Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İnsan Hakları (Didar Abla) Gecesi Vesilesilye Bir Kez Daha "Yöntem" Üzerine...

Siyasette bir şeylerin dobra dobra söylenmesi çoğu kez ters sonuçlar doğurabiliyor. Sosyalist siyasetin zaten dobra bir iş olduğu söylenebilir belki ama yine de açıkça konuşulduğunda, bu, bir ustalık eksikliği sayılabiliyor. Somut gerçekliğin ifadesi, bu gerçeklik herkes tarafından aslında bilinse de akıllıca sayılmıyor.
Ama bazen, ne olursa olsun bu "eksikliği" ve tepkileri göze almak, bunlara rağmen bir yarayı deşmek gerekli oluyor.
Şu malum "ajitasyon serbestliği" olayından sözediyoruz. Daha doğrusu aslında sözü edilen şey "ajitasyon serbestliği" ilkesinin kendisi de değil, esasen özünde doğru olan bu ilkenin hoyratça eskitilip kötüye kullanılmasıdır. İlke, esası itibarıyla doğrudur ve doğruluğun ötesinde zorunludur da. Ajitasyon, siyasi çalışmanınn bir biçimiyse ve siyasi çalışma siyasi akım olmanın kaçınılmaz gereğiyse, elbette bunu herhangi bir biçimde yasaklamak ne mümkündür, ne de doğrudur.
Ama artık bunun biraz ötesinde bir şey sözkonusudur. Yalnızca Didar Abla gecesi değil, genel olarak her yerde yaşanan bir karışıklık ve artık insanları sıkan bir ucuzlatma vardır. Bugün bir çok insandan "slogan yarışı" üzerine yakınmalar duymak mümkündür ve hatta bu konuda zaman zaman esprili yakıştırmalar da işitilmektedir. Bu hiç de kulak tıkanabilecek bir durum değildir.
Aslında, çok genel içeriği olan bir eylemlilik ya da etkinlikte bu konu o kadar sorun olmayabiliyor. Örneğin 1 Mayıs gibi bir eylemlilik sırasında her siyasi hareketin o günkü konjonktür açısından öne çıkarma gereği duyduğu konular olabilmektedir. Bir hareket o yılın 1 Mayıs'ında anti-şovenist karekterli sloganları öne çıkarmak isterken, bir diğeri sosyalizm inancının ifadesini çok elzem bulabilmektedir ve bu da çok anormal değildir. Ortak slogan ve kaygılara da özen gösterilmek koşuluyla yapılabilecek bütün bu özel vurgular eylemliliğin zenginliği bile sayılabilir.
Ama öte yandan çok özgün amaçları olan etkinliklerde de aynı şey ifrata varan ölçülerde karşımıza çıkabiliyor. O çok ciddi özel anlam bile arada kaynayabiliyor. Çoğu kez kimsenin kimseyi duyamadığı garip bir yarış içersinde oraya niye gelindiği kuşkusuna yol açabilecek ölçüde karışıklık yaşanıyor. Bunu özel olarak son "gece" için söylemiyoruz, son "gece" yalnızca bir vesile oluyor. Kanayan bir yaramız bu ve birşeyleri artık düzene sokmak gerekli.
Özellikle "gece"lerin bir başka niteliği var. "Gece"ler, bizim kendimizi sanatsal olarak ifade edişimiz de oluyor. Böyle bir orijinalitesi var. Orada, eksiğiyle aksağıyla bizim içimizden ürettiğimiz sanatçı insanlarımız kendi üretimlerini bize sunmak istiyorlar ve bunu biz de istiyoruz. Onlardan birini , bir kaçını az ya da çok sevebilir, az ya da çok benimseyebiliriz. Ama sonuçta bizim insanlarımızdır ve oraya bizim için "hünerlerini sergilemeye" gelmişlerdir. Ve "gece"ler bizim değerlerimizin, çok yıpratılıp horlanan değerlerimizin, yeniden üretildiği, insanların coşkulandırıldığı zeminlerdir. Elbette bu bakımdan CSO konserlerinin ön sıra protokolü gibi bir "devletlu ciddiyeti"ni kimse istemiyor. Elbette coşku yaratılan bir ortamdır ve zaten özündeki amaçlarından biri de budur.
Ama bunun da "küçük" bir koşulu var: bizi coşkulandırmasını beklediğimiz müziğin, şiirin,vb. birazcık duyulması gerekiyor...
Yani bir karar vermek gereklidir. Karşımızdaki bir sanat olgusu mudur ve eksiğiyle aksağıyla bizim sanatımız mıdır? Bu olgunun o gece orada sergileniyor olmasının anlamı nedir? Bizi coşkulandırıp bu coşkuyu sloganlarla haykırmaya zorlayan bir ortamı mı yaşıyoruz, yoksa önceden aldığımız kendi kararlarımızı her koşulda uygulamayı mı seçiyoruz? Atılan slogan "gece" nin özel anlamının ve bize sunduğu heyecanın bir dışavurumu mu oluyor, yoksa oraya "slogan atmak" (ve kuşkusuz başkalarından daha çok slogan atmak!) için mi gidiyoruz.
En ciddi soru da şudur: Emeğe saygı gösterecek miyiz, göstermeyecek miyiz?
Düşünün ki, ülkemiz aydınlarının yüzakı olan insanlardan biri, sözgelimi bir tiyatro oyuncusu çıkıp bir şiir okuyor ya da oyunlarından parça sergiliyor. (Geçen yıl Caferağa'daki İHD gecesinde Zafer Diper'in Brecht'ten okuduğu şiir anımsansın, ya da son gecede Jülide Kural'ın o nefis "Tanya" sı...) Bu insanlar bizim için gelmişler; bir alay rezil herif kendini Neo-liberalizmin kollarına fırlatmış "değişen dünya" üzerine zevzeklikler yaparken, bu insanlar bize kendi içtenliklerini sunmuşlar.
Üstelik, "n'oolur işte çıkar okurum" da dememişler, profesyonelce , ciddi olarak hazırlanıp gelmişler, yani olayı hafife almamışlar...
Ve... Biz, o yarışımız içinde dinlemek zahmetine bile katlanmıyoruz! Belki de bazıları o anda "yoğun meşguliyetten ötürü!" sahnede birinin oluduğunu, bir şeyler sunmaya çalıştığını bile farketmiyor! Dahası, böylce salt kendini ilgilendiren bir davranış da koymuş olmuyor, başkalarının da dinelmesini fiilen önlemiş oluyor...
Düşünün ki bir DİA hazırlayıcısı, geceler boyu çalışıp belli filmleri biraraya getiriyor, bunlara müzikler seçip uyum için provalar yapıyor... Bütün bunları gösterinin etkisini maksimum seviyeye yükseltmek için yapıyor. Kuşkusuz sloganlara da yol açacak bir coşku yaratmak istiyor. Ama bazılarının buna hiç ihtiyacı yok! Onlar, sloganlarını bile saptamış haldeler ve durum ne olursa olsun onları atacaklardır.
Örneğin, Musa Amca'yı yaşatmak için çok tatlı bir sürpriz hazırlanıyor. Kızılırmak grubu sahnedeyken aniden ışıklar sönecek, sahneye Musa Amca'nın görüntüsü yansıyacak ve aynı anda kendi sesi salona yayılacaktır... Çok vurucu bir şekilde katillere inat Musa Amca o gün, o salonda bize seslenecektir.
Ama ne mümkün! Bütün heves kursakta kalıyor! Daha DİA görünür görünmez birilerinin aklına "burada kürt sorununa bakış açımızı koyan bir slogan atılmalı" fikri geliyor olmalı ki, bir şehidin sesi bile dinlenmiyor...
Hüzün vericidir. Ama daha da önemlisi artık fena halde sıkıcıdır.
Ve bir yanıyla sorun yanlış bir marksist kavrayışın da ürünü sayılabilir. "En doğru benim, geriye kalanlar teferruattır" biçimindeki mantık, doğal olarak kendi dışındaki etkinlikleri "gidip yararlanılacak" zeminler olarak görüyor. Böylece de bu türden etkinliklere en bir has ve öz marksist-leninist politika taşınmış oluyor, kitleler revizyonist,oportünist,vs. lerin elinden kurtarılmış oluyor!
Elbette herkesin kendi başına yaşadığı klasörler dünyasında değiliz ve elbette devrimciler her türden etkinlik ve eyleme katılırlar, üstelik kendi perspektifleriyle katılırlar. Ama mantık ve sorumluluk duygusu çok önemlidir. Katıldığınız yeri ne olarak gördüğünüz önemlidir.
Örneğin bu grupların bir çoğu kendi manyetik alanlarında düzenledikleri etkinliklerde hiç de böyle "geniş" bir düşünceyle davranmazlar. Belki de bir açıdan bunun bir haklı yanı vardır. Her politik yapı kendi alan çalışmasının hesabını uzun vadeli yapar ve dışsal faktörlerin o çizdiği eğriye müdahalesini pek istemez. Bu böyledir ama çoğu kez yalnızca orada böyledir. Aynı grup bir başka yerde bütün bunları zerre kadar dikkate almayabilir! Örneğin siz bir grup işçi ya da öğrenciyle bir etkinlik düzenliyorsunuz diyelim; bu insanların içinde çok geri unsurlar, devrimcilerin içinde bulunmaktan tedirginlik duyanlar, salt arkadaşlık duygularıyla gelenler, vb. vardır... Sizin amacınız bu heterojen bileşimin içinden yavaş yavaş uzun vadede birşeyler yaratmak olabilir. Böyle düşünebilirsiniz.
Ama kurtuluşunuz yoktur! Birileri böyle bir grup insanın toplanmışlığını hiç kaçırmaz... Artık kuşlamalardan kuşlama, pankartlardan pankart beğenin! Ama sonuçta bunun polisiye sonuçları olurmuş, duruma hazır olmayan insanlardan bir çoğu böylece yitirilirmiş... Hiç önemli değil! Önemli olan "görev"in ifa edilmiş olmasıdır.
Bu, devrimci çalışmanın yanlış bir kavranışıdır.
Bugün sorun ekmeğin büyütülmesi sorunudur. Ekmek büyümeli ve hekesin alacağı dilim de bunun bir sonucu olarak büyümelidir. İsteyen itiraf etsin, isteyen "kitleler isyana hazır" halüsinasyonu ile kendini avutsun, bugün yaşanan kriz dönemidir. Onlarca yılın yanlışları gelmiş bugünkü sosyalist kuşağın üstüne yıkılıp kalmıştır. Sosyalizm fikri kitlelerin gözünde yoğun bir yıpranmaya uğramış, bir alternatif olarak çekiciliği yine kitlelerin gözünde yıpranmıştır. Ülkemiz açısından söylersek durum, halkı sosyalizm fikrine ısındırmak bakımından 1960'lı yılları büyük ölçüde andırmaktadır. Hatta o günün bazı avantajları da bugün yoktur. Yani birşeyler zorlukla yürümektedir ve bir yol bulma, yeni dalgaboyları yakalayıp kitleye ulaşma zorunluluğu vardır.
Yineliyoruz, ekmek büyümelidir...
Oysa bugün solda çoğu kez yapılan ortadaki minnacık sandöviçin biryerlerinden kemirilmesidir. Egemen sınıfların ideolojik bombardımanı altında boğulmuş, altı kanaldan üstüne çullanılan insana değil, halihazırda varolan "kitle"ye yönelinmesidir. "A grubu ne kadar kalabalık" söylemiyle özellikle küçük burjuvazinin "kalabalığa tapıcı" yanına oynanmakta, böyle bir etki umulmaktadır.
Kuşkusuz, sağlam politik adımlar atanlar, iyi halkalar yakalayıp yürüyenler başka siyasal akımlardan insanları da etkileyecekler, kendi yörüngelerine çekebileceklerdir. Örneğin ulusal hareketin bütün diğer yanlarını eleştiri konusu etsek bile bu bakımdan bir başarı gösterdiği söylenebilir. Beşikçi'den, herkesin saygıyla andığı Anter'e kadar bir çok insanı belli bir yörünge etrafına çekebilmiştir.
Ama bu, politik atılımlar sorunudur, "gece"lerde daha çok ses çıkararak çözülebilecek bir sorun değildir.
Ve, son olarak çok önemli bir şey daha var: Slogan da atılabilir, herşey yapılabilir, mümkündür. Lakin, geldiğin yere bir şey katarsın, işin yapılışında hiç olmazsa nezaketen bir ucundan tutarsın, sürecin içinde yer alırsın.
Ama çoğukez düşünülen, sürece hiç bir şey katmadan yalnızca "fayda"dır...
Biz siyasetin "allah rızası" için yapılan bir iş olduğunu da söylemiyoruz. Elbette her olgudan bir "fayda" sağlanır, en azından bir etki yaratılır, bir coşku yoluyla insanlara ulaşılır, vb. ama hiç bir şey katmadan salt "gidelim sloganımızı atıp gelelim" demek de en azından sosyalist ölçütlere biraz ters düşmektedir.
Üstelik daha kötüsü, bu tür durumlarda sağduyulu insanların müdahalesi de pek işe yaramamakta ve hatta gerginliği artıran bir faktör olmaktadır. Böyle bir müdahale çoğu kez "siyasi çalışmaya sansür" olarak anlaşılmakta, böylece çözüm yolu da tıkanmaktadır. Her etkinliği düzenleyenin bu organizasyonun kurallarını da koyma hakkının olduğu gerçeği unutulmakta, hiç bir kural, hiç bir uyarı işe yaramamaktadır. Böylece "gerginliğe meydan vermeme" kaygısı açmazın çözümünü imkansız hale getirmektedir.
Sonuç nedir?
Sonuç, genişlemeye en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda insanların bazı şeylerden soğutulması, tepkiselliğe itilmesidir. Coşku için gelenin bir karmaşa bulması ve gırtlağına kadar "kuru ajitasyon"la yüklenip evine dönmesidir.
Buna karşılık olarak "beğenmeyen gelmesin" denebilir tabii, bu da bir "çözüm"dür! Ama böyle bir "çözüm" yolu bizi 50 kişiyle yapılan "sen-ben-bizimoğlan" acaipliğine götürmekten başka bir işe yaramaz...
Peki, ne yapmak gerekiyor?
Herkesin yakındığı bu sorunun çözümü için açıkçası çok kısa vadede bir çözüm görünmüyor.
Uzun vadede ise yol yine siyasi olgunluktan, politik hareketlerin iç kültürel değişiminden geçiyor. Yoksa, kendi başına yaptırımcı davranışlar çok şey ifade etmiyor. Öte yandan her politik hareketin kendince vurgular yapma hakkını da inkar etmek mümkün değildir.
Ama artık bir Consensus'a da ihtiyaç olduğu, bunun herkes açısından büyük yararlar taşıdığı inkar edilemez şekilde ortadadır.
Artık herkes oturup bunu biraz düşünmek durumundadır...

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92