Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Türkiye Bir Acayipleşti

2. sayımızda “akıntıya karşı yüzmek” yazımıza “Bugünlerde Türkiye’de bir şeyler oluyor…” diye başlamıştık. Özellikle taşra illerinde uyandırılmaya çalışılan Kürt düşmanı şovenist dalgaya ve devrimcilerin güncel görevlerine dikkat çekmiştik.
Gazetelerin son günlerdeki başlıklarına bakılınca aynı kaygıları bir başka boyutta ifade etmek zorunluluk oluyor.
Gerçekten… Türkiye bir acayipleşti! Türkiye’de bir şeyler oluyor. Şu bilinen korsan miting yöntemi birdenbire bir yaygınlık ve genişlik kazanmaya başladı. Her mitingde milleti coplarla kırıp geçirenler de artık miting yapmaya başladılar!
Polis cenazeleri giderek devrimci-ilerci güçlere nefret haykırılan gösteriler olmaya başladı. Üstelik öyle basit anlamda suikastçıları kınayan sloganlar da atılmıyor bu gösterilerde. Kullanılan sloganların hedefleri çok geniş bir çerçeveyi kapsıyor. Öyle ki, “Başbakan” ve “Adalet Bakanı” bile hedef tahtasında yerini alıyor. HEP milletvekillerinin kellesi isteniyor. İnsan Hakları Derneği intikamcı sloganlardan özel bir pay alıyor. (Tehdit telefonlarını saymıyoruz) Ve tabi basın yine listenin birinci sırasında… Üstelik, basın yalnızca sözlü protestoya uğramıyor, “hem eylem-hem iş” mantığına uygun olarak gösteri sırasında gazetecilerin de alınıp kafasının kırılmamsı ihmal edilmiyor. Yani polis “miting”leri öyle pek liseli çocukların demokratik gösterilerine benzemiyor, daha “kanlı-canlı” bir tarzı var polislerin. Tabii böyle bir ortamda “vatandaş-polis el ele” sloganı da epey boşlukta kalıyor; çünkü “vatandaş” her nedense o çevreye biraz uzak olmayı vücut sağlığı açısından yararlı buluyor!
İşin daha önemli olan yanı şu; hiç de öyle artık patlamalara filan benzemiyoruz. Biraz dikkatli bakınca bu durum açıkça gözlenebiliyor. Sanki belli bir düğmeye basılıyor ve belli bir organizasyon çerçevesinde olaylar kotarılıyor. Örneğin polis gösterilerinden sonra eşler ve çocuklar sokağa çıkıyorlar. Sloganların içeriği de bu konuda fikir veriyor; “kanımız aksa da zafer islamın”, “kahrolsun komünistler”, “kana kan intikam”, türünden eski MHP tarzı sloganlar ortalığı kaplıyor. Bu arada tekbirler getiriliyor, dualar okunuyor… Geçmişte Pol-Der/Pol-Bir gibi saflaşmalardan çok yakınan polisin artık “birlik ve beraberliği” yakaladığı anlaşılıyor.
Hatta iş daha da ileriye gidiyor. Eskişehir tabutluklarının niye kapatıldığı sorgulanıyor, açılması filan isteniyor.
Dağıtılan bildiri ise çok daha ilginç; eski günlerden bir şey anımsatıyor bize. Bildiri “Büyük Türk Milleti” diye başlıyor yeminlerle bitiyor. Her yanından önümüzdeki günlerde olabilecek bazı olayların işaretleri gözlenebiliyor.
Bildiri ve sloganlardan öyle hemen MÇP belirleyeceği izlenimi edinmemek gerekiyor. İdeolojik düzlemde bir etkileşim zaten uzun yıllardır var, gerek polisin öğretim tarzı açısından, gerekse sınıfsal olarak bulunulan konum açısından bu ilişki hep olmuştur. Daha başka bağlantıları ise, zaten geçiyoruz.
Ama sorun yine de basit anlamda MÇP sorunu değil. her şeyi MHP’ye tahvil eden, devletin içselleşmiş karakterini görmezlikten gelen 12 Eylül öncesinden kalma bir alışkanlık ülkemizde oldukça yaygındır. Ve bu tür durumlarda bire bir ilişki kurma denemeleri hemen gözlenir.
Oysa, bire bir ilişkiler hayatta çoğu kez yetersiz kalır. Çoğu kez süreçlerde daha karmaşık unsurlar vardır. Bu ülkede bir çok şey devletin karanlık köşelerinde pişirilir ve gündeme gelir. Görünen iktidar kurumlarının, parlamento vs.’nın daha gerisinde sürece gerçekten hakim olan iktidar odakları vardır, hep olmuştur. Bu olayda da bizzat devlet kademelerinde örgütlenip kotarılan bir karşı faaliyet kokusu duyulmakta. “Halkın öfkesi” gibi sunulmaya çalışılan bir “infial” atmosferinde bazı yeni operasyonların meşruiyeti aranmaktadır. Belki sloganların hükümeti eleştiren içeriğinden ve ANAP kanadının söylemiyle olan benzerliğinden, anti-koalisyon bir hava da çıkarılabilir. Gerçekten Özal’ın demeçleri böyle bir izlenimi de veriyor. Ama bu tür yan unsurlardan öte esas sorun kontr-gerilla faaliyeti için uygun psikolojik zemin yaratmak, koşulları hazırlamaktır.
Bazı belirtiler, bazı infazların gerçekleşme biçimi sanki önceden “stok istihbaratlar”ın varolduğu izlenimi yaratıyor. Önceden toplanan istihbaratlarla belirli anlarda operasyonlar, infazlar gerçekleştirildiği ve bunun açıkça bir toplumsal sindirme aracına dönüştüğü artık çok yaygın bir kanı.
Bu arada İHD’nin ve demokratik kurumların üzerine özellikle gidilmesi de meydanın iyice boşaltılması amacını güdüyor. Özellikle İHD’ye sık sık yapılan “çifte standart” suçlaması, insan hakları konusunda genel bir pasifizm yaratmayı hedefliyor. İsteniyor ki, ortalık iyice sahipsiz kalsın, “rahat çalışma” ortamı doğsun; ve isteniyor ki, bu ülkede yargısız infazlar alışkanlık olsun, herkes kapısını-penceresini kapatıp dışarıdaki insan çığlıklarını duymasın! İstenen bu!
Ve istenen buysa eğer, bugün kapıları-pencereleri daha fazla açmak, sokaklara daha çok çıkmak ertelenemez bir görev haline geliyor demektir. Meydanın boş, insanların sahipsiz kalmamamı için bugün çok daha fazla şey yapılmak zorundadır. Ve doğrusunu söylemek, açıkça itiraf etmek gerekirse şu anda toplumsal muhalefet odakları bu bakımdan oldukça zayıf bir tutumdadır.

“Devrim” Gibi Programlar “Demokratikleşme” ve “Şeffaf Karakol” Hikayesi
Yeni dönemin o müthiş “demokratikleşme” programının aslında değişik bir tarzda devrimci hareketin ezilmesi, küçültülmesi programı olduğundan daha önce de sözetmiştik. Gerçi “hükümetlerin icraatlarını değerlendirmek için 100 gün beklemek gerekir” diyebilen Nevzat Helvacı türünden bir safdillik de var ortalıkta, ama en azından sosyalist sol içerisinde -yorum farklarına karşın- genel bir doğru kavrayış gözleniyor. Gerçekten de bu program, genel bir açılımlar esneklikler süreci ile toplumsal muhalefetin eritilip düzen içi kanallara akıtılmasını, düzen dışı alternatiflerin ise ezilmesini, yalnızlaştırılmasını ilke edinmiştir.
Durum çok net. Görmemek için kör olmak ya da şu "yeni global bakış" masalına iyice inanmış olmak gerekiyor. Böyleleri "Demirel demokrasisi"nin açılımlarım bekleyebilirler, katliamları görmezlikten gelme pahasına da olsa iyimserliklerini muhafaza edebilirler. Oysa durum çok net: Yıllar önce yapılmış "sömürge tipi faşizm" tespiti kendisini her somut durumda yeniden doğruluyor. Sürece yeni boyutlar ekleniyor, iktidarların isimleri ve yöntemleri değişiyor ama devletin yapısında içerilmiş bir olgu olarak yer alan faşizm bir yere gitmiyor, varlığını koruyor. Bütün demokrasi masalları belli bir çerçeveyi aştığınız an acı gerçeğe dönüşüyor ve üstelik bu acı gerçek ciddi olarak sağlığınızı bozuyor...
Bir dizi yerel ve uluslararası zorunluluk, 12 Eylül tipi bir düzenin çerçevesinin aşılmasını, restorasyon yoluyla daha nispi esnekliklerin yaratılmasını zorluyor. Bir şeyleri hiç değiştirmeden yürümek rasyonel görünmüyor. Böyle yapıldığında sosyal fatura kabardığı gibi, birtakım uluslararası avantajları da değerlendirmek mümkün olmuyor.
Yani, "çarşı" ya uyup uymayacağı bilinmeyen bir dizi "ev hesabı" var.
Ama gel gör ki, politikadaki hesapların tutup tutmaması yaşamın gerçekliğine bağlı oluyor. Düzenin iktisadi-politik olarak esneyebilme kapasitesinin sınırları, devletin katlanabileceği muhalefet boyutlarını da belirliyor. İktidar çevresi, ortaya kısmen daha esnek yeni oyun kuralları koyup bunun dışında kalan ihtilalci güçlerle kapışmayı kısa vadeli bir hesap olarak düşünürken, kitlelerin sabrına, bu sabrı sürdürmekteki demagojik avantajlarına güveniyor. Başlangıçta yarattığı iyimser atmosferin etkisinin kısa sürede geçmeyeceğini umuyor. Oysa insanların sabrı çok az ve üstelik bu sabrı ayakta tutabilecek iktisadi-politik imkanlar çok sınırlı.
O zaman iş değişiyor. Normalde açılımlar ve gaddarlıkla birlikte yürütülmek istenen politika, pratikte yalnızca kuru vaatler ve polis terörü karışımına dönüşüyor. Sınırlar daraldıkça varılacak nokta ise artık vaatlerin de anlamsızlaşması ve ortada yalnız çıplak şiddetin kalmasıdır.
iktidar, şimdilik yalnızca "çizmenin aşılmaması"nı istiyor.
Ne var ki, "çizme" giderek küçülüyor ve herhangi bir küçük taleple yola çıkılınca onu "aşmamak" mümkün değil. Uysal uysal oturup "demokrasinin nimetlerini" beklemek herkes için mümkün olmuyor, iktidar politikalarına "uygun" olması tasarlanan araçlar kavga araçlarına dönüyor.
işte o zaman işin tadı kaçıyor ve vaatlerin sınırı polis copu yoluyla yeniden anımsatılıyor.
Örneğin memurların sendikalaşmasının serbest bırakılacağı vaadi, her şeyin o kadar da "serbest" olduğu anlamına gelmiyor. Gidip vilayetin önünde bir "görgüsüzlük" ederseniz, yerlerde sürüklenip dövülerek bu "görgüsüzlüğünüz" size ödetilebilir...
İşçilerin haklarını aramaları meşru ve serbest olabilir. Ama gerçekten dişe diş bir mücadeleye girerseniz, lütfedilenle yetinmeyip kendi gücünüzü ortaya koymak isterseniz, İzmir Belediyesi işçilerine Ankara girişinde yapılanlar size de yapılabilir. Ya da YURT-İÇİ KARGO işçilerinin gösterisinde yapılan terör gösterisi tekrarlanabilir…
Öğrencilere de kimsenin bir şey dediği yok! Ama oyunun kurallarına uymayıp Milli Eğitim'in önünde "Dayağa Hayır" gösterisi düzenlerseniz polisin ne yapacağı doğrusu hiç belli olmaz…
Bütün bunları yapmanız da gerekmez aslında. Basın mensubu olarak kıyıda durup resim çekmeniz bile size çok pahalıya patlayabilir...
Ve böyle...
Kürdistan'ın durumu ise çok daha farklı. Orada aşılmaması gereken bir "çizme boyu" da mevcut değil, bütün sınırlar var ve bütün sınırlar yok! Her şey yasak ve her şey serbest! Herkes kendi yasallığını kendisi koyuyor. Özel Tim yasaları, kontr-gerilla yasaları var ve öte yandan halkın kendi kendine icat ettiği yasalar var. Örneğin o gün yürüyüş yapılması gerekiyorsa kimse bunun için yasal izin filan düşünmüyor, aynı şekilde Özel Tim de kitleyi tararken bunun yasallığını ya da hükümet kararlarına uygunluğunu düşünmüyor.
Sonuçta her iki taraf için de artık geçerliliğini yitirmiş olan bir tek şey var; mevcut TC yasaları.. Ve her iki taraf için de geçerli olan tek bir gerçek yasa var: Savaş yasası!..
Şu malum "şeffaflık" hikayesine gelince, o zaten hiçbir yerde hiçbir zaman geçerli değil. Yöntemler değişiyor yalnızca, artık "kaybetme" yöntemi daha uygun geliyor devlet güçlerine. Eskiden de Fehmi Gökçek gibi örnekleriyle anımsadığımız bu yöntem giderek kontr-gerilla kavramıyla yan yana bir biçimde kurumlaşmaya başladı, hatta kurumlaştı bile. Yani artık sözkonusu olan şey "işkencede ölüm" olayından farklılıklar gösteren bir nitelik taşıyor. Önceden çok net karar alınarak öldürmeye gidiliyor ve "infaz" gerçekleştiriliyor.
DEM-KAD'ın 5. katından atılan Hüseyin FİDANOĞLU'nu anımsıyoruz örneğin.
HÜSEYiN TORAMAN hâlâ ortada yok. Üstelik siyasi şube polisi tarafından gözaltına alındığı çok net olduğu halde olay hâlâ inkar ediliyor.
Merter'de bildiri dağıtırken öldürülen İ.Ü.H.F. öğrencisi Engin EGELİ'nin öyküsü de artık biliniyor.
Ve sonra meşhur "Mahmutbey" operasyonu… İsmail Cengiz Göznek, Servet Şahin ve Hüseyin Yaşar çok ilginç bir "harekat" sonucu katledildiler.
Ailelerin, tanıkların ve iHD'nin açıklamaları olayın pek de "çatışma"ya benzemediğini, açık bir infazın gerçekleştiğini ortaya koyuyordu. Kuyumcu olayı ile ilgilerinin olup olmaması bir yana, ortadaki durum, ölüm biçimleri, evin hali, her şey aynı kanıyı doğruluyordu. Bu olayda da Hatice DİLEK-İsmail ORAL olayına çok benzer bir biçimde "ev içinde kurşunlama" yöntemi sırıtıyordu.
Kürdistan'da ise kontr-gerilla faaliyeti epeydir suikast yöntemini tercih ediyor. Lice ve Kulp'ta olduğu gibi her fırsat çıktığında yine halkın üzerine ateş açılıyor ama bunun dışında da "faili meçhul"(!) suikastlar serisi sürüyor. Örneğin Dicle Üniversitesi Eğt. Fakültesi Öğrencisi Abdülselam Çetin böyle silahlı saldırı sonucu katledilenlerden biri.
Nusaybin ilçesinde HEP Yönetim Kurulu Üyesi Abdürrahim Söğüt de aynı şekilde "kimliği meçhul" kişiler tarafından vurularak öldürüldü.
Ve HEP Siirt il Başkanı Mehmet Demir... Kaçırıldı, yok edildi...
Cinayetler serisi devam ediyor. Siyasi iktidar yine ikide birde "şeffaflıktan, "insan hakları"ndan sözediyor ama giderek inandırıcılığın zerresi bile kalmıyor. Artık bu tür sözler pek ciddiye de alınmıyor.
Üstelik cinayetler her gün daha bir sistemleşiyor ve eğer deyim uygunsa "insan hakları çerçevesine" uyduruluyor. Yani kontr-gerilla ve polis bir dizi işkence raporu vs. ile uğraşmaktansa daha kısa kesiyor ve hedef seçtiği insanları "artık rapor alamaz" bir hale getiriyor. Ölüm -onların aklınca- daha kesin ve daha temiz bir sorun oluyor.
Bugün bütün bu saldırı karşısında bir adım ile geri atmamak, mümkün olan bütün güçleri seferber etmek her zamankinden daha önemli. Devrimci hareketin kitleselleşme probleminin bir ayağı da bu noktaya kuruludur. Cinayetlerin hesabını fiilen sormak kadar, katledilen her devrimciye, saldırılan her insana sahip çıkmak, mümkün olan en büyük tepkiyi koymak da somut bir görev olarak önümüzde duruyor. Ve bu somut görev, çok geniş düşünmeyi gerektiriyor, çok kapsamlı bir sorumluluk duymayı zorunlu kılıyor. Örneğin bir Hüseyin TORAMAN arkadaşın kaybını yalnızca içinde çalıştığı çevre ya da hareketle ilgili bir sorun olarak düşünemeyiz. Ya da HKD'ye yapılan baskını, Emeğin Bayrağı'nın basılmasını salt onların tepki vereceği olaylar olarak ele alamayız. Aslında çok kapsamlı bir saldırı vardır ve bu saldırı bütün sol güçler tarafından cepheden göğüslenmelidir.
Bu konuda zaten varolan duyarlılık daha da geliştirilmeli, dergilerden derneklere kadar herkesin katılabildiği ciddi çalışmaların konusu olmalıdır. Kardeşlik duygusu güçlendirilmeli, kimse kontr-gerilla saldırısını şu ya da bu anda zarar verdiği yer ile sınırlı düşünmemelidir.
Kuşkusuz cinayetlerin arkası kesilmeyecektir. Sınıf mücadelesi böyle yürüyor. Özellikle dişe diş bir radikalizm ve buna uyan mücadele biçimleri yoğunlaştıkça devlet terörü de daha çıplak biçimlerini ortaya koyacaktır. Ama bu duyarlılık ve karşı duruş çok önemlidir. Meydanı rahat cinayet işlenebilecek kadar boşaltmamak çok önemlidir. Ve bu konuda daha bugünden dergilerden sendikalara, politik örgütlere dek birlikte yapılabilecek çok şey vardır.

Çıkmaz Sokağın Sonu: Paralı Ordu
Demirel'in "Güneydoğu Planı" daha en başından belliydi ve açıkça ilan edilmişti. Koalisyondan "demokrasi atılımları" umanlar görmezlikten gelseler de bu planın özü son derece net olarak ortaya konulmuştu. Daha fazla askeri güç yığma, daha büyük güçlerle yapılacak operasyonlar, daha fazla terör... Özet olarak böyle söyleniyordu. Legalizme kapı yine aralık bırakılacak ama legal danışıklı dövüşler için önce ulusal hareket bütünüyle ezilecekti.
Dolayısıyla, bütün seçim vaatleri bir yana, koalisyon güçleri, bölgedeki kurumlaşmayı değiştirmeyi bir an bile düşünmediler. Aksine bütün kurumlaşma bugün reorganize ediliyor, elden geçiriliyor ve özel savaşın gereklerine daha uygun hale getiriliyor. Sürece daha önce müdahale edilebilseydi, bazı momentler yakalanabilseydi, belki de kısmi sonuçlar yaratabilecek bazı yumuşamalar artık pek işe yaramıyor. Kürdistan'da tren kaçırılmıştır. Oligarşi halkı bütünüyle ve kalıcı bir biçimde kaybetmiştir! Bu gerçek iktidar tarafından her gün yeniden farkediliyor ve bu farkına varış koalisyon politikalarını sadeleştiriyor, tek bir maddeye indiriyor: Terör!..
Politika böylece salt terör boyutuna inince pratik program açısından da esas sorun terörün nasıl daha etkili kılınacağı sorunu oluyor.
Bugünlerde bu soruna bulunan çözümler den biri, "profesyonel ordu" formülüdür. Aslında bu, bir 12 Eylül projesiydi. O günlerde de sık sık yinelendi "profesyonel ordu" gereği. Resmileştirilemedi ama fiili bazı adımlar atıldı.
Bugün yapılan, bir anlamda fiili yapılanmaların resmileştirilmesi oluyor. Proje, masumane bir tarzda sanki eski "uzatmalı" uygulamasının canlandırılması gibi sunuluyor ama gerçekte yapılan "Özel Tim" uygulamasının resmiyet kazanmasıdır.
TC uzun bir süreden beri "özel" bir savaş türünün ancak "özel" güçlerle yürütülebileceğini, geleneksel ordunun bu işte yetersiz olduğunu farketmiştir. Geleneksel ordu, mantalitesi ve psikolojisi itibarıyla böyle bir savaşa hiç uygun değildi. Sıradan yurttaşların karışımıyla oluşmuş ordu birlikleri en azından bu "yurttaşlar"ın heterojenliği açısından sorun yaratıyordu. Sıradan "yurttaş" köy basıp herkesi sopadan geçirmek gibi kitaplarda yazmayan, "vatani vazife" sınırları içine pek girmeyen ekstra işlere pek hazır değildi ya da hazır olması çok çaba gerektiriyordu. Sıradan "yurttaş"ın değer yargılarına, aile kültürüne de pek uygun düşmüyordu köylülere pislik yedirmek...
Bu yetersizlik fark edildikçe yeni bir uygulama, "Özel Tim" uygulaması başlatıldı. Daha gaddar ve daha fazla ideolojik eğitimli güçler işe koşuldu. Uzunca bir süredir kritik noktalar ve "önemli" işler Özel Tim tarafından yürütülürken klasik birliklere ise daha çok tek düze görevler verilmeye başlanmıştı. Böylece hantallık aşılmaya çalışıldı, daha çevik güçler yaratılmaya uğraşıldı.
Çevikliğin ötesinde, esas sorun herşeyi çok rahat yapabilecek bir yapının oluşmasıydı. Bu, büyük ölçüde başarıldı. Dağda pek işe yaramasa da, köylerde ve kentlerde dehşet yaratabilen bir güç oluşturuldu. Vedat Aydın'ın cenazesi gibi olaylarda binlerce kişiyi arayabilecek ölçüde insani özelliklerden uzaklaşmış bir güçtü bu.
Bugün yaşanan ise, ikinci tıkanma noktasıdır. Özel Tim artık yetmemektedir. Askeri gücün ötesinde kitle psikolojisi olarak da etkisini yitirmiştir. Halk korkuyu yenmiştir. Ve o zaman çaresiz daha çok asker, daha çok silah gerekmektedir.
Bu bir tıkanma noktasıdır ve TC bu noktayı her anlamda hantallıktan kurtularak, daha çevik güçlere yönelerek aşmak istiyor. Bu amaçla profesyonel ordu girişimini başlatıyor.
Kuşkusuz bu yeni oluşumun unsurları oldukça "özen"le seçilecektir. Ve ideolojik yönelimleri ya da konumları açısından TC'ye hizmette kusur etmeyecek adaylar seçilecektir. Sonuç olarak, sadeleştirirsek, paralı ordunun esas yapısını ırkçı-İslamcı ideolojik yönelimi olan unsurlar ve kentlerin düşük insanları oluşturacaktır. Böyle olması zorunludur da zaten, iş güç sahibi, aklı başında vatandaşın yapacağı iş aramaktır, belasını değil!
Geriye, belirli ideolojik yönelimi olan unsurlar ve maceracı ruhla dolu, herşeyi yapmaya hazır olan düşük insanlar kalıyor. Gönderildiği bildirilen binlerce mektuptan önemli bölümünün bu kaynaklardan geldiği söylenebilir.
Oligarşi, böyle bir ordu kurmak istiyor. Böyle bir ordu yoluyla tıkanıklığı aşmak isliyor.
Kuşkusuz, bu proje farklı bir ideolojik eğilime de gereksinme duyacaktır. Bu kadroyu halkın öfkesine karşı dayanıklı kılmak ancak hem maaşın sürekli yükseltilmesi hem de ideolojik empoze yoluyla mümkün olabilecektir.
Ulusal hareketin bu yolla bastırılabileceği, sorunun çözülebileceği umudu belki hâlâ korunuyor ama çok canlı olmadığı kesin. Artık sorunun gerçekten kesin çözümünden çok gelişmeyi durdurmak, ulusal hareketi belli bir derecede tıkamak amaçlanıyor.
Ama profesyonel ordu projesi -Kürdistan sorununu çözemezse de- oligarşinin başka dertlerine kısmi çözümler yaratabilir.
Örneğin 12 Eylül öncesinin "deney"lerinden sonra bugün hakim sınıflara "sivil militarizm" pek çekici gelmiyor. Hem MÇP'nin yıpranmış imajı, hem de böylesi bir gücün zamanla denetimden bile çıkabiliyor olması bu projeyi sempatik kılmıyor. O bakımdan olasıdır ki gelecekte yeni kurumlar doğabilir. Bir ayağı siyasi polise, diğer ayağı profesyonel birliklere dayalı yeni tarz militarizm gündeme gelebilir. Yani, sözkonusu uygulama şişeden çıkan cin örneği Kürdistan ülkesiyle sınırlı kalmayıp geneli kapsayabilir. 5-6 yıl önce bir yazısında Uğur Mumcu kontrgerilla için "Ziverbey'de ne işi var, Şemdinli'ye gitsin" türünden inciler döktürüyordu. Böylece aslında Mumcu o malum "demokrat" tipinin isteğini de ifade etmiş oluyordu.
Ne var ki oligarşi, her şeye rağmen politikalarını bu tür dileklere göre yönlendirmiyor. "Şemdinli'ye gitme" konusunda tabii ki problem bulunmuyor, kontrgerilla zaten epeydir orada mekan tutmuş haldedir. Ama Mumcu gibileri ne isterse istesin aynı kurumlaşma metropolde de oturmuş bir yapıda ve gelecekte yaygınlaşma eğilimi vardır.
Bu yaygınlaşmanın biçimi yeni tarzda (Latin Amerika ölüm mangaları tipi) bir militarizasyon olabilir mi? Ya da Türkiye'deki devrimci yükseliş böyle bir önlem biçimini ne kadar gerekli kılar?
Bunlar pratikte yanıtlanabilecek sorulardır ve gelecek süreçte bir çok şey netleşecektir.
Ama bugün için söylenebilecek olan şey, profesyonel ordu projesinin de Kürdistan boyutunda TC için bir ilaç olamayacağıdır. Çünkü ortada gerçek bir tıkanma vardır ve çözüm yolu yoktur. Daha doğrusu çözüm yolu artık halkın kendi inisiyatifi ve kararı ile bulunabilecektir. Bu inisiyatif ve kararın önünde durabilmek -hangi tür orduyla olursa olsun- mümkün değildir.

Ekonomi: Biraz Daha Sabredin...
Ekonomide bu yılın modası belli oldu: Sabır!.. Tansu Çiller'in ağzından ilan edilen müthiş önlemler dizisinin en önemli maddesini bu sözcük oluşturuyor. Paketler açılıyor, içinden "sabır" çıkıyor; programlar yapılıyor, grafikler çiziliyor, hesaplar yayınlanıyor, hepsinde temel unsur aynı: Sabır!..
Koalisyon varlığını bu temci unsura bağlamış durumda. Politik olarak yüklendiği esnetici fonksiyonlar nedeniyle ekonomide 24 Ocak günlerinin ya da '80'li yılların cüretkar ataklarından uşak durmak zorunda olan koalisyon ister istemez oyalanmakla ve bu oyalanması için de sabır rica etmektedir.
Öte yandan, Dünya Bankası artık içeriği önceden bilinebilen Türkiye Raporlarından birini daha yayınlıyor ve her zaman istediği şeyi yineliyor: Fedakarlık ve acil önlemler.. Alışıldığı üzere Dünya Bankası, "çok sıkı para politikası", "işçi çıkarımı", "KiT'lerin özelleştirilmesinin hızlandırılması", gibi bir dizi unsurdan oluşan klasik programını sunuyor.
Osman Ulagay gibileri de "kararlılık" konusunda öğütler vermeye pek hevesli görünüyorlar. "Enflasyonu hızla aşağı çekmeyi amaçlayan atabilizasyon ya da istikrar programları uygulanırken ekonominin düşük bir büyüme hızında seyretmesi, iç pazarın durgunluğu göze alınır. Bütün toplum kesimlerinin hiç değilse geçici bir süre gelirlerinin enflasyon oranının altında artmasına razı olmaları öngörülür. Ülke ekonomisi ve insanları, ancak bu zorunlu kemer sıkma döneminin ardından daha rahat koşullara kavuşabilir ve bu noktaya gelinmesi için de bir-iki yıl gerekebilir. Enflasyonsuz, sağlıklı ekonomik büyüme de ancak o zaman başlayabilir." (Cumhuriyet 24 Aralık '91)
Ya böyle yapın, diyor Ulagay, ya da boş yere "kimseyi oyalamayın..."
Kuşkusuz Ulagay'ın bir rahatlığı var: iktidar olmak konumunda değil... O bakımdan koalisyonun ihtiyaçlarım da anlamaktan uzak. Oysa iktidar tepkileri düzen içine çekecek bir politik operasyonun da içinde ve bu yüklendiği işlev sosyal faturaları olabildiğince azaltmayı gerektiriyor.
Ulagay bir yana, Dünya Bankası'nın raporları bile mevcut durumda tam bir geçerliliğe ya da direktif özelliğine sahip değil. Konumu gereği koalisyon kesin ve net önlemler olabilecek bir aşamadan hayli uzaktadır. Bugün için iktidar açısından "oyalanmak", bir mecburiyettir, başka türlüsü de mümkün değildir.
Sonuç ise şimdiden belli; Türkiye'deki her iktidarın kaderi koalisyonun da kaderidir: Ne İsa'ya yaranmak, ne de Musa'ya... Ne istikrar önlemleri tam uygulanabilecektir, ne de bu önlemlerin tam uygulanmaması iktidara siyasal olarak yeterli bir avantaj sağlayacaktır.
İşçiler, on yıldır yitirdiklerini istiyorlar. Her toplu sözleşme görüşmesi kavgayla açılıyor, iki tarafın istekleri arasında uçurum olunca kavga da büyük oluyor.
Öte yanda Sabancı gibileri "işçilerin aşırı isteklerinin önlenmesi" yolunda çağrılar yapıyor.
Sonuçta ortaya yine şu moda sözcük çıkıyor: Sabır!..
Ne var ki, işçiler açısından "sabır" giderek daha kötü duruma iniş anlamına geliyor ve doğrusu buna katlanmaları da oldukça zor oluyor.
Üstelik sabrın sonu "selamet" de değil. Çünkü genelde sistemde sıkıntı var. '80TIi yıllar özellikle ABD emperyalizmi açısından herşeye rağmen çok kötü değildi. Ama bir şeyler giderek değişiyor ve eğrilerde düşmeler net görülebiliyor. 1988'de %4.5 olan ABD büyüme hızı 1991'de eksi değerlere düşerken, örneğin 1988'de 6.7 milyon kişi işten çıkarılırken 1991'de aynı rakam 8.4 milyon kişi olabiliyor. Çok ciddi bir düşüş ve kriz şimdilik sosyalist sistemin "çökertilmiş" olmasının prestiji ve şamatası içerisinde kaynayıp gidiyor. Kazanılan kısa vadeli siyasal üstünlük imajı bazı "pürüz"leri gölgede bırakıyor.
Kısacası, gelecek günler ne genelde kapitalist sistem açısından, ne de Türkiye kapitalizmi açısından iç açıcı görünmüyor. Çünkü genelde “reel sosyalizm”in çöküşünden doğan rahatlama son sınırındadır ve Türkiye'de de toplumsal muhalefet gerileyebileceği son sınırdadır. Artık daha geriye, daha dibe gidilmesi mümkün değildir ve bundan sonra beklenebilecek olan ivmenin yükselmesidir.

Komünizm: Şimdilik Yalnızca Hayaleti
Sosyalist güçlerin bu noktadan geriye gidebilmesi gerçekten zor. Belli bir sınıra varıldı ve herhalde bu yüzden olsa ki Moskova kenti bugünlerde belleğini yokluyor. Moskova sokaklarında garip şeyler oluyor. İnsanlar meydanlara dökülüyor, yasaklanmış olmasına karşın komünist sloganlarla gösteriler yapıyor ve bu gösterilerde -pek gariptir- Lenin ve Stalin resimleri taşınıyor. Gerçi Miami'deki üç-beş yüz serserinin gösterisini “Fidel sallantıda” imalarıyla veren burjuva basınımız bunu ya umursamıyor ya da bir gariplik olarak veriyor ama Moskova her şeye karşın yine de bütün bunları yaşıyor.
Üstelik sol kesim sokaklara çıkmakta yalnız kalmıyor. Aynı gün Yeltsin taraftarları da sokaklara dökülüyorlar. Ordu ve polis de "sağ-sol çatışması" çıkmasın diye önlemler alıyor!
Ve bu arada herhalde bizi gururlandırması gereken bir başka şey yaşanıyor: ENKA işçilerinin pankartlarını gazetelerde görüyoruz. ENKA işçileri "Kahrolsun kapitalizm" sloganı ile Moskova sokaklarında solcularla birlikle yürüyorlar.
Bir yerlerde bir terslik var: Yeltsin'den Türkiye'nin eski solcularına kadar bir yığın "akıllı" insan komünizmin çöktüğünü biliyor ve anlıyorlar, yalnızca işçiler kavrayamıyor bu basit gerçeği...
Sebepleri var kuşkusuz. Yavaş yavaş ayakları suya eriyor herkesin. "Serbest piyasa"nın "taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakmak" anlamına geldiği gün geçtikçe anlaşılmaya başlıyor. Moskova açlıktan söz ediyor artık. Fiyatlar yüzde bilmem kaç yüz artıyor, "kapitalizmin nimetleri" fena halde fark ediliyor. Yeltsin'in Amerika'dan yalnızca Dallas çizmeleri ve şapkası değil insanları sefalete ilme yöntemlerini de getirdiği anlaşılıyor.
Yalnızca "eski" Sovyetler Birliği'nde değil, Birleşik Almanya'da da, Polonya'da da işin rengi değişiyor. Batı'yla ilişkinin "cicim ayları" geçiyor, büyük bir hayal kırıklığı her yanı kaplıyor. Ve bu düş kırıklığı gösterilere yol açıyor, öfkeye dönüşüyor.
Ama yine de bu tür gösterilerin çok fazla ümit verici olup olmadığını düşünmek gerekiyor, insanların sosyalizm sloganıyla yürümeleri kuşkusuz güzeldir ama bir yürüyüşü düzenleyenlerin ortaya yeni bir sosyalizm anlayışı koyup koyamadıkları, kitleleri böylece yeni bir dalga halinde kavrama yeteneğinde olup olmadıkları çok önemli bir sorundur. Yalnızca bazı resimlerin taşınması yetmiyor. Gerçekten yeni bir proje ve söylem yoluyla yeni bir ufuk açmak, zayıflayan ateşi canlandırmak gerekiyor.
Bu bakımdan, ne Sovyetler ne de bugün restorasyon yaşayan diğer ülkeler açısından sorunu pek kısa vadeli düşünmek kanımızca pek doğru değil, öyle görünüyor ve anlaşılıyor ki, uzun bir süreç yaşanacak ve ikinci bir dalgayı yakalamak o kadar kolay olmayacak.
Uzun vadede ise durum sosyalistler açısından çok net. Çağımızın sosyalizm çağı olduğunu biliyoruz. Bugünkü durumu kalıcı sayanlar ile yollarımız daha şimdiden ayrı. Herkes kendi yolunda yürüyor. Ve her iki yolun da dönüşü yok.

İnsan Hakları Mücadelesini Daha Da Yükseltelim
Son olaylar bahane edilerek İHD mensuplarına, gazetecilere, demokratik kitle örgütlerine, kısacası tüm insan hakları savunucularına karşı tehditler artmış, bizzat devleti yönetenlerce, insan haklarını savunanlar potansiyel hedef gösterilmiştir. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, en yetkili ağızlarca, hukuk dışı saldırgan odaklar adeta teşvik edilmiş, insan haklarına karşı cihat açılmıştır.
Güvenlik güçleri; ‘Kana kan intikam’, ‘Kahrolsun Komünistler’, ‘Polis düşmanı insan hakları savunucuları’ diye bağırtılmış, gazetecilere, ‘insan hakları savunucusu köpekler’ diye saldırtılmıştır.
Devleti yönetenler; kurtuluştan bu yana, güvenlik güçlerini, resmi görüşe karşı, düşünce-inanç ve örgütlenme özgürlüğüne karşı, bireyin temel hak ve özgürlüklerine karşı, Kürt halklarına karşı şartlandırdılar, kullandılar ve saldırttılar. Yukarıdaki sözler, anlık infialin değil, uzun süreli devlet politikasının doğal neticeleridir.
Devleti yönetenler son olaylarda gösterdikleri duyarlılığın zerresini Mahmutbey’deki, Cihangir’deki, Tuzla’daki, Hasanpaşa’daki ve benzeri operasyon imhalarında, Hüseyin Toraman-Vedat Aydın olaylarında Yücel ÖÖzdem, Necihettin Çoban gibi olaylarda göstermediler. Soruyoruz, Demokratik hukuk devleti standart taşır mı, yaşama hakkı ve diğer temel haklarda çifte standart olur mu? Özal, yaşama hakkını sadece güvenlik güçleri ve egemen sistem yanlıları için savunmaktadır. Karşıtlar içini imhayı, işkenceyi ve devlet terörünü meşru görmektedir. İnsan hakları ihlallerini, işkenceleri, devlet terörü uygulamalarını eleştirmelerini suç olarak ilan etmekte, hedef göstermektedir.
İçişleri Bakanı; “… devlet terörü de yoktur, kontr-gerilla da yoktur” demekte, “yargısız infaz” uygulamalarını savunmakta, yargıca çatışma olduğu saptanmamış olayları peşinen çatışma diye ilan etmekte, hukuk dışı infazlara cesaret vermektedir. Bakan, çareyi “polisin nefesinin ensede olmasında” aramakta, polis sayısını ve süper yetkilileri artırarak konuyu çözeceğini ummaktadır. Başbakan, ‘başka ülkelerde ne yapılıyorsa o yapılacak’ demektedir. Soruyoruz; Hangi ülkede polisin bu kadar yetkisi vardır, hangi ülkede bu kadar sık ‘yargısız infazlar’ olmaktadır, hangi ülkede yargı devreden çıkartılıp, güvenlik güçleri yargı ve infaz organı gibi çalışmaktadır? Hükümetin örnek aldığı ülkelerde Hüseyin Toraman, Vedat Aydın, Yücel Özden olayları yaşanmakta mıdır? Gözaltında işkence ve tecavüz olayları bugün Uluslar arası Af Örgütü raporlarında dahi belgelenmektedir.
Sadece 1991’de 152 şüpheli ölüm varsa, raporlu işkence vakası 1 yılda 1000’e yakınsa, toplatılan gazete sayısı 121’i bulmuşsa buna ‘Devlet terörü’ denmez de nedir?
Karanlık güçler ne istiyor? 1- Mahkemelere iş bırakmamak. Yani ‘yakala ve öldür’ uygulamasını yaygınlaştırmak, 2- Hücre tipi cezaevini gündeme getirmek, 3- Her dört kişiden birisini polis yapmak, 4- Büyük şehirleri açık cezaevleri haline getirmek, insan haklarına aykırı vize uygulamalarını hazırlamak. Bu plan devlet terörü planıdır. Karşıtını da üretir, yaygınlaştırır. Çare bu değildir. Çare Güvenlik Güçlerini Hukuk ve İnsan Hakları Çizgisine Çekmektir. Polis, vazife ve selahiyetleri yasasını değiştirip demokratikleştirmektir. Muhalif herşeyi terör sayan ‘Terörle Mücadele Yasasını’ iptal etmektir. Irkçı-karanlık odakları dağıtmaktır.
İHD her zaman çifte standartsız yaşam hakkını savundu. En haklı protestolarda dahi yaşam hakkının zedelenmemesini savundu. İşkencenin her türlüsüne karşı çıktı. Unutulmamalıdır ki, bugün yaşam hakkı en çok tehlikede olanlar, arkalarında devlet olanlar değil, temel hak ve özgürlüklerin mücadelesini veren toplum katmanlarıdır. Tehditlere rağmen çabalarımızı daha da artıracağız.
İHD İstanbul Şube Başkanı
Av. Ercan Kanar

Bin Kanlı Bilanço
[HEP milletvekili Mahmut Alınak’ın kontr-gerilla cinayetleri için çıkardığı -kuşkusuz eksik olan- listeyi yayınlıyoruz]

21 Mayıs 1991 günü sabaha karşı tarlasına gitmek üzere evinden çıkan Beşir Algan evinin önünde kurşuna dizilerek öldürüldü.
13 Haziran 1991 günü Midyat ilçe merkezinde Ramazan Aslan, kurşuna dizilerek öldürüldü.
22 Haziran 1991 günü Kızıltepe ilçesinde arabasına konan bombanın patlaması sonucu Mehmet Salih Doğan parçalanarak öldü.
28 Haziran 1991 günü Şırnak-Uludere karayolu üzerinde Hilal Belediye Başkanı Yakup Kara, taksi şoförü Mehmet Ürün, Köy Hizmetleri işçisi Ali Benek, elektrik teknisyeni Hamit Kara ve inşaat taşeronu Hüseyin Babat’ın önü maskeli ve komando elbiseli üç kişi tarafından kesilerek arabadan indirilip kurşuna dizildiler.
29 Haziran 1991 günü Şırnak’a bağlı Dağkonak köyünde Mehmet Kılıç ve misafiri kurşuna dizilerek öldürüldü.
30 Haziran 1991 günü Mardin’e bağlı Zak köyü çıkışında açılan yaylım ateşi sonucu Ramazan Durmaz öldürüldü.
1 Temmuz 1991 günü Haziran 1991 günü Doğubeyazıt ilçesinde İsmail Efe ve Hamit Dündar öldürüldü.
5 Temmuz 1991 HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın kendilerini polis olarak tanıtan telsizli ve silahlı kişilerce evinden alınarak öldürüldü.
11 Temmuz 1991 günü, Dargeçit’te SHP ilçe yönetim kurulu üyesi Ömer Kılıç kurşuna dizilerek öldürüldü.
18 Ağustos 1991 günü, Midyat’ın Gülgöze köyünde iki çocuk babası Hayrettin Demir kurşuna dizilerek öldürüldü.
25 Ağustos 1991 günü Midyat’ın Seta köyünde altı çocuk babası Hacı Bereket Acun evinin bahçesinde taranarak öldürüldü.
25 Ağustos 1991 günü İsmail Yiğit, Nusaybin’e bağlı Dere köyündeki evinden dört kişi tarafından alındı ve kafası kesilerek öldürüldü.
15 Eylül 1991 günü Ömerli ilçesine bağlı Çimenli köyünde Abdülmecit Çetinkaya evinden dört kişi tarafından alındı ve biraz ileride kurşuna dizilerek öldürüldü.
18 Eylül 1991 günü İsa Erdinç, Hasan Erdinç ve Zora Erdinç evlerinde uyudukları bir anda kurşuna dizilerek öldürüldü.
23 Eylül 1991 günü İdil’den Nusaybin’e meyve satmaya giden Şemsettin Tek kurşuna dizilerek öldürüldü.
25 Eylül 1991 günü Hazro ilçesinin Kanderhol köyündeki evinden polis tarafından alınan 9 çocuk babası İbrahim Gündem’den bugüne kadar haber alınamadı.
29 Eylül 1991 günü Kızıltepe’nin Akçapınar köyünde Ali Erdem kurşuna dizilerek öldürüldü.
3 Ekim 1991 günü Nusaybin ilçesine bağlı Baverne köyünde Süleyman Aslan ve Mehmet Gültekin ile Aziz Güçlü kurşuna dizilerek öldürüldüler.
19 Ekim 1991 günü Yüksekova’da evinden alınan Hamiti Temel kurşuna dizilerek öldürüldü.
26 Ekim 1991 günü gözaltına alınan Hüseyin Toraman’dan henüz haber alınamadı.
1 Kasım 1991 günü Çalışkan köyü muhtarı Şerif Saruhan ile Cemal Demir Batman otogarında çevik kuvvet karakolunun önünde kurşuna dizilerek öldürüldü.
11 Kasım 1991 günü Dargeçit ilçesinde Bedri Akyurt ilçe merkezinde yemek yediği restoranda kurşunlanarak öldürüldü.
23 Kasım 1991 günü Gaziantep HEP il binasından çıktığı sırada gözaltına alınan üniversite öğrencisi Murat Özsat’ın cesedi yakılmış olarak bulundu.
23 Kasım 1991 günü İsmail Hakkı Kocakaya Diyarbakır Sanayi Sitesi önünde özel plakalı bir oto ile kaçırıldı. Cesedi daha sonra Diyarbakır Siverek karayolu üzerinde kurşuna dizilmiş olarak bulundu.
3 Aralık 1991 günü 6 çocuk babası Süryani asıllı Mikail Bayru, İdil ilçesindeki dükkanında kurşuna dizilerek öldürüldü.
13 Aralık 1991 günü İdil’in Çukurlu köyü karakolu komutanının çağrısı üzerine karakola giden Agit Akibe ve İbrahim Demir’in cesetleri daha sonra karayolu üzerinde bulundu.
18 Aralık 1991 günü Nusaybin’de evinden zorla alınan Hayrettin Çetin evinin yüz metre ötesinde kurşuna dizilerek öldürüldü.
12 Ocak 1992 günü Diyarbakır Eğitim Fakültesi öğrencisi Abdülahmet Çetin evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.
13 Ocak 1992 günü Nusaybin Tapu Sicil Müdürü Adil Bayık evine giderken kurşunlanarak öldürüldü.
18 Ocak 1992 günü Nusaybin HEP yönetitcisi Abdurrahman Böğüt kurşunlanarak öldürüldü.
21 Ocak 1992 günü Malazgirt HEP üyesi Harbi Arman’ın cesedi Devegeçidi yakınlarında bir köprünün altında bulundu.

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92