A- SÜRECİN GENEL TABLOSU
Osmanlı Devletinin özellikle 18. yüzyıldan itibaren,
yaşam damarları hemen hemen tamamen tıkanmış,
iç çelişkileri onun çözülüşü ve çöküşü yönünden
ağırlaşmaya başlamıştı.
Dünyanın konjoktürcl gelişimi emperyalizmi doğuruyor,
1914'lerde ise mevcut çelişmeler kaçınılmaz çatışmayı
gündeme getiriyordu. Emperyalistler arası I. paylaşım
savaşı sırasında Alman emperyalizmi, kısa bir
süre için de olsa hedeflerinin önemli bir bölümünü
gerçekleştirerek Berlin'den Basra Körfezine dek
uzanan alanda egemenliğini ilan etti. Öte yandan
Rusya ve Polonya'da geniş topraklar ele geçirdi.
Bu gelişmeler, ABD'nin savaşa katılmasında önemli
rol oynamıştır. Nitekim Wilson şöyle diyordu:
"Onların planları Ortadoğu çekirdeği ile
Akdeniz üzerine Asya’nın kalbine Alman askeri
gücünü ve denetimini sağlayacak geniş bir hat
çekmektir. (Almanların fiilen denetimleri alımda
bulunan alan) Hamburg'dan Bağdat'a dek uzanıyor.
Böylece Alman gücü bütün heybetiyle dünyanın kalbine
saplanmıştır."
Dolayısıyla ABD, Almanya karşısında terazinin
diğer kefesine tüm ağırlığını koyma mücadelesine
girdi. Esas ilgi alanları Latin Amerika, Uzakdoğu
ve Avrupa olmasına rağmen gelişmelerden ötürü
ilgi bir süre Ortadoğu'ya kaydı. Ve Ortadoğu,
başını Standart Oil'in çektiği ABD petrol tekelleri
ile, Shell önderliğindeki İngiliz petrol tekellerinin
çatışma alanı oldu. Klasik sömürgeciliğin ‘demode'
yöntemlerine rağbet etmeyen ABD, Birleşmiş Milletler'de
'Manda sistemini' kabul ettirmek yoluyla, Alman
sömürgelerinde, Suriye, Ermenistan, Mezopotamya,
Filistin, Arabistan üzerindeki yeni egemenlik
yöntemlerini onaylattı.
Savaş sırasında petrol tüketiminin büyük ölçüde
artması hükümetlerin gözlerini gelecekle işletebilecekleri
kaynaklara yöneltmişti,Yapılan araştırmaların,
ABD'deki kaynakların en çok 30-35 yıllık bir süre
için tüketimi karşılayabilecek durumda olduğunu
göstermesi nedeniyle, denizaşırı kaynaklar bu
yanıyla da önem kazanmıştı. 1919'da, petrol bulunabilmesi
olası bütün bölgelerdeki konsolosluklara birer
Genelge gönderilerek, buralardaki petrol kaynakları
üzerinde denetim durumunun gelişme umutlarını
ve bu alandaki petrol üretimine ABD'nin müdahale
olanağını bildirmeleri isteniyordu. Böylece Ortadoğu'da,
Fransa ile işbirliği yapan İngiliz Petrol tekelleri
ile ABD tekelleri arasında bir çatışma başlar.
I. Paylaşım savaşını izleyen uluslararası anlaşmaların
başlıca hedefi de Almanların Balkanlar ve Ortadoğu
ile olan doğrudan bağlantısını koparmak olacaktır.
Genç ve güçlü emperyalist ABD, o ölçüde programlarında
başarılı olmak şansına sahipti. Nitekim bütün
çabasına rağmen Alman Emperyalizmi ağır bir yenilgi
aldı. Aynı süreçle 1917 Ekim Devriminin uluslararası
etkisinin de rolü ile Almanya'da Spartakistlerin
mücadelesinin yükseldiğini görüyoruz. Yine aynı
şekilde, proletarya ve müttefiklerinin bu büyük
zaferi, Ortadoğu halklarının sömürgecilik karşısındaki
ulusal kurtuluş mücadelelerine yeni bir soluk,
daha güçlü bir zemin olgunlaşmış, perspektifler
ve en önemlisi olgu haline gelmiş veriler sunacaktır.
Zafere ulaşan Sovyetlerin 3 Aralık 1917 "Rusya
ve Şark'ın Tüm Emekçi müslümanlarına" seslenen
bildirisi emperyalizm ve dünya gericiliğinin bütün
engelleme çalalarına karşın Ortadoğulu yurtseverlerin
büyük özverilerle yükümlülükleri ve el yordamıyla
yollarını tayin ettikleri ulusal kurtuluş savaşlarına
yeni boyutlar getirdi.
Doğulu, İranlı, Türk, Arap ve Hindistanlı müslümanlar
siz hepiniz, kafaları özgürlükleri ve yurtları
ticaret adına yüzyıllardır Avrupa'nın hızlı talanına
peşkeş çekilenler, ülkeleri savaşa başlatan yağmacılar
tarafından paylaşılmak istenilenler... Alaşağı
edilen Çar'ın İstanbul'u zorla işgal etmek için
yaptığı gizli anlaşmaları yırtıyoruz ve açıklıyoruz...
İran'ın paylaşılması konusunda yapılan anlaşmanın
yırtıldığını ve yokedildiğini açıklıyoruz....
Zaman yitirmeyin ve yüzyıllardır ülkenizi sömürenleri
sırtınızdan atın. Artık yurdunuzun bir parça toprağının
bile yağmalanmasına izin vermeyiniz. Kendi ülkenizin
efendisi kendiniz olmalısınız; kendi hayatınızı
kendiniz yapınız ve zenginliklerine uygun biçimde
kendiniz kurmalısınız.. Bunu yapmaya hakkınız
var. Kaderiniz kendi ellerinizdedir."
Büyük Ekim Devrimi'nin muzaffer proletaryasının
çağrısı yanıtsız kalmadı.
Büyük Britanya İmparatorluğunun yüzlerce yıllık
sömürgeciliği, birbiri üzerine yediği tokatlarla
kökünden sarsıldı. İngiltere'nin hammadde deposu
ve geniş pazarı Hindistan'da, Mahatma Gandi önderliğindeki
Hindular ve müslümanlar emperyalizme karşı ayaklandılar.
Sömürgecilerin baskı ve tahakküm yasalarının yetmediği,
terör ve her çeşit fiziksel karşı durmaya çalıştığı
bu isyan esnasında yüzlerce kişinin kurşuna dizildiği
Amritsar Katliamı hala Hindistan halklarının da
olduğu kadar, bütün dünyanın mazlum halklarının
belleklerindedir. Mısır'da da önemli bir direniş,
sözkonusudur. Sait Zaghlul önderliğindeki ulusal
hareket katliamlara zorbalıklara rağmen İngiliz
emperyalizminin genel etkinliğinin kırılmasında
rol oynamayı bilmiştir. Yine bir İngiliz sömürgesi
olan İrlanda'da 1916 Paskalya Ayaklanmasından
sonra, emperyalizmin "böl, parçala, yönet"
politikasına rağmen ulusal kurt ulusçuların bayrağı
açılmıştır, İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve
İrlanda Milliyetçi Örgütü Sinn Fein. İngiliz egemenliğini
zorlamaya başladılar ve IRA bu yolda uzun bir
mücadele başlattı.
Alman emperyalizminin yediği darbeler ise çok
daha etkili idi. Almanya'nın Avrupa cephelerinde
aldığı yenilgiler, Filistin’deki Türk-Alman cephesinin
de parçalanmasına yol açtı. Önce İngilizler, ardından
Fransızlar tarafından aldatılan Araplar, Kudüs'e
girdiler. 1918 sonbaharında Almanlar emperyalizmin
işbirlikçisi Osmanlılar kayıtsız şartsız teslim
oldular.
Emperyalistlerin birbirleriyle yarışarak koştuğu
Ortadoğu'da halkların başkaldırıları da, sömürgeciler
tarafından bir diğerlerini altmede kendi çıkarlarına
paralel kılma materyali haline getirilmeye çalışıldı.
Bu amaçla İngiltere ve Fransa, Arapları Almanlarla
karşı karşıya getirirken, kendi aralarında da
ödünleşiyorlardı. İngiltere, bir yanda, Avrupa'da
Fransa'ya belli ödünler veriyor, bir yandan da
Arap Şeyhlerinden işbirlikçiler tesis ederek Ortadoğu'da
Almanlara karşı durumunu güçlendirmeye çalışıyordu.
Ne var ki bu çabaları olgunlaşamadı.
Savaşla birlikle çelişkilerin çözüm platformu
da değişmişti. Bazı nüfuz alanlarındaki çıkar
çatışmalarına rağmen, Alman saldırganlığının hızlı
ve baş döndürücü gelişimi karşısında endişeye
kapılan İngiliz ve Fransız sömürgecileri kolkola
girmişlerdi. Ortadoğu'nun paylaşımı konusunda
uzlaşan bu iki emperyalist güç, söz konusu durumu
Sykes Picot anlaşmasıyla somutlaştırmışlardır.
Ortadoğu'nun İngiltere için anlamı, iki önemli
boyut taşıyordu. Birincisi, Asya'daki sömürgelere
uzanmak; ikincisi, petrol yatakları... Ve Sykcs
Picot Anlaşması uyarınca; Hicaz, Basra, Körfez
ülkeleri, Gazze, Beyrut, Akdeniz sahillerine uzanan
İngiltere, Mısır'a da egemen olduğundan, Doğu
ve Hint yollarının denetimini eline geçirdi, İngiliz
emperyalizminin Mısır'daki etkinliğinin devamı
olmak üzere, Akdeniz kıyı şeridinde güçlü bir
tampon bölgeye ihtiyaç duyması ise, Siyonizm’in
yönlendiriciliğinin el değiştirmesine neden olmuştur.
O sürece kadar Alman Emperyalizminin denetimindeki
Siyonist hareket şimdi İngiltere güdümündedir.
Teodor Herz'in rüyası gerçekleşmek üzeredir. Filistin
halkının vatansızlaştırılması, katliamlarla başlayan
ve Ortadoğu'da ABD jandarması İsrail devletinin
oluşturulmasıyla tırmandırılacak süreç, İngiliz
emperyalizminin o yıllardaki talan politikasıyla
karakterini belirlemiştir. Ne yazık ki bir politikanın
aleti sadece Siyonizm olmamış, bölgedeki Arap
halkları da kışkırtılarak zaman zaman İngiliz
çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Balfour
Deklarasyonu (31 Aralık I9I8), ABD Emperyalizmi
tarafından da onaylanarak İsrail'in Filistin topraklarında
yerleştirilmesi resmileştirildi. Ardından İngiliz
çıkarlarının temsilciliğine gönüllü yazılan Faysal,
siyonist lider Weizmann ile anlaşma imzalayarak,
Filistin’deki siyonist varlığın meşrulaştırılmasında
aktif rol oynar.
I. Paylaşım savaşından yenik çıkan Almanya, büyük
bir çalkantı içindeki Ortadoğu'dan “siyasal danışmanlarını
ve kültür taşıyıcılarını” da çekmek zorunda kaldı.
Ancak bu durum, Ortadoğu halklarının Alman militarizminin
ve emperyalizmin tehditlerinden bütünüyle kurtulması
anlamına gelmiyordu. Birtakım monarşiler yerlerini
cumhuriyetlere bırakmışlarsa da tekellerin egemenliği
esasında bir dönüşüm olmamıştı. Deutche Bank'ın
Ortadoğu planları bu kez ilk sosyalist ülkeye
yönelik olarak; Fransız, İngiliz, ABD saldırganlık
politikalarıyla sürdü.
Paylaşım savaşının başladığı I9l4'te, İngiliz
Parlamentosunda, dönemin başbakanı Arguit şöyle
konuşuyordu; "Osmanlı devleti kılıcını çekmiştir
ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır. Türk İmparatorluğu
savaşa girmekle intihar etmiştir." Sir Adam
Blach'de savaşın başladığı yıl İstanbul'u terkederken
şu görüşü savunur: "Eğer Almanya kazanırsa
siz de kazanırsınız ve Alman sömürgesi olacaksınız,
eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz."
Ne var ki, bu ideologlar yanılmaktadır. Çünkü
açık işgaller ezilen ulus milliyetçiliğine yön
verecek, onu bizzat geliştirip besleyecek ve emperyalistler
arası savaşlar, ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını
hızlandıracaktır. Materyalistlerin öteden heri
gördüğü ve saptadığı bu gerçekleri burjuvazinin
de anlaması için ancak sözkonusu durumu dünya
somutunda bizzat yaşamaları gerekiyordu.
İngiltere'nin durumuna gelince; o sürece kadar
Osmanlı komprador burjuvazisi aracılığıyla tek
bir pazarı sömürmek imparatorluğu bir an önce
parçalamak gayretindeki Çarlık Rusyası'na karşı,
bu çıkarı paralelinde denge kurmak durumunda olan
İngiltere, şimdi tavır değiştiriyordu. Çünkü Alman
Emperyalizminin sahnede büyük bir aktivasyonla
yer alması güçler dengesini değiştirmişti. Ve
1907 yılında İngiltere bu kez Rusya ve Fransa
yanında saf tutarak üçlü ittifaka katıldı. Ortadoğu'da
artan Alman nüfuzu karşısında diğer emperyalistlerin
duydukları endişe bir bütün olarak egemenliklerini
devam ettirebilme şanslarının kalmamasını görerek
bölgeyi olabildiğince parçalayıp yönetme seçeneğine
yönelmeleri, Osmanlı Devletinin sözkonusu emperyalistlerce
hep birlikte işgal edilmesini doğuran etmenlerdi.
19.yy'da (1838) resmen Avrupa kapitalizminin açık
pazarı haline gelen imparatorluk, şimdi fiilen
teslim olmaktaydı. Mondros Mütakeresi bu teslimiyetin
resmi belgesinden başka birşey değildi. Anlaşma
uyarınca Türk Orduları silahlarını bırakarak terhis
edildi. Sadece iç güvenliği sağIayacak küçük birlikler
silah altında kalacaktı. (Madde 9) Anlaşmanın
7. maddesine göre savaşı kazanan emperyalist ülkelerin
"güvenliği tehdit edildiği zaman ülkenin
stratejik yerlerinin işgali de yasallaşır."
Ayrıca yine bu devletlerce belirlenen "6
Ermeni ilinde" ('Sivas, Erzurum, Van, Bitlis,
Diyarbakır, Elazığ) karışıklık çıkarsa, işgal
hakkı emperyalistlere verilmişti.
Emperyalistlerin diledikleri zamanlarda dilediklerince
kullanabilecekleri bu teslimiyet belgesinden ‘resmi
biçimde' yola çıkarak, ülkenin bütün zenginliklerini
ve olanaklarını denetlemeyi açık işgalle sürdürmeyi
seçtikleri bu süreçle, bazı yöneticiler de ülkeyi
kurtardıklarının propagandasını yapmaya soyundular.
Ülkeyi kurtarmaktan emperyalistler arası bir tercih
yapmayı anlayan bu çevre, bir dizi gizli anlaşmayla
açık işgalin yaygınlaşmasında gönüllü hizmet verdiler.
İngiltere'nin savaştan galip çıkmasına rağmen
çeşitli açılardan bir hayli zayıflamış olması
dolayısıyla açık işgaldeki bizatihi rolünün sınırlı
tutulması ve Yunanistan gibi diğer bağımlı ülke
ordularını kullanarak işgale değişik ve dolaylı
bir boyut vermeleri direniş hareketlerinde ve
mücadelenin kazanılmasında etkili olmuştur.
Savaş yıllarında İngiliz emperyalizmi cephesinden
görünüm nasıldı? Büyük devletlerden Rusya, iç
savaş halinde idi. Ege ve İran körfezinden Asya
ve Pasifik'e kadar uzanan alan üzerinde Rus baskısı
arlık söz konusu değildi. Alman sömürge imparatorluğu
çözülmüş, Afrika'daki stratejik açıdan önemli
Almanya elindeki topraklar, İngiltere'nin eline
geçmişti. Fransa, kıta Avrupa'sında üstün durumdaydı.
Akdeniz bölgesinde zayıf İtalya’nın İngiltere'ye
ihtiyacı devam ediyordu. Rus ve Türk gücünün yıkılmasının
boğazlar bölgesinde doğurduğu boşluğu doldurmak
için Lloyd Geoge, Yunanlıların İzmir'i işgalini
teşvik elti. (İzmir daha önce Fransa, İngiltere,
Çarlık Rusya ve İtalya arasında yapılan anlaşma
gereği İtalyanlara verilecekti) Rusya'daki Devrim
sonucu Sovyet hükümeti tüm anlaşmaları iptal edince,
İngiltere de İzmir'in İtalyanlara bırakılmasını
istemiş oldu. İngiltere İtalya'yı Yunanistan gibi
denetleyemeyeceğini düşünüyordu. İtalya'nın aradaki
çelişkiler nedeniyle Paris Konferansını terketmesini
değerlendiren İngiltere, İzmir'in Yunanlılara
bırakılmasını onaylattı. Daha sonra konferansa
katılan İtalya için iş işten gelmişti. Bu nedenle
İtalya, işgal ettiği bölgelerde daha yumuşak davrandığı
gibi, Ankara hükümetine de zaman zaman -doğru
yanlış- emperyalist cepheye ilişkin bilgiler veriyordu.
Böylelikle Ege'nin hem Avrupa hem de Asya kıyıları
emin bir şekilde Yunanistan'ın eline bırakılırken,
Hindistan'a Akdeniz'den kestirme ulaşım yolu kapanmamış
oluyordu. Uzakdoğu'da, Amerika ve Japonya arasındaki
sürtüşme Japonya'nın İngiltere ile ilişkilerini
koruyacağını gösteriyordu. Ancak Amerika'nın deniz
silahlanmasına hız vermiş olması, İngiltere'nin
denizdeki üstünlüğünü tehdit eder nitelikteydi.
Bütün bunlar çerçevesinde Mondros Mütarekesi ertesinde
İngiltere şunu kavramıştı ki; diğer emperyalistlere
oranla daha güçlü durumda olmasına rağmen Türkiye'ye
asker çıkararak uzun süre tutabilecek durumda
değildi. İngiltere'yi direkt askeri müdahaleden
alıkoyan, ekonomik olguların yanı sıra, yüzbinlerin
eylemleriyle somutlaşan ve her gün giderek yaygınlaşan
kitlesel savaş aleyhtarlığı idi. İngiliz işçi
sınıfı ve halkı her fırsatta İngiltere'nin savaşı
durdurmasını istiyordu. Bütün bunlar savaşın başından
beri parçalama, kışkırtma taktiklerinin kullanılmasına
neden oldu. 5 Kasım 1914'de Osmanlı Devletine
savaş İlan etmeden önce 3 Kasım'da Kuweyt'i "İngiltere'nin
himayesinde bağımsız, bir devlet olarak” tanıdı.
5 Kasım'da Kıbrıs'ı ilhak ettiğini, 18-19 Aralık'a
Mısır üzerinde himaye kurduğunu açıkladı. Daha
sonra, 30 Nisan 1915'de Yemen'in kuzeyindeki Sahra
topraklarının Şeyhi İdris-i Seyyid'lc, 25 Aralık'ta
Suudi Şeyhi İbni Suud'Ia, 3 Kasım 1916'da Katar
Şeyhi ile anlaşmalar yaptı. Osmanlı Devleti 23
Kasım 1914'de "Kutsal Savaş," ilan ederek
din unsurunu İngiltere'ye karşı kullanmak istediyse
de Mezopotamya'nın petrol yönünden önemi nedeniyle
Araplarla sürekli ilgilenmiş olan İngiltere onları
ustalıkla Osmanlılara karşı ayaklandırdı.
Rusların bağlantılarını kesmek amacıyla Çanakkale'ye
çıkarma yapmayı amaçlayan İngilizler, Yunanistan'a
baskı yapıyordu. Yunanistan'ın tedirginliğini
kırmak için 11 Ocak l915'te bu ülkeye İzmir Bölgesi
ile Kıbrıs ve Ege Adaları vaat edildi. Sovyet
devriminden sonra ise Batı kapitalizmi ve İngiltere
açısından durum oklukça endişe verici bir grafik
çizmeye başladı. Bir yandan Boğazların denetimini
kaptırmak istemeyen İngiltere, diğer yandan da
gerek öteki emperyalistlerin gerek Sovyetlerin
tepkisini toplamak istemiyordu. Çünkü yeni bir
savaş için ekonomik, sosyal ve askeri açıdan elverişli
koşullara sahip değildi. O halde boğazları dolaylı
bir biçimde denetlemeye çalışmalıydı...
Ayrıca, Ekim devriminden de Rusya'ya yapılan müdahalenin
yanlışlığı konusunda dersini alan İngiliz emperyalizmi,
Türkleri dize getirmek için İngiliz askerlerini
Türkiye'ye yollamayı bu yönden de istemiyordu.
Ve çözüm olarak, "Büyük Yunanistan"
ideali peşinde koşan Venizelos kullanılacaktı.
İşte, günümüzde yeni-sömürgeciliğin "bölgesel
savaş" kışkırtıcılığı ve dolaylı işgal taktiklerinin
önemli olguları, I. Paylaşım Savaşı’nın bu çelişme,
çatışma ve “çözüm”lerinde yatar…
Anadolu topraklarındaki açık işgalle, Anadolu
direniş hareketinin de nesnel koşulları doğmuştu.
B) ANADOLU DİRENİŞ HAREKETİNİN VE “KEMALİZM”İN
TANIMI
Anadolu direniş hareketinin ve Kemalizm'in çözümlenmesine
geçmeden önce bu konudaki genel saptama noktalarını
koyalım:
"I- 1919 Anadolu Harekatı, asker-sivil aydınlardan
oluşan politik askeri kadrolar önderliğinde burjuva
program etrafında, burjuvazi-feodalizme temeli
üzerinde yükselmiş ve zafere erişmiştir. Bir başka
anlatımla burjuva ideolojisi önderliğinde kapitalist
karakterde bir harekettir.
2- Anadolu hareketi emperyalist açık işgale karşı
siyasal bağımsızlığı hedefleyerek, anti-emperyalist
içerik taşımakla birlikte, sınıf karakterinin
kaçınılmaz sonucu olarak emperyalizme karşı kararlı
ve radikal tavır takınamayarak emperyalist ekonomik
etkinliklere karşı tavır alamamış, imtiyaz ve
teşvikleri sürdürmüştür. Tek parti yönetimi süresince
emperyalizm ile ekonomik ve siyasal ilişkiler,
özellikle 1930'lu yıllarda giderek yoğunlaşmış,
2. Paylaşım Savaşı sonucunda Anadolu Harekatına
önderlik yapan aynı kadroların önderliğinde Türkiye,
emperyalizmin boyunduruğuna, tamamen sokulmuştur.
3- Üst yapıda feodal kurumlara ve ideolojiye tavır
alınmakla birlikte alt yapıda feodal etkinliklere
tavır alınamamıştır.
4- Kurulan T.C Devleti burjuva karakterde, inisiyatif
burjuvazide olmak üzere burjuvazi, feodalite ittifakının
siyasal mekanizmasıdır.
5- "Kemalizm", feodal siyasi mekanizmayı
yıkması, feodal ideolojiye karşı tavır takınması
ve göreceli olarak kapitalizmi geliştirici yönleriyle
"ilerici" özellikler gösterirken, "Güneş
Dil Teorisi", " Türk Tarih Tezi"
ve Kürt ulusu üzerinde jenoside kadar uzanan asimilasyon
politikası ile şovenist ve gerici özelliklere
sahiptir.
6- "Kemalizm" bir ideoloji değildir.
Yerli burjuvazi bir dönem 1930'lu yıllarda "
Kemalizm"i bir ideoloji olarak geliştirmeye
çalışmış olmakla birlikte, Kemalizm'in ulaştığı
tarihsel evre ve bu anlamda yerli burjuvazinin
gelişim dinamiği buna olanak tanımaktan uzak kalmıştır,
"Kemalizm" kendi içinde oturmuş bir
sistematiğe sahip olmayan, herkesin istediği şekilde
yorumladığı ve sistemin tıkandığı noktalarda esasta
yerli oligarşinin egemenliğini meşrulaştırmak
için ve kitleleri bir İdeoloji etrafında toparlamak
amacıyla zorla bir ideoloji gibi sunulmaya çalışılmaktadır.
7- “Kemalizm”in Türkiye solu içinde rağbet görmesi,
60 darbesinden sonra, bu darbenin getirdiği “nisbi
demokratik ortamın” sınıfsal bir analizden geçirilmeyip
yanlış değerlendirmesinin sonucudur. Ve “Kemalizm”in
“ilerici” yönleri aşırı abartılmış ve hatta çeşitli
çevrelerce “sosyalist” bile ilan edilmiştir.
8- Yukarıda sıraladığımız niteliklerden dolayı
“Kemalizm” anti-oligarşik, anti-emperyalist devrimde
dolaysız ittifaklar içinde değerlendirilemez.
(MLSPB III. Olağanüstü Konferans Kararlarından)
C- ANADOLU HAREKETİ SÜRECİNDE SINIFSAL DURUM
Paylaşım savaşı sonrası, imparatorluğun emperyalistlerin
açık işgaliyle karşı karşıya kaldığı evrede, ülkemizde
nicel ve nitel olarak güçlü, içinde bulunduğu
üretim ilişkileri temelinde yapısallaşmış, karakterini
bulmuş bir işçi sınıfından sözedebilmek mümkün
değildir. Bu konuda rakamlara başvurduğumuzda,
1923 yılında 33.058 işletmede ancak 76.216 işçinin
çalıştığını görüyoruz. Durumun bir ifadesi, işletme
başına ancak 2-3 kişinin düşmesi demektir ki,
sınıfın konumlanışına ilişkin olarak birçok şey
anlatmaya yeterlidir. Bu işyerlerinde, genel olarak
el sanatlarından öte bir işlev söz konusu değildir.
Bütün bu veriler ışığında, işçilerin örgütlenmesinin
gündeme gelmesi henüz ufukta görünmüyordu. Üstelik
işletmeler, emperyalizmin işgali altındaki İstanbul,
İzmir gibi illerde yoğunlaşmıştı. Bu durum ise
işçileri, fiili olarak mücadelenin içinde olmamalarına
rağmen köylülüğe oranla daha politik ve işgale
daha duyarlı kılıyordu. O dönem için, henüz yeterli
bir tavra dönüşmese de emperyalizme karşı mücadele
gerekliliğinin fikir olarak olgunlaştığı söylenebilir.
Bu dönemde beliren sol oluşumlar, dünyadaki iki
hareketten etkilenmişlerdi. Birincisi ve elbette
en önemlisi Rus Bolşevik Hareketi; ikincisi ise,
Alman Spartakistleridir. Bu hareketlerin etkileriyle
1919 yılında "Osmanlı Mesai (Emek) Fırkası"
kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun son Meclis-i
Mebusan seçimlerine katılan bu parti, İstanbul'dan
bir de milletvekili çıkarmıştır. Emperyalizmin
işgali altındaki bölgelerde, özellikle de İstanbul'da
gösteriler düzenlemiş, grevler yapmıştır. 1919-23
yılları arasında İstanbul işçileri kurtuluş mücadelesini
her yönden desteklerken. Tünel, Şirkei-i Hayriye.
Haliç-i Seyrü Selain, Şimendifer, Havagazı gibi
emperyalistlerin denetimindeki belli başlı işletmelerdeki
grevlerde, ücret artırımının yanı sıra, 8 saatlik
işgünü, gece çalışmalarında çift ücret, sağlık
hizmetleri, kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarının
düzeltilmesi ve parasız eğitim sağlanması gibi
taleplerde de bulunmuşlardır. Ne var ki, bunların
hiçbiri işçi sınıfının kurtuluş savaşına önderlik
edebilecek durumda olmasının verileri değildi.
Genel olarak İstanbul emekçileri çerçevesinde
kalan bu işçi hareketleri, Anadolu hareketine
düşünce ve eylem planında fazlaca yansımadı.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve yıllardır
en acımasız, sömürü koşullarının cenderesi içinde
olan köylüler ise, Balkan Savaşından beri ardarda
girilen savaşların -asker deposu olarak- tam anlamıyla
içindeydiler. Bu savaşların daimi insan malzemesi
olan Anadolu köylüsü, savaşların kendi yaşamlarına
yönelik en ulak bir düzelme ışığı vermediğini,
tanı tersine açlık, sefalet, sömürü ve salgın
hastalık getirdiğini görmüşler ve savaşa karşı
soylu bir tepki içine girmişlerdi. Aynı nedenle,
daha Birinci Paylaşım Savaşı'nın son dönemlerinde
bile köy kökenli askerlerin 'asker kaçaklığı'
yaygın bir olgu durumuna gelmişti.
Bu şekilde yasa dışı konuma düşen söz konusu insanlar
yaşamlarını sürdürme yolunu ‘eşkıyalık'ta buluyorlardı.
Asker kaçağı eşkıyalar genellikle zengin, fakir
veya müslüman, gayri -müslüm ayrımı yapmadan,
bulundukları bölgelerde gerçekleştirdikleri soygunlarla
Anadolu'da gözardı edilmeyecek bir gerçeklik haline
gelmişlerdi. Ne var ki bu insanların eylemlerinin
kurulu düzene yönelik bir içeriği olmadığı için
(varlıklılar üzerinde yoğunlaşan baskıları, zenginden
alıp fakire dağılma tavırları olsa dahi) çoğu
kez bulundukları yerlerdeki aşiretlerin denetimine
giriyor ve onların vurucu gücü haline geliyorlardı.
Daha sonra ise bu eşkıya köylüler Kuva-i Milliye
içinde ve onun örgütlenmesinde önemli roller oynayacaklar,
savaşın önemli gücünü oluşturacaklardır.
Osmanlı ülkesinde, toplum yapısının özelliklerinden
dolayı "ceberrut devlet", "yıkılmaz
devlet" psikolojisinin en köklü olduğu kesim
olan köylüler, bulundukları koşullar ne denli
olumsuz olursa olsun, bu koşulların kaynağının
devlet olduğunu en azından yerel otoriteler düzeyinde
görerek bilseler de ona karşı durulabileceği yolunda
bir düzünce somutluğuna varamıyor, dolayısıyla
bu temelde bir tavır içine de giremiyorlardı.
Yine aynı yapısal özelliklerin bir sonucu olarak
klasik feodal toplumlara özgü köylü isyanları
yaşamamış olan Osmanlı köylüsü, politik bir pasiflik
içindeydi. Birinci Paylaşım Savaşı yıllarında
gündeme gelen yeni güçlük ve baskılarla sıkıntısı
ağırlaşan köylülüğün aynı dönemlerde bazı tavır
alışlarına uygun koşullar yaratabilecek otorite
boşluğu da söz konusu olmadığından dolayı-politik
pasifliğinin kırılabilmesinin çıkış yolu yine
oluşmamıştır. Ayrıca eşrafa ekonomik, politik
planda büyük ölçüde bağımlı oluşu da bu durumu
pekiştiren önemli bir faktördür.
Emperyalizmin ülkemizdeki doğrudan ya da dolaylı
organları, hem Hıristiyan hem de Müslüman Osmanlı
yurttaşlarınca oluşturuluyordu. Ve gerek uluslararası
pazara yönelik büyük tarım işletmelerinin mülk
sahiplerinin gerekse hem devlet hem de Osmanlı
Bankası ya da Düyun-u Umumiye gibi emperyalizm
tarafından yaratılan kurumların görevlilerinin
köylülerle doğrudan ilişkisinde otorite somutlaşıyordu.
Bütün bu faktörler de, tarımda dolaysız emperyalist
denetim olgusunu ifade ettiklerinden dolayı, sömürge
koşullarının geleneksel köylü isyanlarının önüne
dikiliyordu.
Sonuç olarak, büyük politik pasiflik içinde bulunan
köylülüğün, ülke koşulları ve bu koşullardaki
sınıfsal konumlamamdan ötürü, başlangıçta Ermeni
sorunundaki tutumları sonra Yunan işgalinin olduğu
bölgelerde savaşa girmeleri, eşrafın yönlendirme
ve denetiminde gündeme gelmiştir. Meclisin açılmasından
sonra ise köylülük, ancak çeşitli yasalarla savaşa
sokulmaya çalışılmıştır. Köylülüğün savaş katılımını
sağlamak için çıkarılan yasalardan biri ‘Baltalık
Kanunu'dur. Bu kanun yeni meclisin hemen hemen
ilk yasalarından biridir. Her orman köylüsüne
iki hektar ormanın mülk olarak verilmesini kayıt
altına alır. Orman köylüsünün savaşa katılımını
sağlamak için çıkarılan bu yasanın uygulaması
Anadolu Harekatı'nın bitimi ve Lozan Barış Antlaşması
sonrası durdurulmuş, 1924 yılından itibaren ise
ormanlar yerli ve yabancı sermayeye devredilmiştir.
Ancak, özel sermayenin ormanları telef etmesi
sürecinden sonra 1937 yılında da ormanlar devlete
devredilir. Yine aynı yıl çıkarılan bir yasayla
da, köylüler 50 hektar büyüklüğündeki alanları
‘mükellefiyet'le ağaçlandırmaya zorunlu kılınmıştır.
Köylüyü savaşa sokmak için bir yandan orman verilirken,
diğer yandan istiklal Mahkemeleri uygulamaları
ve Zorunlu Askerlik Yasaları gündeme getirilmiştir.
Son çözümlemede köylü kitlelerinin örgütsüzlüğünde
somutlaşan ve Osmanlı imparatorluk düzeneğinin
özelliklerince yüzyıllar boyu gerçek atalet çemberinde
biçimlendirilen Anadolu köylüsünün, elbetteki
savaşa sınıfsal durumuna uygun isyanlar temelinde
katılması veya savaşın önderlik yükünü paylaşması
söz konusu olamazdı. Sömürülen sınıflarla, anti-emperyalist
mücadele arasındaki nesnel ve evrensel bağa rağmen,
o koşullardaki işçi ve köylülerin konumları böyle
bir mücadeleye önderlik etmelerine elverişli değildi.
Osmanlı imparatorluğunun merkezi feodal yapısının
daha önceki evrelerinde şekillenen özelliklerinden
dolayı, ülkede emperyalist sömürüye ve emperyalizmin
açık işgaline tavır alabilecek bir ulusal burjuvazi
de gelişmemiştir. Emperyalistler ülke üzerindeki
sömürülerini, Rum, Ermeni, Levanten denilen azınlıklar
tarafından yürütüyordu. Özellikle ticaret alanında
belli bir sermaye birikimi sağlayan bu emperyalist
burjuvazi, açık işgali tamamen destekliyordu.
Türk-Müslüman burjuvazisi ise son derece cılızdı.
Alman emperyalizminin, Osmanlı imparatorluğu üzerindeki
hesapları yerli burjuvazinin ulusal burjuva yaratma
girişimleriyle çakışmış ve bu durum savaşın özgün
ortamını belli ölçülerde de olsa etkilemişti.
Özellikle spekülatif kazançlı bir müslüman-Türk
burjuvazisinin İstanbul'da yoğunlaştığı görülüyor.
1922 yılında İstanbul'da dış ticaret işletmelerinin
%4'ü, taşımacı firmaların %3'ü, toptancı firmaların
%15'i ve perakendeci mağazaların ise %25'i bu
kesimin elindeydi. Kuşkusuz, bu Müslüman-Türk
burjuva kesiminin emperyalist sömürüye ve onun
işgaline tavır almasını beklemek gerekmiyordu.
Nitekim açık işgalin kapıyı çaldığı koşullarda
İngiliz yanlısı "Hürriyet ve itilaf Partisi"ne
girerek, emperyalizmle uzlaşmakta gereken gayreti
gösterdiler. İttihat ve Terakki'nin 4 yıllık politikasından
memnun olmayan ve çelişki içinde olan Anadolu'da
eşraf diye adlandırılan kesim içinde yer alan
Anadolu ticaret burjuvazisi ile çelişkileri sürdü
ve Anadolu Harekatı'nı desteklemeyerek dışında
kaldılar. Bu kesim, Anadolu hareketinin başarıya
ulaşacağını anladığı andan itibaren ise İstanbul'da
hızla harekete geçerek yarı-müslüm komprador burjuvazisinin
konumunu devralmak için örgütlenmeye başlamıştır.
Türk ticaret burjuvazisi 1922 yılında Milli Türk
Ticaret Birliği'ni kurarak emperyalist sömürüde
aracı olarak yer almak istediğini duyurur. Bu
birliğin kuruluş amacı, kuruculardan Ahmet Hamdi
Başar'ın açıklamasına göre, Batı sermayesinin
işbirlikçisi gayri-müslümlerin tasfiyelerinden
doğacak "ticari boşluğun süratle Türk ticaretinin
doldurmasını sağlamak... Bunun için Avrupa ve
Amerika'nın büyük ticaret müesseseleri ile doğrudan
temaslar kurulmasına (çalışmak); onlara Türk olmayan
temsilciler yerine Türk işadamları tavsiye etmek"
idi.
İstanbul ticaret burjuvazisinin bu politikaları,
Anadolu harekelini yöneten kadroların politikasıyla
çatışmıyordu. Tersine tam bir uyum içindeydi.
Dolayısıyla savaşın dışında kalmış olan İstanbul
burjuvazisinin Anadolu Hükümeti ile anlaşması
zor olmamıştır. Ankara Hükümeti ile anlaştıktan
ve onların onayını aldıktan sonra İstanbul Ticaret
Odası'nı ele geçirmeye yöneldiler. Diğer taraftan
da Anadolu hareketinin önderleriyle ilişkilerini
geliştirmek ve öylelikle konumlarını güçlendirmek
uğraşı içine girdiler. 1923 Ocak ayında İstanbul'da
bir Dış Ticaret Kongresi hazırlığı başlatmışlarsa
da Ankara Hükümeti bu kongreyi gerçekleştirmemelerini
isteyerek İzmir'de geniş çaplı bir iktisat kongresi
toplanacağım belirtir. 17 Şubat 1923'de toplanan
İzmir iktisat Kongresi'nin hazırlıklı, etkili
grubu cihetteki İstanbul ticaret burjuvazisidir.
Öylelikle Anadolu hareketinin dışında kalan bu
kesim hiç zaman geçirmeksizin toprak ağaları ve
Anadolu burjuvazisi ile gereken anlaşma ve uzlaşmaları
gündeme sokarak yeni devletin sınıfsal İktidar
temelini oluşturur.
Eşrafın durumuna gelince; farklı sosyo-ekonomik
oluşumlarının özelliklerini taşıyan bir kategoridir.
Ama egemenlik, toprağa bağlı yapısını sürdürdükçe,
en önemli unsur da toprağa bağlı aşiret beyleri,
yarı-feodal ağalar ya da kapitalist tarım üretiminde
büyük mülk sahipleri olmayı sürdürür. Bunlara,
tarım alanındaki üretimle Osmanlı ya da hıristiyan
burjuvazisi arasındaki aracıları Anadolu burjuvazisini
de eklemek gerekir. Bu kesim, az oranda ticari
ve mali sermayeye, fakat herşeyden önce büyük
tarım makinelerinin toprağa dayalı sermayesine
dayandığından dolayı, henüz ilkel bir nitelik
arzetmekteydi.
Ayrıca tefeci tüccar ve özellikle Ege'deki kapitalist
çiftliklere dayanan oluşum halindeki burjuva sınıfı,
emperyalizme ve onun ülkedeki uzantısı olan komprador
bürokrasiyle çelişki içindeydi. Emperyalizmin
esas işbirlikçileri, Rum, Ermeni, Levanten kesim
olduğu için Anadolu burjuvazisi sömürüden yeterince
pay alamıyordu. Bürokrasinin ise merkeziyetçiliğinden
ve aşırı müdahaleciliğinden yakınmakta idiler.
Ayrıca son 4 yıllık dönemde İttihat Terakki'nin
yaratma ve geliştirme politikasıyla İstanbul ticaret
kesimini desteklemesi, bu kesimin İttihat Terakki'ye
tavır almasını getirmişti. Çelişkilerin kaynağı,
emperyalist sömürüde aracılık rolünü üstlenmek
arzularıydı. Ve elbette bu kesimden de burjuva
demokratik devrim için bir tavır beklemek sözkonusu
değildi.
Bir bütün olarak feodal niteliklerin ağırlığını
taşıyan eşrafın dolaysız olarak emperyalist işgale
karşı duruşundan sözedemeyiz. İşbirliği arzusundaki
Türk-müslüman eşraf için emperyalist devletlerin
doğrudan varlığı, yalnızca onun işlerini kolaylaştıracak
bir durumdu. Feodalizmin özelliklerinin ağır bastığı
bir ülkede en verimli sömürü, emperyalizme bağımlı,
toprağa ve ticarete dayalı burjuvazi aracılığıyla
gerçekleştirilir. Çünkü yabancı sermaye doğrudan
doğruya sınırlı sayıda toprak sahibiyle işbirliği
yapma olanağı bulur, yaygın mülk sahibi olarak
köylüler topluluğunun olması durumunda da yerli
tüccari kesimini tercih etmek zorunda kalır. Bu
biçimde bir yapının oluşturulması temel arzusu
olduğu için, İngiliz ve Fransız işgaline karşı
tavır almamıştır.
Ne var ki, emperyalizmin açık işgalinde Yunan
ve Ermeni unsurunu kullanması eşrafın sınıfsal
çıkarlarını tehlikeye sokar. Emperyalist sömürüde
azınlıkların aracı olarak kullanılması eşrafın
ticari rantını azalttığı gibi, toprak mülkiyetini
de önemli ölçüde tehlikeye sokuyordu. Emperyalist
sistem içinde hammadde ihracatçısı görevini üstelenecek
sömürge bir Türkiye'de o güne kadar ticari faaliyete
ağırlık verip kentlerde kökleşen azınlıkların,
doğal olarak temel üretim aracı olan toprağa yönelmeleri
bir kolonileşmeyi beraberinde getirecekti. Bu
durum, kırsal alandaki feodal yapıyı sarsacak,
büyük toprak sahiplerini topraklarından edecekti.
İşte bu tür bir sömürgecilik eşrafın ve küçük
toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını tehdit
edince, uzun bir döneme yayılan sınıf üstünlükleri
karşısında, Rum, Ermeni faktörlerini görünce emperyalist
açık işgale karşı tavır aldılar. Bu noktada Anadolu
hareketinde ezilen sınıf ve katmanlar değil ama
sömürüden pay alan kesimler, durumlarının sarsılması
endişesi içinde bir anlamda sınıfsal tavır almışlardır,
demek yanlış olmaz. Eşraf, emperyalistlere karşı
olmadığını, Yunan işgaline karşı çıktığını 19
Ağustos 1919 günü Alaşehir Kongresi tüm delegelerinin
imzasıyla İngiliz Generali Milne'ye çektikleri
şu telgrafla da göstermektedir. "İtilaf kuvvetlerine
karşı çıkma fikri, hiç kimsenin aklından geçmeyen
boş bir düşüncedir. Yunanlıların işgal ettikleri
yerlerden çekilmesini istiyoruz.”
Emperyalist açık işgal karşısındaki asker ve bürokratların
tavrını iki ayrı kategoride ele alarak incelemek
gerekiyor. Bunların bir kısmı sarayla bütünleşerek
kayıtsız şartsız teslim olmuş, emperyalizmle her
yönden tam bir işbirliğine gitmiştir. İkinci kesim
ise, tam tersine emperyalizmin işgaline açık ve
erken tavır alanlardı, fakat bunların da homojen
bir durumu söz konusu değildi. Bulun olarak sınıfsal-siyasal
kimlik niteliği ve bilinç faktörleriyle yönlenmediklerinden
dolayı, ne iç tutarlılık, ne de kategorik tutarlı1ık
arzediyorlardı. Bakış, açılarının "Amerikan
mandacılığı'ndan işgale karşı açık fiili tavır
önderliğine kadar uzanan yelpaze içinde gezindiği
bazı görüşlerin de zaman içinde değişen, farklılaşan
bir çizgi izlediği görülüyordu.
Ordu ve bürokrasiden gelme bu kadrolar, Anadolu
Harekatının önder siyasi ve asker kadroları oldukları
gibi savaş sonrasında da, kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin yönelim ve idari organlarını oluşturmuşlardı.
Bu kesimin savaştaki konum ve rolünü değerlendirirken,
sorunu sınıfsal temellerinde tanımlamak çeşitli
karışıklıklara yol açmaktadır.
Biraz geriye dönersek, özellikle Tanzimat Dönemi'nden
sonra Osmanlı Aydını Batı kültürü ve ideolojisiyle
ancak tanışmaya başladı. İmparatorluğun yarı sömürgeleşme
sürecine girmesiyle birlikte, subaylar ve mülkiyelerle
Batılı eğitmenler tarafından, batı kültürü de
aktarılmaya başlandı. Tepeden inme bir burjuva
ideolojisi olayıyla karşılaşarak, Batıdaki gelişmeleri,
reformları, devrimleri öğrenip bunların soyut
ve yüzeysel etkileriyle donanan bu insanlar tarafından
söz konusu çerçeve içinde 'batılılaşma' akımı
başlatıldı. Burjuva devrimleri sempatisi içine
giren ve ancak yukarıda dile getirdiğimiz, koşullar,
veriler ve ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal
yapısı temelinde spesifik bir aydın karakteri
sunan kesimce gündeme getirilen değişme, Batı
ile özdeşleşme savları Batı'nın gerçekleştirdiği
burjuva devlet ve kurumların kendi ülkelerinde
de kendileri tarafından yukarıdan aşağıya bir
eksen izleyerek gerçekleştirilmesi soyutlanmasından
öte bir anlam taşımıyordu. ‘Osmanlıcılık' kapsamında
çıkış yapan anlayış, çok uluslu Osmanlı devletinde
ulusal hareketlerin gelişmesiyle birlikle Pan-Türkizm,
Pan-İslamizm aşamasından geçerek Anadolu Harekatı
esasında kaçınılmaz, olarak yine gerçek kıstaslarına
oturmayan Türk Milliyetçiliği noktasına ulaştı.
Empoze burjuva ideolojisiyle çarpık donanmış bu
milliyetçi kesim, ülkenin Batılılaşması, yerli
Türk-müslüman burjuvazisinin geliştirilip müslüman
bir devlet olarak emperyalist sistem içinde yer
alınması amacındaydı. Sömürü sistematiğindeki
yerli Türk-müslüman burjuvazisinin de desteğiyle
iktidarı ele geçiren İttihat Terakki esasla bu
politikayı uygulamaya çalışmıştır. Alman emperyalizmin
güdümünde hayata geçirilen söz konusu politika
ile emperyalistler arası 1. Paylaşım Savaşında
Alman emperyalizminin yedeğinde yer alınarak ülke
savaşa sokulmuştur. Sonuç, bilindiği gibi ağır
bir yenilgi ve ülkenin savaş galibi emperyalistler
arasında dilimlenmesidir.
Savaş sonrasında ise, İttihat Terakki iktidarında
kısmi gelişme gösteren İstanbul burjuvazisi İttihat
Terakki’den desteğini çekmişti ve savaş suçlusu
ilan edilen İttihat Terakki önderleri yurt dışına
kaçmak zorunda kalmıştı. Kaçak ittihat Terakki
önderlerinin bir kısmı dışarda Türklüğü ve İslamiyeti
kurtarma diye ifade ettikleri bir çaba içine girdiler.
Diğer bir kısım İttihat Terakki kadrolarının Anadolu’ya
geçerek savaşa katılmalarına rağmen Anadolu eşrafı
ve halk bu insanları yadsımak yolunu tuttu, onlarla
ilişkiye geçmek istemedi. Çünkü halkın, son on
yıldır biteviye süren savaşlardan İttihat Terakki'yi
sorumlu tutmasının yanı sıra, eşrafında İttihat
Terakki'nin İstanbul burjuvazisini desteklemesi
ve tepeden inme tavırlarından dolayı oluşmuş tepkisi
vardı. İşte bu nedenlerle, Anadolu Harekatı içinde
asker ve siyasi kadro olarak yer alan eski İttihat
Terakki'liler, İttihat Terakki ile ilişkilerini
gizlemek ya da reddetmek zorunda kalıyorlardı.
Anadolu Harekatını yönlendiren asker-bürokrat
kadroların tavırlarının temelde İttihat Terakki
programlarına aykırı içerik taşımadığını belirtmekteyiz.
Aradaki en önemli fark, öncekinin Türk-İslam alemi
çapında savlarla yola çıkmasına rağmen Anadolu
hareketi önderlerinin konuyu Misak-ı Milli sınırları
çerçevesinde ele almalarıdır. Ve baştan “düşmanın
topraklardan kovulması" temasıyla yola çıkan
kadrolar sistemli programlar dahilinde davranmamış,
tutumları esasen sürecin seyrine göre gelişen
koşullarla çevrilmiştir, Misak-ı Milli sınırları
içinde bir Türk devleti kurulması ise, ekonomik-politik
temelde, emperyalist sömürüye müslüman-Türk burjuvazisinin
aracılık etmesi paralelinde bir çıkış noktasıydı.
Emperyalistler ve sarayla bütünleşerek işbirliği
tavrını öne çıkaran kesimi bir tarafa bırakırsak
asker-bürokrat kadroların açık işgale karşı tavır
almalarının bir nedeni; askerlik kanunlarının
bir sonucu olarak, orduların yenilip zor durumda
kalması nedeniyle yenilginin kabul edilebilir
bir hale dönüştürmesidir. Diğer neden ise, ülkenin
açık işgal altında olması durumundan ötürü, emperyalizmin
orduyu tasfiye etmesi dolaysız olarak bu kesimin
de tasfiyesiyle çakıştığı için, içine düştükleri
tecrit durumudur. Öte yandan en önemli etken kafaları
yeni olgularla dolması ve yeni bir ideoloji demenin
doğru olmadığı bu birikimlerin onları tavra yöneltici
ciddi etmenler olarak belirtmesidir.
1. Paylaşım Savaşının en önemli faktörlerinden
biri olan Ortadoğu petrol alanları zaten ülkenin
elinden çıkmıştı. Bu bölgelerde artık herhangi
bir açıdan Türk etkinliğinden söz etmek olası
değildi. O halde, ‘Misak-ı Milli sınırları içinde
bir devlet kurarak emperyalist sistem içinde yer
almak gerekir’, şeklinde bir anlayışa varan önder
kadroların bu düşüncelerinin pratik sonucu doğal
olarak onları açık işgale karşı tavır almaya yönelmiştir.
Çünkü bu kadrolar, anti-emperyalist bilinçten
yola çıkan bir anti-emperyalist tavır içinde olduklarından
ötürü değil, ulusal sınırları çizilmiş ve görünürde
siyasi bağımsızlığı olan emperyalist sömürü sistemi
içinde yerini alan, müslüman Türk burjuvazisinin
başını çektiği bir kapitalist devlet oluşturulması
amacındaydılar. Bu amaç ve programlarını, emperyalizmin
işgaliyle savaşırken, bir yandan da daha o arada
emperyalizme dayanarak hayata geçirmeye çalışmışlardır.
Bu noktada, emperyalizmin ülkeyi fiilen parçalama
girişiminden vazgeçtiği, sömürüsünü aracılığıyla
sürdürmek dayatmasını bu kesime karşı gündeme
getirdiği ve açık işgalde ikincil devletlerin
kullanılmadığı koşullarda asker-bürokrat kadroların
tavırlarının da farklı olacağını belirtmek gerekiyor.
Savaşın kesin olarak yenilgiyle biteceğinin anlaşılması
üzerine 1918 Ekiminde Mustafa Kemal, padişaha
mektup yazarak, Tevfik Paşa hükümetinin Meclis-i
Mebusan'dan güven oyu alamayarak düşürülmesi ve
kendilerinin içinde yer aldığı bir hükümet kurulması
için uğraşmıştır. Bu da olmayınca, aynı amaçlar
için bu kez Mustafa Kemal, padişahla görüşür.
Fakat yine olumlu bir cevap alamayınca gizli bir
cemiyet kurarak hükümeti düşürmeyi dener. Ne yar
ki, planlarını gerçekleştiremeyince İtalyan ve
İngilizlerle ayrı ayrı görüşerek sorunu direkt
emperyalizmle çözmeye çalışmışlardır.
Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamayınca
geriye tek seçenek kalıyordu; Anadolu'ya geçerek
eşrafın desteğiyle varolan çeşitli örgütlenmeleri
merkezileştirmek, daha kolektif ve güçlü kozlarla
emperyalizmin karşısına çıkarak onu açık işgale
son vermeye zorlamak... Fakat emperyalizmle ilişkiler
çeşitli biçimlerde sürmektedir. 1921 Kasım'ında
Rafet (Bele) Paşa, İngiliz generali Harrington'a,
İngiltere'nin siyasi desteğine karşılık olarak
İngiliz sermayesine kolaylık gösterileceğine ilişkin
güvence sunar. 22 Kasım 1920 tarihli bir İngiliz
raporunda, Mustafa Kemal'in İngilizlerle anlaşma
istediği bildirirler. Savaş durdurulur ve ülkenin
bağımsızlığı tanınırsa her Türk valisinin yanma
bir İngiliz danışmanı verileceği gibi İngilizlerin
pek çok isteğinin kabul edileceğini İleri sürülür
ve Bolşeviklerle ilişkinin kesileceği bildirilir.
Yapılan Kongrede, emperyalizme karşı olmadıklarını,
daima işbirliği yapmak yanlısı olduklarını çeşitli
şekillerde vurgulamışlardır. Aynı bağlamda Sivas
Kongresi'nden sonra İstanbul hükümetiyle ilişkileri
kesilince emperyalist ülkelere, hareketlerinden
ürkmemelerini, endişe duymamalarını belirten güvence
içerikli bildiriler yollamışlardır. İngiltere,
Amerika, Fransa, İtalya, Sırbistan, Felemenk,
İsveç, Danimarka ve İspanya elçiliklerine gönderilen
bildirilerde, İstanbul hükümetinden şikayetçi
olduktan sonra şöyle demektedirler: "...
gerek milletimizin ve gerekse de Avrupa ve Amerika'nın
gelecekteki yüksek menfaatlerine uymakta olan
bu günkü milli vaziyetimizin ................
ihlal edecek hiçbir fikre dayanmadığını ve umumi
emniyeti bozmayacak hiçbir hadise zuhur etmeyeceğini
ve bütün manasıyla ................... bir hareket
hattı takip edileceğini" belirttikten sonra
Sivas Kongresinin "Cihane adalet vaat eden
büyük devletlerin manevi desteğinden ve kefaletinden
emin olunduğunu" bildirmektedirler.
Ordu ve bürokrasinin üst kademelerinden gelen
ve Anadolu Hareketine önderlik eden siyasi ve
askeri kadrolar, yukarıda değindiğimiz, anlayış
ve tavırlarının yanı sıra; devlet yönetme konusunda
deneyime sahiptiler. Bu avantajla da ülke çapında
yaygınlaşan dağınık örgütlenmeleri merkezi bir
odak çevresinde toplayıp kendilerinin siyasi ve
askeri kadrolar olarak benimsenmelerini eşraftan
başlamak üzere, fazla zorlanmadan benimsetebildiler.
(Sürecek)
|