1992-1993 Öğrenim yılı yine sorunlarla başladı...
Geçen yılların rezaletleri zaten biliniyordu.
Dayaklar, intiharlar, okuldan atmalar, polise
ihbarcılıklar, düzeysiz eğitim, kapatılan okullar,
kalabalık sınıflar, toplanan haraçlar.... Saymakla
bitecek gibi değil...
Bu yıl yine göstermelik açıklamalarla, umut dağıtan
demeçlerle başladı. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri
yine bol keseden atıp savurdular.
Ama daha öğrenim döneminin ilk birkaç haftasında
söylenenlerin arkasında koca bir fiyasko olduğu
açığa çıktı. Ve adeta aynı filmi izler gibi aynı
olayları izlemeye başladık.
Kapatılan Okullar
Özellikle daha sene başında okul kapatma olayları
yoğun olarak gündeme geldi.
Örneğin daha ilk günlerde Feriköy Lisesi kimseye
bir açıklama bile yapmadan kapatılmış ve öğrencilerden
başlarının çaresine bakmaları istenmiştir.
Feriköy Lisesi kapatılınca sorun Feriköy'le de
bitmemiş, başka liselere öğrenci gönderilince
oralarda yığılma meydana gelmiştir. Örneğin Şişli
ve Kurtuluş liselerinde şu anda durum böyledir.
Ve tabii bu da ayrı bir sorun olmuş, ayakta öğrenim
gören öğrenciler kalabalıktan ötürü anlatılan
dersleri bile dinleyemez olmuşlardır.
Böylesi koşullarda öğrencinin nasıl başarı göstereceği
ise tam bir bilmece haline gelmiştir.
Hele Olağanüstü Hal bölgesi'nde durum iyice rezalettir.
Bakan Köksal Toptan'a göre bölgede kapalı okul
sayısı 670'tir...
15 Ekim 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki
bir habere göre ise son üç yılda toplam olarak
tam 3500 okul kapatılmıştır.
Ve bunlara her gün yenileri eklenmektedir. Örneğin
Erzurum, Erzincan, Bingöl ve Tunceli'de 71 ilkokul
daha geçenlerde kapatılmıştır. Gerekçe; öğrenci
sayısının azalmasıdır. Ama bu azalmanın nedeni
de herhalde öğrenciler değil, her köşeye yayılıp
milleti göçe zorlayan devlet terörüdür.
Ve üstelik daha öğrenim yılının başındayız...
Kalabalık Sınıflar
Kapatılmayan okullarda da doğru dürüst eğitim
yapılabildiği pek söylenemez. Sınıf mevcutları
artık katlanılamaz sayılara varmıştır ve ders
yapmak imkansızlaşmıştır. Zaten mevcut okulların
yetersizliği biliniyor. Bunun üstüne bir de belli
liselerde okul idarelerinin biraz daha fazla para
koparmak için okul mevcudunu suni olarak şişirmesi
ekleniyor. Böylece sorun büyüdükçe büyüyor. Normalde
örneğin 500 olması gereken okul mevcudu 800-900,
hatta 1000 kişiye çıkıyor, buna paralel olarak
sınıflardaki öğrenci sayısı da 70'lere, 80'lere
fırlıyor. Örneğin Esenler İbrahim Turan Lisesi'nde
sınıf mevcutları 60, 70, 80 arasındadır. Haydarpaşa
da böyledir, İstanbul'daki bir avuç ayrıcalıklı
Lise dışında çoğu okul aynı sıkıntıyı yaşamaktadır.
Doğal olarak iktidar sahipleri Güneydoğu için
Kobra helikopterleri alıp, karakol yapıp dururlarken
okul yapmaya pek fırsat bulamıyorlar!..
Ama sonuçta bu durum bir başka olumsuzluğu da
beraberinde getiriyor: Dersler boş geçiyor!
Okullar açılıyor, sınıflar kuruluyor, öğrenciler
sıkış sıkış da olsa kendilerine bir eğitim olanağı
yakaladıklarını sanıyorlar... Ama, ortada hocalar
görünmüyor. Hatta bazı okullarda sorun öyle büyüyor
ki, veliler para toplayıp özel öğretmen tutmak
zorunda kalıyorlar.
Sonuçta işin faturasını yine öğrenciler ödüyorlar;
çünkü o dersler okunmuş sayılıyor ve sonraki yıl
bocalamalar başlıyor...
Eğitimin Kalitesi
Dolu derslerde ne oluyor?
Kitaplar her yıl olduğu gibi yine bilimden ve
çağın özelliklerinden uzak. Basmakalıp bilgiler
yine hap gibi tıkıştırılmış ve bize yutturulmak
isteniyor.
Kitapların her yanından yine islamcı-şeriatçı
inciler fışkırıyor, ırkçı-şovenist safsatalar
beynimize dolduruluyor.
En basitinden bir edebiyat kitaplarında hala 1950
sonrası yok sayılıyor. Günümüzde yaşayan bir dizi
uluslararası ödül kazanmış sanatçılarımız yalnızca
siyasi iktidar tarafından sevilmediği için dışlanırken
hala "aruz" döneminde kalan bir programla
yetiniliyor. Üstüne üstlük bir de kitabın sonuna
Muharrem Ergin gibi ünlü faşistlerin edebiyatla
hiç ilgisiz yazıları ekleniyor.
Derslerde ise zaten bu kitapların dışına çıkılmıyor.
Herkesin itiraf ettiği gibi son yıllarda öğretmen
kalitesinde de gözle görünür bir düşüş vardır.
O öğrencilerine bir şeyler öğretmek, ileri görüşlü
çocuklar yetiştirmek için çırpınan eski öğretmen
tipi çoktandır tarihe karışmıştır. Artık gerçekten
aydın düşünceli ve bunu öğrencilerine aktarmak
için çabalayan öğretmen sayısı oldukça azalmıştır
ve kalanlar da ağır baskı altındadır.
Sonuçta, öğretmenler ya basmakalıp kitapları tekrarlamakla
yetinen figüranlar haline dönüşmüştür ve kendilerinin
de itiraf ettiği gibi öğrenciyi hayata hazırlamaktan
uzaktırlar. Ki, bu eğitim tarzının esas amacı
öğrenciyi ÖSS-ÖSY denilen atyarışlarına hazırlamaktır.
Bu durumda öğrenci hayat karşısında eksik bir
konumda kalırken, öğretmenler de "salla başı
al maaşı" duyarsızlığına iyice gömülmektedirler.
Ya da öğretmenlerin bir bölümü düpedüz ırkçı-şeriatçı
propaganda çabası içindedir ki, böylesi bir bombardıman
altında yetişen öğrencilerin nasıl insanlar olacağı
çok karanlık bir konudur.
Her iki durumda da sonuç aynıdır...
Her iki durumda da tam düzenin istediği kafa yapısına
sahip, içinde yaşadığı koşulları sorgulamayan,
kendi kendisinin bilincine varamamış, kişilik
ve yaratıcılık eksikleri ile sakatlanmış bir kuşak
yaratılıyor. Düzen, kendisini her okulda, her
sınıfta her an yeniden üretiyor...
Ve böylece eğitim sisteminin esas amacı da gerçekleşmiş
oluyor: Uysal kuzular yetiştirmek!..
Biliniyor ki bu çağlar insanın en önemli çağlarıdır,
kişilik ve kimliğin oluştuğu çağlardır. Bu iyi
biliniyor ve "ağaç yaşken eğilir" diye
anılan şu uğursuz deyimden hareketle tam da bu
çağda insanların beyni kısırlaştırılıyor.
Ya Dersaneler?
Milli Eğitim Bakanlığı'na sorarsanız Türkiye'deki
eğitim sistemi yeterli ve sağlıklıdır.
Oysa daha geçenlerde Bakanlık tarafından PİAR
Araştırma Şirketi'ne yaptırılan ve öğrenci velilerinin
eğitim sisteminden niye memnun olmadıklarını soruşturan
kamuoyu araştırmasının sonuçları çok ilginçtir:
Araştırmaya göre öğrenci velilerinin %31.5'u "okullarda
verilen egitimin öğrencileri yaratıcılıktan ve
eleştiriden uzak bir şekilde yetiştirdiğini"
düşünmektedir.Velilerin %24.7'si "okullarda
verilen eğitimin öğrencileri gerçek yaşama hazırlamadığına"
inanırken, %15.9'u ise bugünkü eğitimin "öğrencilere
meslek kazandırmaktan" çok uzak olduğu görüşündedir.
Ve daha sonra da %8.8 oranında veli öğretmenlerin
yetersiz olduğunu savunmakta, %6.4 oranında bir
grup ise sınıflardaki öğrenci sayısının fazlalılığını
esas önemli sebep saymaktadır.
Üstelik araştırma bizzat bakanlık tarafından yahptırıldığı
için artniyetli solcuları suçlamak da mümkün değildir.
Ama Bakanlık yine de bir yolunu buluyor savunmanın.
Araştırma üzerine görüş açıklayan MEB yetkilileri
"öğrencilerin hayattan kopuk yetiştirildiklerinin
doğru olmadığını, ders kitaplarının dünya standartlarında
olduğunu" papağan gibi tekrarlıyorlar.
Ama yine de bir soru yanıtlanmadan kalıyor: Eğitim
bu kadar iyi ve özellikle üniversite için yeterliyse,
Dersane gereksinmesi nereden çıkıyor?
Bu MEB açısından bir çelişkidir.
Bir yandan "bizim eğitimimiz harikadır"
diye palavralar savuran MEB, öte yandan sayıları
her gün artan dersaneleri teşvik ediyor ve milyonlarca
liranın buralara akmasını sağlıyor. Her yıl aileler
dişten tırnaktan artırdıkları milyonları sırf
oğulları-kızları bir üniversiteye girebilsin diye
özel dersanelere yatırıyorlar. Kuşkusuz bu da
bir ekonomik güç sorunu; yani bunu yapamayan binlerce
aile de var ve bu durum ortaya korkunç bir eşitsizlik
çıkarıyor. Bir yığın öğrenci üniversite sınavlarına
kendi olanaklarıyla hazırlanmakta ve sonuçta eşit
olmayan bu yarışta yenik düşmektedirler. Arada
sırada "dersaneye gitmeden ÖSS kazanan"
bir kaç öğrencinin reklam edilmesi ise tam bir
sahtekarlık örneğidir. Çünkü herkes bilmektedir
ki okullardaki bugünkü eğitim yetersizdir ve böyle
bir yetersizliğin olduğu yerde özel kurslar zorunludur.
Yalnızca dersaneler mi? Bir de özel öğretmenler
var. Sadece çok ayrıcalıklı kesimlerin yararlanabildiği
bir durumdur özel öğretmenler. Maaşını ucu ucuna
ev kirasına, körboğazına yetirebilen çalışan kesimler
ise böyle bir olanaktan tümüyle yoksundur.
Sonuç olarak, özel dersane ve öğretmenler gerçeği
bugünkü eğitim sisteminin kanayan yarası durumundadır.
Ve çok somut bir göstergedir. Eğer bir ülkede
özel dersane gereksinmesi bu kadar fazla ise,
bu durum eğitim kurumlarının rezalet bir durumda
olduğunu gösterir.
Kredili Sistem
Kredili sistem de gerçekten öğrenimin sorunlarını
çözmek için gelmiyor. Bugün MEB'nın esas sorunu
eğitim sisteminin kalitesini yükseltmek değil,
düzeysiz olan eğitimin açık yanlarını gizlemektir.
Kredi sistemi ancak çok düzeyli kitaplar, düzeyli
eğitim programıyla birlikte başarılı olabilecek
bir sistemdir. Böyle oturmuş bir sistemde öğrenciyi
not kaygısından kısmen uzaklaştırıp daha iyi yetiştirmek
sistemin amacıdır. Ama Türkiye'deki durum o kadar
berbattır ki, bu berbat eğitim manzarası içinde
"kredi" olayı bir yama gibi durmakta,
öğrenciyi daha iyi eğitime değil, en kolay yola
yöneltmektedir. Yani bugünkü haliyle kredi sistemi
daha çok sınıfta kalma konusundaki feryatları
birazcık susturmayı denemekte ama sonuçta kaliteyi
de düşürmektedir.
Toplanan Haraçlar
Her yıl yaşanan utanç verici sorunlardan biri
de kayıtlarda toplanan paralardır.
Artık bu konuda ipin ucu iyice kaçmıştır.
Örneğin her yıl MEB'nın göstermelik açıklamalarına
rağmen olan şey yine oluyor. Resmen haraç toplanıyor
öğrencilerden...
Öyle ki adeta haraç "tarife"si oluşmuş!
Örneğin Bayrampaşa Rıfat Canayakın Lisesi'nde
ya da Vefa Poyraz Lisesi'nde okumak istiyorsanız
bunun "bağış tarifesi" 500 bin ile 1
milyon arasında değişiyor. Ataköy 60. Yıl İlkokulu'nda
ise "bağış" miktarı 3 mi yondan aşağıya
inmiyor. Rami Ortaokulu haraçları 800 bin ile
2 milyon arasında değişirken daha mütevazi olan
Merter İlkokulu'nda 300 bin yeterli oluyor...
Utanç vericidir, bunlar gazetelerde yazılıyor
çiziliyor...
Ama kimse utanmıyor...
Hatta çok daha ilginçtir, İstanbul Milli Eğitim
Müdürü de manzaranın berbatlığını itiraf ediyor.
Bir toplantı açılışında konuşan müdür Nurdoğan
İlgün "İstanbul'da kayıt parası rezilliği
yaşıyoruz. 'kayıtta para alınmayacak' diyoruz
olmuyor. Okullara paranın, rakamın sokulmaması,
öğretmenlerin müdürlerin bu işle ilgilenmemeleri
gerekir..." diyor ve ekliyor; "öğretmene,
müdüre güven bitti!.."
Öğretmene, müdüre güven bitiyor ama haraç toplama
faaliyeti bitmiyor.
Bir yandan MEB açıklama üstüne açıklama yapıyor,
diğer yanda okullarda yöneticiler "bize de
para toplamayı MEB emrediyor" diyorlar.
Ortada garip bir oyun oynanıyor. MEB "bunu
yapanları şöyle asar keseriz" diye palavra
atıyor ama görünürde bu yüzden görevden alınmış
tek bir müdür bile yoktur. Sonuç ise, yığınla
insanın mutsuzluğudur. İnsanlar sırf çocukları
okuyabilsin diye akıl almaz özverilere zorlanıyorlar.
Zaten bu ülkede çocuk okutmak bir büyük sıkıntı
iken üstüne bir de asalaklar biniyor.
Çok acı örnekler yaşanıyor bu konuda ve kimse
utanmıyor. Avcılar İnsa Lisesi'nde kayıt için
gelen velilerden 1.5 milyon gibi bir bağış istenmesi
ve itiraz eden veliye "kolunuzdaki bilezikler
ne güne duruyor" diye "öğüt(!)"
verilmesi böylesi örneklerdendir. Sonuçta tabii,
bilezikler ve zincir gerçekten satılmış, okul
kasasına "bağış" (ya da haraç!) olarak
girmiştir...
Durumun rezilliği karşısında söylenecek söz kalmıyor...
Dayak, tehdit ve ötesi...
Milli Eğitim sistemimiz bu sezonu da intiharlar
girişimleriyle başlamak becerisinigöstermiştir!
Daha okullar açılır açılmaz Avcılar İnsa Lisesi
Müdürü Ahmet Tekiz ilk icraatını sergileme fırsatını
buldu.
"Sınıfta kalanların durumu"nun görüşüleceği
bir toplantının ardından Ahmet bey'in hakaretleri
ortalığı öyle karıştırmıştır ki, Veliler tepki
gösterirler ve Müdürün talebiyle gelen polis bazı
veli ve öğrencileri tartaklayarak karakola götürür.
Bu arada hakaretlerin boyutunu kaldıramayan 2.
sınıf öğrencisi ise sinirlenip intihara teşebbüs
eder. Kimi gazetelere göre Ayşe Balta kendini
pencereden atmak istemiş ve bu arada bilekleri
camla kesilmiştir; kimilerine göre ise kendisi
camla bileklerini kesmiştir. Aslında bu çok önemli
de değil... Sonuçta sözkonusu olan şey bir intihar
girişimidir ve çok ciddidir.
Tabii daha öğretim dönemi yeni başladı. Dayakçıbaşıların
marifetlerini sergileyebilecekleri daha uzun bir
süre var. Ve görünen o ki, bu yıl herzamanki yıllardan
hareketli geçecektir. Çünkü herşeyden önce dayak
Türkiye'de eğitim sisteminin bir parçası olarak
yerleşmiştir. Üstelik daha kötüsü, bu durum artık
öğrenciler tarafından bile kanıksanmıştır, doğal
bir olay sayılmaktadır. Bir çok durumda, birçok
öğrenci onur kırıcı bu uygulamaya karşı çıkmamakta,
dayak olayı ancak "BARIŞ" olayı gibi
bir faciaya yol açtığında toplumun gündemine girmektedir.
Yoksa, her gün , heryerde yaşanan bir olaydır
dayak.
Öyle ki, ilkokul öğrencileri üzerinde yapılan
anketlerde bile öğretmeninden dayak yememiş çocuğa
rastlamak maalesef mümkün olmuyor!
Artık sistemin ruhuna işlemiş bir olgudur dayak.
Öğretmen sınıfa girerken belki kitabını unutmakta
ama sopasını kesinlikle unutmamaktadır.
Baskı yalnızca okul içinde de kalmamakta, okul-içi
teröre bir de okul kapısında bekleyen polis otoları
eklenmektedir. "Öğrencinin olduğu yerde mutlaka
olay olur" mantığıyla kapı ağzına çekilen
polis arabaları daha genç yaşta insanlara polis
korkusunu aşılamak için bir araç olmaktadır.
Dayak ya da doğrudan baskı yanında bir de "not
defteri" silahı vardır ki, en yaralayıcı
silah budur. Direkt olarak öğrencinin geleceğini
etkileyen bir noktadan vuruyor ve belki sonuçta
insanın bir yeri morarmıyor ama hayatı kararıyor.
Not defteri bir iktidar aracı gibi işlev görüyor
ve öğrenciyi bu "iktidarı elinde tutan"
güç karşısında zayıf ve edilgen bir konumda bırakıyor.
Böylece sonuçta öğrenci okulda uysal, edilgen
bir yaşam sürdürürken, okul dışında tam bir felaket
haline geliyor, sorunlu bir yaşantı içine gömülüyor.
Ve Kılık Kıyafet
Devlet okullarındaki genel kıyafet geleneği artık
neredeyse tarihe karışmıştır.
Artık okulların çoğu kendi özel giysilerini saptamaktadır.
Ve tabii özel olan bu giysiler yalnızca okulda
satılmakta ve fiyatları da okul belirlemektedir.
Bu durum zaten ayrı bir sıkıntıdır. Ama daha da
önemlisi bu kıyafetlerin tam bir sıkıyönetim kafasıyla
mutlak bir zorunluluk olarak dayatılmasıdır. Öyle
ki, giydiğiniz ayakkabının rengi birazcık faklı
ise, pantolonunuzun örneğin gri olan rengi grinin
başka bir tonu ise o gün okula girememe riskiniz
çok yüksektir. Gömlek rengi, ceket rengi,vs..
yüzünden ya da arma yokluğu nedeniyle okullara
alınmamanın yüzlerce örneği vardır.
Ve tabii saçlar da var... Özellikle bu konudaki
yasaklar listesi uzadıkça uzuyor...
Bütün dert ne yapıp edip tek tip insan yetiştirmektir.
Ve zaten eğitim sisteminin özünde varolan bu amacı
bir de biçimsel alanda pekiştirmiş oluyorlar.
Sağlıksız Kantinler, Yetersiz Temizlik
Türkiye'de devlet ötedenberi eğitime mümkün olan
en az bütçeyi ayırmayı bir gelenek edinmiştir.
Okullar açılır... Ve hepsi bu kadar!.. Ondan sonrası
allaha emanet!.. Kimsegelip koşullar nedir merak
etmez. Her yıl, her fırsatta okul masrafları için
öğrencilerden toplanan paranın da nereye gittiği
belirsizdir. Bir dönem içinde o kadar çok şey
için (cam, tebeşir, kimlik, resim,vs...) para
toplanır ki herkesin başı döner.
Ama belirli olan tek şey vardır, kaderine terkedilmiş
temizlik...
Bu konuda bir okul ile diğeri arasında uçurum
denebilecek farklar vardır. Özellikle yoksul semtlerin
okullarında ipin ucu iyice kaçmıştır.
Kantinlerin kalitesi ve fiyatları arasında da
büyük uçurumlar vardır. Bir çok yerde çok sağlıksız
ürünler rastgele satılmakta, hiç bir denetim olmaksızın
öğrenci sağlığı tamamen kantincinin insafına terkedilmekte,
buna karşın fiyatlar da öğrenci bütçesine göre
aşırı boyutlara varmaktadır.
Meslek Liseleri... Ayrı Bir Dünya...
Meslek Liseleri gerçekten ayrı bir dünyadır.
Bu kesimdeki en önemli sorun herhalde şu staj
komedisidir. Bölümleri gereği gittikleri işyerlerinde
çoğu kez öğrencilere dersleri dışında her ne ayak
işi varsa yaptırılmakta, çalışması gereken yerle
hiç alakasız işlere koşturulmaktadırlar. Üstelik
zaten son derece düşük olan ücretlerin de bir
bölümüne elkonulmakta ve adeta ucuz işçi olarak
görülmektedirler.
Hele işyerinde grev varsa iş iyice karışmaktadır.
Çoğu işyerinde bu gibi durumlarda patronlar staj
gören öğrenciyi yasa boşluklarına sığınarak "grev
kırıcı" olarak çalıştırmaktadırlar.
Böylece Meslek Liseleri daha katmerlenmiş bir
sorunlar yumağı ile karşı karşıyadırlar.
Örgütlenme... Tüyleri Hemen Diken Diken Oluyor!..
Türkiye'de en tahammül edilmeyen şey ortaöğrenimlilerin
örgütlenmesidir.
Daha adını duyduklarında beyinleri sarsılır...
Sayın devlet büyüklerine göre Liseliler henüz
zararlı cereyanlardan korunması gereken masum
kuzucuklardır. Kendilerini pek akıllı, öğrencileri
de akılsız saydıkları için onların sağlıklı düşünemeyeceklerini,
"kötü emellere" alet edilebileceklerini
varsayıp, koruyuculuk rolünü üstlenirler.
Ve tabii bu "koruyuculuk" rolünün en
önemli unsuru yine dayak, baskı ve okuldan atma
tehdididir. Sayın okul müdürleri "Son Türk
Devleti"ni kurtarmak için he türden baskıyı,
bu arada polise muhbirliği olağan görürler. Okuldaki
en küçük bir kıpırdanmada hemen ayaklanıp polisi
aramak, öğrencilerini polis işkencesine teslim
etmek artık alışkanlıkları olmuştur.
Bütün istedikleri kendileri gibi insanlar yetiştirmektir.
Az düşünen, az konuşan, hayatı sorgulamaktan uzak
koyun gibi yaratıklar...
Ve "örgütlenme" kavramının kendisi bile
onlar için büyük tehlikedir!..
Neler Yapılabilir?
Neler yapılabileceği konusunda biz kimseye akıl
vermek durumunda değiliz. Öykü, hepimizin, bütün
ortaöğrenimlilerin öyküsüyse eğer çözümü de birlikte
bulacağız demektir.
Ve gerçekten çözüm ellerimizin içindedir. Eğer
bir anahtar gerekirse, onların en korktukları
şeyden başlayabiliriz: ÖRGÜTLENME'den.
Anahtar budur: BİRLİK ve ÖRGÜTLENME...
Haksızlıklara, olumsuzluklara, ilkelliklere, baskılara
karşı mücadele edeceksek eğer bunun yolu birlikte
hareket etmekten, her durumda biraraya gelip sesimizi
böylece yükseltmekten geçiyor.
Öğrenci Birlikleri bu konuda doğru ve olumlu bir
yaklaşımdır. Eğer bugünkü belirsiz ve şekilsiz
halinden kurtarılabilirse ve gerçekten işleyen,
öğrenci kitlesinin çoğunluğunu kucaklayan yapılar
haline getirilebilirse çok büyük yararlar sağlaması
mümkündür. Öğrenci Birlikleri Üç-beş kişinin "derin
tartışmalar" yaptıkları yapılar olmaktan
bütün öğrencileri çeken bir odak olmaya doğru
hızla adımlar atmalıdır.
Ancak böyle esnek, kapsayıcı, kitleyi itmeyen
yapılara sahip olursak yaşadığımız olumsuzlukların
üzerine gerçekten ciddi bir güçle gidebilir, karanlıklar
dünyasını geri adım attırabiliriz.
Ancak böylece 1992-1993 öğretim döneminde birlikte
ve gür sesle "İZİN VERMEYECEĞİZ!" diye
haykırabiliriz...
BİR GRUP LİSELİ BARİKAT OKURU
|