Dünya
Kadınlarının Barikatlardan Yükselen Sesi Susmayacak!
|
KADIN SORUNUNDA "AİLE"
Tarih boyunca tüm sınıflı toplumlardaki mülkiyet ilişkileri
"aile" yi iktisadi birimler haline getiren
nitelikler üzerine şekillenmiştir. Ve bu niteliklerin
özünü erkeğin üstünlüğü ile evliliğin (kutsallığı) bozulmazlığı
oluşturmuştur. Çağımızın burjuva toplumunun ekonomik
birimini oluşturan karı koca ailelerinde erkeğin üstünlüğü,
onun iktisadi üstünlüğünün yalın bir sonucudur. Dolayısıyla
burjuva ailesinde kadın, iktisadi olarak yalıtılmış
ve ikinci cins olarak erkek egemenliği altına sokulmuştur.
Böylesi bir toplumsal yapıda, kadın çocuklarının anası,
kocasının itaatkar, edilgen karısı, evinin şirin, biraz
da şapşal kadını olmak durumundadır.
Tüm bu roller hakim ideoloji tarafından "doğa vergisi"
olarak gösterilmeye çalışılır. Çünkü , ancak böyle bir
ideolojik şekillenme kadınların ikincil cins olarak
kalmaya "sessizce" devam etmesinin zihinsel
mekanizmasını sağlar. Böylece kadının toplumsal konuma
yabancılaştırılması gerçekleştirilir;
Bu aile biçiminin işlemeye devam edebilmesi için öngörüldüğü
gibi, kadının ikincil cins olma konumu benimsiyor olması
ön şarttır. Ancak bu konumu benimseyen kadın, erkeğine
görünmeyen zincirlerle bağlanabilir ve onun egemenliğini
sarsmayacak davranış biçimlerini benimseyebilir. Burjuva
aile kurumu bu konuma uygun düşecek "bir eğitim
ve şartlandırma ile kendi kendini ye-
niden yeniden Üretir. Çocuklar yarın içinde yaşayacaktan
toplum tüm değer yargılarını bu yapı içerisinde öğrenir.
Yani, çocuklar, doğdukları günden itibaren anne ve babalarının
toplumsal rollerine göre eğitilirler. Böylece erkek
çocukları, yarının kadınlarının toplumsal ve cinsel
davranışları üzerinde hükmedelebilecek, gerekirse onları
aşağılayabilecek değer yargıları içerisinde eğitilirken
; kız çocuklan annelerinin cinsel rollerine uygun düşecek
bir şekilde, oturup kalkmaktan hareketlerini kontrol
altına almaya kadar bir çok şeye şartlandınlarak yetiştirilirler.
Özellikle kız çocuklarının ilk öğrenmeleri gereken cinsiyetleri
üzerine olan ayıplardır. Bu ayıplar ona hareketli olmayı,
insiyatifîni geliştirmeyi, toplumsal yaşamdan erkekler
gibi yararlanabilmeyi yasaklar.
işte böylesi bir eğitim ve şartlandırmalarla yetişen
bir kadın toplumsal önyargılara ve tabulara boyun eğer
ve erkeklerin kendi cinsleri hakkındaki küçük düşürücü
fikirleri, namus kavramlarını vb. içine sindirir.
Artık kadın kendi bedenine sahip değildir. Çünkü onun
bedeni nesnedir ve kendiside bu cinsel nesneyle özdeştir,
özerk bir kimliği yoktur. "Bekaretini " yitiren
bir kadın kişiliğini yitirmiş olarak görülür ve aşağılanır.
Kadın bu korkuyu evleninceye kadar hisseder ve davranışlarını
kontrol altına alır. Evlenip bir erkeğin egemenliği
altına girdiği zaman "bekaret'in bir önemi kalmaz.
Ancak kadının kimliğini belirleyen cinsel organıdır.
Kadınların bir cinsel meta olarak görüldüğü toplumlarda;
"eğer kadın alalede orospulardan aynlıyorsa, bunun
tek nedeni vücudunu bir ücretli gibi, parça başına kiralamayıp,
bir köle gibi bir seferde tamamen satmasıdır. "(Engels,
Ailenin Kökeni sf. 102) Diğer bir deyişle" fuhuş"
madalyonun bir yüzüyse, madalyonun ikinci yüzü "evliliktir.Bu
yalın gerçek tek eşliliğe dayalı evliliğin en son ve
en yüksek bir kurum olmadığının göstergesidir. Ancak
burjuva ideolojisi bu gerçeği kabul etmez ve karıkoca
ailesinin bireylerin özgür iradesini yansıtan bir aşk
üzerine kurulduğunu ve en yüksek ahlaki düzeye eriştiğini
savunur . Bu görüşe, Engels'in şu sözleriyle yanıt vermek
yerinde olur; "Eğer sadece aşk üzerine kurulu evlilik
ahlaki ise, sadece aşkın devam ettiği evlilik ahlaki
demektir. Ama bireysel cinsel aşk nöbetinin süresi,
kişiden kişiye çok değişir, özellikle erkeklerde; ve
aşkın tamamen tükenmesi yada yeni bir aşk tutkusuyla
yitirilmesi, boşanmayı toplum için olduğu gibi, iki
taraf için de iyi bir iş haline getirir " (a.g.e.sf.
116-117)
Görüldüğü gibi, burjuva ailenin" ahlaki"liği
evrensel bir gerçeklik değildir. Ayrıca boşanma olgusunun
varlığı da burjuva "evlilik kurumu"nun bozulmazlığının
yara alması demektir.
Bu anlamda kan-koca ailesinin arı ve övgüye değer olarak
görmek, kadının burjuva toplumdaki alçalışını gizlemeye
götüren bir ikiyüzlülüğü gerektirir. Böyle bir tutum
doğal olarak kadını ikincil konumda tutan şeylerin sorgulamasını
da getirir.
Peki bu "evlilik kurum"u ve kadının ikincil
cins konumu; sınıfsal çıkarlarının farklılığına karşın
tüm toplum için ortak bir payda mı oluşturuyor?
Evet, kadının ikincil cins olarak bağımlılığını oluşturan
şeyler, toplumun tüm erkekleri için ortak bir çıkar
oluşturmaktadır. Yalnız proleter aile bir ayrıcalığa
sahiptir: "Çünkü kapitalist sanayi, toplumun üretim
yolunu -ama yalnız proleter kadına-yeniden açmıştır.
Böylelikle proleterin evinde erkek üstünlüğünün son
kalıntısı da temellerini yitirmiş ve kadın evin destekçisi
konumuna gelmiştir. Ama bu yol öylesine koşullar içinde
açılmıştır ki; kadın isterse, toplumsal üretimin dışında
kalır ve hiçbir şey kazanamaz; buna karşılık, eğer toplumsal
üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse,
ailesel görevlerini yerine getirmekten uzak kalır"
(a.g.e.sf. 105) Evet, proleter ailesinde, erkeğin üstünlüğünü
sağlayan iktisadi temeller yoktur ve dolayısıyla göreceli
de olsa kadın ve erkeğin ekonomik eşitliği sağlanmıştır.
Ancak bu eşitlik, iki cinsin diğer alanlardaki eşitsizliğini
giderememiştir. Proleter ailede, tüm toplumsal yapıda
olduğu gibi, ailenin kutsallığı, evlilik ilişkileri
ve kadının cinsel rolleri, erkek egemenliğinin etkisi
altındadır. Bu da sınıf egemenliği bağlamında işçi sınıfının
yabancılaşmasının ürünüdür. Bunun üstesinden gelebilmek
ancak bu sınıfın kendi bireylerini insan etkinliklerinden,
özgürlüğünden ve yaratıcılığından yoksun bırakan yabancılaşmayı
yadsıdığı zaman olanaklı olabilir.
Proletaryanın yadsıması gereken tüm bu roller, burjuva
toplumunda "kadın doğası"adı altında doğal
gösterilmeye çalışılır. Halbuki, doğal olmayanın yalnızca
alışılmış olmayan anlamına geldiği herşeyinde doğal
gözüktüğü bir gerçektir.
Kadınların erkeklere bağımlı olması evrensel bir gelenek
olunca da binlerce yıl geçmişi olan bu gelenekten herhangi
bir uzaklaşmanın doğaya aykırıymış gibi gözükebilmesinden
daha "doğal" ne olabilir? Böylece erkek egemenliği
doğallık kılıfı ile meşrulaştırılmaktadır. Burada özellikle
toplumun, ilerici erkeğe düşen bu ilişkiler sarmalını
sorgulamak ve onun toplumun baskıcı egemen ideolojisinin
nasıl bir dayanağı oduğunu görebilmektir. Ne var ki,
kendilerini" aydın" sanan bu erkekler, ayrıcalıklarının
en temel alanından vazeçmeyi göze alamadıklarından olacak
bu konuda pasif bir tutum alıyorlar.
Hatta, kendilerini toplumcu, insanı değiştirmek gibi
yüce bir amaca adamış devrimci kesimin, belli bir kesiti
, kadın sorunu üzerine tartışmaların yoğunluk ve güncellik
kazanmasına tahammülsüzlük ve tepki gösteriyorlar.
Bu kategoriye giren devrimcilerin tepki göstedikleri
nokta ."kadınların cinsel özgürlüğünü" kazanmaları
ve buna dayanan bir kadın-erkek eşitliğinin kurulması.
İşte bu noktada , tartışmaların yoğunlaşmasına ve güncellik
kazanmasına tahamülsüzlük başlıyor. Kadınların ekonomik
ve siyasal özgürlük hakkı kadar cinsel özgürlüklerini
de kazanmalarının gerekli olduğunu düşünen ve savunan
erkekleri" belden; aşağı düşünmek" vb., kadınları
da"her önüne gelenle yatabilecek bir yapıya sahip"
olmak gibi yüzeysel olduğu kadar seviyesiz değer yargılarıyla
bakabiliyorlar,(ya da suçlayabiliyorlar)
Bu da, kendi ideolojilerini aslında ne kadar reddettiklerinin,
aslında egemen sınıf ideolojisinin etkisi altında olduklarının
göstergesidir. Diğer bir deyişle de , binlerce yıllık
erkek üstünlüğünü doğal sayma ve kadınların çektiği
acıların farkında bile olmama alışkanlığını sorgulamaksızın
sürdürdüklerini gösteriyor.
Kadın özgürlüğü sorununa yaklaşmaya kalkışanlara saldırmak
en kolay yöntem olmaktadır. Burjuvazi bunu yapıyor.
Çünkü , onun,bundan sistem olarak çıkan var. Ama devrimcilerin,
erkeklerin ve kadınların, burjuva toplumun adetlerine
ve önyargılarına karşı mücadele etmek gibi bir zorunlulukları
var. çünkü biz devrimciler, toplumu ve insanı değiştirmek
istiyoruz. Bu amaç, bizim, güç ve uzun bir ideolojik
mücadeleye, hem erkeklere hem de kadınlara yarar sağlayacak
olan bir mücadeleye girmemizi gerekli kılıyor. Biliyoruz
ki, kendini değiştirmeyenlerin dünyayı değiştirmesi
olanaklı değildir. Çünkü, değiştirilecek olan dünya
ilişkiler dünyasıdır. Taş-Toprak değil..
Ya kadınlar... Yâ da erkekler... Böyle bir ikilemi çok
anlamlı bulmuyoruz... Kadınlar ve erkekler. Biz, tüm
insanlar...
TARİHÇE
Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün 80. yılında bütün
dünya kadınlarına selam olsun!
Selam olsun, günün neredeyse bütün saatlerini evde
ve işte çalışarak geçiren emekçi kadınlara!
Selam olsun, sadece emekçilerin zincirleriyle değil,
toplumsal kuralların zincirleriyle de sıkı sıkıya
bağlanıp her türlü köleliğe mahkum edilen kadınlara!..
Ve selam olsun bütün bu zincirleri kopararak dağlarda,
şehirlerde insanlık adına, halkların kurtuluşu adına
savaşan, şehit düşen, Barikat'lann en önünde çarpışan
kadınlara!..
1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Enternasyonel
Konferansında Clara Zetkin'in önerisi üzerine, 8
Martın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" ilan
edilmesinin üzerinden tam 80 yıl geçti.
Bu 80 yıl içerisinde 1917 büyük sosyalist Ekim Devrimi'ni
III. Enternasyonal'i, Çin'de Demokratik Halk Devrimi'ni,
emperyalistlearası 2. paylaşım savaşının bitiminde
bir dizi Demokratik Halk Devrimini ve yeni sömürge
ülkelerin kurtuluş savaşlarını da içinde barındıran
80 yıl..
Bugün kadınlar hâlâ içinde yaşadıkları toplumların
bütün çelişkilerini ve sorunlarını en fazla yaşayan
insanlar olmaya devam etmektedirler.
Engelsin dediği gibi; "Bir toplumda kadınların
özgürleşme derecesi genel özgürleşmenin doğal ölçütüdür."
Bugün en "özgür" sayılan ülkelerde bile
kadının tutsaklığı devam etmektedir. Öyleyse, dünyamız
üzerinde yaşayan insanların yarısının bu şekilde
tutsak olduğu bir düzeydir. Ve kuşkusuz bu tutsaklık,
"bir kadın sorunu" ya da "kadınların
sorunu" olamaz. Bu gerçek, dünyanın yaşamaya
devam ettiği en önemli toplumsal sorundur. Topyekün
bir toplumsal sorun. Sadece sınıfları, ülkeleri
bağlamayan, sadece kadınları bağlamayan; bütün dünyanın
bütün insanlannı bağlayan bir sorun...
Ve bu sorunun çözümü, ulusal-sınıfsal kurtuluş savaşlannın
kazanılması ve ilerlemesine bağlı olarak yaratılacaktır.
Kadının Çünkü; bütün toplumsal ilişki ve çelişkileri
üretim tarzları belirler. Sosyal kültür ve hatta
psikoloji de üretim tarzına bağlı olarak şekillenir.
Toplumsal çelişkiler, kadınlar üzerinde o kadar
kalın çizgilerle belirginleşmiştir ki, özel mülkiyet
toplumda, kadının kendisi de bir Özel mülkiyet,
bir meta haline getirilmiştir.
Bunun yanı sıra çalışma hayatına giren işçi ve emekçi
kadın, yine en kötü ücretle, en kötü çalışma şartlarıyla
ve bütün bunlara ek olarak; evdeki köleliğini sürdürerek
çalışmaktadır.
Yasalarla belirlenen, bahşedilen "kadın haklan",
bir kısım kadının belli dengeleri yıllardır öne
fırlamaları ve kendilerine bir toplumlar içinde
dahi bir konum elde etmeleri (ya da verilmesi) konunun
çok dar bir boyutudur. Kaldı ki bu kadınların durumu
dahi gerçek bir özgürleşme değildir.
Bugün, burjuvazinin pompaladığı "özgürleşme"
olayı bizlere yabancı, yozlaştırmaya ve mevcut dinamizmi
çarpıtmaya yöneliktir. Biz, özgürlükten, ulusal-sınıfsal
kurtuluşla gerçekleştirilecek toplumsal özgürleşmeyi
anlıyoruz.
Ancak ve ancak bu şekilde, kadınlar da göğün yarısını
değil, göğün tamamını, erkeklerle birlikte kucaklayacaktır.
Kurşuna dizilirken, darağacına çıkanlırken, en ağır
işkencelerden geçirilirken direnen ve insanlığın
asil değerlerini haykıran kadınlar, sadece kadınlığın
değil, tüm insanlığın öncü kimlikleridir.
Paris Komüni'nün barikatlarının en önünde onlar
vardı. Plaza del Mayo Meydanın'nda onlar vardı.
Şimdi Kürdistan dağlannda da onlar var. Serhildan
zılgıtlannda onlar var.
Uzak değil, yann Türkiye barikatlarında da onlar
olacak. Silahlarıyla ve direnen gövdeleriyle en
ileri mevzilere atılacaklar.
|
|