"GEL DE GÖR
CADDELER KAN REVAN
GEL DE GÖR
CADDELER KAN REVAN"
Kana doymuyorlar...
Newroz'da doyamadılar kana. Şimdi ise Şırnak'ı
yakıp yıktılar halkın başına...
Üstelik yine yalan söylüyorlar her zamanki gibi.
Her zamanki gibi önce yapacaklarını yapıyorlar,
sonra işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar.
Barikat'ın baskıya girdiği güne kadar yapılan
resmi açıklamalar bile kendi kendisiyle çelişiyor.
Bir gün önce bir yetkili 4 ölü diye açıklama yaparken
bir gün sonra bir başkası 14 ölüden sözediyor,
sivil-bağımsız kaynaklar ise yüzlerce ölü olduğunu
belirtiyorlar. Kente"saldıran" PKK'lı
sayısı konusunda da rivayet muhtelif... Tam da
şu palavracı fıkralarına benzer bir durum var
ortada. Önce 1000 kişi deniliyor; sonra 600-700'e
iniliyor ve nihayet 500 de karar kılınıyor...
Bölge Valilerini vs. geçip ifaiyeci, ambulans
şöförü gibi işin temelinde yer alan insanların
anlatımlarına baktığımızda ise karşımıza ürkütücü
rakamlar çıkıyor. Özgür Gündem muhabirine "Girdiğimiz
her evde 8-10 ölü görüyoruz" diye anlatıyor
bunlardan biri. ERNK açıklamasında ise "yurtsever
mahallelerin özellikle hedef seçildiği ve tanklarla,
havan toplarıyla tümüyle yıkıldığı" ifade
ediliyor. Bu arada "hazır başlamışken"
yurtsever insanların evlerinin özel hedef seçilerek
"nokta" baskınlarıyla toplu kurşuna
dizmelerin gerçekleştirildiği anlaşılıyor.
Özellikle sözü geçen mahallelerde eğer halkın
tümü ölmediyse bu kesinlikle devlet güçlerinin
dikkatinden kaynaklanmıyor. "Teröristlerin
ateşine halka zarar vermemek için karşı koyamadık"
türünden resmi açıklamalar artık çocukları bile
kandırmıyor. Gerçekte tam bir katliam hazırlanmıştır.
Ölü sayısını çok daha fazlalaştırma işini "elde
olmayan sebeplerle" gerçekleştiremedikleri
için onların da "üzgün" olmaları muhtemeldir.
"Şırnak'ı yerle bir edeceğim" diye birkaç
ay önce açıklamış olan Tugay Komutanı'nın böyle
bir "hassasiyet" göstermiş olmasına
kim inanabilir? Eğer ölü sayısı artmadıysa, bunun
nedeni halkın devlet terörü konusunda kendi acı
deneyimlerinden çıkardığı dersler ve aldığı önlemlerdir.
"Dehliz" diye çarpıtılan olayın da aslının
bu olduğu anlaşılıyor. Halk artık sığınaklar kazma
noktasındadır ve buna da mecbur olmuştur. İnsanlar
bebelerini ne zaman azgınlaşacağı belli olmayan
devlet saldırılarından ancak böyle koruyabilmektedirler.
Üstelik, ölü sayısının kaç olduğu kimin umurunda?
Kürdistanda uzun bir süredir ölüler artık birer
birer sayılmaz olmuştur. Acısını kınında bıçak
gibi saklı tutan bir halktır Kürt halkı. Ölülerini
artık saklamayı, düşmanın hakaretlerinden korumayı
seçmektedir.
Sonuçta Şırnak bir harabeye döndürülmüştür. Hatta
vahşet öyle bir noktaya ulaştırılmıştr ki, bugün
ortada Şırnak diye bir ilin kalıp kalmadığı kuşkulu
hale gelmiştir.
GERİLLA'NIN PÜSKÜRTÜLMESİ Mİ, KATLİAM MI?
PKK'nın Şırnak'a saldırıp saldırmadığı da bir
muammadır. Resmi kaynaklar önce 1000, sonra 700,
ve daha sonra 500 gerillanın kente saldırdığını
iddia ederken, PKK'nın Haftanin Kampı Komutanlığı'ndan
ve Avrupa'da ERNK kanalından yaptığı açıklamalarda
ise "olayın bir provakasyon olduğu, gerillaların
kente hiç girmediği, devletin katliama bahane
yaratmak için bu yalana sığındığı" belirtiliyordu.
Resmi binalarda kayda değer bir hasar olmaması
da bu açıklamayı destekleyen bir kanıttı. Üstelik,
yaptığı her harekatı üstlenen, üstlenmekten çekinmeyen
PKK'nın bu harekatı yaptığı halde üstlenmemesi
hiç mantıklı görünmüyor. Zaten sonradan İsmet
Sezgin'in sözünü ettiği "üç çember"
içinde doğru dürüst PKK'lı yakalanmamış olmaması
da ayrı bir ilginç noktadır.
Bugünkü sınırlı bilgilere karşın öyle anlaşılıyor
ki yaşanan olay bir "hınç çıkarma" olayıdır.
Başlangıçta şöyle ya da böyle küçük çaplı bir
saldırı olsa bile-ki böyle bir saldırı olup olmadığı
da son derece kuşkuludur- daha sonra devlet güçleri
tam bir katliam projesine girişmişlerdir. Tanklarla,
kariyerlerle, havan toplarıyla, roketlerle Şırnak
yerle bir edilmiştir. Yine öyle anlaşılıyor ki,
bu kez "ayrıntılara" girmek tercih edilmemiş,
Tugaydan yapılan ağır silah atışlarıyla saldırılmıştır.
PKK böyle açıklamalar yaparken, Burjuva basın
ve devlet kurumlarının bütün derdi "nasıl
böyle bir gaflete düştük" cümlesiyle özetleniyordu.
Şırnak'ta bebesi ölmüş analar, evleri yıkılmış
insanlar onları hiç ilgilendirmiyor. "Devlet
nasıl böyle bir gaflete düşer?.." Bütün sorunları
budur işte...
Özellikle Genel Kurmay ve Sezgin, ağızlarının
ucuyla MİT'i suçlarken böylece bir sorumlu da
bulmuş oluyorlardı.
Oysa, -bir PKK saldırısının gerçekten olduğunu
varsaysak bile- "nasıl farkedemedik?"
sorusunun bir anlamı yoktur. Halkı nasıl farkedebilirsiniz
ki?.. Halk her yerdedir ve hiç bir yerdedir. Bir
gerilla hareketi bizzat Ünal Erkan'ın itiraf ettiği
gibi "maalesef halktan destek görüyor"sa,
halkın organik bir parçası olmuşsa, onun bir yerden
bir yere hareketini nasıl izleyebilirsiniz ki?
Görülen o ki, devletin bazı kesimleri "kendilerine
neyin çarptığını" hala zor kavrıyorlar ya
da her şeyi gayet iyi bildikleri halde açıklamayı
uygun bulmuyorlar. Sözkonusu olan yabancı bir
grup ya da radardan kaçması imkansız olan bir
hava filosu değildir ki... Sözkonusu olan halktır,
savaşan bir halk...
"AYYILDIZLI KAŞKOL" VE MİLLİ BASIN
Basın ise tamamen ayrı bir konudur. Bu cephede
bütün ahlak ve dürüstlük kuralları ayaklar altındadır.
Boyalı basın patronlarını Şırnak halkının acısı
hiç mi hiç ilgilendirmez... Onların bütün sorunları
devleti aklamak ve ona taktisyenlik etmek biçiminde
özetlenebilir. Hepsi milli takımdan yanadır. Ve
üstelik doğrudan "oyuncu" da değildirler;
sahada başkaları vardır, onlar ise "ayyıldızlı
kaşkolları"yla tribünde otururlar ve oyuncuları
"gaflet"e karşı uyarırlar, çokbilmiş
taktikler verirler.
Kuşkusuz bölgeye hemen muhabir gönderirler. Ama,
ilettikleri haberleri basmamak koşuluyla!.. Bölgedeki
yerel muhabirlerin gönderdiği haberler ise bütünüyle
hasıraltı edilir. Gazete patronları devlete toz
kondurmamaya yeminlidirler.
Zaten özellikle Şırnak gibi olaylarda garip bir
gazetecilik biçimi yaşanır. Örneğin gazeteciler
bir arabaya bindirilir, yanlarında polislerle
"şehir turu" attırılır!.. Tam anlamıyla
turistik bir şehir turudur bu. Hatta tam olarak
"turistik" bile denilemez. Çünkü daha
çıkmadan önce kendilerine şöyle söylenir: "Yalnızca
bizim gösterdiğimiz yerlerin fotoğraflarını çekeceksiniz
ve kimseyle konuşmayacaksınız. Aksi halde geziyi
yarıda kesmek zorunda kalırız!" Öyle ki,
Şırnak'ın ANAP'lı belediye başkanıyla konuşmaları
bile engellenir. Soru sormak yok... Fotoğraf çekmek
yok... Götürülen yerlerden başka yere gitmek yok...
Kısacası gazetecilerin bir tek kelepçeleri eksiktir...
Bir çoğunun da canına minnettir. Şehir turu'ndan
sonra otellerine gidip bir güzel haberler yazarlar.
Bu arada gezi sırasında yanlarına yaklaşıp "gerçeği
yazın" diye gizlice fısıldayan insanları
ise çok geçmeden unuturlar.
Böyle güzel bir basınımız vardır. Ama yine de
nedense beğenilmez. Generaller, polis şefleri
içlerinden hep "keşke basın diye birşey hiç
olmasa" diye geçirirler. Hepsi de Dersim
günlerini, Şeyh Sait günlerini özlemle anarlar.
"Komünist"leri bile içine çekebilen
o milli ruhu canları çeker. "Ağız tadıyla
bir katliam bile yapamamak"tan gizli gizli
yakınırlar...
CAN SIKICI BİR GEZİ...
Ve nihayet, sıra "teftiş gezisi"ne gelir...
İstanbul'daki, Ankara'daki "mühim" işlerini
yarıda kesmekten çok hoşnutsuz olan devletlu efendiler
Şırnak'a şöyle bir uğrarlar.
"Demokratikleşme(!)"nin mimarı İnönü,
"lirik şairlerimizden(!)" İsmet Sezgin
ve infazlarda "tribün seyircisi olarak"
bulunmayı artık alışkanlık edinmiş olan "İnsan
Hakları Bakanı" Mehmet Kahraman, önce adet
olduğu üzere Vilayet makamına uğrarlar. Kahveler
içilirken Ünal Erkan'dan brifing alınır ve "eşkiyanın
nasıl püskürtüldüğü" konusunda tamamen ikna
olunur.Tabii, bu "püskürtme" işi kolaydeğildir
ve arada "bir miktar vatandaşımız" ölmüş
ve "bir kaç bina" da yıkılmıştır. Her
savaşta zaten bu kadar zayiat olur!..
Daha sonra şehir turu atılır. İnönü, "devletin
elbette güç kullanacağı" fetvasıyla herkesin
içini rahatlatır. Tur sırasında halkla görüşülmez.
Halkla görüşmek, halka güvenmek onların geleneklerinde
yoktur. Evleri yıkılmış olan insanların gözyaşları
onları ilgilendirmez. Zaten tur sırasında etraflarında,
"katliamda bizzat hazır bulunmuş" Özel
Tim görevlileri vardır.
Sonuç bellidir. İnönü "demokratikleşme"
açısından bu katliamın bir mahzuru olmadığına
hükmeder; Sezgin, "devlet görevlilerinin
kahramanlığı karşısında" gözyaşlarını tutamaz
ve hepsini kutlar; ve nihayet Mehmet Kahraman
"işbu katliam insan hakları kurallarına uygun
olarak yapılmıştır" diye bombalanmış kentin
üzerine TSE mührünü vurur. Artık iş bitmiştir.
Akşam kahveleri içildikten sonra uçağa binilir
ve şekerleme yapılarak geriye dönülür.
Kısacası bu ülkede katliam yapabilmek için her
şey vardır. Cellatlar, papazlar ve tribündeki
alkışçılar...
NEREYE KADAR?
İşte temel soru budur: Nereye kadar?
Bu katliam-teftiş-alkış süreci ne kadar sürer?
Bu hikayenin de bir sonu var elbette. Ve ünlü
fıkrada olduğu gibi bu sorunda da iki ihtimal
vardır:
Ya günün birinde gittiklerinde konuşacak halk
bulamazlar...
Ya da günün birinde "brifing alacak"
yönetici bulamazlar...
Bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceğini
yalnızca bir tek güç belirleyecektir: Kürt halkı...
O da şimdiden tavrını belirlemiş gibi görünüyor.
"Maalesef" gerillaları destekliyor...
Evet, 1937 Guernica'dan 1992'nin Şırnak'ına...
Kentler yıkılmaya devam ediliyor. Ama halklar
her zaman "yeniden doğuyor ölümlerde..."
|