"Tüm dünyada geçerliliğini
kaybeden ve unutulmaya başlanan sosyalizmi savunan,
kitleden kopuk bir grup marjinal öğrenci... "
Bu sözler renkli basının temsilcilerinden biri olan
Aktüel dergisinde yer almıştı.
İşin sosyalizmle ilgili bölümü bir yana... O konuda
Aktüel tipi yayınların sicili zaten belli. Son birkaç
yıldır, her küçük fırsattan yararlanıp "sosyalizmin
artık bittiğini, herşeyin bir anı olduğunu"
yinelemek eline kalem alan herkesin birinci işi
oldu. Gerçekte biten nedir, sosyalizm midir, onun
karikatüre benzetilerek kısırlaştırılmış bir uygulanışı
mıdır, işin orasını pek kurcalamazlar. Bütün dertleri
sosyalizme olan gizli nefretlerini kusmak ve onun
"cenaze töreni" saydıkları bugünkü durumu
kutsamaktır.
İşin bu yönü uzun bir tartışmanın konusunu oluşturuyor.
Ama cümlenin ikinci bölümü, marjinalite, doğrusu
tartışılmaya değerdir. Ve ister kızalım, ister yarımağızla
kabullenelim gerçek budur. Kitleyle bağlarını çoktadır
kuramayan, kurmanın yolunu da doğru dürüst aramayan,
yalnızca takvimi izleyerek "anma" larla
yetinen "fanus" içinde bir grup... Dernekçiliğin
bugünkü tarihi böyle özetlenebilir. Esasen uzun
süredir de vaziyet böyledir.
İnkar edilebilir, böbürlenerek aslında "işlerin
gayet iyi olduğu" şişirmesi yapılabilir. Zaten
yalnızca üniversite boyutunda değil, genelde böyle
bir aymazlık ve gerçek dünyadan kopuk iyimserlik
var. Yalnızca üniversitede değil, genelde sosyalist
düşünce ve hareket sancılı süreçlerden geçiyor bugün,
tarihsel bir zorlu dönemeç yaşanıyor. Ama yine de
insan bazı yayınlarda gerçeğin tam tersini, kitlelerin
her an ayaklanmaya hazır olduğu imajını bulabiliyor.
Ama sonuçta yaşanan gerçeklik değişmiyor. Yalnızca
kavranmamış oluyor ve kavranmaması çözüm üretimini
de zorlaştırıyor.
Dün ve Bugün
1980 Darbesi bir çok alanda olduğu gibi üniversitelerde
de keskin bir dönemeç oldu. Darbenin sebepleri
ve sonuçları az cok biliniyor, son yıllarda üzerine
en çok yazılan konusu oldu. Toplumsal muhalefeti
ve devrimci hareketi ezmek, böyle stabilize edilmiş
bir ortamda kendi çöküntülerine bir çözüm üretmek
için geldiler ve doğrusunu söylemek gerekirse
bunun bir bölümünü başardılar. Gerçi sonuçta daha
büyük bir ekonomik-sosyal kaos yarattılar, grevsiz-sendikasız
bir süt liman ortamda bile kapitalizmin yakıcı
sorunlarına çözüm bulunamadı. O günlerde Demirel'in
cuntacıları "tam yönetilecek ortamda ülkeyi
berbat etmek"le suçladığı bilinir. Kendisi
olsaydı ne mucize gösterirdi, bilinmez. Daha doğrusu
böyle bir sorunun akıllıca bir yanıtı yok. Çünkü
sorun kişilerin ötesinde sistemin çözümsüzlüğü
sorunudur.
Darbe, ezdi, yıktı, vs. ama bu arada "yapıcı"
yönünü de inkar etmemek gerekiyor. Baskıyı yalnızca
geçici bir olay olarak düşünmediler, kurumlarla
sağlama bağlamayı planlayıp uyguladılar. Böylece
'82 Anayasası'ndan sendikalar yasasına, yargıyı
tümüyle denetime alan yasalardan YÖK'e dek bir
kurumsal çerçeve oluşturuldu. toplumun bütün gözeneklerini
tıkayan daracık bir elbise (ya da deli gömleği)
zorla giydirildi.
Gençliğe bu baskı programında kuşkusuz özel bir
yer ayrıldı. Gençliğin devrimci kesimi zaten payını
işkencelerle, ölümlerle, hapishanelerle aldı.
Ama bu kadarla bırakmadılar. Gençliğin belinin
bir daha doğrulmaması için, devrimci düşünce ve
değerlerin üretildiği her alanı sildiler. Dernekler
kapatıldı, yüzlerce öğrenci ve öğretim üyesi 1402
sayılı yasayla üniversitelerden atıldı. YÖK'le
yapılan ise bütün bu ortamın çerçevesini çizmek,
susturulanın suskun kalmasını sağlayacak bir cendere
yaratmaktı.
Bir ölçüde başarılı oldular... Uzunca süren bir
yılgınlık ve durgunluk dönemi yaşandı. Ve uzun
süren her durgunlukta olduğu gibi kalıcı etkiler
oluştu. Yani baskı ve terör ne denli şiddetli
olursa olsun gelip geçiciyse eğer, çok sakatlamıyor.
Ama uzun süreliyse ve kurumsallaşmışsa, bir tarihsel
döneme yayılan etkiler bırakıyor.
Yine de 1985-86'larda ummadıkları bir şey oldu.
1980'den 1986'ya dek kayda değer bir canlanma
göstermeyen gençlik, 1986'dan sonra dernekler
yoluyla kıpırdanmaya başladı. İşin doğrusu bu
bir patlamaydı. Uzun süre cenderede tutulan, önü
tıkanan gençlik çok hızla sürece girdi. Ve üniversitelerde
dernekler birbiri ardına kuruldu, insanlar toparlanmaya
başladı. Durum o zamanlar hiç de şimdi yaşadığımız
gibi değildi. Öğrenciler derneklere büyük bir
ilgi gösteriyor, çevrelerinde dernekler kuruyor
ya da varolanların içinde yer alıyordu. Gençliğin
yola gelmediği anlaşılıyordu. Gençlik, YÖK'ü protesto
için, okulda polis görmek istemedikleri için,
sağlıklı ve ucuz beslenebilmek için, yurtların
kışlaya benzememesi için çok ciddi şekilde biraraya
geldiler ve hatırı sayılır eylemlilikler gerçekleştirdiler.
Ve üstelik bu biraraya gelişin önüne konan engeller
ve baskı hiç de öyle hafif değildi.
Örneğin '86 nisanında İsa Tanrıverdi'nin ölümüyle
patlayan olaylar ve Ankara yürüyüşü anımsanabilir.
YÖK yasasının 44. maddesinin kaldırılması talebi
büyük yankı bulmuş, genel bir onay almıştı. Üstelik
kamuoyunun ve halkın tepkisi de çok olumluydu.
Yürüyen gençler hakkında yine "terörist"
spekülasyonu yapılıyordu, örneğin zamanın İçişleri
Bakanı Akbulut, "biz bu filmi daha önce görmüştük"
diyor ve kışkırtmaları deniyordu. Ama bütün bunlar
pek etkili olmadı. Gençlik dernekleri herşeye
karşın kitleselliği yakalıyordu. Bir meşruiyet
çizgisi tutmuştu. O dönem için siyasal anlamda
ve eğilimlerin eleştirisi anlamında bir çok şey
söylenebilir ama kesin yadsınamayacak olan şey
kitleselliktir.
Arkası da geldi... Meclise sunulan yeni "tek
tip dernek" yasası bu türden eylemlilikler
sonucu geri çekildi. Ve böylece kitleselliğin
yararı pratikte öğrenciler tarafından gözlenmiş,
olumlu bir zemin yakalanmıştı.
1990' a kadar zaman zaman inip çıkan ama genelde
seviyesini koruyan bir eğri vardı. Takvim yapraklarını
çevirdiğimizde bunu izleyebiliyoruz:
Örneğin, 22 nisan 1988'de Eşya Hukuku dersinden
dolayı okuldan atılma tehlikesi yaşayan 500 öğrenci
İ.Ü. içinde yürüyüş yapıyor ve Dekan "Hiçbir
öğrenci Eşya Hukuku'ndan kalmayacak" diye
açıklama yapabiliyordu. Yine aynı gün Yıldız Üniversitesi
içinde yapılması planlanan işhanı projesini protesto
için öğrenciler yürüyüş yapıyordu. 23 Nisan'da
ise vize sınavının kaldırılması için kalabalık
bir kitle Dekanlık önünde gösteri düzenliyordu.
28 Nisan 1988'de İ.Ü.'de sivil polisin bir kız
öğrenciye laf atması üzerine yaklaşık 1000 kişilik
bir grup Dekanla görüşmek için odasına gidiyor
ve Dekanın okulu terketmesi üzerine binayı işgal
ediyordu. 400 kişinin gözaltına alındığı bu büyük
eylemlilik hala canlı bir anıdır.
Yine 1987'de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi
Mehmet Şirin Tekin'in oruç tutmadığı için öldürülmesi
büyük tepkilere yol açıyor. Bir yıl sonra bile
Yıldız Üniversitesi Devlet Mimarlık Akademisi
öğrencileri, hem bu olayı hem de YÖK uygulamalarını,
polis baskısını protesto için yemek boykotu yapıyorlardı.
Aynı şekilde 9 Eylül ve Ege Üniversitelerinde
de benzeri boykotlar hiç azımsanamayacak bir kitlesellikle
gerçekleşiyordu.
Örneğin 4 Mayıs'ta 7 kentte gözaltıları protesto
için yemek boykotları ve oturma eyylemleri yapılıyor,
10 mayısta ise işgalden tutuklanan arkadaşlarının
bırakılmasını isteyen İ.Ü. öğrencileri açlık grevi
kararı alıyorlardı.
7 kasım 1989'da 9 Eylül, Ege, İnönü Üniversitelerinde
yapılan YÖK'ü protesto eylemleri, İ.Ü.'de polis
kulübesinin basılması gibi eylemler de bu arada
anımsanabilir... Keza 14 Kasımda Yıldız'daki kitlesel
yürüyüş (ve tabii yürüyüş sırasındaki slogan yarışları,
şiddete varan tartışmalar) dönemin başka eylemlilikleridir.
Liste daha uzatılabilir. Ama burada niyetimiz
gençlik eylemlerinin genel bir kronolojisini çıkarmak
değil. Daha doğrusu bu işi kapsamlı bir çalışmaya
bırakıyoruzve şimdilik yalnızca genel bir panaroma
oluşturmak istiyoruz.
Bu genel manzaranın karekteristik özelliği kitlenin
canlılığı ve katılımıdır. Gerçekten yakalanan
bir halka vardır. Devletin bütün terörüne karşın
YÖK' ü yıpratan, polisin okullardaki varlığını
kısmen etkisizleştiren bir süreç vardır. Yine
bu dönem hiç küçümsenmeyecek kazanımlar sözkonusudur.
Belki bu gün çok kısmi sayılabilir ama YÖK'ün
o dönemde yitirdiği maddeler de vardır. 44. madde
olayı bunun bir örneğiydi. Ve devlet yöneticileri
de bu dönemde şaşkındır. Bu rüzgarın nereden çıktığını
sormaktadırlar kendi kendilerine... Onlar bunun
"daha önce görülmüş bir film" olduğunu
söylerlerken, solda da bunun daha uzun bir filmin
fragmanı olduğu umudu yaygındı.
Değişen Neydi?
Peki, 91-92'ye gelindiğinde değişen neydi?
Yükselişi düşüşe dönüştüren neydi?
Özellikle 91-92' nin bir kan kaybı süreci olduğu
artık (kuru böbürleniciler dışında!) çok net şekilde
biliniyor. '90 sonrasında yavaş yavaş derneklerde
toplanan öğrencilerin sayısı azalmış ve devrimci
öğrenciler giderek üniversite bünyesinde bir küçük
grup haline gelmiştir. Yaşanan şey, geçici, dönemsel
bir düşüşün ötesinde oldukça istikrarlı bir kitle
kaybıdır.
Eğer bu durumu görmüyor ve görmek istemiyorsak,
mesele yok. O zaman bir çözümleme çabasına da
ihtiyaç duymuyoruz demektir. Ama yok, çok ciddi
olarak "bu nedir?" diye sormayı gerekli
buluyorsak orada biraz durup düşünmek gerekiyor.
Örneğin, hep alışılageldiği gibi sorunu basitçe
12 Eylül'e yıkmak gerçekçi midir? Elbette 12 Eylül
doğrudan şiddetiyle olsun, yarattığı baskı atmosferiyle
olsun yoğun bir depolitize edici etki yaratmıştır.
Kendi sürecini de aşan bir yasal kurumlaşmayla
kalıcı etkilere yol açmış, üstüne binen ekonomik-sosyal-kültürel
deformasyonla çok boyutlu kişilik yozlaşmalarının
nedeni olmuştur.
Ama o zaman 86-90 sürecini nasıl açıklayacağız?
Sözü geçen bütün etkiler bu dönemde de vardır
ve üstelik daha fazla vardır. Buna rağmen bir
meşruiyet yakalanmış, bir yükseliş yaşanmıştır.
Derneklerin biçimsel formasyonunda da o günden
bugüne bir değişiklik sözkonusu değildir. Dernekler
(salt biçimsel anlamda söylüyoruz) yine aynı derneklerdir.
Belki baskının arttığı söylenebilir ama doğrusu
86 sonrasında da az baskı olduğu söylenemez.
Yani, bütün bunlar mevcut durumu açıklamakta yeterli
olmuyor. '90 sonrasında yeni olanı aramak ve orada
bir açıklama bulmak gerekiyor.
91-92'nin çok belirgin özelliği şu bilinen "sosyalizmin
krizi" sorunudur. Ve çok önemlidir. Gerçekten
de sosyalist düşünce son yüzyıl içindeki en sancılı
sürecini yaşamaktadır. Daha doğrusu bütün onca
yılın yanlışlıklarının birikimi gelip son yıllarda
patlamış ve sosyalist pratiğin tarihindeki en
ağır koşullar günümüz devrimci kuşağının üstüne
yıkılmıştır. Bu durum, yalnızca öğrenci kesiminde
değil bütün toplumsal atmosferde büyük bir erozyona
yol açmış, egemen medyanın körüklediği "sosyalizm
bitti" imajı geniş kitleler üzerinde inkar
edilemez bir soğuma yaratmıştır. Sosyalizmin artık
hesapedilir bir güç olmaktan çıktığı, bir toplumsal
çözüm olarak geçersizleştiği yanılsaması sosyalist
çalışmayı zorlaştırmış, prestiji yıpratmış, çekim
merkezi özelliğini zayıflatmıştır. Daha da kötüsü
bu uluslararası erozyon ülkedeki 12 Eylül sonrası
zaafiyet ortamına denk düşmüş, egemen güçler açısından
"mükemmel" denebilecek bir örtüşme gerçekleşmiştir.
Genel düzeyde sosyalistler de henüz bu krizi içlerine
sindirmiş, çözümlemelerini yapıp dersler çıkararak
kitlelerin önüne yeni bir sosyalist söylemle çıkabilmiş
değillerdir. Kuramsal açıdan bunun yolu açık olduğu
halde -ki bu açıdan günümüz kuşağının zor ama
şanslı bir durumda olduğu söylenebilir- henüz
çok somut bir gelişme görülmemektedir. Ki zaten
bazıları açısından böyle bir gereksinme de yoktur,
onlara göre her şey yolunda gitmektedir, kendilerince
her bir şeyler çözümlenip söylenmiştir, telaşa
lüzum yoktur.
Bu böbürlenicilik bir yana , ortada, üniversitede
olsun başka bir yerde olsun devrimci faaliyeti
zorlaştırıp kitleye ulaşmayı engelleyen bir sancı
olduğu çok nettir. Devrimci öğrencilerin bulundukları
mekanlarda çekim merkezi yaratabilmelerini zorlaştıran
(bir yerden sonra onların iradeleri dışında) somut
bir durum vardır. Özünde kesinlikle doğru olan
"sosyalizm ölmedi, ölen onun bir karikatürüdür"
tezi de bu arada bir tür kolaycılığa yol açmakta,
eski söylem ve çalışma biçimlerinin aynen devamına
zemin olmaktadır.
Ama her şey bu kadar basit mi?
Sosyalistlerin bütün suçu bir ölçüde kendilerine
dışsal olan bu nedenlere yıkıp rahatlamaları doğru
mudur?
Böyle bir "rahatlama"yla ya da kof güç
gösterileriyle bir çözüm yaratılabilir mi?
Yani, durup biraz şöyle aynaya bakmak gerekmiyor
mu? Politik yapılanmalar sürece ve öğrenci derneklerine,
üniversitedeki çalışmaya doğru bakmışlar ve doğru
davranmışlar mıdır? Bütün bu olumsuz koşullar
yaşanırken ve toprak ayaklarının altından kayıp
giderken bunun farkına varmışlar mıdır ya da bu
kaymaya kendileri ne kadar katkıda bulunmuşlardır?
Aynada Görünen...
Aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, yığınla yanlıştan
örülü bir yumaktır.
Tarihin hiçbir döneminde devrimci hareket kendi
imkanlarını bu kadar hovardaca harcamamış, tarafına
çekebileceği insanların güvenini ve sevgisini
bu kadar hoyratça yitirmemiştir. Tam bir ibret
manzarasıdır. Yalnızca kazılan bir çukura düşülmüş
değildir, bizzat çukurun kazılmasına da yardımcı
olunmuştur.
Yaşanan dezavantajlı konjonktürde, daralma günlerinde,
derneklerin yeni formasyonlar kazandırılarak,
yeni açılımlarla kitleye yakınlaştırılması gerekirken
sanki kasıtlı gibi bunun tam tersi yapılmış, daha
da uzak bir pozisyona sürüklenilmiştir. Sakat
bir marksist kavrayışın ürünü olarak hortlayan
"benmerkezcilik", birlikte iş yapma
kültüründen uzaklık, sonunda tek dernek imajının
silinmesine neden olmuş, önceki yıllarda demokrat-devrimci
bütün öğrencilerin kendini ifade edebildiği alanlar
olan dernekler daraldıkça daralmış, parçalanmış
ve artık belirli anlayışların oturup bir şeyler
tartıştığı yerler haline gelmiştir. Pekala aynı
dernek içinde, birlikte yürüyüp çalışmak mümkünken,
garip "ilke" tartışmaları yaratıp "daha
dar ama daha homojen" örgülere ulaşılmıştır.
"İlke" tartışmaları da bu anlamda ciddi
değildir zaten. Olsa olsa bir tek ilke vardır:
kitleden soyulanmak... Sonuçta olan da budur.
Hiç de homojen olması gerekmeyen, zaten gücünü
de homojen olmayışından, renkli oluşundan alan
dernekler sonuçta elbirliğiyle "sen-ben-bizimoğlan"
oturulan yerler haline getirilmiştir.
Üstelik, zaten böyle bir kitleselleşme kaygısı
da taşınmamıştır ve halen taşınmamaktadır. Sürece
hakim olan siyasi mantığın özü, kitleyi büyütmek
değil, "kitle" yi büyütmek olmuştur.
Aradaki fark açıktır. Genel olarak demokratik
öğrenci hareketinin kitlesini büyütüp eğer bir
siyasi kazanç sağlanacaksa bu büyümenin bir türevi
olarak sağlamak yerine, kolay olan seçilmiştir.
Kolay olan mevcut daracık ilişkileri paylaşmaktır
ve dahası bu daracık alan üzerinde de şiddete
varan fırtınalar üretmektir. Öte yanda geniş bir
öğrenci kitlesi dururken ve bu kitleye onların
canılıcı sorunları yoluyla ulaşmak mümkünken,
zaten üniversiteye belli bir formasyonla gelmiş
bir avuç insan üstünde binbir çeşit köşekapmaca
oynanmıştır. Yaşanan budur. Geniş kitle derken
hiç de abartılı bir iyimserlik yapmıyoruz. Faşistlerin-gericilerin
ve bir kısım lümpen unsurun dışındaki kitle hala
oradadır ve doğru yaklaşımları beklemektedirler.
Çok ciddi sorunları vardır bu insanların ve en
az onlara "önderlik etme" iddiası taşıyanlar
kadar bu sorunların çözümü için çaba göstermeye,
bizimle birlikte yürümeye hazırdırlar. Oysa yapılan
şey, bütün bunları elinin tersiyle itip birkaç
kişilik kantin masalarında bir bardak suda fırtınalar
koparmak olmuştur.
Ve öte yandan bugünkü daralma ve sıkışma ortamında
alabildiğine bir esneklikle en geniş kesimlere
gidilmesi gerekirken, alabildiğine fazla insana
(bizim düşüncelerimizi şimdilik benimsemeseler
bile) ulaşmak zorunluluğu varken yine "ilke"
adı altında öyle kalkanlar örülmüştür ki, sıradan
öğrenci bunların arkasında görülmez olmuştur.
Demokratik örgütlerin yalnızca genel düzeyde hareket
ilkeleri olması gereken şeyler, süreçte derneklerin
semtine uğramanın şartları haline gelmiş ve hatta
bununla da kalmayıp salt belli politik hareketlerin
"ilke"leri hakim olmuştur. Sonuçta ortaya
o kadar çok "ilke" ve "anti-..."
ile başlayan koşul çıkmış, "oport",
ya da "dönek" olmak o kadar sıradan
bir olgu olmuştur ki, doğal olarak bu kadar çok
"ilke"nin cenderesine ancak birkaç kişi
ya da beş-on kişi sığabilmiştir. Ünivesitede okuyup
şu ya da bu şekilde ortak sorunları olan geniş
öğrenci kitlesine dayanmak, onları kazanmak yerine
(ki, bu insanların marksist olmaları hiç gerekmiyor
ve esasen marksistlerin gücü de kendi dışlarındaki
yığınları uyandırdıkları saygı ve etkinlik atmosferiyle
sürüklemekten geçer!) daralma yolu seçilmiş, son
derece sakıncalı bir manzara, "dernek eşittir
marksistler" manzarası oluşmuştur. Öğrencinin
ucuz yemek için komünist toplumu bekleyemeyeceği
bu arada unutulup gitmiş, kuru ideolojik söylemin
herşeye yeterli olduğu sanılmıştır. Buna rağmen
yine de öğrenciler derneğe gelmiyorlarsa, ne gam!
Zaten bu kadar laf edildiği halde gelip derneğe
biat etmeyenler bir işe yaramaz!!
Tabii ki kimse açıkça bunları söylememiştir, söylem
olarak herkes "derneklerin en geniş kitleye
açılmasını" filan savunmuştur. Ama daha diğer
sol anlayışlara tahammülden uzak olanların geniş
kitlenin (doğal olarak geri konumdaki) varlığına
nasıl tahammül edecekleri ciddi bir sorudur. Zaten
tahammül de edilmemiştir. Buna ihtiyaç duyulmamıştır.
Her politik yapı için temel sorun o sömestr dönemi
içinde o okuldan birkaç " taraftar"
yaratabilmek olmuştur.
"Bir kaç taraftar ..." Bu kadarı yeterlidir...
Öte yanda, içinden belki de aynı harekete yüzlerce
"taraftar" üretebilecek olan geniş bir
potansiyel kitle varmış... Olsun, onlar bekleyebilir!
Şimdilik önemli olan ağaçtaki hazır elmaları toplamaktır.
Mümkün olan en az sabır ve mümkün olan en az sayıda
insan... İşte mantık budur!
Açıkçası, dönem hiç kavranmamıştır. Dönem insanların
bir tek çağrıyla anti-emperyalist eylemlere katıldığı
1960'lar dönemi değildir. Dönem küçücük kasabalarda
bile her cenazenin binlerce insanla kaldırıldığı
1970'ler dönemi hiç değildir. Beğenelim ya da
beğenmeyelim devrimci çalışmanın giderek "iğneyle
kuyu kazmak" özdeyişini daha çok andırdığı
günler yaşanmaktadır. Ya sabırlı olursunuz, hemen
sonuç bekleyen mantıktan uzak durup kitle hareketinin
uzun vadeli ufkuna gözlerinizi dikersiniz, ya
da eldeki ile yetinirsiniz!..
İkincisi yapılmıştır... Hemen yarın olsun üç kişi
olsun denilmiş ve bir zenginlik heba edilmiştir.
Sonuç belki birkaç militan kazancı olmuştur ama
öte yanda binlerce insandan uzaklaşılmış, binlerce
imkan harcanmıştır. "Ekim" ile "hasat"
arasındaki zaman süresi öyle kısadır ki, bu kadar
sürede ancak küçücük otlar yetişebilmiştir. Zahmetli
bir çapalama, sulama sürecinden vazgeçilince işler
belki kolaylaşmış ama verim de yok denecek kadar
azalmıştır.
Böylece de, çok talihsiz bir şekilde egemen çevrelerin
"yasadışı örgüt parmağı" demogojisine
onların bile ummadığı bir zemin hazırlanmıştır.
Bu gerçek bir talihsizliktir...
Esasen sıradan öğrenciyi ürkütme amacını taşıyan
bu demogoji gerçekten uygun bir zemin bulmasaydı
bu kadar etkili olamazdı. Ama öğrenciyle onun
hayatını paylaşmaktan çoktan vazgeçmiş, kendini
kantin masalarının marjinalitesine teslim etmiş
haliyle devrimci öğrenci tipi sonuçta bu imajı
güçlendirmiştir. Beğenelim ya da beğenmeyelim,
gerçek budur.
Burada sorun yasallık-yasadışılık sorunu değildir...
Zaten bugünkü yasalarla soluk almanız bile suç
sayılabilir. Sorun, yasal olsun ya da olmasın
yaptığınız şeyin, devindiğiniz alandaki kitlenin
genel nabzına uyması, onlar gözünde meşru olması
ya da en azından yadırganmamasıdır. Eğer bunu
yakalamışsanız, eylemliliğin yasal olup olmaması,
rizikoları çok önemli değildir. Kimse bundan ürkmeyecektir
ve hatta karşı güç bile doğrudan bir saldırıdan
çekinecektir. Bir Zonguldak grevi boyunca (uzun
yürüyüşü saymıyoruz bile) her gün binlerce insan
kent sokaklarında adeta bir ayrı cumhuriyet sokakları
gibi yürüyüş yapmışlar, kimse de bunun yasal olup
olmadığını sormamıştır. Yine bugün memur sendikalarının
yürürlükteki yasalarda pek bir dayanağı yoktur.
Ama öylesine haklıdır ki, devlet yöneticileri
bile bu sendikacılarla görüşmek durumunda kalmaktadırlar.
Ama siz kendinizi takvime bağlamış ve kantinlerde
anma yapmayı birinci iş edinmişseniz, kendinizden
başka herkesi karalayan iri sloganlı bildirilerle
vaziyeti idare ediyorsanız, kitle gözünde meşruluğunuz
tartışma konusu olur ve o zaman yasadışılık bir
sivri kaya gibi ortada sırıtır. Üzüntüyle de olsa
söylemek gerekiyor, bugün sözkonusu olan 1970'li
yılların gençliği değildir, 20 yıl önce kahramanca
canlarını vermiş bizim insanlarımız (yine hüzünle
söylemek zorundayız) onlar için çok fazla anlam
ifade etmeyebiliyor. Geçen yıllar bu anlamda çok
şeyi erozyona uğratmıştır. Ve bu erozyonun ardından
gençliği yeniden ele almak, bir çok şeyi canlardırmak
gerekiyor.
Ama böyle bir yeni frekans arayışı bir çok kesim
açısından sözkonusu bile değildir. He şey eski
çerçevesinde ve eski üslubundadır. Kuşlama, bildiri,
pankart, ve anma günleri... Süreç böyledir. Ve
aslında kaç bin tane dağıtırsanız dağıtın son
tahlilde kendinize dağıtmış oluyorsunuz hepsini.
İşin kötüsü, böylece polisin müdahalesi sonucu
bir "erken ezilme" de yaşanmaktadır.
Belki de devrimcilerle birlikte olmayı isteyen,
bu yönde arzusu olan bir yığın insan henüz bu
duyguları filiz halindeyken devletin terörünü
karşısında bulmakta ve bu erken karşılaşma bir
dizi insanın kaybedilmesine yo açmaktadır. Belki
bunu "korkakların arınması" ya da "kitlenin
pişmesi" süreci olarak gören akıllılar da
vardır, bilemiyoruz. Ama işin doğrusunu söylemek
gerekirse burada "pişmek" ten çok "yanmak"
sözkonusu olmaktadır... Ve bu tam da devletin
planına uygundur. Devlet, özellikle son 2-3 yıldır,
solu marjinaliteye iterek kitleyle sol arasına
bir korku duvarı örmeyi planlamış, uygulamaktadır.
Zaten diğer yandan siyasal rekabet de meşruiyeti
oldukça sakatlamış ve sakatlamaktadır. Gündemi
ya da kitlenin ruh halini yakalasın yakalamasın
en radikal eylemi savunmak bir büyük marifet olalıberi
ipin ucu iyice kaçmıştır. Karşı çıkanlar da korkaklık
ve ihanetle suçlanınca zaten ses kesiliyor ve
meydan iyice boşalıyor.
Sonuç olarak oluşan manzara ise şudur: kendi sorunlarıyla
bunalan, çözüm arayan ama dernekçilere de yaklaşmayan
bir kitle ve onun nabzını yakalamaktan uzak olarak
kantinde oturan bir grup insan...
Bir suyun iki yakasında duran ve birbirine şiddetle
ihtiyacı olan iki güç...
Ayrıca, durgunluk ve kantin ortamı bugün herkesin
yakındığı bir kirlenmenin de nedeni olmaktadır.
Kuşkusuz devrimci harekette ahlaki sorunlar ya
da ahlaki temele dayandırılan suçlamalar,vs. her
zaman olmuştur. Ama eğer 80 öncesini baz alırsak
şöyle bir tesbiti yapmak da zorunludur: 80 öncesi,
şöyle ya da böyle eleştirilebilir ama yine de
bir farklılık vardır. Yani akıp giden yükselen
alçalan bir hareket vardır, günler çok büyük bir
anafor içinde yaşanmaktadır ve bu ivmesi yüksek
ortamda kötü özellikler ya da kötü özelliklere
sahip insanlar bir ölçüde doğal diyebileceğimiz
bir ayıklanmaya uğrayabilmektedir. Her gün faşistlerle
çatır çatır savaşılan mekanlarda kötü özellikler
zor barınabiliyordu. Dönemi bütünüyle aklamak
istemiyoruz ama hiç olmazsa bir ölçüde durum böyleydi.
Oysa bugükü durgunluk ve atalet bir çok siyasi
düşüklüğe de zemin oluşturmaktadır. Kitleden kopmuş,
"kıyıda kalmış" olan sol kendi içinde
de sağlıklı ilişkiler oluşturamamaktadır.
Kötü örnekler yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir.
Örneğin 17 mart 1992 günü faşistlerin M.Ü.'ne
saldırılarında bir devrimci arkadaşımızın bacağından
silahla yaralandığını anımsıyoruz. Üstelik faşistler
saldırıyla yetinmemiş, sonraki iki gün boyunca
da kampüsteki gövde gösterilerini devam etirmişlerdi.
Oysa aynı günlerde İstanbul ve Boğaziçi üniversitelerinde
devrimcilerin gündemini işgal eden en önemli olay,
Boğaziçi işgaliyle ilgili olarak iki siyasi grubun
birbirlerini dövmeye varan tartışmalarıydı. Bi
üniversite abluka altındayken diğerlerinde durum
buydu. Öyle ki aynı günlerde M.Ü.'de faşistlerin
saldırısı beklenirken bir grubun temsilcileri
"Boğaziçi'nde kavga çıkabileceğini"
söyleyerek okulu terkedebiliyordu.
Yine anımsıyoruz; Aralık 1992'de faşistlerin İ.Ü.'ne
saldırıları olmuş ve çok sayıda öğrenci yaralanmıştı.
Bu arada sağlık durumu kötü olduğu için hastaneye
yatırılan (hiç bir siyasi grup insanı olmayan)
bir öğrencinin öldüğü haberi yayılmıştı. Ve iki
siyasi grup, öğrencinin "kendilerinden"
olduğu iddiasıyla "anma"yı kimin yapacağını
ciddi ciddi tartışmışlar, çirkin hakaretlere varabilmişlerdi.
Üstelik ortada ölen filan da yoktu!
1992 Sonlarında aralarındaki görüş ayrılıklarından
ötürü iki siyasetin birbirlerini merdivenlerden
atabilecek kadar çirkin tartışmalar yaptıklarını
da bu film şeridi içinde anımsayabiliriz.
Film şeridi uzatılabilir ama gereksiz... Bu kadarı
yeterlidir. Üniversitelerde her gün yaşayan insanlar
o karşılıklı suçlamaları, ağza alınmaz hakaretleri
zaten anımsıyorlar.
Seviye kaybı konusunda başka ilginç örnekler de
vardır. Örneğin, 1992 öğretim yılının ikinci döneminde
gerici-faşistlerle Yıldız Üniversitesinde çıkan
çatışmanın ardından M.Ü.'de bildiri dağıtılır.
Bildiriyi kendilerine hakaret sayan ve faşist
olmadıklarını iddia eden gerici grupla devrimciler
arasında bu yüzden bir gerginlik oluşur. Bu işin
muhatabını isteyen gericilere muhatabın bütün
devrimciler olduğu söylenir ve biraz da güçler
dengesinin etkisiyle kavga önlenir. Daha sonra
yapılan dernek toplantısında ise gericilerle ilgili
bildiri dağıtılması gerektiği ya da dağıtıldığı
zaman, devrimci demokrat öğrencilerin bilgilendirilmesi
ve hazırlıklı olunabilmesi kararı alınır. Durum
böyle iken o gün toplantıda bildiri dağıtılmasının
yanlış olduğunu söyleyen bir grup üç gün sora
kendi imzasıyla bildiri dağıtır ve daha bildiri
devrimcilerin eline bile geçmeden gericilerin
saldırıları başlar. Taşlı-sopalı saldırıda on
kişi yaralanırken bir arkadaş da geçici hafıza
kaybına uğrar.
Durum budur. Ama o ayki bir dergiyi açtığımızda
çok farklı şeyler görürüz. Kavgada en şiddetli
saldırıya uğrayan bir bayan arkadaşımızdan kendi
insanlarıymış gibi sözedilir, vs. vs....
Ya da yine 1992 haziranında M.Ü.'de faşistler
afiş asar. Bütün devrimci-demokratlar da gider
bir güzel indirirler. Gerginlik yaşanır ama bir
olay çıkmaz. Oysa bir siyasi dergide şunları okuruz:
"M.Ü.'ne asılan afişler dernekçiler tarafından
yırtıldı. Bunun üzerine faşistler toplanarak saldırmaya
hazırlandılar. Sadece............... olabilecek
bir saldırıya karşı hazırlıklıydı. Diğer devrimcilerin
hiçbir hazırlık yapmadıkları ve korkak tavırlar
sergiledikleri gözlendi..."
Ve tabii bunlar güven sorunudur. Yalnızca sol
içinde güven sorunu olsa iyi, öğrenci kitlesinin
geneli açısından bir güven sorunudur. Devrimciler
birbirlerini suçlamayı iş edinmiş, birbirlerine
saldırabilen insanlar olarak görüntü vermektedirler
ve bu görüntü de sıradan öğrencinin merceğine
güvensizlik unsuru olarak yansımaktadır.
Sonuçta insanların birlikte iş yapabilmelerinin
önü tıkanmış, genel adına pano, pankart, bildiri
hazırlanabilen olumlu dönem kapanmıştır. Böylece
de öğrenci kitlesinin çoğunluğu üzerinde yoğun
bir ürküntü ve güvensizlik yaratılmıştır. Özellikle
faşist-gerici kampın palazlandırılıp polisle işbirliği
halide terör estirdiği günümüzde topluca, somut
bir karşılık verilemiyor olması, hata bazen sorumsuzca,
geneli haberdar bile etmeden davranılıyor olması
güvensizliği pekiştirmektedir.
Kısacası bugün durum içaçıcı değildir. Devrimci
güçler soluk almakta güçlük çekmekte, aynen iktidarın
baştan planladığı gibi "hayatın kıyısında"
bir teferruat olmaya doğru ağır ağır yol almaktadır.
Bu, uzun süredir böyledir ve artık görmemek için
kör olmak gerekiyor. Ve işi kötüsü zaten bir çok
el tarafından sıkılan soluk borusu biraz da devrimcilerin
kendileri tarafından sıkılmaktadır.
Bu, bir yaradır, kanıyor. Üstelik biz ya basit
önlemlerle kanı durdurmaya çalışıyoruz ya da yara
hiç yokmuş gibi davranıyoruz.
İkisi de işe yaramıyor, yaramadığını hayat gösteriyor.
Yeni Dönem: Aynen Devam mı?
İşte, açılacak, açılıyor, derken sonunda üniversiteler
de açıldı... Diğer yıllardan da sönük bir şekilde...
Artık hiç olmazsa bu yıl bir karar vermek zorundayız.
Ne yapacağız?
Aynen devam mı?
Yeni gelen insanlara nasıl bakacağız örneğin?
Daha kayıt sırasında üzerine atlanıp kafaya alınacak
insanlar olarak mı, yoksa demokratik kitle hareketinin
ilk nüveleri olarak mı?
Sırtındaki YÖK'üyle, kapısındaki polisiyle, ikiye
katlanmış haracıyla işte üniversiteler açılıyor,
açıldı. Onlar ne yapacaklarını biliyorlar. Bunun
için Hayri Kozakçıoğlu-Necdet Menzir ikilisi,
Rektörleri, yurt ve okul temsilcilerini, daha
ne kadar işbirlikçi varsa hepsini biraraya getirip
toplantılarını yaptılar. "Gerekli önlemleri"
saptadılar. Bu, polisin her yıldan daha saldırgan
olacağı anlamına geliyor. "Göz açtırmamak!"
İşte ilkeleri budur. VE gözaçtırmamak için gözaltılar
hazırlanıyor kuşkusuz.
Onlar ne yapacaklarını biliyorlar...
Peki, biz biliyor muyuz?
Yine her zamanki "en büyük biziz, bize gel",
söylemi mi, insanların burnuna dergiler sokuşturmak
mı? Devrimci kimlik vermeden grup fanatizmini
vermek mi? İnsanları devlete karşı, sağa karşı
değil birbirimize karşı eğitmek mi?
Bütün gün kantinde mi oturacağız yine? Büün gün
masalarımızda oturup başkaları hakkında spekülasyon
üreterek, kendimizi allayıp pullayarak zaman mı
öldüreceğiz? Sınıflardaki, anfilerdeki bunalmış
insandan yine fersah fersah ötelerde mi duracağız?
Yine takvimi izleyip özel günler devrimciliği
mi yapacağız? Forum bitene kadar devrimci olup,
üstelik katılmayanları ağız dolusu suçlayıp, daha
sonra yine masalarımıza mı döneceğiz? Gelip kantinlere
afiş asıp daha sonra okuldaki demokrat kitleyi
kendi kaderine mi terkedeceğiz? Faşistler ve gericiler
kuşkusuz yine sahnedeler ve sahnede olacaklar,
kimlerle direneceğiz onlarakarşı? Doğru dürüst
devrimciliği bile öğretemediğimiz insanlarla mı?
O "düzen kafalı" diye küçümsediğimiz
sıradan öğrenciler bunları hiç farketmiyorlar
mı sanıyoruz? Dün yaşadığı olayı bir dergide farklı
okuyunca, dudaklarında hafif gülümsemeler oluşmuyor
mu bu insanların?
"Serbest rekabet"(!) düzeni sürecek
mi yine? "En radikal eylem ve grup"
olimpiyatları sürecek mi?
Asıl önemlisi, biz nasıl ilişkiler sunacağız onlara?
İmrenecekleri, aramıza katılmak için can atacakları
sağlıklı ilişkiler mi? Yoksa bizi "karışık
amaçlı aşırı bir grup" olarak mı görecekler?
Geçmişin o güzel insanlarının, Deniz'lerin yanında
oturmak, hatta ona selam vermiş olmak bugün bir
onur vesilesidir. Bizim yanımızda oturmak, bizim
dostumuz olmak ne zaman insanlar için bir gurur
kaynağı olacaktır?
Nasıl bir kültür vereceğiz ilişki kurduğumuz insanlara?
Her "gece"ye giden, her eyleme takılan
"seyyar slogan birlikleri" mi yaratacağız
onlardan? Başka siyasi hareketlere saygılı, onların
da devrimci değerlerini gözeten geniş ufuklu,
akıllı insanlar mı yaratacağız ilişkilerimizden?
Salt kalabalık içinde kendini var sayan insanlar
değil de , her koşulda kendi özgür iradesiyle
de ayakta durabilen kişilik sahibi insanlar mı
istiyoruz?
Sorular uzatılabilir, binlerce yeni soru sorulabilir...
Ama esas soru aynıdır: Ne yapacağız? Aynen devam
mı, yoksa bir şeyler öğrenecek miyiz?
Kendi Payımıza...
Kendi payımıza biz, artık bir şeylerin farklı
olması gerektiğini düşünüyoruz. Artık oturup ciddi
olarak durumu gözden geçirmek gerektiğine inanıyoruz.
Süreçten çıkardığımız sonuç, gençliğin ilgisini
somut girişimlerin çektiğidir. Durumun geçmişten
farklılığını anlamak gerekiyor. Hep 80 öncesinin
ya da 1960'ların demokratik mücadelesinden sözedilir.
Ve bu arada bir ayrıntı coğunlukla unutulur: 1960'lı
yıllarda ya da 80 öncesinde gençlik hareketi hiç
de öyle akademik sorunlar, yurt-yemek benzeri
talepler üzerinde yükselmemiştir. Görünürdeki
durum böyle olsa da, o yıllarda gençlik hareketini
yükselten asıl etken, dünya çapında ve ülkede
yükselen sosyalist dalgadır! Gençlik hareketi
bu dalganın uç bir ürünüdür. Yani dünya ve ülke
konjonktürü ile gençlik arasında bir denk düşme
vardır.
Bugün böyle bir denk düşme maalesef yoktur. Çok
kısa vadede yeni bir "güçlü dalga" olasılığı
da fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Bu yüzden,
bugün gençliğin somut sorunlarına yönelik somut
girişimler çok daha fazla önem kazanmıştır. İçeriğiyle
geniş öğrenci kitlelerini çeken, devamı getirilerek
onlara güven veren somut girişimler gereklidir.
"Masa"ları boşaltıp sınıflara, anfilere
girmekten, onların yaşamını ve sorunlarını paylaşmaktan
başka bir yol yoktur. Hüzün verici midir bilemiyoruz
ama objektif gerçeklik budur. Kimse siz kendinizi
"öncü" ilan ettiğinizde arkanızdan filan
gelmiyor, gelmek zorunda da değil zaten. Siz gideceksiniz,
yaşamlarını ve sorunlarını paylaşacak ve en yakıcı
sorunlar üstünden yürüyeceksiniz. Bunu yapabilmek
için ise önce kendi kendimize yarattığımız o yanılsama
dünyasından sıyrılmak ve bugünün gerçeğini net
şekilde görmek, kabullenmek gereklidir.
Bu, aynı zamanda, geçmişte hiç olmadığı kadar
büyük bir esneklik ihtiyacıdır. Bugünün sorunu
genişleme sorunudur, dar olanı ucuz bir biçimde
paylaşma sorunu değil. Bugünün sorunu, ekim ile
hasat arasında sabırlı bir çalışma sorunudur,
üç günlük fideleri açgözlülükle koparıp yutma
sorunu değil.
Salt kuru ideolojik söylemle varılabilecek bir
yer yoktur. Kimse inkar etmesin, herkes biliyor
ki bugün gençliğin büyük bir kesimi yazılanları
okumuyor, hatta kendi siyasi grubunun yayın organını
bile doğru dürüst okumuyor insanlar.
Okumuyorlar, çünkü kendi somutluklarına ilişkin
bir şey bulamıyorlar.
Okumuyorlar, çünkü onlara okuyacakları bir şey
sunulmuyor.
Artık, oturup ciddi ciddi düşünülmelidir. Ve derneklerden
alınan demokratik kitle örgütü olma özelliği de
en kısa sürede geri verilmeli, bunun yolu yöntemi
bulunmalıdır. Sorun, bugünkü dernek formasyonunu
yetersiz bulup yeni yapılanma önerileri getirmek
değildir. Bir çok şey söylenebilir, "anfi
komiteleri" denilebilir, vb. vb. Ama önerdiğiniz
biçimin adı ne olursa olsun, esas sorun bir bütün
olarak gençliğe ve gençlik örgütlenmesine nasıl
baktığınızdır. Sorun mantık sorunudur.
Örneğin gençliği basitçe kadro devşirilen bir
yer olarak görüyorsak, varılabilecek bir yer yoktur.
Gençlik içinde gelişmek kavramı bu anlamda çok
yanlış kavranıyor. Gençlik çalışması bir kaç tane
sosyalist politikacı çıkarma çalışması değil,
gençliği devrimcileştirme çalışmasıdır. Amaç sosyalist
bir gençlik yaratmaktır, bunu onları oradan koparmadan
yapmaktır. Böylece kendi dışlarındaki gençlikle
kaynaşır ve onlara dudak bükmeden, "sıradan"
diye küçümsemeden yaklaşabilirler. Kendi üstlerine
aldıkları marksist, devrimci misyonu unutmadan
esnek ilişkiler sisteminde kendilerini yeniden
üretebilirler. Aksi durumda ise bugün olduğu gibi,
kendini yüksek duvarlarla çevirmiş, "gençlikten
bağımsız bir gençlik hareketi" ile karşı
karşıya kalırız. Ve o zaman ortada kadro devşirilecek
bir zemin de kalmaz.
Ayrıca özünde doğru olan şu "gençlik mücadelesi
sosyalist mücadeleye hizmet etmelidir" formülasyonunun
da içi sağlıklı biçimde doldurulmalıdır. Ne gençlik
mücadelesi, ne de gençlik örgütleri sözcüğün basit
anlamında "araç" değillerdir. Onların
kendi özgün kimliği ve niteliği vardır. Gençlik
hareketi kendi çerçevesinde devinir, yürür. Ve
devrimci mücadeleye hizmeti de salt basit anlamda
kadro üretimi değil (ki kuşkusuz bu da vardır),
genel toplumsal muhalefet içindeki etkinliğidir.
Sorunumuz her üç kişiden ikisini sosyalist politikacılar
yapıp çevresinden koparmak, erken hasat yoluyla
günlük çıkarlar uğruna kurak bir ortam yaratmak
olmamalıdır. Sorun, sözcüğün gerçek anlamında
bir gençlik hareketi yaratmaktır.
Bütün egemen güçler tayfası zaten önlerine bizim
marjinal gruplar olarak tasfiye edilmemizi koymuşlardır.
Bu plana bizim de kendi yanlışlarımızla katkıda
bulunmamız gerekmiyor.
Biz kendi payımıza böyle bir katkıda bulunmaya
niyetli değiliz.
Artık "masalar" ve öğrencilerin semtine
uğramaktan çekindiği dernekler fena halde sıkmıştır!..
Artık, "takvim izleyiciliği" ve "oport-dönek"
muhabbetleriyle geçirilen saatler, günler fena
halde sıkmıştır!..
Öğrenciler, sınıflarda, anfilerde, kantinlerdedir.
Onları bulmanın tek yolu da oralarda olmaktır.
Küçümsemeden, az olsun benim olsun demeden, sabırla...
Ama mutlaka sabırla...
|