"Eylül çocuğu" 12 yaşına geldi ya,
artık bazıları darbesizlikten bayağı sıkılmaya
başladılar. Alışkanlık oluyor, 1950'lerden beri
her on yılda bir kapıyı çalan konuğun gecikmesi
üzüyor bazılarını. Gerçi koşullar faklıymış, uygun
değilmiş, olsun! Bütün bunlar hiç dert değil,
insan bir kez bu illete bulaşmasın, uyuşturucu
gibi krizleri var ve bir türlü tank görmeden iyileşmiyor...
Sokaklarda şöyle salına salına bariyerler, tanklar
gezinmeli, "taş gibi delikanlı askerler"
her bir yanda aramalar yapmalı... Radyolarda,
TV'lerde seferberlik türküleri, zehir-zemberek
bildiriler...
İşte bu: Hayatın gerçek tadı!..
Yine bugünlerde bir heyuladır geziyor ortalıkta...
Kendiliğinden değil kuşkusuz, birileri zilleri
çalıyor ve oynama heveslileri kendilerini tutamayıp
piste fırlıyorlar.
Herkesin ağzında bir darbe lafı almış yürüyor.
"Darbenin ayak sesleri" söylemi yeniden
üretiliyor. Ürkünç tablolar yeniden canlandırılıyor
Genel Kurmay Başkanı Güreş'in sözlerinden binbir
türlü yorum üretiliyor. Güreş'in de maşallahı
var hani, aldı başını gidiyor. Bir bakıyorsunuz
bir gazetede, bir bakıyorsunuz diğerinde... Başbakanı
ve bakanları bile solladı röportaj konusunda.
Ayrı bir hükümet gibi, canı ne isterse söylüyor,
söylediklerinin hükümet açıklamalarıyla çeliştiği
oluyor, Güreş bunu da pek umursamıyor.
Kuşkusuz, bütün bu röportajlar uyanık gazetecilerin
özel çabalarıyla gerçekleşmiyor. Türkiye'de bir
Genel Kurmay Başkanı kendisi "arzu buyurmasa"
en hızlı gazeteci bile yanına yaklaşamaz. Yani
danışıklı dövüş (danışıklı röportaj) var. Güreş
Paşa arzu buyuruyorlar, seçtikleri bir "muharrir"
davete icabet ediyor ve böylece gazetecilik harikaları
(!) gerçekleşiyor.
Güreş Paşa'nın sağı solu belli değil, lafa başladı
mıydı, ne PKK kalıyor önünde, ne HEP, ne de diğer
düşmanlar... Hepsinin hakkından gelineceğini,
köklerine kibrit suyu döküleceğini her seferinde
tekrarlıyor. Gerçi sonuçta bütün bunlar "arazinin
dağlık yapısı ve karanlık"(!) nedeniyle gerçekleşmiyor
ama yine de hiç olmazsa "mezarlık ıslığı"
kabilinden işe yarıyor olsa gerek.
Bir bakıyorsunuz, hükümetle bile çelişerek, "bence
Kürt sorunu yok. Böyle olursa konu tüm Türkiye'yi
kapsar." gibi laflar ediyor; bir bakıyorsunuz
"topyekün mücadele" gibi yeni kavramlar
üretip ortaya salıyor. "Topyekün mücadele"nin
çok tehlikeli bir kavram olduğu, sonuçta şovenizmin
kışkırtılmasına, ırkçı saldırılara yol açacağı
biliniyor, ama olsun, Güreş Paşa yine de söylüyor
bunu ve şüphe yok ki içeriğini, ne anlama geldiğini
bilerek söylüyor. Hem bununla da bırakmıyor, kendi
siyasi mantalitesini çok açık ortaya koyan laflar
ediyor sık sık. "Silah atan adam demokrasiyle
çözülmez" diyor örneğin, sonra dayanamıyor
yasal siyasal partilere de yöneliyor. En çok da
HEP' i hedef alıyor, hedef gösteriyor. Basit anlamda
hedef gösterme değil, somut olarak da hükümetten
talepte bulunuyor, talebi karşılık görüyor, HEP
yöneticileri, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar...
Normal işlemleri de yeterli bulmuyor Paşa, bizzat
kendisi HEP hakkında suç duyurularında bulunuyor...
Aslında "suç duyurusu" gibi şeyler şanlı
Türk ordusu için çok "pasifist" yöntemler
oluyor, iki tank gönderip sorunu çözmek de mümkün
ama sırası var. Ya da Güreş Paşa henüz sırasının
gelmediğini düşünüyor...
Neyse, bunlar yorum tabii ama sonuçta bu ülkenin
bir özelliği var, askerler çok konuşmaya başladılar
mı bir "kaşıntı" hasıl oluyor herkeste.
Herkes, "ulan bunlar yine homurdanıyorlar,
yakında bir numara çevirecekler galiba" diye
düşünmeye başlıyor. Zaten alışkanlık da var millet
olarak, ne darbeler görmüşüz, sabahın köründe
uyanıp ne bildiriler dinlemişiz!
Üstelik, bir kez söylenti çıkınca, üstüste yapılan
"vallahi de billahi de bişeycik yapmayacağız"
teminatları hiç işe yaramıyor. Biz, akşam haberlerinde
"benzine zam yok" açıklaması dinleyip,
sabah gazetelerinde zam haberiyle gözleri faltaşı
gibi açılmaya fena halde alışmış bir milletiz
ve böyle numaraları da yutmuyoruz tabii. En safımız
bile "deneyim yenen kazıkların bileşkesidir"
özdeyişinin farkındadır ve resmi açıklamaların
çoğu kez tersten okunmasının daha uygun olduğunu
bilir.
Peki, gerçekten böyle bir tehlike var mı? Tanrı
gecinden versin, "şeffaf" demokrasimiz
gerçekten güme gitmek üzere mi? Daha yeni yeni
alışıyorken ve tam yağdanlıklarımız bu yeni kapıya
yönelmişlerken, her şey bir düdükle bitmek üzere
mi? Zülfü Livaneli dahil bütün sanat ve fikir
adamlarımızın her gün yeni bir meziyetini keşfettikleri
bu muhterem devlet adamımız yine mi elde şapka
Güniz Sokak yollarına düşecek?
Yani bu Güreş Paşa böyle bir şey yapar mı?
Aslında niye yapmasın?
Şimdiye kadar yapanlardan neyi eksik Güreş Paşa'nın?
Bir kere herşeyden önce darbe yapmak her Türk
generalinin mahfuz hakkıdır. Her Türk generalinin
görev süresince bir adet darbe yapma hakkı vardır.
Kimileri buhakkı kullanır, kimileri kullanmaz.
Her darbeden sonraki onuncu yıldönümünde zamanaşımı
süresi başlar ve bir-iki yıllık da "uzatma
devresi" hakkı tanınır. Bu süre içinde yaparsan
yaparsın, yapamazsan hakkını yitirip holding yöneticiliğine
razı olursun. Belki yine ilerdeki darbeci arkadaşların
seni hatırlayıp bakan ya da danışman yaparlar
ama bunun da garantisi yoktur. Darbe yapan generalle
daha harPokulundayken bir kız meselesinden takışmış
olabilirsin ve bu bakanlık şansını azaltabilir.
Görüldüğü gibi bu, yasal ve geleneksel bir "hak"sorunudur,
yetenekle filan hiç ilgisi yok. Yani kimse "Güreş
Paşa acaba bu işi becerir mi?" diye münafıkça
kuşkular üretmesin. Neyi eksik Güreş Paşa'nın?
Yapanların omuzunda daha mı fazla yıldız vardı
yani? Hatta fazlalık olarak aslan gibi pavyon
dağıtan cinsinden oğlu bile var ki, kolorduya
bedel!..
Şimdi bazı müzmin muhalifler belki "hitabet
yeteneği" filan diyecekler ama olsun! Bu
çok zor bir iş değil ki! Hele devlet başkanı olaraktan
"Gümüşhane Yün Eğirme Tesisleri" gibi
yerlere bir kaç "tetkik gezisi" yapsın,
hele okullarından zorla getirilip "ya ya
ya şa şa şa paşam paşam çok yaşa!" diye bağırtılan
ilkokul öğrencileriyle bir karşılaşsın, görürsünüz
siz hitabet yeteneği nasıl gelişir! Ne inciler
çıkar ortaya!
Hem sonra, konuşma yazacak adam mı yok ortalıkta?
Zaten Coşkun Kırca'nın eli kaşınıp duruyor nicedir...
Aldıkaçtı hoca'nın gözleri açık gider ölmeden
birkaç anayasa daha yapmazsa...Sonra, "terör
ve kaçakçılık şubesi şefi" Uğur Mumcu köşesinde
bekleyip duruyor. Üstelik artık genç yetenekler
de var. Özkök'leri, Çandar'ları, Ardıç'ları anaları
niye doğurdu ki?
Hem bazı eksiklikler de zaman içersinde giderilebilir.
Örneğin resim uzmanlığı bir İspanya gezisinde
kazanılabilir, ördek yetiştirme uzmanlığı gibi
her devlet adamına lazım bir başka yetenek de
Çin gezisinde sağlanabilir. Gerçi rahmetli Ziya
Ül Hak artık yok ama at-kedi -köpek kolleksiyonu
için de başka kaynaklar pekala yaratılabilir.
Yani, sözün kısası darbe yapmak öyle çok yetenek
istemiyor. Hatta yetenekle hiç ilgisi yok.
Ama darbe yapmak, başka şeyler istiyor.
Bir defa, tarifi var bu işin. Rastgele yapılamıyor.
Klasik tarife göre, her şeyden önce darbe için
başbakanlık konutunda fötr şapkalı bir şahsın
oturması gerekiyor. Böyle bir garip adet var Türkiye'de.
Şimdi belki hemen "tamam bu koşul var"
diyeceksiniz ama durun bakalım, her şey bu kadar
basit değil. Tarifnameye göre başka unsurlar da
var.
Örneğin ipin ucu iyiden iyiye kaçmış, darbeden
başka bir ihtimal kalmamış olmalıdır. Kimsenin
keyfine göre olmuyor bu işler.
İpin ucu mu kalmış demeyin, ortada ip olarak ne
kalmışsa onu sonuna kadar tüketmiş olmak şarttır.
Bu yemeğin pek sevilmediği ve millete 40 yıldır
gına geldiği bilindiği için aşçıbaşılar da masaya
getirmeye pek hevesli değildirler. Daha doğrusu
aslında kendileri (en kolayı olduğu için) pek
severler sevmesine de, masaya getirmeyi akıllıca
bulmazlar. Belki durmadan ocağın üstünde ısıtırlar,
ateşi canlı tutarlar ama iyice zorunlu olmadıkça
servis yapmazlar...
Gerçekten ortadaki ipin ucu iyice kısalmıştır.
Özellikle doğu cenahında biryerlerde olanlar ve
girilen çıkmaz sokaklar artık tümüyle çözümsüzlük
noktasına varmıştır. Henüz sokaklar bitmiş değildir.
Önlerinde daha bir dizi sokak ve girinti-saçakaltı
vardır. Ama tümü de çıkmaz sokaklardır bunların.
Belki birisi üç metrelik çıkmazdır, belki bir
diğeri on metrelik... Belki Baykal çıkmazı vardır,
daha uzunca görünür, belki "topyekün"
çıkmazı vardır, daha girişinde balçık-bataklıktır...
Ve belki de Barzani çıkmazı biraz daha riskli
ve biraz daha umut vericidir...
Ve sonra Batı cenahında durmadan bir şeyler isteyen
yığınlara sistemin verebileceği kaynaklar ve bunları
sunabilecek yeni "güleryüzlü" garsonlar
henüz bütünüyle tükenmiş midir? İnfazlarla, baskılarla
sıkı sıkı kapatılmaya çalışılan tencerenin içindeki
kaynama sürdüğüne göre, taşmaları önleyecek başka
yeni önlemler hiç kalmamış mıdır? Ya da bugünkü
şapkalı şahıs ve yanındaki tatlı çocuk bütünüyle
yıpranmış mıdır? Yıpranmaları iyice boyutlandığında
-şapkaları olmasa da- başka aktörlerin denenmesinde
yarar yok mudur?
Vesaire, vesaire... Sonuçta henüz sokaklar vardır
ve onları da umutsuzca denemek gereklidir.
Sonra darbenin bir başka şartı da darbe ile yeni
bir şeyler yapılmasıdır. Yani bugün yaptıklarınıza
nitelik olarak yeni bir şey eklemiyecekseniz ne
lüzumu var bir yığın zahmete katlanmanın?
Örneğin, yeni olarak ne yapılabilir?
82'de dikilen şu kara elbiseden daha dar bir elbise
diktirmek mümkün müdür? Belki evet, beyazın daha
beyazı olduğu gibi, darın da daha darı vardır.
Ama bunun için de o kadar zahmete değer mi, bilinmez...
Başka ne yapılabilir yeni olarak? Her türden kitle
gösterisine saldırmak, her şeyi yasaklamak mı
örneğin? Yenİ bir sendikalar yasası mı çıkaracaksınız,
YÖK yerine YÖK'ün karesini mi icadedeceksiniz?
Ama bunlar da hiç yeni olmaz, belki biraz daha
dozu artırılabilir, hepsi o kadar!
Sokaklarda adam kurşunlamak, karakollarda "adam
kaybetmece" oynamaksa eğer, doğrusu bugün
özellikle bu alanda darbe günlerinden çok daha
ileri aşamalara ulaşılmıştır bile. Darbenin en
kızgın günlerinde bile gözetim fişleri yine de
doğru dürüst tutulurdu. Bugün o da tarihe karışmıştır.
Ortalık öylesine "şeffaf" olmuştur ki,
bu arada siz bile buharlaşıp "şeffaf"laşıyorsunuz
da kimseciklerin ruhu duymuyor!...
İş köylü kurşuna dizmeye ve panzer arkasında adam
sürüklemeye gelince o konuda yeni olarak ne icatların
yapılabileceği cidden merak konusudur. Diyelim,
panzer ya da Kobra yerine başka bir şey kullanılabilir,
ama hepsi bu! Sonuçta sürüklenme sürüklenmedir.
Öte yandan, bütün bunları yapanların adını ve
resmi sıfatını değiştirmek de çok fazla anlamlı
değildir. Bugünkü Vali beylerin adının önüne "en
bi çok ve de öz olağanüstü vali" sıfatını
eklerseniz örneğin, bu değişiklik Şırnak'ta parmağıyla
zafer işareti yapan çocuğu daha mı çok korkutacak?
Haa, bütün bunlar olurken basın iyice sussun istiyorsanız,
doğrusu bunun için de o kadar zahmet gereksiz.
O zaten (bir kaç münafık unsur dışında) susuyor.
Hatta susmakla da kalmıyor, "milli takım
amigosu" olaraktan tribünde her bir yerlerini
yırtarcasına tezahürat yapıyor. Muhabirlerini
Cizre'de katakulliye getirip kurşunlasanız bile
bu renkli basın çocukları size ağzını açıp tek
söz söylemiyorlar. Üstelik, bunu siz henüz "höt"
demediğiniz halde yapıyorlar. Bir de şöyle sağlam
bir zılgıt çekseniz hepsi birden secdeye gelecekler...
Sonuç olarak görülüyor ki, bir darbe halinde yeni
olarak yapılabilecek şeylerin çoğu nicelikle ilgilidir.
Ortada ahım şahım bir nitel fark görülmemektedir.
Hadi bunu da geçelim. Ama bitmiyor ki... Darbe
tarifnamesinin bir başka (ve en önemli) maddesi
var. İyi bir darbe için, hatta iyi ya da kötü
darbe yapabilmek için, okyanus ötesinde bir ülkede
sağlam dayanaklar gerekiyor. Siz kendinizi aşçıbaşı
sanabilirsiniz ama gerçekte onlar için "yamak"tan
başka bir şey değilsinizdir. Onlar, okyanus ötesindekiler,
gerçek "aşçıbaşı"nın kendileri olduğunu
iyi bilirler ve eğer istemezlerse siz darbe değil,
omlet bile yapamazsınız. Darbe denilen şey için
orada, o ülkede,12 Eylül sabahında olduğu gibi
"....................." diyecek birileri
elinde yeşil ışıklarla bulunmalıdır.
Siz, Harpokulu'nda çok şey öğrenmiş olabilirsiniz,
ama "onlar" daha farklıdır. Bütün günlerini
dünya haritasının önünde geçiren hesap adamlarıdır
"onlar." Önlerindeki "yeni dünya
düzenlerini" dikkatle her gün incelerler,
bölgesel ya da genel konjonktürü gözönüne alırlar,
sizin kendinize ait sandığınız bu ülkenin güncel
durumdaki konumunu ve muhtemel gelişmeleri hesaplarlar.
Bir yığın faktörü ölçer-biçer tartıya vururlar.
Bu işler için Pentagon bünyesinde yüzlerce insan
istihdam edilmiştir ve adamların işi her gün olası
durumları dikkate alan yeni senaryolar üretmek,
gelişmelerin nasıl kontrol altında tutulabileceğini
hesaplamaktır.
Yani öyle "kafanıza göre takılıp" iş
yapamazsınız; nasıl sizin ordunuzda yemek yemenin
bile kuralları ve komutları varsa, üyesi olduğunuz
o "yeni dünya düzeni" ordusunun da kuralları
vardır. Hem kurallar vardır, hem de yaptırımlar!
Muslukların başında otururlar onlar ve sizi rahatlatacak
ya da mahvedecek muslukları açmayı kapamayı iş
edinirler. Kurallara uymayıp "free"
takıldığınızda elbette gelip sizi bacağınızdan
asacak değiller, (belli de olmaz tabii!) ama kredi
ve borç musluklarıya öyle bir oynarlar ki, buna
gerek kalmaz! Siz kendi kendinizi bacağınızdan
asarsınız!
Görüldüğü gibi, her şey o kadar basit değil!
Darbe yapılmaz değil, yapılır. Zaten bu ülkede
bu tür şeyler kimse için sürpriz de olmaz. Hasan
Mutlucan ile uyanmaya alışkın bir milletiz biz.
Gelgelelim ortada böyle bir şey yok. Şu anda koşulları
da yok, kendisi de yok.
Darbe filan olacağı yok!
O zaman nereden çıkıyor bütün bunlar?
Niye bazı şeyler sıcak tutuluyor sürekli olarak?
Başka şeylerin hazırlığı mı yapılıyor çaktırmadan
ya da özellikle çaktırarak!
Bir yandan "topyekun" mücadele diye
bir laf atılıyor ortaya, şovenizm kışkırtılıyor,
herkes "milli takıma" çağrılıyor. Gelmeyenlere
de (HEP gibi) "kırk katır mı kırk satır mı"
diye sorgu sual edilip bir yerlerden düğmeye basılmış
gibi tutuklamalar başlıyor. Özellikle Anter olayı
gibi büyük cinayetler işleniyor ve ortalık iyice
bulandırılıyor... Öte yandan amigolar dışındaki
basına, sosyalistlere nasıl yeni baskılar yapılacağı
üzerine toplantılar düzenleniyor. Mahkemeler hızlandırılıp
cezalar yağdırılıyor...
Ve bunlar olup biterken iki-üç yıldır sürdürülen
pazarlıklar da nihayet sonuçlanıyor ve Kuzey Irak'ta
federasyon ilanıyla birlikte CAHŞ'ların beklenen
saldırısı başlıyor.
Orada ihanetin saldırısı sürerken içerde belki
çok orijinal olmayan ama kesinlikle planlı olduğu
söylenebilecek bir askeri taktik başlatılıyor.
Taktiğin özü, PKK'nın saldırı gerçekleştirdiği
her yerde, anında halkın üzerine büyük bir vahşet
uygulamak biçiminde özetlenebilir. Yani, herhangi
bir yerde PKK tek bir silah patlattığında bunun
karşılığı koca bir kasabanın, köyün hatta ilin
yakılıp yıkılması oluyor. Gerilla saldırısına
özellikle bu saldırının boyutuyla orantısız ölçüde
bir şiddetle karşılık veriliyor ve halk düpedüz
ya teslimiyete ya da göçe zorlanıyor.
Aslında sorunun özü artık kesin bir çıkmaz sokakta
olunmasıdır. TC, duvarın tam kıyısına gelmiştir.
Artık kımıldayacak yerler, üretilebilecek alternatifler
oldukça azalmıştır. Kürt halkını kaybedildiği
en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir. Süreç
her yandan sıkışmıştır.
Öte yandan büyük vaadlerle işbaşına gelen koalisyon
söylediklerinin hiçbirini gerçekleştirememiştir
ve gerçekleştirme şanısını da yitirmiştir. Başlangıçta
"demokratikleşme" planlarıyla pompalanan
iyimserlik dağılıp gitmiş, SHP'nin yedekleyiciliğiyle
rahatlatılması düşünülen ekonomik süreçler de
tıkandıkça tıkanmıştır.
Kısacası işler gitgide sarpa sarmaktadır...
Bu noktada çok net iki ihtiyaç ortaya çıkıyor:
iç politikada, yani batıda daha çok sabır ve suskunluk...
Dışarda, yani Kürt sorununda ise serbestçe katliam
yapılabilecek bir rahatlık...
Kısaca, sessizlik isteniyor. Her konuda ve her
alanda kesin ve net sessizlik!..
İşte o zaman, darbenin kendisi değil ama "korkusu"
bir ihtiyaç oluyor. Cadı kazanları kaynamaya başlıyor,
basında garip garip manşetler atılırken, Güreş
Paşa da üstüne düşeni yapıyor: "Bu iş demokrasiyle
olmaz, bana kalsa üç günde köklerini kuruturum"
demeye gelen laflar ediyor. "Sıkıyönetim
bile teklif ederim" gibilerden görünürde
masum sözler söylüyor. Ve herkesi bir telaş alıyor.
Kulislere korku pompalanıyor, "yeniden tank
sesiyle mi uyanacağız" fısıltıları ortalığı
sarıyor. Ardından hemen yalanlamalar, "ordunun
demokrasiye bağlılığı" üzerine yemin billahlar
geliyor. Milletçe resmi açıklamalardan kuşkuya
düşmeye alışmışız ya, bu biliniyor ve yalanlamalar
aslında ortalığı iyice karıştırıyor.
Sonuç, herkesin kafasında kocaman bir soru işareti
ve bir kuşku yumağıdır.
Böylece asıl amaca ulaşılmış oluyor.
Asıl amaç, sessizliktir. Katliamların onaylanması,
en azından seyirci kalınmasıdır.
Asıl amaç, daha kötünün korkusuyla insanların
bugünkü durumlarına razı olmalarının sağlanmasıdır.
Asıl amaç, insanları "ehven-i şer"e
doğru itelemek ve sopa tehdidiyle bir "milli
mutabakat" yaratmaktır.
Yoksa, darbe bahane!!
Hem, darbe denilen şey de artık parekendeye düşmüştür.
Her gün ufak ufak darbecikler yapılıyor sessizce.
Diyarbakır'daki ünlü toplantıda yapılıyor örneğin,
MGK'nu her geçen gün daha fazla "hakiki"
iktidar haline getirerek yapılıyor. Ünal Erkan'ın
bile yetkileri budanıyor bölgede ve askeri yetkililer
tümüyle tek başlarına alıp götürüyorlar süreci...
Şu bildiğimiz anlamda darbe yok ortada, seferberlik
türküleri, bilmemkaç no'lu bildiriler de yok.
Ama daha beteri var, yavaş yavaş her günümüz seferberlik
türküleriyle doldurulmak isteniyor, yayınlanmamış
bildirilerle dolduruluyor yaşamımız. Gözaltı süreleri
90 gün değil belki, ama 90 günün somut sonucu,
yani ölüm bir kaç güne de sığdırılabiliyor artık.
Dernekler yasak değil belki, ama kuşatılmış halde
her yandan...
Darbe yok ama komiklikler var: "Darbe olursa
n'aaparsınız" anketleri var ki, yanıtları
insanı gülmekten öldürüyor!..
Analar ne yiğitler doğuruyor!
Hele bir tanesi var; şu geçen ayların "CUMHURİYET
meydan savaşları" mağlubu olan zat: Hasan
Cemal... Pek kahramanca bir yanıt veriyor anket
sorusuna: "yeraltına iner, mücadele ederim!"
İnsanın gözleri yaşarıyor doğrusu. Bu soylu davranış,
12 Eylül'de çekilen bütün o acıları unutturuyor.
Köşe başlarında randevular ayarlayan komitacı
bir Hasan Cemal'i düşününce insan epey keyifleniyor.
Tabii zaten bir darbe olunca darbecilerin ilk
işi bu ülkenin en yağdanlık gazetesi SABAH'ı kuşatıp
havaya uçurmak olacaktır!! Bu açıdan Hasan Cemal'in
yeraltı projesi oldukça mantıklı görünüyor!..
Darbe yok ortada henüz. Ama yiğitlikler var!
Hem ne yiğitlikler!
İşte böyle sürüyor 1992 sonbaharında hayatımız...
Oyunlar içinde oyunlar ve oyuncular...
Peki, bu kadar boş mu bu laflar? Uzun dönemde
bazı şeyler mümkün değil mi?
Elbette mümkün, Türkiye'de üstünde durulan kaygan
zemin öyledir ki, yarın için hiç bir zaman tam
va kesin öngörüler yapamazsınız. Çıkmaz sokağın
nerede biteceği, her şeyin ne zaman tükeneceği
tam olarak bilinemez.
Ama, en azından bugün, tatlı su demokratlarının
içi rahat olabilir. Şimdilik "öldürmektense
korkutmak" faslı üzerinden gidiyorlar ve
yemeği ısıtmakla yetiniyorlar...
Hasan Cemal'e gelince... Bize sorarsanız, "yeraltına
inmesine" filan hiç gerek yok.
O ve Babıali'nin başka "harika çocuk"ları
zaten o kadar uzun süredir yeraltında yaşıyorlar
ki... Bütün köstebekler gibi o kadar uzun süredir
burunlarının ucundaki katliamları, vahşeti görmezlikten
geliyorlar ki, bundan daha fazla "yeraltına"
inmeleri mümkün değildir!
Yeterince "aşağıda" yaşıyorlar zaten!
1992 Sonbaharında Türkiye...
Ve darbe...
Şimdilik, yalnızca adı var!..
|