Erzincan: Bir Cinayet Biçimi
|
Öyle yoğun günler yaşanıyor, herşey birbirinin üzerine
öyle büyük bir hızla yığılıyor ki bugünlerde, aylık
gündemi yakalayabilmek iyiden iyiye zorlaşıyor. Üstelik
daha da önemlisi şu: Herşey üstüste gelince çeşitli
sosyal olgular birbirini bastırıyor, birbirini kamuoyu
anlamında daha geriye itiyor. Ve bazen çok önemli olaylar
ülke gündeminin çok hızlı değişimi sürecinde gerektiği
ölçüde yankı bulamıyor; toplumsal bellek unutkanlıkla
sakatlanıyor.
Önce çığ, sonra Zonguldak'taki grizu katliamı, daha
sonra deprem ve nihayet Kürdistan'da yaşanan "yeni
dönem"
Böyle bir hızlı bir tempo içerisinde süreci bütünlüklü
olarak yakalayabilme kuşkusuz önemli, ama yine de tek
tek olayları atlamamak gerekiyor.
Örneğin, Erzincan bölgesi bir önem taşıyor iliklerine
kadar çürümüş olan düzen, en çirkin yüzünü bu türden
olaylarda gösteriyor.
Gerçi Erbakan gibi çok ciddi siyaset adamları bütün
bu faciaların "tanrının bir uyarısı" olduğu
fetvasını verdiler, ama artık ilkokul çocukları bile
deprem denen şeyin mekanizmasını az çok biliyor ve sokaktaki
adam da "başka ülkelerde neden bu kadar can kaybının
olmadığını" fena halde merak ediyor. Böyle büyük
can kayıplarının bula bula hep bizim gibi ülkeleri bulması
insanların dikkatini çekiyor, yaşanan olayın bir doğal
afet mi yoksa bir tür katliam mı olduğu sorusu çok ciddi
bir tartışma konusu oluyor.
Burada, biraz durup geriye dönmekte yarar var:
Yıl 1990... Jeofizik Mühendisleri Odası çeşitli incelemeleri
biraraya getirir ve "Türkiye'de Deprem Tehlikesi"
isimli bir uyarı kitabı hazırlar. Kitap bütün belediyelere
ödemeli olarak gönderilir. Ve tabii özel olarak vurgulamaya
hiç gerek yok; bir çok belediye sözkonusu kitabı almak
zahmetine bile katlanmaz,geri postalar.
Raporda Erzincan üzerine çok net saptamalar ve öngörüler
var. Belirli bir periyoda bağlı olarak yapılan hesaplar,
sonuç olarak Erzincan'da şiddetli deprem riskinin %81.5
oranında olduğunu gösteriyor.
Yalnızca Erzincan değil, rapor genel bir nitelik arzediyor
ve örneğin bu genel içerisinde istanbul içinde öngörülerde
bulunuyor. Rapora göre 6.5 şiddetinde depremin her an
gerçekleşebilme olasılığı istanbul için %70.4 oranındadır.
Ve bu şiddette bir depremin istanbul'daki faturası aşağı
yukarı 30.000 ölü olarak hesaplanıyor.
Kuşkusuz bu raporun öyle büyük bir özelliği, orijinalitesi
yok. Bu ülkede, örneğin son 50 yılda, bu türden onlarca
rapor yayınlanmış ve uyanlarda bulunulmuştur. 1990 yılında
yazılmış olan yalnızca somut bir örnek olarak önem taşıyor.
Ayrıca, acil önlemler de öneriyor rapor. Yapı denetimi
ile ilgili yasaların değiştirilmesinden, pratik basit
önlemlere kadar bir dizi unsuru sıralıyor.
Sonuç?
Sonuç ortadadır... Üçüncü kez yıkılan Erzincan, açlık,
soğuk, sefalet...
Bu ülkede herşey çürümüştür, iliklerine dek çürümüştür.
Kendi toplumsal dinamikleri ve üretici güçleri başından
beri iğdiş edilmiş olan bu ülke, her yanından kötü kokular
saçmaktadır. Devletle ilgili olan herşey, en üst bakanlıklardan,
köy muhtarına, nüfus memuruna dek rezilane bir şekilde
bozul-muştur.Çarpık bağımlı sanayileşmesiyle, garip
kentleşmesiyle daha en başta sakatlanmış olan alt yapı,
kuşkusuz zaman içersinde "kendine uyan" bir
üst yapı yaratmış, toplumun bütün gözeneklerini tıkayan
bürokratik mekanizma başlı başına bir servet edinme
kaynağı olmuştur, üstelik zaman içinde bu çürümüşlük
toplum tarafından da kanıksanır hale gelmiştir. Özellikle
son on yıldaki 12 Eylül ve ANAP erezyonunun yarattığı
toplumsal deformasyon bu unutkanlık kanıksama eğilimini
kitlesel düzeyde yaygınlaştırmıştır. "Herkes yolsuzluklara
bir ucundan öyle bulaşmış ki kimse kimseden hesap soramaz
hale gelmiş..." Bir yazısında böyle diyor Ali Sirmen
ve iyi bir özet yapmış oluyor.
Aslında bütün bunlar yüzyıldır bu şekilde sürüyor, ama
yine de son on yılın ayrıcalığı teslim edilmeli. Bu
kadar rezillik ve bu denli hızlı köşe dönme-soygunculuk
eğilimi TC tarihinde hiç görülmemişti. Bugün artık herşey
iğrenç bir biçimde kapitalizmin vahşi kurallarına yenik
düşmüştür. Burjuva devlet mekanizması bütünüyle yabancılaşmış
ve sınıfsal konumunu her zamankinden daha açık olarak
ortayakoymuştur.
Bilimsel raporlar son derece net, alınması gereken yasal
önlemler son derece basittir. Zonguldak'ta da bütün
bunlar nettir. Erzincan'da da... Ama esas sorun uyanların
ve önerilerin ne ölçüde umursandığı, daha doğru bir
deyimle devletin kimin devleti olduğudur.
Devletin mekanizması doğrusu bu sorunun yanıtını her
olayda yeterince açık şekilde ortaya koyuyor.
Basit yasal önlemler... ama kimin vakti var ki bunları
uygulamaya?... Devletin yöneticilerimiz ve biz kendimizi
bildik bileli bir tek şeyle meşgüldürler: "Milli
birlik ve nizamı korumak!" ülke tarihinin en hızlı
yasa çıkarılan dönemi olan 12 Eylül'de insanların sakalından
kızların etek boylarına dek her konuda "disiplin"
(!) önlemleri almayı unutmayan devlet, böyle yasal düzenlemeleri
aklının ucundan bile geçirmedi. Devrimcileri asmak için
bir çırpıda kararlar çıkardılar, binlerce insanı işinden
eden yasaları kaşla göz arasında kotardılar, darboğazdaki
şirketleri kurtarmak için sabahlara dek boğaz boğaza
gelip paketler ürettiler...
Tek beceremedikleri şey bilimsel raporlarda on yıllardır
vurgulanan önlemleri almaktı.
Harca ne kadar çimento konulduğu kimin umurunda? Daha
önemli şeyler vardı!
Üstelik, bu iş için ayıracak fonları da hiç olmadı(!)
Polise panzer, özel tim'e helikopter getirtmek gerekiyordu.
Onbinlerce kişilik polis-ispiyon şebekelerinin maaşları
vardı.
Sonra Kürdistan... "Binlerce korucu, Özel Kolordular..."
çok daha önemliydi; oysa enkaz altından insan kurtarma
ekipleri yetiştirmek gereksizdi, nasıl olsa onlar İsviçre'den
gelirlerdi...
TC'nin bütün tarihi işte bu minval üzre gitmiştir. Acı
bir mizah sayılabilir söylenenler; oysa bu, burjuva
düzenin koca tarihinin basit çizgilerle özetlenmesidir.
Sonuç, Erzincan'dır... ve Erzincan, ne ilktir, ne de
sondur... Yüzlerce ölü, binlerce yaralı, sokak ortasında
kalmış onbinlerce insan... Osmanlı'dan kalma o garip
binalar ayakta dururken, kalkınan Tükiye'mizin medar-ı
iftiharı kamu binaları, oteller yerle bir olmuştur ve
nedense "Erzincan da üç katın üzerine çıkılmaması
gerektiği" tam da depremin ertesi günü herkesin
aklına gelmiştir. Burjuva basın enkaz altından sağ kurtarılan
hemşirenin mucizesiyle oyalanadursun, binlerce insan
bugün Erzincan'ı terketme telaşındadır.
Son yağmacılık kurlarına göre Erzincan'da çadır fiyatları
500 bin ile 1 milyon lira arasındadır. Bütün ülkelerden
yağmur gibi yağan onca yardımın nasıl olupta halkın
eline geçmediği merak konusudur. Rezillik öyle bir boyuta
ulaşmıştır ki, insanlar onca acıların içinde vilayet
önüne gidip gösteri yapabilecek duruma gelmişlerdir.
Bütün bu manzaraya "asri zaman Murtazası"
rolündeki şu ünlü Valiyi de eklemek gerekiyor. "Devlet
adamı" pozlarında kahvelere sokaklara "disiplin"getirmek
gibi büyük(!) işlerin uzmanı olan Vali Yazıcıoğlu'nun
insanlara ekmek dağıtmak türünden küçücük işlerde nasıl
çuvalladığını herhalde en iyi Erzincan halkı biliyor.
Ortadaki manzara açıktır: Erzincan halkı yeni sömürge
Türkiye'nin çapulcu düzeni tarafından katledilmiştir,
evsiz-yurtsuz bırakılmıştır. "Doğal afet"
deyimi eğer önlenemez bir olayı anlatıyorsa, önümüzdeki
olguya "doğal afet" demek mümkün değildir;
Erzincan'da yaşanan, cinayetin bir biçimidir.
İNSANLIK GERÇEKTEN ÖLDÜ MÜ?
Öte yandan, Erzincan olayı yine devletin niteliğiyle
ilgili bir başka somut olguya değinmemize fırsat tanıyor:
Bilindiği gibi ülkemizde her felaketten sonra yardım
kampanyaları açılması neredeyse bir devlet geleneğidir.
Erzincan olayında da aynı şey yaşandı. Resmi ve özel
kurumlar düzeyinde yardım kanpanyaları, hesap numaraları
açıldı, insanlar yardım etmeye çağrıldı. Fakat bütün
bu süreçte dikkati çeken nokta toplanan yardım miktarlarının
olağanüstü düşük olmasıydı. Öyle ki bir yerel gazete
(YENİ ASIR) beş günde İzmir'de 110 milyon gibi komik
bir rakamın toplanabilmesini rezalet diye nitelendirebiliyordu.
Gerçekten de durum rezalet düzeyindedir. Olayın vehameti
ile kıyaslandığında birkaç yüz milyon ya da birkaç milyarlık
yekünler bir baştan savma kanısını vermektedir.
Bu durum bir "duyarsızlık" olarak nitelenebilir
mi?
Kanımızca burada duyarsızlıktan öte bir şey vardır.
Bu ülkede insanlık o kadar da ölmemiştir. İnsanların
kardeşlik duyguları bu kadar körelmemiştir. Özellikle
çalışan yığınlar, büyük özverilere katlanabilme eğilimini
yitirmemiştir. Ama insanların yitirdiği bir başka şey
vardır: Devlete olan güven... Her gün biraz daha çürüyen,
yabancılaşan, halkın sırtında kambur gibi duran devlet
mekanizması halk yığınlarına zerre kadar güven vermemektedir.
Rüşvetin sahtekarlığın, soygunculuğun artık kanıksanmış
olduğu koşullarda sokaktaki adam, toplanan yardımın
akıbetinden ciddi biçimde kuşkuludur. Her gün kendi
çevresinde yaşayıp izlediği yüzlerce olay ve uzun yıllardır
bu türden durumlar da gördükleriyle oluşturduğu birikim
onu kesin bir güvensizliğe itmiştir. Basit bir güvensizliğin
ötesinde insanımız toplanan yardımların bazılarının
cebini şişirdiğine kesin inanmaktadır. Esasen bu ülkede
siyasal iktidarların ve bütün düzen kurumlarının halka
seslenip bir şey isteyecek ne yüzü ne de prestiji vardır.
Yani sözkonusu olan şey, kitlelerin insani duyarlılık
kapasitesinin daralması değil, düzen kurumlarının bütün
etkisini "güvenilirliğini" yitirmiş olmasıdır.
DEVLET NE ZAMAN BECERİKLİDİR?
Ve son olarak, değinmek gerekiyor, bir de olayın deprem
sonrası var. Yani, yukarıda sözünü ettiğimiz bütün önlemler
alınmamış ve sonuçta bir kent bütünüyle yıkılmış olabilir.
Hatta, bütün önlemler alındığı halde depremin aşırı
şiddetli oluşundan ötürü yine de büyük bir felaket yaşanabilir.
Ama sonrası vardır. Sonrasında görülen, düzen kurumlarının
korkunç ölçüdeki yeteneksizliğidir. Yolsuzluklardan,
sahtekarlıklardan sözetmiyoruz, düzen kurumları zaten
bütün bu rezaletlerin içine gırtlağa dek gömülmüş durumda.
Ama bunun da ötesinde sözünü ettiğimiz şey, en küçük
kıpırdanışı bastınrken hızla organize olan devlet kurumlarının,
insani bir konuda ne ölçüde beceriksiz olduğudur.
Gerçekten burjuva düzen kurumları yolsuzluğun ve duyarsızlığın
esasen yığınlarla devlet arasındaki mesafenin uzaklığı
ile ilgilidir. Bu bizzat devletin yapısından kaynaklanmaktadır.
Burjuva devlet, esasen bir zor mekanizması olarak örgütlenmiştir
ve hayatın diğer tüm alanlarında tel tel dökülmektedir.
Üstelik toplumsal yaşamın bütün alanlarına bir kabus
gibi çökmüş olan asalak yapı "halka güvenmemek"
gibi kronik bir geleneğe de sahiptir. Gerçekte birazcık
insana güven ve yerel insiyatif Erzincan'ın bir dizi
sorununu rahatlıkla çözülebilirdi. Öyle ki, işin başından
itibaren devletin sürece hiç girmemiş olması halinde
bütün organizasyonun bugünkünden çok daha iyi olacağı
söylenebilir. Örnekleriyle biliniyor ki insiyatifi eline
alan halk tek kuruşu, tek bir pirinç tanesini ziyan
etmemektedir, özellikle geçmişte Lice örneğinde görüldüğü
gibi işin içine yerel devrimci güçler girdiğinde ortaya
eni konu bir disiplin çıkmaktadır. Oysa devletin bu
ve benzeri olaylardaki esas işlevi bir çuval inciri
berbat etmek, insanlara bolluk içinde yokluk yaşatmaktır.
Erzincan'da yaşanan da budur.
Kısacası, gerekli önlemleri aklının ucundan bile geçirmeyerek
Erzincan halkını felaketle karşı karşıya bırakan devlet,
olayın sonrasında da bu felaketin ağırlaşmasının bir
başka nedeni olmuştur.
Sonuç: Biraz üzüntü, biraz unutkanlık.
Sonuç gerçekten de böyledir. Bu ülkede böyle olaylar
üzerine çok konuşulur ve unutulur. Deneylerle kanıtlanmıştır
ki, bütün o edebiyatın içi boştur, sonuçta Erzincan'da
ve benzeri her yerde yine herşey eskisi gibi çürük-geçici
yapılacak ve halk yeni bir felakete kadar avutulur.
Pek zor da değildir bu. Türkiye'de yaşıyoruz, nasıl
olsa yeni bir felaket gelir ve eskisini unutturur!
Geriye, ölüm kalır, açlık ve yoksulluk kalır...
Bitirmeden Ali Sirmen'e yeniden dönmek gerek. "Herkes
yolsuzluğa bulaşmış, kim kime hesap soracak" diyor
Ali Sirmen. Doğrudur. Gerçekten de burjuva düzenin bütün
çarkları rezilliğe boylu boyunca batmıştır ve o mekanizma
içinde hesap sormanın da hesap vermeninde ciddi bir
anlamı kalmamıştır.
O zaman, bütün düzen unsurları bu denli suçortağı olmuşsa
kim hesap soracak?
İşte bu sorunun yanıtı çok açıktır ve çok önemlidir.
Kim bu durumdan zarar görüyorsa, o! Yani halkın bizzat
kendisi! Hesap soracak olan odur; Çünkü düzen katilleriyle
suç ortağı olmayan yalnızca odur!..
|