Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Tekerrürü Önlemek İçin...

"Tüm dünyada geçerliliğini kaybeden ve unutulmaya başlanan sosyalizmi savunan, kitleden kopuk bir grup marjinal öğrenci... "
Bu sözler renkli basının temsilcilerinden biri olan Aktüel dergisinde yer almıştı.
İşin sosyalizmle ilgili bölümü bir yana... O konuda Aktüel tipi yayınların sicili zaten belli. Son birkaç yıldır, her küçük fırsattan yararlanıp "sosyalizmin artık bittiğini, herşeyin bir anı olduğunu" yinelemek eline kalem alan herkesin birinci işi oldu. Gerçekte biten nedir, sosyalizm midir, onun karikatüre benzetilerek kısırlaştırılmış bir uygulanışı mıdır, işin orasını pek kurcalamazlar. Bütün dertleri sosyalizme olan gizli nefretlerini kusmak ve onun "cenaze töreni" saydıkları bugünkü durumu kutsamaktır.
İşin bu yönü uzun bir tartışmanın konusunu oluşturuyor.
Ama cümlenin ikinci bölümü, marjinalite, doğrusu tartışılmaya değerdir. Ve ister kızalım, ister yarımağızla kabullenelim gerçek budur. Kitleyle bağlarını çoktadır kuramayan, kurmanın yolunu da doğru dürüst aramayan, yalnızca takvimi izleyerek "anma" larla yetinen "fanus" içinde bir grup... Dernekçiliğin bugünkü tarihi böyle özetlenebilir. Esasen uzun süredir de vaziyet böyledir.
İnkar edilebilir, böbürlenerek aslında "işlerin gayet iyi olduğu" şişirmesi yapılabilir. Zaten yalnızca üniversite boyutunda değil, genelde böyle bir aymazlık ve gerçek dünyadan kopuk iyimserlik var. Yalnızca üniversitede değil, genelde sosyalist düşünce ve hareket sancılı süreçlerden geçiyor bugün, tarihsel bir zorlu dönemeç yaşanıyor. Ama yine de insan bazı yayınlarda gerçeğin tam tersini, kitlelerin her an ayaklanmaya hazır olduğu imajını bulabiliyor.
Ama sonuçta yaşanan gerçeklik değişmiyor. Yalnızca kavranmamış oluyor ve kavranmaması çözüm üretimini de zorlaştırıyor.


Dün ve Bugün

1980 Darbesi bir çok alanda olduğu gibi üniversitelerde de keskin bir dönemeç oldu. Darbenin sebepleri ve sonuçları az cok biliniyor, son yıllarda üzerine en çok yazılan konusu oldu. Toplumsal muhalefeti ve devrimci hareketi ezmek, böyle stabilize edilmiş bir ortamda kendi çöküntülerine bir çözüm üretmek için geldiler ve doğrusunu söylemek gerekirse bunun bir bölümünü başardılar. Gerçi sonuçta daha büyük bir ekonomik-sosyal kaos yarattılar, grevsiz-sendikasız bir süt liman ortamda bile kapitalizmin yakıcı sorunlarına çözüm bulunamadı. O günlerde Demirel'in cuntacıları "tam yönetilecek ortamda ülkeyi berbat etmek"le suçladığı bilinir. Kendisi olsaydı ne mucize gösterirdi, bilinmez. Daha doğrusu böyle bir sorunun akıllıca bir yanıtı yok. Çünkü sorun kişilerin ötesinde sistemin çözümsüzlüğü sorunudur.
Darbe, ezdi, yıktı, vs. ama bu arada "yapıcı" yönünü de inkar etmemek gerekiyor. Baskıyı yalnızca geçici bir olay olarak düşünmediler, kurumlarla sağlama bağlamayı planlayıp uyguladılar. Böylece '82 Anayasası'ndan sendikalar yasasına, yargıyı tümüyle denetime alan yasalardan YÖK'e dek bir kurumsal çerçeve oluşturuldu. toplumun bütün gözeneklerini tıkayan daracık bir elbise (ya da deli gömleği) zorla giydirildi.
Gençliğe bu baskı programında kuşkusuz özel bir yer ayrıldı. Gençliğin devrimci kesimi zaten payını işkencelerle, ölümlerle, hapishanelerle aldı. Ama bu kadarla bırakmadılar. Gençliğin belinin bir daha doğrulmaması için, devrimci düşünce ve değerlerin üretildiği her alanı sildiler. Dernekler kapatıldı, yüzlerce öğrenci ve öğretim üyesi 1402 sayılı yasayla üniversitelerden atıldı. YÖK'le yapılan ise bütün bu ortamın çerçevesini çizmek, susturulanın suskun kalmasını sağlayacak bir cendere yaratmaktı.
Bir ölçüde başarılı oldular... Uzunca süren bir yılgınlık ve durgunluk dönemi yaşandı. Ve uzun süren her durgunlukta olduğu gibi kalıcı etkiler oluştu. Yani baskı ve terör ne denli şiddetli olursa olsun gelip geçiciyse eğer, çok sakatlamıyor. Ama uzun süreliyse ve kurumsallaşmışsa, bir tarihsel döneme yayılan etkiler bırakıyor.
Yine de 1985-86'larda ummadıkları bir şey oldu. 1980'den 1986'ya dek kayda değer bir canlanma göstermeyen gençlik, 1986'dan sonra dernekler yoluyla kıpırdanmaya başladı. İşin doğrusu bu bir patlamaydı. Uzun süre cenderede tutulan, önü tıkanan gençlik çok hızla sürece girdi. Ve üniversitelerde dernekler birbiri ardına kuruldu, insanlar toparlanmaya başladı. Durum o zamanlar hiç de şimdi yaşadığımız gibi değildi. Öğrenciler derneklere büyük bir ilgi gösteriyor, çevrelerinde dernekler kuruyor ya da varolanların içinde yer alıyordu. Gençliğin yola gelmediği anlaşılıyordu. Gençlik, YÖK'ü protesto için, okulda polis görmek istemedikleri için, sağlıklı ve ucuz beslenebilmek için, yurtların kışlaya benzememesi için çok ciddi şekilde biraraya geldiler ve hatırı sayılır eylemlilikler gerçekleştirdiler. Ve üstelik bu biraraya gelişin önüne konan engeller ve baskı hiç de öyle hafif değildi.
Örneğin '86 nisanında İsa Tanrıverdi'nin ölümüyle patlayan olaylar ve Ankara yürüyüşü anımsanabilir. YÖK yasasının 44. maddesinin kaldırılması talebi büyük yankı bulmuş, genel bir onay almıştı. Üstelik kamuoyunun ve halkın tepkisi de çok olumluydu. Yürüyen gençler hakkında yine "terörist" spekülasyonu yapılıyordu, örneğin zamanın İçişleri Bakanı Akbulut, "biz bu filmi daha önce görmüştük" diyor ve kışkırtmaları deniyordu. Ama bütün bunlar pek etkili olmadı. Gençlik dernekleri herşeye karşın kitleselliği yakalıyordu. Bir meşruiyet çizgisi tutmuştu. O dönem için siyasal anlamda ve eğilimlerin eleştirisi anlamında bir çok şey söylenebilir ama kesin yadsınamayacak olan şey kitleselliktir.
Arkası da geldi... Meclise sunulan yeni "tek tip dernek" yasası bu türden eylemlilikler sonucu geri çekildi. Ve böylece kitleselliğin yararı pratikte öğrenciler tarafından gözlenmiş, olumlu bir zemin yakalanmıştı.
1990' a kadar zaman zaman inip çıkan ama genelde seviyesini koruyan bir eğri vardı. Takvim yapraklarını çevirdiğimizde bunu izleyebiliyoruz:
Örneğin, 22 nisan 1988'de Eşya Hukuku dersinden dolayı okuldan atılma tehlikesi yaşayan 500 öğrenci İ.Ü. içinde yürüyüş yapıyor ve Dekan "Hiçbir öğrenci Eşya Hukuku'ndan kalmayacak" diye açıklama yapabiliyordu. Yine aynı gün Yıldız Üniversitesi içinde yapılması planlanan işhanı projesini protesto için öğrenciler yürüyüş yapıyordu. 23 Nisan'da ise vize sınavının kaldırılması için kalabalık bir kitle Dekanlık önünde gösteri düzenliyordu.
28 Nisan 1988'de İ.Ü.'de sivil polisin bir kız öğrenciye laf atması üzerine yaklaşık 1000 kişilik bir grup Dekanla görüşmek için odasına gidiyor ve Dekanın okulu terketmesi üzerine binayı işgal ediyordu. 400 kişinin gözaltına alındığı bu büyük eylemlilik hala canlı bir anıdır.
Yine 1987'de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi Mehmet Şirin Tekin'in oruç tutmadığı için öldürülmesi büyük tepkilere yol açıyor. Bir yıl sonra bile Yıldız Üniversitesi Devlet Mimarlık Akademisi öğrencileri, hem bu olayı hem de YÖK uygulamalarını, polis baskısını protesto için yemek boykotu yapıyorlardı. Aynı şekilde 9 Eylül ve Ege Üniversitelerinde de benzeri boykotlar hiç azımsanamayacak bir kitlesellikle gerçekleşiyordu.
Örneğin 4 Mayıs'ta 7 kentte gözaltıları protesto için yemek boykotları ve oturma eyylemleri yapılıyor, 10 mayısta ise işgalden tutuklanan arkadaşlarının bırakılmasını isteyen İ.Ü. öğrencileri açlık grevi kararı alıyorlardı.
7 kasım 1989'da 9 Eylül, Ege, İnönü Üniversitelerinde yapılan YÖK'ü protesto eylemleri, İ.Ü.'de polis kulübesinin basılması gibi eylemler de bu arada anımsanabilir... Keza 14 Kasımda Yıldız'daki kitlesel yürüyüş (ve tabii yürüyüş sırasındaki slogan yarışları, şiddete varan tartışmalar) dönemin başka eylemlilikleridir.
Liste daha uzatılabilir. Ama burada niyetimiz gençlik eylemlerinin genel bir kronolojisini çıkarmak değil. Daha doğrusu bu işi kapsamlı bir çalışmaya bırakıyoruzve şimdilik yalnızca genel bir panaroma oluşturmak istiyoruz.
Bu genel manzaranın karekteristik özelliği kitlenin canlılığı ve katılımıdır. Gerçekten yakalanan bir halka vardır. Devletin bütün terörüne karşın YÖK' ü yıpratan, polisin okullardaki varlığını kısmen etkisizleştiren bir süreç vardır. Yine bu dönem hiç küçümsenmeyecek kazanımlar sözkonusudur. Belki bu gün çok kısmi sayılabilir ama YÖK'ün o dönemde yitirdiği maddeler de vardır. 44. madde olayı bunun bir örneğiydi. Ve devlet yöneticileri de bu dönemde şaşkındır. Bu rüzgarın nereden çıktığını sormaktadırlar kendi kendilerine... Onlar bunun "daha önce görülmüş bir film" olduğunu söylerlerken, solda da bunun daha uzun bir filmin fragmanı olduğu umudu yaygındı.

Değişen Neydi?

Peki, 91-92'ye gelindiğinde değişen neydi?
Yükselişi düşüşe dönüştüren neydi?
Özellikle 91-92' nin bir kan kaybı süreci olduğu artık (kuru böbürleniciler dışında!) çok net şekilde biliniyor. '90 sonrasında yavaş yavaş derneklerde toplanan öğrencilerin sayısı azalmış ve devrimci öğrenciler giderek üniversite bünyesinde bir küçük grup haline gelmiştir. Yaşanan şey, geçici, dönemsel bir düşüşün ötesinde oldukça istikrarlı bir kitle kaybıdır.
Eğer bu durumu görmüyor ve görmek istemiyorsak, mesele yok. O zaman bir çözümleme çabasına da ihtiyaç duymuyoruz demektir. Ama yok, çok ciddi olarak "bu nedir?" diye sormayı gerekli buluyorsak orada biraz durup düşünmek gerekiyor.
Örneğin, hep alışılageldiği gibi sorunu basitçe 12 Eylül'e yıkmak gerçekçi midir? Elbette 12 Eylül doğrudan şiddetiyle olsun, yarattığı baskı atmosferiyle olsun yoğun bir depolitize edici etki yaratmıştır. Kendi sürecini de aşan bir yasal kurumlaşmayla kalıcı etkilere yol açmış, üstüne binen ekonomik-sosyal-kültürel deformasyonla çok boyutlu kişilik yozlaşmalarının nedeni olmuştur.
Ama o zaman 86-90 sürecini nasıl açıklayacağız? Sözü geçen bütün etkiler bu dönemde de vardır ve üstelik daha fazla vardır. Buna rağmen bir meşruiyet yakalanmış, bir yükseliş yaşanmıştır.
Derneklerin biçimsel formasyonunda da o günden bugüne bir değişiklik sözkonusu değildir. Dernekler (salt biçimsel anlamda söylüyoruz) yine aynı derneklerdir. Belki baskının arttığı söylenebilir ama doğrusu 86 sonrasında da az baskı olduğu söylenemez.
Yani, bütün bunlar mevcut durumu açıklamakta yeterli olmuyor. '90 sonrasında yeni olanı aramak ve orada bir açıklama bulmak gerekiyor.
91-92'nin çok belirgin özelliği şu bilinen "sosyalizmin krizi" sorunudur. Ve çok önemlidir. Gerçekten de sosyalist düşünce son yüzyıl içindeki en sancılı sürecini yaşamaktadır. Daha doğrusu bütün onca yılın yanlışlıklarının birikimi gelip son yıllarda patlamış ve sosyalist pratiğin tarihindeki en ağır koşullar günümüz devrimci kuşağının üstüne yıkılmıştır. Bu durum, yalnızca öğrenci kesiminde değil bütün toplumsal atmosferde büyük bir erozyona yol açmış, egemen medyanın körüklediği "sosyalizm bitti" imajı geniş kitleler üzerinde inkar edilemez bir soğuma yaratmıştır. Sosyalizmin artık hesapedilir bir güç olmaktan çıktığı, bir toplumsal çözüm olarak geçersizleştiği yanılsaması sosyalist çalışmayı zorlaştırmış, prestiji yıpratmış, çekim merkezi özelliğini zayıflatmıştır. Daha da kötüsü bu uluslararası erozyon ülkedeki 12 Eylül sonrası zaafiyet ortamına denk düşmüş, egemen güçler açısından "mükemmel" denebilecek bir örtüşme gerçekleşmiştir.
Genel düzeyde sosyalistler de henüz bu krizi içlerine sindirmiş, çözümlemelerini yapıp dersler çıkararak kitlelerin önüne yeni bir sosyalist söylemle çıkabilmiş değillerdir. Kuramsal açıdan bunun yolu açık olduğu halde -ki bu açıdan günümüz kuşağının zor ama şanslı bir durumda olduğu söylenebilir- henüz çok somut bir gelişme görülmemektedir. Ki zaten bazıları açısından böyle bir gereksinme de yoktur, onlara göre her şey yolunda gitmektedir, kendilerince her bir şeyler çözümlenip söylenmiştir, telaşa lüzum yoktur.
Bu böbürlenicilik bir yana , ortada, üniversitede olsun başka bir yerde olsun devrimci faaliyeti zorlaştırıp kitleye ulaşmayı engelleyen bir sancı olduğu çok nettir. Devrimci öğrencilerin bulundukları mekanlarda çekim merkezi yaratabilmelerini zorlaştıran (bir yerden sonra onların iradeleri dışında) somut bir durum vardır. Özünde kesinlikle doğru olan "sosyalizm ölmedi, ölen onun bir karikatürüdür" tezi de bu arada bir tür kolaycılığa yol açmakta, eski söylem ve çalışma biçimlerinin aynen devamına zemin olmaktadır.
Ama her şey bu kadar basit mi?
Sosyalistlerin bütün suçu bir ölçüde kendilerine dışsal olan bu nedenlere yıkıp rahatlamaları doğru mudur?
Böyle bir "rahatlama"yla ya da kof güç gösterileriyle bir çözüm yaratılabilir mi?
Yani, durup biraz şöyle aynaya bakmak gerekmiyor mu? Politik yapılanmalar sürece ve öğrenci derneklerine, üniversitedeki çalışmaya doğru bakmışlar ve doğru davranmışlar mıdır? Bütün bu olumsuz koşullar yaşanırken ve toprak ayaklarının altından kayıp giderken bunun farkına varmışlar mıdır ya da bu kaymaya kendileri ne kadar katkıda bulunmuşlardır?

Aynada Görünen...

Aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, yığınla yanlıştan örülü bir yumaktır.
Tarihin hiçbir döneminde devrimci hareket kendi imkanlarını bu kadar hovardaca harcamamış, tarafına çekebileceği insanların güvenini ve sevgisini bu kadar hoyratça yitirmemiştir. Tam bir ibret manzarasıdır. Yalnızca kazılan bir çukura düşülmüş değildir, bizzat çukurun kazılmasına da yardımcı olunmuştur.
Yaşanan dezavantajlı konjonktürde, daralma günlerinde, derneklerin yeni formasyonlar kazandırılarak, yeni açılımlarla kitleye yakınlaştırılması gerekirken sanki kasıtlı gibi bunun tam tersi yapılmış, daha da uzak bir pozisyona sürüklenilmiştir. Sakat bir marksist kavrayışın ürünü olarak hortlayan "benmerkezcilik", birlikte iş yapma kültüründen uzaklık, sonunda tek dernek imajının silinmesine neden olmuş, önceki yıllarda demokrat-devrimci bütün öğrencilerin kendini ifade edebildiği alanlar olan dernekler daraldıkça daralmış, parçalanmış ve artık belirli anlayışların oturup bir şeyler tartıştığı yerler haline gelmiştir. Pekala aynı dernek içinde, birlikte yürüyüp çalışmak mümkünken, garip "ilke" tartışmaları yaratıp "daha dar ama daha homojen" örgülere ulaşılmıştır. "İlke" tartışmaları da bu anlamda ciddi değildir zaten. Olsa olsa bir tek ilke vardır: kitleden soyulanmak... Sonuçta olan da budur. Hiç de homojen olması gerekmeyen, zaten gücünü de homojen olmayışından, renkli oluşundan alan dernekler sonuçta elbirliğiyle "sen-ben-bizimoğlan" oturulan yerler haline getirilmiştir.
Üstelik, zaten böyle bir kitleselleşme kaygısı da taşınmamıştır ve halen taşınmamaktadır. Sürece hakim olan siyasi mantığın özü, kitleyi büyütmek değil, "kitle" yi büyütmek olmuştur. Aradaki fark açıktır. Genel olarak demokratik öğrenci hareketinin kitlesini büyütüp eğer bir siyasi kazanç sağlanacaksa bu büyümenin bir türevi olarak sağlamak yerine, kolay olan seçilmiştir. Kolay olan mevcut daracık ilişkileri paylaşmaktır ve dahası bu daracık alan üzerinde de şiddete varan fırtınalar üretmektir. Öte yanda geniş bir öğrenci kitlesi dururken ve bu kitleye onların canılıcı sorunları yoluyla ulaşmak mümkünken, zaten üniversiteye belli bir formasyonla gelmiş bir avuç insan üstünde binbir çeşit köşekapmaca oynanmıştır. Yaşanan budur. Geniş kitle derken hiç de abartılı bir iyimserlik yapmıyoruz. Faşistlerin-gericilerin ve bir kısım lümpen unsurun dışındaki kitle hala oradadır ve doğru yaklaşımları beklemektedirler. Çok ciddi sorunları vardır bu insanların ve en az onlara "önderlik etme" iddiası taşıyanlar kadar bu sorunların çözümü için çaba göstermeye, bizimle birlikte yürümeye hazırdırlar. Oysa yapılan şey, bütün bunları elinin tersiyle itip birkaç kişilik kantin masalarında bir bardak suda fırtınalar koparmak olmuştur.
Ve öte yandan bugünkü daralma ve sıkışma ortamında alabildiğine bir esneklikle en geniş kesimlere gidilmesi gerekirken, alabildiğine fazla insana (bizim düşüncelerimizi şimdilik benimsemeseler bile) ulaşmak zorunluluğu varken yine "ilke" adı altında öyle kalkanlar örülmüştür ki, sıradan öğrenci bunların arkasında görülmez olmuştur. Demokratik örgütlerin yalnızca genel düzeyde hareket ilkeleri olması gereken şeyler, süreçte derneklerin semtine uğramanın şartları haline gelmiş ve hatta bununla da kalmayıp salt belli politik hareketlerin "ilke"leri hakim olmuştur. Sonuçta ortaya o kadar çok "ilke" ve "anti-..." ile başlayan koşul çıkmış, "oport", ya da "dönek" olmak o kadar sıradan bir olgu olmuştur ki, doğal olarak bu kadar çok "ilke"nin cenderesine ancak birkaç kişi ya da beş-on kişi sığabilmiştir. Ünivesitede okuyup şu ya da bu şekilde ortak sorunları olan geniş öğrenci kitlesine dayanmak, onları kazanmak yerine (ki, bu insanların marksist olmaları hiç gerekmiyor ve esasen marksistlerin gücü de kendi dışlarındaki yığınları uyandırdıkları saygı ve etkinlik atmosferiyle sürüklemekten geçer!) daralma yolu seçilmiş, son derece sakıncalı bir manzara, "dernek eşittir marksistler" manzarası oluşmuştur. Öğrencinin ucuz yemek için komünist toplumu bekleyemeyeceği bu arada unutulup gitmiş, kuru ideolojik söylemin herşeye yeterli olduğu sanılmıştır. Buna rağmen yine de öğrenciler derneğe gelmiyorlarsa, ne gam! Zaten bu kadar laf edildiği halde gelip derneğe biat etmeyenler bir işe yaramaz!!
Tabii ki kimse açıkça bunları söylememiştir, söylem olarak herkes "derneklerin en geniş kitleye açılmasını" filan savunmuştur. Ama daha diğer sol anlayışlara tahammülden uzak olanların geniş kitlenin (doğal olarak geri konumdaki) varlığına nasıl tahammül edecekleri ciddi bir sorudur. Zaten tahammül de edilmemiştir. Buna ihtiyaç duyulmamıştır. Her politik yapı için temel sorun o sömestr dönemi içinde o okuldan birkaç " taraftar" yaratabilmek olmuştur.
"Bir kaç taraftar ..." Bu kadarı yeterlidir...
Öte yanda, içinden belki de aynı harekete yüzlerce "taraftar" üretebilecek olan geniş bir potansiyel kitle varmış... Olsun, onlar bekleyebilir! Şimdilik önemli olan ağaçtaki hazır elmaları toplamaktır. Mümkün olan en az sabır ve mümkün olan en az sayıda insan... İşte mantık budur!
Açıkçası, dönem hiç kavranmamıştır. Dönem insanların bir tek çağrıyla anti-emperyalist eylemlere katıldığı 1960'lar dönemi değildir. Dönem küçücük kasabalarda bile her cenazenin binlerce insanla kaldırıldığı 1970'ler dönemi hiç değildir. Beğenelim ya da beğenmeyelim devrimci çalışmanın giderek "iğneyle kuyu kazmak" özdeyişini daha çok andırdığı günler yaşanmaktadır. Ya sabırlı olursunuz, hemen sonuç bekleyen mantıktan uzak durup kitle hareketinin uzun vadeli ufkuna gözlerinizi dikersiniz, ya da eldeki ile yetinirsiniz!..
İkincisi yapılmıştır... Hemen yarın olsun üç kişi olsun denilmiş ve bir zenginlik heba edilmiştir. Sonuç belki birkaç militan kazancı olmuştur ama öte yanda binlerce insandan uzaklaşılmış, binlerce imkan harcanmıştır. "Ekim" ile "hasat" arasındaki zaman süresi öyle kısadır ki, bu kadar sürede ancak küçücük otlar yetişebilmiştir. Zahmetli bir çapalama, sulama sürecinden vazgeçilince işler belki kolaylaşmış ama verim de yok denecek kadar azalmıştır.
Böylece de, çok talihsiz bir şekilde egemen çevrelerin "yasadışı örgüt parmağı" demogojisine onların bile ummadığı bir zemin hazırlanmıştır.
Bu gerçek bir talihsizliktir...
Esasen sıradan öğrenciyi ürkütme amacını taşıyan bu demogoji gerçekten uygun bir zemin bulmasaydı bu kadar etkili olamazdı. Ama öğrenciyle onun hayatını paylaşmaktan çoktan vazgeçmiş, kendini kantin masalarının marjinalitesine teslim etmiş haliyle devrimci öğrenci tipi sonuçta bu imajı güçlendirmiştir. Beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek budur.
Burada sorun yasallık-yasadışılık sorunu değildir... Zaten bugünkü yasalarla soluk almanız bile suç sayılabilir. Sorun, yasal olsun ya da olmasın yaptığınız şeyin, devindiğiniz alandaki kitlenin genel nabzına uyması, onlar gözünde meşru olması ya da en azından yadırganmamasıdır. Eğer bunu yakalamışsanız, eylemliliğin yasal olup olmaması, rizikoları çok önemli değildir. Kimse bundan ürkmeyecektir ve hatta karşı güç bile doğrudan bir saldırıdan çekinecektir. Bir Zonguldak grevi boyunca (uzun yürüyüşü saymıyoruz bile) her gün binlerce insan kent sokaklarında adeta bir ayrı cumhuriyet sokakları gibi yürüyüş yapmışlar, kimse de bunun yasal olup olmadığını sormamıştır. Yine bugün memur sendikalarının yürürlükteki yasalarda pek bir dayanağı yoktur. Ama öylesine haklıdır ki, devlet yöneticileri bile bu sendikacılarla görüşmek durumunda kalmaktadırlar.
Ama siz kendinizi takvime bağlamış ve kantinlerde anma yapmayı birinci iş edinmişseniz, kendinizden başka herkesi karalayan iri sloganlı bildirilerle vaziyeti idare ediyorsanız, kitle gözünde meşruluğunuz tartışma konusu olur ve o zaman yasadışılık bir sivri kaya gibi ortada sırıtır. Üzüntüyle de olsa söylemek gerekiyor, bugün sözkonusu olan 1970'li yılların gençliği değildir, 20 yıl önce kahramanca canlarını vermiş bizim insanlarımız (yine hüzünle söylemek zorundayız) onlar için çok fazla anlam ifade etmeyebiliyor. Geçen yıllar bu anlamda çok şeyi erozyona uğratmıştır. Ve bu erozyonun ardından gençliği yeniden ele almak, bir çok şeyi canlardırmak gerekiyor.
Ama böyle bir yeni frekans arayışı bir çok kesim açısından sözkonusu bile değildir. He şey eski çerçevesinde ve eski üslubundadır. Kuşlama, bildiri, pankart, ve anma günleri... Süreç böyledir. Ve aslında kaç bin tane dağıtırsanız dağıtın son tahlilde kendinize dağıtmış oluyorsunuz hepsini.
İşin kötüsü, böylece polisin müdahalesi sonucu bir "erken ezilme" de yaşanmaktadır. Belki de devrimcilerle birlikte olmayı isteyen, bu yönde arzusu olan bir yığın insan henüz bu duyguları filiz halindeyken devletin terörünü karşısında bulmakta ve bu erken karşılaşma bir dizi insanın kaybedilmesine yo açmaktadır. Belki bunu "korkakların arınması" ya da "kitlenin pişmesi" süreci olarak gören akıllılar da vardır, bilemiyoruz. Ama işin doğrusunu söylemek gerekirse burada "pişmek" ten çok "yanmak" sözkonusu olmaktadır... Ve bu tam da devletin planına uygundur. Devlet, özellikle son 2-3 yıldır, solu marjinaliteye iterek kitleyle sol arasına bir korku duvarı örmeyi planlamış, uygulamaktadır.
Zaten diğer yandan siyasal rekabet de meşruiyeti oldukça sakatlamış ve sakatlamaktadır. Gündemi ya da kitlenin ruh halini yakalasın yakalamasın en radikal eylemi savunmak bir büyük marifet olalıberi ipin ucu iyice kaçmıştır. Karşı çıkanlar da korkaklık ve ihanetle suçlanınca zaten ses kesiliyor ve meydan iyice boşalıyor.
Sonuç olarak oluşan manzara ise şudur: kendi sorunlarıyla bunalan, çözüm arayan ama dernekçilere de yaklaşmayan bir kitle ve onun nabzını yakalamaktan uzak olarak kantinde oturan bir grup insan...
Bir suyun iki yakasında duran ve birbirine şiddetle ihtiyacı olan iki güç...
Ayrıca, durgunluk ve kantin ortamı bugün herkesin yakındığı bir kirlenmenin de nedeni olmaktadır. Kuşkusuz devrimci harekette ahlaki sorunlar ya da ahlaki temele dayandırılan suçlamalar,vs. her zaman olmuştur. Ama eğer 80 öncesini baz alırsak şöyle bir tesbiti yapmak da zorunludur: 80 öncesi, şöyle ya da böyle eleştirilebilir ama yine de bir farklılık vardır. Yani akıp giden yükselen alçalan bir hareket vardır, günler çok büyük bir anafor içinde yaşanmaktadır ve bu ivmesi yüksek ortamda kötü özellikler ya da kötü özelliklere sahip insanlar bir ölçüde doğal diyebileceğimiz bir ayıklanmaya uğrayabilmektedir. Her gün faşistlerle çatır çatır savaşılan mekanlarda kötü özellikler zor barınabiliyordu. Dönemi bütünüyle aklamak istemiyoruz ama hiç olmazsa bir ölçüde durum böyleydi.
Oysa bugükü durgunluk ve atalet bir çok siyasi düşüklüğe de zemin oluşturmaktadır. Kitleden kopmuş, "kıyıda kalmış" olan sol kendi içinde de sağlıklı ilişkiler oluşturamamaktadır.
Kötü örnekler yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir.
Örneğin 17 mart 1992 günü faşistlerin M.Ü.'ne saldırılarında bir devrimci arkadaşımızın bacağından silahla yaralandığını anımsıyoruz. Üstelik faşistler saldırıyla yetinmemiş, sonraki iki gün boyunca da kampüsteki gövde gösterilerini devam etirmişlerdi. Oysa aynı günlerde İstanbul ve Boğaziçi üniversitelerinde devrimcilerin gündemini işgal eden en önemli olay, Boğaziçi işgaliyle ilgili olarak iki siyasi grubun birbirlerini dövmeye varan tartışmalarıydı. Bi üniversite abluka altındayken diğerlerinde durum buydu. Öyle ki aynı günlerde M.Ü.'de faşistlerin saldırısı beklenirken bir grubun temsilcileri "Boğaziçi'nde kavga çıkabileceğini" söyleyerek okulu terkedebiliyordu.
Yine anımsıyoruz; Aralık 1992'de faşistlerin İ.Ü.'ne saldırıları olmuş ve çok sayıda öğrenci yaralanmıştı. Bu arada sağlık durumu kötü olduğu için hastaneye yatırılan (hiç bir siyasi grup insanı olmayan) bir öğrencinin öldüğü haberi yayılmıştı. Ve iki siyasi grup, öğrencinin "kendilerinden" olduğu iddiasıyla "anma"yı kimin yapacağını ciddi ciddi tartışmışlar, çirkin hakaretlere varabilmişlerdi. Üstelik ortada ölen filan da yoktu!
1992 Sonlarında aralarındaki görüş ayrılıklarından ötürü iki siyasetin birbirlerini merdivenlerden atabilecek kadar çirkin tartışmalar yaptıklarını da bu film şeridi içinde anımsayabiliriz.
Film şeridi uzatılabilir ama gereksiz... Bu kadarı yeterlidir. Üniversitelerde her gün yaşayan insanlar o karşılıklı suçlamaları, ağza alınmaz hakaretleri zaten anımsıyorlar.
Seviye kaybı konusunda başka ilginç örnekler de vardır. Örneğin, 1992 öğretim yılının ikinci döneminde gerici-faşistlerle Yıldız Üniversitesinde çıkan çatışmanın ardından M.Ü.'de bildiri dağıtılır. Bildiriyi kendilerine hakaret sayan ve faşist olmadıklarını iddia eden gerici grupla devrimciler arasında bu yüzden bir gerginlik oluşur. Bu işin muhatabını isteyen gericilere muhatabın bütün devrimciler olduğu söylenir ve biraz da güçler dengesinin etkisiyle kavga önlenir. Daha sonra yapılan dernek toplantısında ise gericilerle ilgili bildiri dağıtılması gerektiği ya da dağıtıldığı zaman, devrimci demokrat öğrencilerin bilgilendirilmesi ve hazırlıklı olunabilmesi kararı alınır. Durum böyle iken o gün toplantıda bildiri dağıtılmasının yanlış olduğunu söyleyen bir grup üç gün sora kendi imzasıyla bildiri dağıtır ve daha bildiri devrimcilerin eline bile geçmeden gericilerin saldırıları başlar. Taşlı-sopalı saldırıda on kişi yaralanırken bir arkadaş da geçici hafıza kaybına uğrar.
Durum budur. Ama o ayki bir dergiyi açtığımızda çok farklı şeyler görürüz. Kavgada en şiddetli saldırıya uğrayan bir bayan arkadaşımızdan kendi insanlarıymış gibi sözedilir, vs. vs....
Ya da yine 1992 haziranında M.Ü.'de faşistler afiş asar. Bütün devrimci-demokratlar da gider bir güzel indirirler. Gerginlik yaşanır ama bir olay çıkmaz. Oysa bir siyasi dergide şunları okuruz: "M.Ü.'ne asılan afişler dernekçiler tarafından yırtıldı. Bunun üzerine faşistler toplanarak saldırmaya hazırlandılar. Sadece............... olabilecek bir saldırıya karşı hazırlıklıydı. Diğer devrimcilerin hiçbir hazırlık yapmadıkları ve korkak tavırlar sergiledikleri gözlendi..."
Ve tabii bunlar güven sorunudur. Yalnızca sol içinde güven sorunu olsa iyi, öğrenci kitlesinin geneli açısından bir güven sorunudur. Devrimciler birbirlerini suçlamayı iş edinmiş, birbirlerine saldırabilen insanlar olarak görüntü vermektedirler ve bu görüntü de sıradan öğrencinin merceğine güvensizlik unsuru olarak yansımaktadır.
Sonuçta insanların birlikte iş yapabilmelerinin önü tıkanmış, genel adına pano, pankart, bildiri hazırlanabilen olumlu dönem kapanmıştır. Böylece de öğrenci kitlesinin çoğunluğu üzerinde yoğun bir ürküntü ve güvensizlik yaratılmıştır. Özellikle faşist-gerici kampın palazlandırılıp polisle işbirliği halide terör estirdiği günümüzde topluca, somut bir karşılık verilemiyor olması, hata bazen sorumsuzca, geneli haberdar bile etmeden davranılıyor olması güvensizliği pekiştirmektedir.
Kısacası bugün durum içaçıcı değildir. Devrimci güçler soluk almakta güçlük çekmekte, aynen iktidarın baştan planladığı gibi "hayatın kıyısında" bir teferruat olmaya doğru ağır ağır yol almaktadır. Bu, uzun süredir böyledir ve artık görmemek için kör olmak gerekiyor. Ve işi kötüsü zaten bir çok el tarafından sıkılan soluk borusu biraz da devrimcilerin kendileri tarafından sıkılmaktadır.
Bu, bir yaradır, kanıyor. Üstelik biz ya basit önlemlerle kanı durdurmaya çalışıyoruz ya da yara hiç yokmuş gibi davranıyoruz.
İkisi de işe yaramıyor, yaramadığını hayat gösteriyor.


Yeni Dönem: Aynen Devam mı?
İşte, açılacak, açılıyor, derken sonunda üniversiteler de açıldı... Diğer yıllardan da sönük bir şekilde...
Artık hiç olmazsa bu yıl bir karar vermek zorundayız.
Ne yapacağız?
Aynen devam mı?
Yeni gelen insanlara nasıl bakacağız örneğin? Daha kayıt sırasında üzerine atlanıp kafaya alınacak insanlar olarak mı, yoksa demokratik kitle hareketinin ilk nüveleri olarak mı?
Sırtındaki YÖK'üyle, kapısındaki polisiyle, ikiye katlanmış haracıyla işte üniversiteler açılıyor, açıldı. Onlar ne yapacaklarını biliyorlar. Bunun için Hayri Kozakçıoğlu-Necdet Menzir ikilisi, Rektörleri, yurt ve okul temsilcilerini, daha ne kadar işbirlikçi varsa hepsini biraraya getirip toplantılarını yaptılar. "Gerekli önlemleri" saptadılar. Bu, polisin her yıldan daha saldırgan olacağı anlamına geliyor. "Göz açtırmamak!" İşte ilkeleri budur. VE gözaçtırmamak için gözaltılar hazırlanıyor kuşkusuz.
Onlar ne yapacaklarını biliyorlar...
Peki, biz biliyor muyuz?
Yine her zamanki "en büyük biziz, bize gel", söylemi mi, insanların burnuna dergiler sokuşturmak mı? Devrimci kimlik vermeden grup fanatizmini vermek mi? İnsanları devlete karşı, sağa karşı değil birbirimize karşı eğitmek mi?
Bütün gün kantinde mi oturacağız yine? Büün gün masalarımızda oturup başkaları hakkında spekülasyon üreterek, kendimizi allayıp pullayarak zaman mı öldüreceğiz? Sınıflardaki, anfilerdeki bunalmış insandan yine fersah fersah ötelerde mi duracağız? Yine takvimi izleyip özel günler devrimciliği mi yapacağız? Forum bitene kadar devrimci olup, üstelik katılmayanları ağız dolusu suçlayıp, daha sonra yine masalarımıza mı döneceğiz? Gelip kantinlere afiş asıp daha sonra okuldaki demokrat kitleyi kendi kaderine mi terkedeceğiz? Faşistler ve gericiler kuşkusuz yine sahnedeler ve sahnede olacaklar, kimlerle direneceğiz onlarakarşı? Doğru dürüst devrimciliği bile öğretemediğimiz insanlarla mı?
O "düzen kafalı" diye küçümsediğimiz sıradan öğrenciler bunları hiç farketmiyorlar mı sanıyoruz? Dün yaşadığı olayı bir dergide farklı okuyunca, dudaklarında hafif gülümsemeler oluşmuyor mu bu insanların?
"Serbest rekabet"(!) düzeni sürecek mi yine? "En radikal eylem ve grup" olimpiyatları sürecek mi?
Asıl önemlisi, biz nasıl ilişkiler sunacağız onlara? İmrenecekleri, aramıza katılmak için can atacakları sağlıklı ilişkiler mi? Yoksa bizi "karışık amaçlı aşırı bir grup" olarak mı görecekler? Geçmişin o güzel insanlarının, Deniz'lerin yanında oturmak, hatta ona selam vermiş olmak bugün bir onur vesilesidir. Bizim yanımızda oturmak, bizim dostumuz olmak ne zaman insanlar için bir gurur kaynağı olacaktır?
Nasıl bir kültür vereceğiz ilişki kurduğumuz insanlara? Her "gece"ye giden, her eyleme takılan "seyyar slogan birlikleri" mi yaratacağız onlardan? Başka siyasi hareketlere saygılı, onların da devrimci değerlerini gözeten geniş ufuklu, akıllı insanlar mı yaratacağız ilişkilerimizden? Salt kalabalık içinde kendini var sayan insanlar değil de , her koşulda kendi özgür iradesiyle de ayakta durabilen kişilik sahibi insanlar mı istiyoruz?
Sorular uzatılabilir, binlerce yeni soru sorulabilir...
Ama esas soru aynıdır: Ne yapacağız? Aynen devam mı, yoksa bir şeyler öğrenecek miyiz?


Kendi Payımıza...
Kendi payımıza biz, artık bir şeylerin farklı olması gerektiğini düşünüyoruz. Artık oturup ciddi olarak durumu gözden geçirmek gerektiğine inanıyoruz.
Süreçten çıkardığımız sonuç, gençliğin ilgisini somut girişimlerin çektiğidir. Durumun geçmişten farklılığını anlamak gerekiyor. Hep 80 öncesinin ya da 1960'ların demokratik mücadelesinden sözedilir. Ve bu arada bir ayrıntı coğunlukla unutulur: 1960'lı yıllarda ya da 80 öncesinde gençlik hareketi hiç de öyle akademik sorunlar, yurt-yemek benzeri talepler üzerinde yükselmemiştir. Görünürdeki durum böyle olsa da, o yıllarda gençlik hareketini yükselten asıl etken, dünya çapında ve ülkede yükselen sosyalist dalgadır! Gençlik hareketi bu dalganın uç bir ürünüdür. Yani dünya ve ülke konjonktürü ile gençlik arasında bir denk düşme vardır.
Bugün böyle bir denk düşme maalesef yoktur. Çok kısa vadede yeni bir "güçlü dalga" olasılığı da fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Bu yüzden, bugün gençliğin somut sorunlarına yönelik somut girişimler çok daha fazla önem kazanmıştır. İçeriğiyle geniş öğrenci kitlelerini çeken, devamı getirilerek onlara güven veren somut girişimler gereklidir. "Masa"ları boşaltıp sınıflara, anfilere girmekten, onların yaşamını ve sorunlarını paylaşmaktan başka bir yol yoktur. Hüzün verici midir bilemiyoruz ama objektif gerçeklik budur. Kimse siz kendinizi "öncü" ilan ettiğinizde arkanızdan filan gelmiyor, gelmek zorunda da değil zaten. Siz gideceksiniz, yaşamlarını ve sorunlarını paylaşacak ve en yakıcı sorunlar üstünden yürüyeceksiniz. Bunu yapabilmek için ise önce kendi kendimize yarattığımız o yanılsama dünyasından sıyrılmak ve bugünün gerçeğini net şekilde görmek, kabullenmek gereklidir.
Bu, aynı zamanda, geçmişte hiç olmadığı kadar büyük bir esneklik ihtiyacıdır. Bugünün sorunu genişleme sorunudur, dar olanı ucuz bir biçimde paylaşma sorunu değil. Bugünün sorunu, ekim ile hasat arasında sabırlı bir çalışma sorunudur, üç günlük fideleri açgözlülükle koparıp yutma sorunu değil.
Salt kuru ideolojik söylemle varılabilecek bir yer yoktur. Kimse inkar etmesin, herkes biliyor ki bugün gençliğin büyük bir kesimi yazılanları okumuyor, hatta kendi siyasi grubunun yayın organını bile doğru dürüst okumuyor insanlar.
Okumuyorlar, çünkü kendi somutluklarına ilişkin bir şey bulamıyorlar.
Okumuyorlar, çünkü onlara okuyacakları bir şey sunulmuyor.
Artık, oturup ciddi ciddi düşünülmelidir. Ve derneklerden alınan demokratik kitle örgütü olma özelliği de en kısa sürede geri verilmeli, bunun yolu yöntemi bulunmalıdır. Sorun, bugünkü dernek formasyonunu yetersiz bulup yeni yapılanma önerileri getirmek değildir. Bir çok şey söylenebilir, "anfi komiteleri" denilebilir, vb. vb. Ama önerdiğiniz biçimin adı ne olursa olsun, esas sorun bir bütün olarak gençliğe ve gençlik örgütlenmesine nasıl baktığınızdır. Sorun mantık sorunudur.
Örneğin gençliği basitçe kadro devşirilen bir yer olarak görüyorsak, varılabilecek bir yer yoktur. Gençlik içinde gelişmek kavramı bu anlamda çok yanlış kavranıyor. Gençlik çalışması bir kaç tane sosyalist politikacı çıkarma çalışması değil, gençliği devrimcileştirme çalışmasıdır. Amaç sosyalist bir gençlik yaratmaktır, bunu onları oradan koparmadan yapmaktır. Böylece kendi dışlarındaki gençlikle kaynaşır ve onlara dudak bükmeden, "sıradan" diye küçümsemeden yaklaşabilirler. Kendi üstlerine aldıkları marksist, devrimci misyonu unutmadan esnek ilişkiler sisteminde kendilerini yeniden üretebilirler. Aksi durumda ise bugün olduğu gibi, kendini yüksek duvarlarla çevirmiş, "gençlikten bağımsız bir gençlik hareketi" ile karşı karşıya kalırız. Ve o zaman ortada kadro devşirilecek bir zemin de kalmaz.
Ayrıca özünde doğru olan şu "gençlik mücadelesi sosyalist mücadeleye hizmet etmelidir" formülasyonunun da içi sağlıklı biçimde doldurulmalıdır. Ne gençlik mücadelesi, ne de gençlik örgütleri sözcüğün basit anlamında "araç" değillerdir. Onların kendi özgün kimliği ve niteliği vardır. Gençlik hareketi kendi çerçevesinde devinir, yürür. Ve devrimci mücadeleye hizmeti de salt basit anlamda kadro üretimi değil (ki kuşkusuz bu da vardır), genel toplumsal muhalefet içindeki etkinliğidir. Sorunumuz her üç kişiden ikisini sosyalist politikacılar yapıp çevresinden koparmak, erken hasat yoluyla günlük çıkarlar uğruna kurak bir ortam yaratmak olmamalıdır. Sorun, sözcüğün gerçek anlamında bir gençlik hareketi yaratmaktır.
Bütün egemen güçler tayfası zaten önlerine bizim marjinal gruplar olarak tasfiye edilmemizi koymuşlardır. Bu plana bizim de kendi yanlışlarımızla katkıda bulunmamız gerekmiyor.
Biz kendi payımıza böyle bir katkıda bulunmaya niyetli değiliz.
Artık "masalar" ve öğrencilerin semtine uğramaktan çekindiği dernekler fena halde sıkmıştır!..
Artık, "takvim izleyiciliği" ve "oport-dönek" muhabbetleriyle geçirilen saatler, günler fena halde sıkmıştır!..
Öğrenciler, sınıflarda, anfilerde, kantinlerdedir. Onları bulmanın tek yolu da oralarda olmaktır. Küçümsemeden, az olsun benim olsun demeden, sabırla...
Ama mutlaka sabırla...

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92