Ülke, sancılı günler yaşıyor.
Sancılı ve zor günler... Üstelik, çok yakın bir
doğumun sancıları da değil bunlar; sakatlanmış,
örselenmiş bir sürecin sonucu olan sancılar çekiliyor...
Bir kaos ortamından çıkılıyor, diğerine giriliyor;
kaosların derinliği de çeşitli faktörlerin süreçte
bulunmasından ve güçlerin çekiştirmesinden kaynaklanmıyor;
aksine, süreçteki faktörlerin eksikliğinden, daha
doğrusu esas faktör olan sosyalist müdahalenin
eksikliğinden büyüyor bunalım. Çünkü kaos, çözümsüzlüktür.
Çözüm programının ve müdahalesinin varolup kendini
eylemiyle ortaya koyduğu her yerde ne kadar karışıklık
olursa olsun yaşanan kaos değildir; karışıklık
vardır ama kaos yoktur.
***
Bugün iktidar sahipleri sancılıdır. Oligarşik
yapının unsurları çözümsüzlük içindedirler, eski
siyaset tarzları ile yürünemeyen, vaziyetin her
zamanki yöntemlerle idare edilemediği zor günler
yaşıyorlar. Bu, bildik anlamda hep yaşanan sürekli
krizden fazla bir şeydir. Bizim cephemizdeki bütün
eksikliğe karşın ulusal haraketin artık rayına
oturmuş olan aktivitesi düzenin bütün kurumlarını
zorlamış, yıpratmıştır. Henüz tek yanda parlayan
bir ateşle uğraştıkları halde böylesi zorluklar
içinde olmaları, ne kadar kof olduklarını göstermektedir.
Ama öte yandan, bir talihsizliktir, bu kofluğun
bütün açıklığıyla sergilenebilmesi de aynı eksiklikten
ötürü mümkün olamıyor.
İktidar sahipleri şimdi geç kalmış kabuk değişikliklerini
ısıtmaya çalışıyorlar, bozuk arabalarını bir biçimde
yürütmeye çabalıyorlar. Koca bir çıkmaz sokak
içindeler. Çıkmaz sokağın kolları var ve bütün
bu kollar da çıkmaz sokakçıklardan oluşuyor. Şu
ya da bu uzunlukta, ama hepsi çıkmaz sokaktır.
Kullanabildikleri tek avantaj, bu sokakçıkları
bütünüyle kısaltacak ya da ortadan kaldıracak
gücün yokluğu, en hafif deyimle eksikliğidir.
***
Ulusal Hareket de sancılıdır.
Şu ya da bu anlık durum için söylemiyoruz bunu,
Güney Kürdistan'da olan bitenlerle ve gelişmelerin
nereye varacağı ile de doğrudan ilgisi yok; ulusal
hareket sürecin bütünü açısından desteksizliğin,
tek başınalığın sancılarını yaşıyor. Karşısındaki
gücün manevra yapabilmekteki rahatlığı ve pervasızlığı
bir zorluk kaynağı olarak kendini ortaya koyuyor.
***
Ve Türkiye Devrimci Hareketi sancılıdır. Karamsar
değiliz ve olmamak gerekiyor. Nihayetinde, dünya
devrimci hareketi yaşanan konjonktürün altında
ne kadar ezilmişse Türkiye'deki devrimci hareket
de o kadar ezilmiştir. Gerçi sosyalist dalganın
dünyadaki genel gerileyişi ile ülkemizdeki cunta
sonrası deformasyon karşı devrim güçleri açısından
mükemmel denilebilecek bir biçimde üstüste düşmüştür
ama buna rağmen bile devrimci hareket bazılarının
hevesle umduğundan daha diridir.
Ama, zorluklar içindedir. Sözkonusu olan elbette
esas olarak fiziksel koşulların zorluğu değildir.
Devrimci Hareket 12 Eylül'ün azgın baskı
koşullarında bile kentlerde fink atmasını bilmiş,
kendini o koşullarda da üretebilmişti. Yani, sanıldığı
gibi bugünün sorunu güçlü merkezi otorite, devlet
terörünün soluk aldırmazlığı değildir. Zorluk,
yaşanan ortamdan ve hareketin bugüne özgü ve yarın
aşılacak olan eksikliklerinden geliyor.
Elbette, her şeyin bir sınırı vardır. Sosyalistler
arasında durmadan tartışıla tartışıla yalama yapılan
"marjinalite" kavramı da doğrusu artık
sıkmıştır. Aslında bir anlamda artık her ne olmuşsa
olmuştur ve olacağı kadar olmuştur. Her şey ineceği
kadar alt sınıra inmiş ve daha ötesi kalmamıştır.
Bu sancı döneminin bitmemesi ve zayıflatıcı etkinin
devamı, bugün, koşulların olumsuzluğundan çok
Türkiye Solu'nun durumu kavrayıp doğru politikalar
üretmekteki yavaşlığından kaynaklanmaktadır. Machiavelli'nin
"Hastalık ve erimenin başlangıçta teşhisi
zor, tedavisi kolaydır; daha sonra ise teşhis
kolaylaşır ama tedavi zorlaşır." biçiminde
hinoğluhin deyişi vardır ve siyasetteki çok önemli
bir kuralı özetler. Ama bugün teşhis kolaylaştığı
gibi tedavinin yolları da çok kapalı değildir.
Bugün zorluk, tedavinin yollarını açma konusundaki
yavaşlıkta düğümlenmektedir. Yoksa, devrimci hareketin
önü açıktır. Devrimci hareketin kendisi yeniliklere
ve politika üretimine açıktır. Tarih yapılmaması
gerekenlerle yapılması gerekenlerin sağlam göstergelerini
sunmaktadır.
***
Tarih, tortu günlerinden sıyrılıp çıkmanın yolunu
da gösteriyor.
Gerçekten, tortu günleri yaşanmıştır, bir anlamda
da yaşanmaya devam ediyor.
"Akan su pislik tutmaz" deyimi, tıbbi
açıdan tartışılır belki ama siyasi açıdan oldukça
doğrudur. Durgunluk, tortu üretir, üretmiştir.
Her gün yaşanan, ayağımıza dolanan olgu budur.
Üstelik, tortu olduğunu farketmeyen, tortu gibi
görünmeyen bir tortu türüdür bu.
Ve artık, durum böyleyse, siyasette düğümler tel
tel çözülerek yürünemeyecektir. Arapsaçı olmuş
kavramlar ve ilişkiler hassas (ve hantal) terazilerden
geçemeyecektir. Artık doğru olan, Gordiom'daki
İskender'in yöntemidir. Çok hakkaniyetli olan
bu değildir belki ama zorunlu olan, sürecin çözücüsü
olan budur. Bir uç nokta yaşanmış ve yaşanıyorsa,
doğru, diğer uca varılmadan bulunamayacaktır.
Uç noktada laçkalık, ancak ödünsüz bir disiplin
anlayışıyla; uç noktada karmaşa, net düzenlemelerle;
uç noktada dağınıklık en kesin örgütlülük biçimleriyle
sona erdirilebilecektir. Devrimci hareket
kendini saflaştıracaktır, saflaştırmak zorundadır.
Her zenginliği kuşkusuz kullanacaktır ama bu rafine
olma gereğini ortadan hiç kaldırmamaktadır.
Çünkü sıradan günler yaşanmıyor. Çok önemli günler
yaşanıyor ve tarihte olağanüstü süreçler her zaman
olağanüstü önlemlerle birlikte anılmıştır.
Süreç kimseyi beklemiyor. Ancak sürecin akışı
içinde, onun isteklerini yerine getirerek arınmak
mümkündür.
Paradoks gibidir; ortalık bunca ateş içindeyken,
Türkiye 1960'lardadır, hatta bir anlamda daha
geridedir. Sosyalizm fikrini yeniden insanlara
sunmak, yıpranmış, medyanın saldırısı altında
eğilip bükülmüş kavramları yerli yerine oturtmak,
bütün bu fırtına günlerinde yepyeni filizleri
koruyup büyütmek sorunu vardır. Coşan bir dalganın
üstünde değiliz. Özellikle Batı yakası için net
söylenebilir, sosyalizmin geri çekilen dalgasının
sularındayız.
Eski günler yoktur, beğenelim beğenmeyelim durum
budur. Sabır vardır bugün, sabır iğnesiyle kazılan
kuyular vardır. Ve buna sabrı yetenlerle, sabrını
kollektif disiplin ve çalışmanın bir parçası yapanlarla
birlikte yürünecektir.
Beğenelim beğenmeyelim, karanlık zamanlar yaşanmıştır,
yaşanıyor. Zor bir kuşağız. Yıpranmaların, savrulmaların
tarihini yaşadık, 15 yıl önce kimse belki sosyalist
olmanın bugünkü durumunu yaşayacağımızı bilemezdi.
Ama yaşadık ve bu yaşantının her gününde sosyalist
olmanın anlamı üzerine yeni şeyler öğrendik.
Başlangıç zamanlarını eskiden tanırdık, ilk kez
yaşamıyoruz. Ama yeniden ve başka bir deneyim
yüküyle yeni başlangıç zamanlarına geldik dayandık.
Başlangıç zamanları zordur.
"Gayet samimi olarak söyleyebilirim ki, 1969'da
Sandinist Cephe'ye katıldığımda onun ne kadar
küçük bir örgüt oldğu hakkında en küçük bir fikrim
yoktu... Yalnızca bir düzine militandan ibaret
olduğumuzu ve ötekilerin çoğunun öldürülmüş olduğunu
öğrendiğimde büyük bir şaşkınlık geçirdim..."
Böyle diyor Sandinist önderlerden Wheelock, başlangıç
günlerini tanımlamış oluyor. Bizim için ise durum
daha farklıdır ve daha nettir. Sonradan öğrenilecek
bir gerçeklik yoktur, Türkiye sosyalist hareketinin
durumu ortadadır.
***
Başlangıç zamanları zordur. Yola çıkar, yürürsünüz;
zorluklar içinde adımlar atarsınız. Ve zorlukları
aşmanın tek yolu, adımlarınızı uyumlu kılmanızdır.
Çünkü zaman içersinde en çok hasara uğrayan bu
uyum ve koordinasyon fikridir.
En çok hasar, sosyalist düşünce ve pratiğin candamarında,
ÖRGÜT fikrindedir. Genel anlamdaki şu ne
idüğü belirsiz "devrimci olma" kavramı
aslında o denli hasar görmemiştir, hatta "kapsamı
zenginleştiği"(!) için prim bile yapmıştır.
Yara alan, onun esas içeriği, örgütlülük ve belli
bir disiplin içinde iş yapma düşüncesidir.
Örgüt fikri hasar görmüş ve aynı zamanda böylece
önemi de kanıtlanmıştır.
Örgüt fikri ve yaşanan bir olgu olarak sosyalizm...
Bugün o kof güven duygusu da yoktur. "Akan
su pislik tutmaz" demiştik, ama her şey o
kadar da basit değil. Akan su, tırmanan süreç,
geçmişte insanı "eylemci" yapan ama
sosyalist olmamanın, sosyalistçe yaşamamanın üstünü
örten bir "güven duygusu" yaratmıştır.
Binlerce kişiden oluşan kitleselliğin içinde yaşamak,
yükselen bir dalganın üstünde bulunmak çoğu kez
gerçekten sosyalist bir eğitim ve formasyonu,
bir içselleştirmeyi gözardı etmeye yolaçmıştır.
Bugün,-çok sevinilecek bir şey olup olmadığı tartışmalıdır
belki ama- bu türden bir "güven duygusu"
yoktur. Çıplak olarak yaşanıyor artık ve gösterişli
giysilerin avantajları ya da hepbirlikte olmanın
rahatlıkları kullanılamıyor.
Sabır günlerindeyiz.
Bu sabra gücü yetenlerle yürünecektir.
Kırk yaşındaki abileri "iş dünyası"nda
fink atarken, devrimcilik yapan çocuklar var.
Hangi gelenekten olurlarsa olsunlar, korunması
gereken filizlerdir. Onları çok seviyoruz. Eksiktirler,
durgunluk çocuklarıdır onlar, görmemişlikleri,
yaşamamışlıkları vardır. Ama seviyoruz onları.
90 yaşında kalemiyle, sözüyle, inadıyla yürüyen
Ape'ler var. Onları da seviyoruz...
Ortadakileri ise asla!
Onlara sevgi ve saygı yok!
Kendine saygısı olmayanlara saygı yok!
Geleceği önümüze koyuyoruz. Geleceğin insanlarına
yüzümüzü çeviriyoruz, bu bir zorunluluktur...
Artık çifte klasörlü yaşamlarla varılabilecek
bir menzil yoktur. Kıyıda köşede yaşanamıyor artık.
Bazı şeyler azıcık yapılamıyor. Devrimcilik ve
yoldaşlık kavramları bugün başka bir anlam kazanmıştır.
Ve şükrolsun ki kazanmıştır; dünden farklıdır
ve kıstasları değişmiştir. Eğer sosyalizm bütün
yaşamınıza içselleştirmediğiniz bir şeyse, üstünüze
ilişmiş bir şey olarak duruyorsa, bu durum fazla
uzun sürmüyor. Hayhuylu süreçlerde, yükselen dalgaların
üstünde kısmen üstünü örtebildiğiniz eksikliğiniz,
sabır günlerinde çok çabuk ve net beliriyor. Sabrınızın
neye yettiği, ne kadar sosyalist olduğunuzu da
ortaya koyuyor.
Che'nin "Sosyalizmin Kuruluşuna Doğru"
kitabında ilginç bir fıkra vardır. Şöyle anlatıyor
Che: "Birkaç gün önce,sık sık katılmak zorunda
kaldığımız, ne yazık ki bir türlü düzene koyup
sınırlayamadığımız, bitmez tükenmez toplantılardan
birinde, bir yoldaş partinin kurulması üzerine
en son -ya da benim kulağıma gelenler arasında
en son- hikayeyi anlattı.
Bir adam partiye girmek ister. İlgili kısım sorumlusu
üyeler ona ek mesai saatlerinde de çalışmasının
zorunlu olduğunu, örnek olması, boş zamanını kültürel
eğitimi için kullanması, pazar günleri gönüllü
çalışmalara katılması, ayrıca her gün gönüllü
olarak çalışması, her türlü gösterişi bir yana
bırakması ve tüm vaktini işine ayırması, tüm kitle
örgütlerinde görev alması gerektiğini söylerler.
Sonunda, sorarlar: 'Parti üyesi olarak, hayatınızı
her an devrim uğruna vermeye hazır mısınız?' Adam
cevap verir: 'Pekala, eğer dediğiniz gibi bir
hayat süreceksem, neyleyim ben o hayatı? Verdim
gitti!" (sf: 192)
Kuşkusuz, karşı-devrimcilerin yaydıkları bir fıkra
bu. Ve zaten Che devamında vurguluyor. Ama belki
biraz da öğretici bir fıkradır. Eğer devrimci
düşünceyi kendi parçanız yapmamış, onu içselleştirmemişseniz,
onu yaşamınızı yalnızca zorlaştıran bir faktör
olarak görürsünüz, sevgisiz bir katlanmayı yaşarsınız
ki, bunun eninde sonunda bir sınırı vardır. Che'nin
çok yerinde olarak belirttiği gibi: "Bireyin
içinden gelen bir gayretle çalışması, yaptıklarına
karşı ilgi duyması ve bilinçlenmesi sayesinde,
en sıradan, en sıkıcı işler bile önemli, ciddi,
yerine getirilmezse kişinin rahatsızlık duyacağı
görevlere dönüşür. Bunların adına da fedakarlık
denilir. Asıl bu fedakarlıkları yapmamak bir devrimci
için fedakarlıktır. Başka bir deyişle, kategoriler
ve kavramlar artık değişmektedir.
Gerçek bir devrimci, devrimin yönetici partisinin
herhangi bir üyesi, bizi bekleyen zor yıllar boyunca,
hayatının her saatinde, her dakikasında çalışmak
zorundadır. Hem de, görevine karşı her an yenilenen
ve artan canlı bir ilgi duyarak çalışmalıdır.
Bu, devrimcilerin temel niteliğidir.
Devrimi, ruhunun ta derinliklerinde duymak işte
budur. Devrimin anlamı budur. Devrimci insan tüm
varlığıyla devrimcidir, kendini bir devrimci gibi
hisseder. Ve o zaman, fedakarlık kavramı anlam
değiştirir."[a.g.e.]
Yani sözkonusu olan fedakarlık değildir. Ya da
şu çok bilinen anlamıyla "fedakarlık"
değildir. Örgütlülükten sözediyoruz; bu, katlanmak
değildir. Başka insanlarla birlikte dünyayı değiştirme
işine girişmek ve kendini, bütün varlığını, geleceğini
bu değişim işine vermek, yeni bir dünyayı referans
noktası almaktır.
Devrimcilik, proletarya için , onun adına yapılan
bir iş değildir. Daha doğrusu, devrimciyseniz
eğer, başkası için iş yapan bir konumda değilsinizdir.
Yaptığınız şey size aittir ve siz yaptığınız şeyin
tam kendisi olursunuz. Ve o zaman devrimcilik,
sizin yapmanız gereken bir şeydir, sizin doğal
bir durumunuzdur, hayat içinde duruş biçiminizdir.
Ve o zaman "katlandığınız zorluklar"dan
ötürü böbürlenmeniz ya da tam tersi hayıflanmanız
ya da bunun bir şekilde rantına talip olmanız
komik bir şey olur çıkar. Sevgiden yakınılamaz.
Ya da bir şeyi sevdiğiniz için tutup bununla böbürlenemezsiniz
ki!
Ve sevgi gibi, aynen insanlar arasındaki sevgi
durumu gibi burada da çoğu kez sanıldığının aksine
tek bir karar, tek bir yol ayrımı yoktur.
Bu, belli bir yol ayrımına bir kez gelip, o noktada
iki yoldan birini seçmek sorunu değildir. Yaşam
bütünüyle yol ayrımlarıyla, her somut sorunda,
her anlık kararda yeniden sınamalarla doludur.
Her gün yaşarsınız yolayrımlarını. Her gün, her
yolla size, iradenize egemen olmak isterler, siz
olmaktan başka bir şey olmanızı isterler. Belli
bir geçmiş tarihte düzen-dışını seçmiş, tercihte
bulunmuş olabilirsiniz; ama bu, nikah defterlerine
atılan o kendi başına anlamsız imza gibidir. Ya
üretirsiniz o ilişkiyi, ya da biter. O tercihi
her gün, her davranışta yinelemek, hatta boyut
kazandırarak yeniden üretmek zorundasınızdır.
***
Sorgu süreçleri bir örnek olarak anımsanabilir.
Sorgudaki direniş, çoğu kişi tarafından orada,
kapıda başlayan bir süreç olarak algılanır. Oysa
bir yanılgıdır bu. Hatta bu anlamda direniş özel
bir eylem bile değildir. Sözkonusu olan aslında
bir "sürdürme-yineleme" durumudur. Her
gün yaşam tarzımız itibarıyla ne yapıyorsak, onun
, orada bilinen koşullarda yinelenmesidir. Aradaki
tek fark, bu kez çıplak fiziki şiddetin devreye
girmesi, şiddet aletlerinin kullanılmasıdır. Özünde
manyeto ya da medyanın bilmemkaç kanalının, bilmemkaç
puntolu gazetelerinin kullanılması arasında çok
fark yoktur. İki durumda da amaçlanan bizim irademize
egemen olmak, bizi kendimizden başka bir şey olmaya
zorlamaktır.
Yani, hiç bir şey orada başlamamaktadır. Her şey,
orada, gözlerimiz bağlandığında değil, daha önce
teslim alınmaya çalışılan, çarpıklaştırılmak istenen
bilincimizde başlıyor. Farklı bir dünyanın insanıysak
artık, dünyaya onların penceresinden bakmaktan
kendimizi kurtarmışsak ve her gün daha fazla kurtarıyorsak;
gözlerimizi yeterince büyük açmışsak, cepheden
karşı karşıya geldiğimiz güç ile aslında her gün
cephe cepheye olduığumuzu biliyorsak sorun çözümlenmiş
demektir. Eğer beynimizde siyah bir bant yoksa,
gözümüze bağlanan o sıradan bez parçası bizim
için hiç bir görme problemi yaratmayacaktır.
Bu tarihsel karşılaşmanın bir boyutta her gün
yinelenmesidir. Yoksa tarihsel haklılık fikri
kendi başına soyuttur. Kendi gerçekliğini teorik
planda ele vermez.O, kendini gündelik çarpışmalar
yoluyla açığa vurur. Her günkü karşı karşıya gelişlerde
çürük kokuları ve bahar kokuları birbirine karışır
ve ayrılır.
***
Sonuç olarak ısrarla yinelemekte yarar var.
Yüzümüzü geleceğe çeviriyoruz. Çifte klasörlü
yaşamlarla yürümek artık mümkün değildir. Sapla
saman ayrılmakta, yüzüle yüzüle kuyruğa gelinmektedir.
Tortu günleri bitecektir, bitmelidir.
Ve tortu günlerinin büyük işler havasının ardına
gizlenmiş tembelliği bitecektir.
Büyük ya da küçük... Ama somut işler vardır gündemde...
Bir insan tipini artık tanıyoruz. Bu insan tipi
bize hep Züğürt Ağa'nın domates satışını anımsatır.
Hemen gözünüzün önünde canlanacaktır, o sahnede
Züğürt Ağa, alçak sesle fısıldar gibi bağırmaktadır:"domates!"
Ne de olsa koca bir ağadır o, bu durumunu kimsenin
görmesini istemez, yaptığı işi kendisine yakıştıramaz.
Pankart sopasının ucundan tutmak ya da dergi satmak
da bu "eylemci" tipinde böyle bir duygu
yaratır . Sabırla yapılan günlük, rutin işler
ona hafif gelir ...
Ama oradayız işte, tal oradayız, beğenilsin beğenilmesin,
herşeyin yeniden örüldüğü, yavaş yavaş birşeylerin
inşa edildiği başlangıç günlerindeyiz.
Ve başlangıç günleri zordur. Yanlışlarla doludur.
Daha kolay ve daha az sancılı olmasını kuşkusuz
isterdik. Ama gerçek budur.
Ve sancıya dayanıklılık, zor zamanların sabrı,
bugün gerçekten sosyalist olmanın da ölçüsü olmuştur.
|