ve olmamak gerekiyor. Nihayetinde, dünya devrimci
hareketi yaşanan konjonktürün altında ne kadar ezilmişse
Türkiye'deki devrimci hareket de o kadar ezilmiştir.
Gerçi sosyalist dalganın dünyadaki genel gerileyişi
ile ülkemizdeki cunta sonrası deformasyon karşı devrim
güçleri açısından mükemmel denilebilecek bir biçimde
üstüste düşmüştür ama buna rağmen bile devrimci hareket
bazılarının hevesle umduğundan daha diridir.
Ama, zorluklar içindedir. Sözkonusu olan elbette esas
olarak fiziksel koşulların zorluğu değildir. Devrimci
Hareket 12 Eylül'ün azgın baskı koşullarında bile kentlerde
fink atmasını bilmiş, kendini o koşullarda da üretebilmişti.
Yani, sanıldığı gibi bugünün sorunu güçlü merkezi otorite,
devlet terörünün soluk aldırmazlığı değildir. Zorluk,
yaşanan ortamdan ve hareketin bugüne özgü ve yarın aşılacak
olan eksikliklerinden geliyor.
Elbette, her şeyin bir sınırı vardır. Sosyalistler arasında
durmadan tartışıla tartışıla yalama yapılan "marjinalite"
kavramı da doğrusu artık sıkmıştır. Aslında bir anlamda
artık her ne olmuşsa olmuştur ve olacağı kadar olmuştur.
Her şey ineceği kadar alt sınıra inmiş ve daha ötesi
kalmamıştır. Bu sancı döneminin bitmemesi ve zayıflatıcı
etkinin devamı, bugün, koşulların olumsuzluğundan çok
Türkiye Solu'nun durumu kavrayıp doğru politikalar üretmekteki
yavaşlığından kaynaklanmaktadır. Machiavelli'nin "Hastalık
ve erimenin başlangıçta teşhisi zor, tedavisi kolaydır;
daha sonra ise teşhis kolaylaşır ama tedavi zorlaşır."
biçiminde hinoğluhin deyişi vardır ve siyasetteki çok
önemli bir kuralı özetler. Ama bugün teşhis kolaylaştığı
gibi tedavinin yollan da çok kapalı değildir. Bugün
zorluk, tedavinin yollarını açma konusundaki yavaşlıkta
düğümlenmektedir. Yoksa, devrimci hareketin önü açıktır.
Devrimci hareketin kendisi yemliklere ve politika üretimine
açıktır. Tarih yapılmaması gerekenlerle yapılması gerekenlerin
sağlam göstergelerini sunmaktadır.
Tarih, Yol Göstericidir...
Tarih, tortu günlerinden, sıyrılıp çıkmanın yolunu da
gösteriyor.
Gerçekten, tortu günleri yaşanmıştır, bir anlamda da
yaşanmaya devam ediyor.
“Akan su pislik tutmaz” deyimi, tıbbi açıdan tartışılır
belki ama siyasi açıdan oldukça doğrudur. Durgunluk,
tortu üretir, üretmiştir. Her gün yaşanan, ayağımıza
dolanan olgu budur. Üstelik, tortu olduğunu farketmeyen,
tortu gibi görünmeyen bir tortu türüdür.
Ve artık, durum böyleyse, siyasette düğümler tel tel
çözülerek yürünemeyecektir. Arapsaçı olmuş kavramlar
ve ilişkiler hassas (ve hantal) terazilerden geçemeyecektir.
Artık doğru olan, Gordiom’daki İskender’in yöntemidir.
Çok hakkaniyetli olan bu değildir belki ama zorunlu
olan, sürecin çözücüsü olan budur. Bir uç nokta yaşanmış
ve yaşanıyorsa, doğru, diğer uca varılmadan bulunamayacaktır.
Uç noktada laçkalık, ancak ödünsüz bir disiplin anlayışıyla;
uç noktada karmaşa, net düzenlemelerle; uç noktada dağınıklık
en kesin örgütlülük biçimleriyle sona erdirebilecektir.
Devrimci hareket kendini saflaştıracaktır, saflaştırmak
zorundadır. Her zenginliği kuşkusuz kullanacaktır ama
bu rafine olma gereğini ortadan hiç kaldırmamaktadır.
Çünkü sıradan günler yaşanmıyor. Çok önemli günler yaşanıyor
ve tarihte olağanüstü süreçler her zaman olağanüstü
önlemlerle birlikte anılmıştır.
Süreç kimseyi beklemiyor. Ancak sürecin akışı içinde,
onun isteklerini yerine getirerek arınmak mümkündür.
Paradoks gibidir; ortalık bunca ateş içindeyken, Türkiye
1960’lardadır, hatta bir anlamda daha geridedir. Sosyalizm
fikrini yeniden insanlara sunmak, yıpranmış, medyanın
saldırısı altında eğilip bükülmüş kavramları yerli yerine
oturtmak, bütün bu fırtına günlerinde yepyeni filizleri
koruyup büyütmek sorunu vardır. Coşan bir dalganın üstünde
değiliz. Özellikle Batı yakası için net söylenebilir,
sosyalizmin geri çekilen dalgasının sularındayız.
Eski günler yoktur, beğenelim beğenmeyelim durum budur.
Sabır vardır bugün, sabır iğnesiyle kazılan kuyular
vardır. Ve buna sabrı yetenlerle, sabrını kollektif
disiplin ve çalışmanın bir parçası yapanlarla birlikte
yürünecektir.
Beğenelim beğenmeyelim, karanlık zamanlar yaşanmıştır,
yaşanıyor. Zor bir kuşağız. Yıpranmaların, savrulmaların
tarihini yaşadık, 15 yıl önce kimse belki sosyalist
olmanın bugünkü
durumunu yaşayacağımızı bilemezdi. Ama yaşadık ve bu
vaşantının her gününde sosyalist olmanın anlamı üzerine
yeni şeyler öğrendik.
Başlangıç zamanlarını eskiden tanırdık, ilk kez yaşamıyoruz.
Ama yeniden ve başka bir deneyim yüküvle veni başlangıç
zamanlarına geldik dayandık.
Başlangıç zamanlan zordur.
"Gayet samimi olarak söyleyebilirim ki, 1969'da
Sandinist Cephe'ye katıldığımda onun ne kadar küçük
bir örgüt olduğu hakkında en küçük bir fikrim yoktu...
Yalnızca bir düzine imitandan ibaret olduğumuzu ve ötekilerin
çoğunun öldürülmüş olduğunu öğrendiğimde büyük bir şaşkınlık
geçirdim...” Böyle diyor Sandinist önderlerden Wheelock,
başlangıç günlerini tanımlamış oluyor. Bizim için ise
durum daha farklıdır ve daha nettir. Sonradan öğrenilecek
bir gerçeklik yoktur, Türkiye sosyalist hareketinin
durumu ortadadır.
Yürümek ve Uyum
Başlangıç zamanlan zordur. Yola çıkar, yürürsünüz; zorluklar
içinde adımlar atarsınız. Ve zorluklan aşmanın tek yolu,
adımlarınızı uyumlu kılmanızdır.
Çünkü zaman içersinde en çok hasara uğrayan bu uyum
ve koordinasyon fikridir.
En çok hasar, sosyalist düşünce ve pratiğin candamarında,
ÖRGÜT fikrindedir. Genel anlamdaki şu ne idüğü belirsiz
"devrimci olma" kavramı aslında o denli hasar
görmemiştir, hatta "kap- samı zenginleştiği"(!)
için prim bile yapmıştır. Yara alan, onun esas içeriği,
örgütlülük ve belli bir disiplin içinde iş yapma düşüncesidir.
Örgüt fikri hasar görmüş ve aynı zaman da böylece önemi
de kanıtlanmıştır.
Örgüt fikri ve yaşanan bir olgu olarak sosyalizm...
Bugün o kof güven duygusu da yoktur. "Akan su pislik
tutmaz" demiştik, ama her şey o kadar da basit
değil. Akan su, tırmanan süreç, geçmişte insanı "eylemci"
yapan ama sosyalist olmamanın, sosyalistçe yaşamamanın
üstünü örten bir "güven duygusu" yaratmıştır.
Binlerce kişiden oluşan kitleselliğin içinde yaşamak,
yükselen bir dalganın üstünde bulunmak çoğu kez gerçekten
sosyalist bir eğitim ve formasyonu, bir içselleştirmeyi
gözardı etmeye yolaçmıştır. Bugün,-çok sevinilecek bir
şey olup olmadığı tartışmalıdır belki ama- bu türden
bir "güven duygusu" yoktur. Çıplak olarak
yaşanıyor artık ve gösterişli giysilerin avantajları
ya da hepbirlikte olmanın rahatlıkları kullanılamıyor.
Sabır günlerindeyiz. Bu sabra gücü yetenlerle yürünecektir.
Kırk yaşındaki abileri "iş dünyası"nda fink
atarken, devrimcilik yapan çocuklar var. Hangi gelenekten
olurlarsa olsunlar, korunması gereken filizlerdir. Onları
çok seviyoruz. Eksiktirler, durgunluk çocuklarıdır onlar,
görmemişlikleri,yaşamamışlıklan vardır. Ama seviyoruz
onları.
90 yaşında kalemiyle, sözüyle, inadıyla yürüyen Ape'ler
var. Onları da seviyoruz...
Ortadakileri ise asla!
Onlara sevgi ve saygı yok!
Kendine saygısı olmayanlara saygı yok!
Geleceği önümüze koyuyoruz. Geleceğin insanlarına yüzümüzü
çeviriyoruz, bu bir zorunluluktur...
Artık çifte klasörlü yaşamlarla varılabilecek bir menzil
yoktur. Kıyıda köşede yaşanamıyor artık. Bazı şeyler
azıcık yapılamıyor. Devrimcilik ve yoldaşlık kavramları
bugün başka bir anlam kazanmıştır. Ve şükrolsun ki kazanmıştır;
dünden farklıdır ve kıstasları değişmiştir. Eğer sosyalizm
bütün yaşamınıza içselleştirmediğiniz bir şeyse, üstünüze
ilişmiş bir şey olarak duruyorsa, bu durum fazla uzun
sürmüyor. Hayhuylu süreçlerde, yükselen dalgaların üstünde
kısmen üstünü örtebildiğiniz eksikliğiniz, sabır günlerinde
çok çabuk ve net beliriyor. Sabrınızın neye yettiği,
ne kadar sosyalist olduğunuzu da ortaya koyuyor.
Che'nin "Sosyalizmin Kuruluşuna Doğru" kitabında
ilginç bir fıkra vardır. Şöyle anlatıyor Che: "Birkaç
gün önce,sık sık katılmak zorunda kaldığımız, ne yazık
ki bir türlü düzene koyup sınırlayamadığımız, bitmez
tükenmez toplantılardan birinde, bir yoldaş partinin
kurulması üzerine en son -ya da benim kulağıma gelenler
arasında en son-hikayeyi anlattı.
Bir adam partiye girmek ister. İlgili kısım sorumlusu
üyeler ona, ek mesai saatlerinde de çalışmasının zorunlu
olduğunu, örnek olması, boş zamanını kültürel eğitimi
için kullanması, pazar günleri gönüllü çalışmalara katılması,
ayrıca her gün gönüllü olarak çalışması, her türlü gösterişi
bir yana bırakması ve tüm vaktini işine ayırması, tüm
kitle örgütlerinde görev alması gerektiğini söylerler.
Sonunda, sorarlar: 'Parti üyesi olarak, hayatınızı her
an devrim uğruna vermeye hazır mısınız? Adam cevap verir:
'Pekala, eğer dediğiniz gibi bir hayat süreceksem, neyleyim
ben o hayatı? Verdim gitti!" (sf: 192)
Kuşkusuz, karşı-devrimcilerin yaydıkları bir fıkra bu.
Ve zaten Che devamında vurguluyor. Ama belki biraz da
öğretici bir fıkradır. Eğer devrimci düşünceyi kendi
parçanız yapmamış, onu içselleştirmemişseniz, onu yaşamınızı
yalnızca zorlaştıran bir faktör olarak görürsünüz, sevgisiz
bir katlanmayı yaşarsınız ki, bunun eninde sonunda bir
sınırı vardır. Che’nin çok yerinde olarak belirttiği
gibi: Bireyin içinden gelen gelen bir gayretle çalışması,
yaptıklarına karşı ilgi duyması ve bilinçlenmesi sayesinde,
en sıradan, en sıkıcı işler bile önemli, ciddi, yerine
getirilmezse kişinin rahatsızlık duyacağı görevlere
dönüşür. Bunların adına da fedakarlık denilir. Asıl
bu fedakarlıkları yapmamak bir devrimci için fedakarlıktır.
Başka bir deyişle, kategoriler ve kavramlar artık değişmektedir.
Gerçek bir devrimci, devrimin yönetici partisinin herhangi
bir üyesi, bizi bekleyen zor yıllar boyunca, hayatının
her saatinde, her dakikasında çalışmak zorundadır. Hem
de, görevine karşı her an yenilenen ve artan canlı bir
ilgi duyarak çalışmalıdır. Bu, devrimcilerin temel niteliğidir.
Devrimi, ruhunun ta derinliklerinde duymak işte budur.
Devrimin anlamı budur. Devrimci insan tüm varlığıyla
devrimcidir, kendini bir devrimci gibi hisseder. Ve
o zaman, fedakarlık kavramı anlam değiştirir."[a.g.e.]
Yani sözkonusu olan fedakarlık değildir. Ya da şu çok
bilinen anlamıyla "fedakarlık" değildir. Örgütlülükten
sözediyoruz; bu, katlanmak değildir. Başka insanlarla
birlikte dünyayı değiştirme işine girişmek ve kendini,
bütün varlığını, geleceğini bu değişim işine vermek,
yeni bir dünyayı referans noktası almaktır.
Devrimcilik, proletarya için, onun adına yapılan bir
iş değildir. Daha doğrusu, devrimciyseniz eğer, başkası
için iş yapan bir konumda değilsinizdir. Yaptığınız
şey size aittir ve siz yaptığınız şeyin tam kendisi
olursunuz. Ve o zaman devrimcilik, sizin yapmanız gereken
bir şeydir, sizin doğal bir durumunuzdur, hayat içinde
duruş biçiminizdir. Ve o zaman "katlandığınız;
zorluklar"dan ötürü böbürlenmeniz ya da tam tersi
hayıflanmanız ya da bunun bir şekilde rantına talip
olmanız komik bir şey olur çıkar. Sevgiden yakınılamaz.
Ya da bir şeyi sevdiğiniz için tutup bununla böbürlenemezsiniz
ki!
Ve sevgi gibi, aynen insanlar arasındaki sevgi durumu
gibi burada da çoğu kez sanıldığının aksine tek bir
karar, tek bir yol ayrımı yoktur.
Bu, belli bir yol ayrımına bir kez gelip, o noktada
iki yoldan birini seçmek sorunu değildir.
Yaşam bütünüyle yol ayrımlarıyla, her somut sorunda,
her anlık kararda yeniden sınamalarla doludur. Her gün
yaşarsınız yolayrımlarını. Her gün, her yolla size,
iradenize egemen olmak isterler, siz olmaktan başka
bir şey olmanızı isterler. Belli bir geçmiş tarihte
düzen-dışını seçmiş olabilirsiniz; ; ama bu, nikah defterlerine
atılan o kendi başına anlamsız imza gibidir. Ya üretirsiniz
o ilişkiyi, ya da biter. O tercihi her gün, her davranışta
yinelemek, hatta boyut kazandırarak yeniden üretmek
zorundasınızdır.
Her Zaman, Her Yerde...
Sorgu süreçleri bir örnek olarak anımsanabilir. Sorgudaki
direniş, çoğu kişi tarafından orada,
kapıda başlayan bir süreç olarak algılanır. Oysa bir
yanılgıdır bu.Hatta bu anlamda direniş özel bir eylem
bile değildir. Sözkonusu olan aslında bir "sürdürme-yineleme"
durumudur. Her gün yaşam tarzımız itibarıyla ne yapıyorsak,
onun , orada bilinen koşullarda yinelenmesidir. Aradaki
tek fark, bu kez çıplak fiziki şiddetin devreye girmesi,
şiddet aletlerinin kullanılmasıdır. Özünde manyeto ya
da medyanın bilmemkaç kanalının, bilmemkaç puntolu gazetelerinin
kullanılması arasında çok fark yoktur. İki durumda da
amaçlanan bizim irademize egemen olmak, bizi kendimizden
başka bir şey olmaya zorlamaktır. Yani, hiç bir şey
orada başlamamaktadır. Her şey, orada, gözlerimiz bağlandığında
değil, daha önce teslim alınmaya çalışılan, çarpıklaştırılmak
istenen bilincimizde başlıyor. Farklı bir dünyanın insanıysak
artık, dünyaya onların penceresinden bakmaktan kendimizi
kurtarmışsak ve her gün daha fazla kurtarıyorsak; gözlerimize
yeterince büyük açmışsak, cepheden karşı karşıya geldiğimizaslında
her gün cephe cepheye olduğumuzu biliyorsak çözümlenmiş
demektir. Eğer beynimizde siyah bir bant yoksa gözümüze
bağlanan o bez parçası bizim için hiçbir görme problemi
yaratmayacaktır.
Bu tarihsel karşılaşmanın bir boyutta her gün yinelenenmesidir.
Yoksa tarihsel haklılık fikri kendi başına soyuttur,gerçekliğini
teorik planda ele vermez O,kendini gündelik çarpışmalar
yoluyla açığa vurur. Her günkü karşı karşıya gelişlerde
çürük kokuları ve bahar kokuları birbirine karışır ve
ayrılır.
Mücadelenin Sorunları Mücadele İçinde Çözülecektir...
Sonuç olarak ısrarla yinelemekte yarar var.
Yüzümüzü geleceğe çeviriyoruz. Çifte klasörlü yaşamlarla
yürümek mümkün değildir. Sapla şaman ayrılmakta, yüzüle
yüzüle kuyruğa gelinmektedir.
Tortu günleri bitecektir, bitmelidir.
Ve tortu günlerinin büyük işler havasının ardına gizlenmiş
tembelliği bitecektir.
Büyük ya da küçük... Ama somut işler vardır gündemde...
Bir insan tipini artık tanıyoruz. Bu insan tipi bize
hep Züğürt Ağa'nın domates satışını anımsatır. Hemen
gözünüzün önünde canlanacaktır, o sahnede Züğürt Ağa,
alçak sesle fısıldar gibi bağırmaktadır:"domates!"
Ne de olsa koca bir ağadır o, bu durumunu kimsenin görmesini
istemez, yaptığı işi kendisine yakıştıramaz.
Pankart sopasının ucundan tutmak ya da dergi satmak
da bu "eylemci" tipinde böyle bir duygu yaratır.
Sabırla yapılan günlük, rutin işler ona hafif gelir
...
Ama oradayız işte, tam oradayız, beğenilsin beğenilmesin,
herşeyin yeniden örüldüğü, yavaş yavaş birşeylerin inşa
edildiği başlangıç günlerindeyiz.
Ve başlangıç günleri zordur. Yanlışlarla doludur.
Daha kolay ve daha az sancılı olmasını kuşkusuz isterdik.
Ama gerçek budur.
Ve sancıya dayanıklılık, zor zamanların sabrı, bugün
gerçekten sosyalist olmanın da ölçüsü olmuştur.
|