Devrimci işçi sendikaları konfederasyonun 8.
olağan genel kurulu 18-19 ocak tarihleri arasında
İstanbul'da Cemal Reşit Rey Salonu'nda gerçekleştirildi.
Sönük ve heyecansız geçen kurul sonucunda Kemal
Nebioğlu genel başkanlığa, Süleyman Çelebi ise
yeniden genel sekreterliğe seçildiler.
Bu, DİSK'in 12 Eylül'den sonra yaptığı ilk Genel
Kurul'du. Ve bu açıdan aslında çok önemliydi ya
da önemli olmalıydı. Gerçekten de bütün diğer
olguları, süreçleri gözönüne almayıp, olguya düz
bir hal üzerinden baksaydık daha iyi anlaşılsın
diye şöyle diyelim, örneğin bir Patagonyalı misafir
olsaydık, bu kongrenin —herhalde— çok önemli olması
gerektiğini tasavvur eder ve aynı oranda da düş
kırıklığına uğrardık, çünkü, mantıken, —bir patagonyalı
misafirin gözünden bakmaya devam ediyoruz— şöyle
düşünülebilir: binlerce insanı kapsamış bir devrimci
sendika cunta sonrasında nihayet bir kongre yapma
olanağı buluyor ve öyleyse bu kongre onun kitlelerle
yeniden buluştuğu bir "yeniden doğuş kongresi"
olmalıdır!
Gelgelelim salondaki gerçek bu değil. O kadar
değil ki. “olması gereken” ile “gerçek” arasında
adeta 180 derecelik bir açı var. Sönük cansız
bir topluluk. Geçen oniki yılda "enine genişleme"
eğilimi göstermiş vücutlarıyla “eski tüfek” sendikacı
takımı.. Ve hâlâ-direnen bazı insanlar... Korkunç
bir birikimin patlaması beklenen yerde, sönük
közlerle karşılaşıyorsunuz. Öyle ki manzara "bu
kongrenin niye yapıldığı" sorusunu bile sordurabiliyor
insana.
İşçi sınıfına "elveda" diyen bu mantığı
çoktandır içselleştirmiş sendikacıların konuşmaları
-birkaç istisna dışında— düzenle bütünleşmenin
kaygısını taşıyor. "Çalışma barışı"
denilen ucube kavram yeniden hortlatılıyor...
Ve işte devrimci bir sendikanın kongresi yapılıyor..
Genel Kurul'un ilk gününde alınan bir karar ise
tam bir örnek oluşturuyordu. Bu kararla DİSK'in
parti ve parti fraksiyonlarının üstünde olduğu
kabul ve ilan edilmekteydi, bir yandan geçmişin
şu malum "partiler üstü sendika" kavramı
çağrıştırırken, öte yandan 12 Eylül'ün kurumlatırdığı
depolotizasyona eklenme çağrıştırmaktaydı.
Ve kuşkusuz, bütün kongre boyunca üzerinde en
ciddi konuşulan konu DİSK'in mal varlığıydı...
Bu büyük malvarlığı göz önüne alınınca, kongredeki
yönelim mücadelesinin de gerçekten ilkeler temelinde
mi yürüdüğü sorusu ister istemez zihinlere takılıp
kalıyordu.
Bütün izlenimler toparlandığında, genel olarak
ortaya "artık bu ülkede sendikal mücadelenin
oturulup yeniden düşünülmesi" gereği çıkıyor.
Gerçekten devrimci sendikacılıktan sözediyoruz
tabii, sarının çeşitli tonlarından değil...
Üstelik, bu tartışma kanımızca artık DİSK mi,
TÜRK-İŞ mi sorusunun da ötesinde, başka bir boyutta
yaşanmak zorundadır. Zaten sınıfı düzene yedeklemeye
çalışan bir sendikal anlayış bu ülkede mevcut.
Bu alanda bir boşluk bulunmuyor. Son 40 yıldır
bu alanı TÜRK-İŞ yönetimi yeterince ve gereğince
kaplıyor ve aynı alanda, aynı anlayışta çalışacak
bir DİSK'e pek ihtiyaç bulunmuyor. Daha genel
bir söylemle örneklenerek şöyle söylenebilir.
Nasıl siyasal alanda SHP dururken TBKP türü partilere
ihtiyaç bulunmuyor ise, sendikal alanda da TÜRK-İŞ
yönetimi kendine benzer bir sendikal kurumlaşma
için boşluk yaratmıyor.
Öte yandan ortada gerçek bir boşluk da var. Bu
boşluk, devrimci sendikal mücadele alanındadır.
Savaşçı sendikacılık alanındadır. Kafa yorulması
gereken de, böyle bir yeni sendikal çerçevenin
nasıl yaratılacağıdır.
Bu konuda, DİSK'in geçmişi hiç kuşkusuz bir ders
kitabı gibi önümüzdedir ama işin doğrusu bu geçmiş
de yeni bir sendikal çerçeve için referans değildir.
Herşeyden önce bu geçmiş sorgulanmış bir süreç
değildir bugün. Yöneticilerin 12 Eylül'de toplumsal
muhalefetin diğer kesimleri gibi zulme uğratılmış
olmaları, bu geçmişin olumsuzluklarını bağışlattırmıyor.
Hatta öldürülmüş olmaları da, onların anlayışlarının
eleştirilmesi önünde engel değil.
12 Eylül öncesi DİSK'in reformist sendikacı tipinin
elinde nerelere vardığı biliniyor. Sendikaları
her türden makyavelist operasyonla elde tutmayı
ilke edinmiş, bunun için şiddeti bile kullanan
anlayış anımsanabiliyor henüz. Daha sonraki sosyal
demokrasi operasyonu da hafızamızda duruyor. Öylesi
bir yapı içinde daha devrimci bazı federasyonların
nasıl çıbanbaşı gibi görüldüğü, şatafatı bol olan
DGM-MESS eylemlerinden geriye ne kaldığı... Bunlar
hep önemli sorular...
Daha da ileri giderek DİSK'in 12 Eylül öncesinde
artık belli bir uç noktaya geldiği ve oradan ötede
yenilenme ya da parçalanma sınırlarına yaklaştığı
söylenebilir.
Bu anlamda, bugün geçmişin canlandırılmasından
ötede bir şeyi, yeni bir devrimci sendikal anlayışın
çerçevesini düşünmek, oluşturmak gerekiyor.
Örneğin, sendikal çalışmanın mutlaka yasallıkla
ilgisini kuran mantalite sorgulanmalıdır. Daha
yeni biçimler denenmelidir, baskıya dayanabilen,
baskı koşullarında kitleleri yönlendirebilecek
mekanizmalara sahip, böyle bir esnekliği içeren
biçimler gereklidir. Sendikal alanda çalışan siyasal
parti çalışmasının zorunlu bir unsuru, ama onun
dışında, sınıfın o alandaki onayını, iradesini
tümüyle yansıtan, bileşimi de aynı kitlesellik
tarafından yaratılan, fakat öte yandan yasal olması
da gerekmeyen biçimler dünya pratiğinde örnekleriyle
var.
Yani bugün daha karmaşık bir çalışma biçimine
ihtiyaç bulunuyor. Evet, bilinen sendikacılık
kuşkusuz çok önemli. En canalıcı noktadan, günlük
gereksinmeden hareket ediyor ve kitleselliği sağlıyor.
Dolayısıyla mevcut sendikaların içinde çalışmak,
onları aşağıdan yukarıya bir baskı altına almak
ve koşullara göre bağımsız devrimci sendikalar
kurmak (kuşkusuz altı bos "siyaset sendikaları"
değil) görevlerimiz içindedir. Ama öte yandan
şunun altı çizilmeli. Mevcut sendikal kurumlaşma
kaçınılmaz olarak belli bir yasal çerçeveyi ve
bu çerçevenin de ötesinde kapitalist ücretli çalışma
sistemini en baştan veri alıyor. Bu bir kusur
değil, sendika olgusunun kendi tabiatı böyledir.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz ise, bu mevcut
işleyişin dışında, kendi yasallığını kendisi belirleyen
daha dayanıklı yapıların bir gereksinme olduğudur,
ismi çok önemli değil, "işçi komiteleri"
de denilebilir örneğin, esas sorun bu yapıların
biçimlenmesi ve bilinen sendikal kurumlaşmanın
derininde, çekirdeğinde yer almasıdır. Ki, geçici
değil kalıcı-sürekli bir fonksiyon sağlanabilsin
ve iktidar sonrası kuruluş dönemine dek uzanan
yeni türden işçi organlarının nüveleri böylece
oluşabilsin. Ve yine böylece klasik parti çalışmasının
çevresi kitleyi kapsayabilen çeşitli türden yarı-yasal
çemberlerle kuşatılmış olsun, baskı koşullarında,
mevcut sendikal kurumlaşmaların felce uğraması
halinde bile kitlelerin boşlukta kalmaması sağlanabilsin.
Türkiye'nin DİSK türü bir yeni "hamle"den
çok, böyle bir anlayış değişikliğine ihtiyacı
olduğunu düşünüyoruz, Kongre izlenimleri özetleyen
böyle bir yorum yazısında kuşkusuz derinlemesine
çözümlemeler mümkün değildir. Ama bu ihtiyacı
vurgulamak, en azından bunu yapmak mümkün. Ayrıca
koalisyon sonrası dönemde başlatılan "uzlaşma"
havaları ve sınıfı yatıştırma çabaları sözkonusuyken,
bütün bunlar ayrı bir önem kazanıyor.
Evet, DİSK'in 8. Olağan Genel Kurulu sona ermiş
bulunuyor. Egemen güçler, daha "zararsız"
bir sendikacılık istiyorlar ve görünen o ki bu
istek karşılık buluyor. Demirel'in "demokratik
devrim'(!)inin sık sık selamlanması artık adet
oldu bazı çevrelerde.
Bizim istediğimiz ve derdimiz ise açık: "zararlı"
bir sendikacılık!
Onlar için zararlı - sınıf için yararlı... Ölçümüz
bu işte!
Yolu bulunması gereken ise böyle bir sendikal
anlayıştır...
Belediye iş Kongresi hakkında işçi arkadaşların
ilettiği bildiriyi yayınlıyoruz.
ARKADAŞLAR;
Bundan bir süre önce, Barikat'ın özel sayısında
yaptığımız BİRLİK çağrısında, işçilerin genel
çıkarları için yaratılması gereken çözümleri
koymuştuk. Güçlerimizi birleştirip önümüzdeki
ciddi sorunlara sahip çıkarak geniş katılımlı
toplantılarla ilk adımlarımızı atalım demiştik.
Sorunların muğlak kalmasının sadece işverene
yaradığı açıktır. Hangi nedenle alınmış olursa
olsun, olağanüstü kongre kararının, işçi sınıfının
birliğini pekiştirecek, işçilerin bilincini
yükseltecek yönde geliştirilmesinden ve bunun
içinde koşulsuz ama programlı bir birliğin
zorunluluğundan sözetmiştik.
Ne yazık ki, bu dönemde de işçi sınıfının
çıkarlarının bir tarafa bırakıldığını ve farklı
çıkışlara yönelindiğini gördük. Çeşitli yanlış
yaklaşımlarla, yanlış yöntemlere başvurularak
sendika yönetimine gelmeye çalışmayı ve sorunların
ancak sendika yönetiminde olunduğu zaman çözülebileceği
iddiasını kabul etmiyoruz. Bu bir yanılgıdır.
Bizlerin bugün izlediğimiz yöntemler, yarın
yapacaklarımızın göstergesidir.
Bu şekilde "kazanılmış" (!) bir
Türk-İş yönetiminin, işçilerin sorunlarına
yabancılaşmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı
bellidir. Emeğe yabancılaşmış, bürokratik,
taban inisiyatifi konusunda duyarsız sendikal
çalışmalara şiddetle HAYIR diyoruz.
Önümüzde toplu sözleşme dönemi var. Belediyeler
özelleştiriliyor. İşçi kıyımı tüm hızıyla
yaygınlaştırıldı, İzmir, Yurt-İçi Kargo, Star
Mod, Bab-Deri, Toros Gübre, Tuzla Cam, Beko
Teknik gibi örneklerde görüldüğü gibi işçiler,
yüzleri aşkın rakamlarda topluca kapının önüne
koyuluyor. 60 bin geçici işçi de diken üstünde
işten atılacakları günü bekliyor.
Sorun, eğitimsiz ve kendi kazanılmış haklarını
aramak konusunda çaresiz isçi arkadaşlarımızın,
bizlerin sürece her yönden hazırlanmamız sorunudur.
Eğitimli, örgütlü, programlı bir güç olarak
süreci yenmek zorundayız.
Bu zorunluluğa rağmen bizim alanımızda da
olumsuz gerçekler yaşıyoruz. Düne kadar birbirine
saldıranlar ilkesiz (ama amaçlı) ortaklıklara
yöneldiler. Kafa sayısı hesapları yoğunlaştı.
Siyasal, sınıf sendikacılığı anlayışlarıyla
bağdaşmayan hemşericilik. mezhepçilik, yörecilik
ve kafakol ilişkileri baskın ilişkiler haline
geldi.
Listelerin, birinin tek başına yönetimi alması
halinde programının ne olacağı da bilinmiyor.
Çünkü tartışılan prensipler, anlayışlar ve
programlar olmadı. Sınıf sendikacılığının
gerekleri yerleştirilerek Türk-İş mantığı
aşılabilecek mi?
Bizce HAYIR!
Devlet, sömürü mekanizmasını oluştururken
tüm kurumları ile birlikte oluşturur. Temel
amaç, sınıf mücadelesini engelleyecek şartların
ve örgütlenmelerin yaratılmasıdır. Sarı sendikacılık
da bu kurumlardan biridir. Bu kurumun içinde
yer alarak onunla mücadele etmek bir yöntemdir.
Ama zorluğundan ve risklerinden dolayı, bu
mücadelede çok daha ilkeli ve net olunmak
zorundadır. Aksi halde, bir şube yönetiminin
ele geçirilmesiyle bu kurumun çerçevesini
zorlamak ve sınıf adına birşeyler yapabilmek
imkansızlaşır Geçici kazanımlar, isçilerin
genel birliği ve kendi kendini üreten dinamik
programı olmadığı zaman kaybolur gider. Peki
sorun ne? Bu soğuk havalarda koltuğun sıcak
olması mı?
Şu anki yönetimi İzmir işçilerinin yürüyüşünde
gördük. Yönetime aday olanların tavırlarını
da gördük. Bunlar mı zorlu günlerde işçi sınıfına
önderlik edecekler?
Bu olumsuzlukları İstanbul işçileri de çok
sıcak yaşadılar. Özellikle 2 Nolu şube işçileri.
Bugünkü yönetim sorunlara kulaklarını tıkama
konusunda büyük bir beceriye sahipken ve adaylar
birlik çağrıları karşısında tam bir acze düşüp
nasıl kazanacaklarının hesaplarını yaparken,
sınıf sendikacılığının gerekleri karşısında
nasıl davranacakları çok açık...
işçi sınıfının çıkarlarına gerçekten sahip
çıkacak olanlar, sınıfın yönetimi değil, taban
iradesiyle birlikte olanlardır. Bunu zaman
bir kez daha gösterecek.
Çıkar ilişkilerinin ağırlık kazandığı, mezhepçiliği,
ırkçılığı, yöreciliği, hemşericiliği bağrında
taşıyan bu kongre çalışmalarında yer almayı,
bu ilişkilerin bir parçası olmayı doğru görmüyoruz,
işçileri sınıf bilincinden uzaklaştırıp giderek
siyasi çizgilerden nefret etmeye götürecek
tüm anlayışları eleştiriyoruz. Ve bu kongre
kararını grup anlayışlarına göre yorumlayan
anlayışların tarzlarını reddediyoruz, işçilerin
sorunlarının kongreden çıkacak yönetimle çözümlenemeyeceğini
görüyoruz.
Bu anti-demokratik seçimleri protesto ediyor
ve katılmıyoruz.
YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ!
YAŞASIN İLKELİ, MÜCADELECİ SINIF SENDİKACILIĞI!
YAŞASIN KİTLE İNİSİYATİFİ VE GÜCÜ!
BARİKAT OKURU BELEDİYE İŞÇİLERİ
|
|